A be Nazım,
şu mühim aşk meselesine dair
artık,
bizim de
bir çift söz söylememiz lazım
sonra
usulünce
yıldızlara,
attila ilhan’a ulaştırsınlar diye
bir selam çakmak
ve
aşka umut
umuda hayat
hayata neşe
katmak
lazım
Büyük saatin gongu akşamın dokuzunu vuruyordu. Koskoca garın geniş, uzun,
mermer, soğuk platformunda in cin top oynuyordu. Yağmur felaket yağıyordu. Ben
ağzımda kan
tadıyla seni bekliyordum.
Bekliyordum. Seni karşılayacak; ya elinden tutup yürüyecek ya terk edip
gidecektim. Sen, beklediğimi bilmiyordun. Ben de niye böyle kafamı
karıştırdığımı, durduk yerde niye böyle kararlar aldığımı, sana , hayata ve özellikle kendime neyin
misillemesini yaptığımı bilmiyordum. Hayatın bana verdiği en güzel hediyeydin
sen. Sana neden
bu aptalca ikilemlerle geldiğimi, neden seni de içimdeki büyük karmaşalara karıştırdığımı
bilmiyordum. Bilmiyordum. Bekliyordum…
Bozuk hava herkesi içeri savuşturmuştu. Dışarıdaki lambaların
aydınlatmaya yetmediği loş mermer platformda tek başına dikiliyordum. Yanımda
yöremde başka kimsenin olmasını istemediğimi fark ediyordum. Kalabalıklara
sığmıyordum, sığamıyordum.
Sen gideli beş koca gün olmuştu. Bu ayrılık canıma okumuştu. Yağmurla
başlayan rüzgar, içimde inanılmaz fırtınalar koparıyor, beni çocukluğumun en
çaresiz yağmurlarına savurup savurup geri alıyordu. Beni
bırakıp bırakıp gidiyordun. Birbirimizi bırakıp bırakıp gidiyorduk. Gitmelerine
içten içe kızıyordum. Sen de benim gitmelerime kızıyordun.
Ayrı şehirlerde olduğumuz zamanlarda da seni görürüm diye aynalara
bakmıyordum. Çünkü uzaklarda her aynaya baktığımda, kendimi değil seni, senin
yüzünü görüyordum. Seni düşündüğümde içimde ılık ılık bir şeyler kaynıyordu.
Kanım tüm direnmelerime karşın sana
kaynıyordu. Kanımın kaynamasın istemiyordum. Seni düşünmek ağır geliyordu
kalbime. Hazır uzaktayken, ayrıyken bitsin bu iş diye umuyordum. İlk
telefonunda onulmaz bir iyimserliğe kapılıp hemen vazgeçiyordum.
Asistanına göre bu gece, bu saatte dönüyordun.
Garın o güzelim, kullanılmaktan en ufak aydınlığı yansıtacak kadar
cilalanmış mermer zeminine yansıyordu gece. Gecenin yaygın, keskin karanlığı ve
yapay ışığın karşıtlığı mermerde cilalanıyordu. Rayların çevresine
serpiştirilmiş üç beş lambanın cılız ışığı, ıslanmış karanlıkça perdeleniyor, insanı
esrarengiz bir masalın içine çekiyordu. İnsanı şehrin göbeğinden alıp kilometrelerce
uzaktaki bir ıssızlığın içine hapsediyordu. Çocukluğumun karartma gecelerini
anımsatıyordu. Çevrede; kurtların sevdiği türden sisli, dumanlı bir atmosfer
yaratıyordu. Ufak şeylerden endişelenip de böyle havaların, ıssızlıkların,
yalnızlıkların ayrılışların beni korkutamamasından da korkuyordum.
Rüzgar önüne kattığı yağmur damlalarını, üstü asma tavanla kapalı olsa
da raylardan oradan alıp alıp platforma oradan yüzüme savuruyor çarpıyordu. Pes
etmiyordum. Perçem perçem, tel tel dağılıyordu topuzum. Saçlarımın arasında
uğursuz bir ıslıkla dolaşıyordu yel. Güçlü esintilerle eteğimi de
havalandırıyor, bir o yana bir bu yana savuruyordu. Elbise giydiğime pişman
oluyordum. Burada olmak; burada, bu sefil yağmurun altında, bu yüreğimi
ıssızlaştıran rüzgarın önünde durmak ve seni beklemek, bin yıldır yaptığım bin
yıl daha yapacağım bir döngüymüş, benim kaderimmiş gibi bir duygu yaratıyordu.
Bekliyordum.
Kederli pardösümün yakasını kaldırmış bekliyordum.
Rüzgar çantamı ikide bir omzumdan düşürüyordu. Her seferinde elimi
cebimden çıkarıp hem çantamın sapını hem eteğimi düzeltiyordum. Düzeltme işini
bir türlü başaramıyordum. Her seferinde rüzgar galip geliyordu. “Yoruldum
oynamıyorum” diyemiyordum. Ama pes etmiyordum. Üşüyordum.
Üşüyordum.
Yürüsem ince topuklarımın mermer zemine vuran tok sesinden başta kendim ürküyordum.
Dursam, buğulanmış geniş camlara çocuk alınlarını dayamış insanların meraklı
bakışlarından ürperip yoruluyordum.
Üşüyordum.
Garın “Anadolu Ekspresi” adıyla; yüklerinin, çuvallarının, kolilerinin,
denklerinin çokluğuyla olsa gerek diğer yolculardan bir hayli ayrılmış
bölümünün oralarda dolaşıyordum. Anadolu Ekspresi, garın diğer bölümlerinden
daha sıcak daha tanıdık geliyordu. Kanatlı kapısından ara ara elini annesinin
elinden kurtarmış bir çocuk başını çıkarıyordu. Ne zaman dönüp baksam gözlerini
kaçırıyordu. Yanıma gelse de başını okşasam diye umuyordum. Yanaklarından
öpsem. Sımsıkı sarılsam diye bakıyordum. O utanarak gizleniyor kafamı çevirince
de hemen yeniden izlemeye koyuluyordu. Annesi telaşla daha bir kavradıkça sanki
beni gösteriyor, “O niye dışarda” diye soruyordu. Annesinden aldığı yanıtlarla
daha bir meraklı davranıyordu. Kadıncağız herhalde, “O deli, sen de onun gibi
deli mi olacaksın?” diyor. Çocuk da, deli kadın nasıl olur anlamaya
çalışıyordu.
Çocukları da senin çocukluğunu da çok seviyordum.
Onlar için bir anlamlı şey yapamıyorduk.
Bu, bir şey yapamaz halimize kahrediyordum.
Bu, şimdilik yapamazlığımıza karşın başkalarını da dert edebilme
huyumuzu yitirmemiş olma halimize şükrediyordum.
Hayat için bir şey yapabilme umudumu bırakamıyordum. Bu umutları bırakıp
kendi hayatını yaşamanın nasıl bir şey olduğunu çoktan unutmuştum, bilmiyordum.
Bir sigara içmek için deli oluyordum.
Ömrümde üç ya da dört kez yaptığım, bu yüzden de anlaşılmasından
korktuğum, kırmızı rujuma uygun sürdüğüm kırmızı ojeye mahcubiyetle bakıyordum.
Buna karşın ”Rujum silinmiş midir?“ diye de dert ediyordum. Ağzımdaki kan tadının nereden
geldiğini düşünüyordum.
Sessizce ağladığımı fark ediyordum.
Bugünlerde vara yoğa ağlıyordum zaten.
Bir büyük şairim daha öldü diye ağlıyordum
Dünya gittikçe ıssızlaşıyor diye ağlıyordum.
Öksürdüğüme
Senin gidişlerine
Dönüşüne
Yemeğin tuzunu çok attığıma göz yaşı döküp duruyordum.
Ağlıyordum. Başkaları da, başka kadınlar da ağlayarak mı büyüyüp
olgunlaşıyordu bilmiyordum. Ağlamaya bir başladım mı duramıyordum. Bu
gözyaşı dolu tören günlerce sürüyordu. Ağlayabilir olduğumu kimselere
çaktırmıyordum. Pes etmiyordum.
Üstümüze üstümüze geliyordu savaş, yoksulluk, açlık, çatışma, sel, deprem,
tsunami. Her asırda nasıl olursa olsun, insanlığın boynunu büken bir zayıflığı bir
zaafı oluyordu. Bir mazereti, bir yetersizliği bulunuyordu. Zaman ilerledikçe
medenileşeceğine sanki zalimleşiyordu insanlık. Mazeretler gittikçe inanılmaz
oluyor, bu, daha çok umutsuzluğa sevk ediyordu. İnsanlık ilerlemiyordu. Aslında
belki hiç ilerlememişti. Yine köle kanıyla besleniyordu efendiler. Her asır
daha çok köle kanı gerekiyordu. Televizyonlar tüm parıltısıyla hırslı annelerin
çocuklarını, sesini çıkaran kadınları ölüme götürüyordu.Dünya beşik gibi
sallanıyordu.
Deprem yardımları insanların yarasını sarmaya ne yazık ki yetmiyordu.
Keşmir’e bahar bir türlü gelmek bilmiyordu.
Bağdat her gün, her gün yeniden yakılıyordu.
Bu günlerde bir Latin Amerika’da bahar rüzgarları esiyordu. Ne kadar
çabalasam da bu güzel esintiler beynimden yüreğime ulaşamıyordu.
İnançlarımı mı yitiriyordum?
Seni, yanımdayken de uzaktayken de çok özlüyordum.
Kırları, yüksek dağlara uzun uzun bakmayı, başı boş dolaşmayı,
çocukları, kuşları, kararlı ve güleç yüzleriyle yürüyen işçileri, aydınlık
bakışlı köylüleri, bir çay bahçesinde içilen sıcacık çayı özlüyordum. Ama en
çok seni özlüyordum.
Yanımda olduğunda da dünyayı dar ediyordum.
Hani sen hayatıma girince beni mutluluktan uçuracaktın. Kurtarıcım
olacaktın. Artık hiç mutsuz, umutsuz, kederli olmayacaktım. Hani ben senin
hayatından tüm yorgunlukları, zorunlulukları, sorunları alacaktım. Hiçbir şeyin
başını ağrıtmasına, incitmesine izin vermeyecektim. Bütün boşluklarını
dolduracaktım. Olabilir miydi böyle bir şey? Yirmibirinci Yüzyılın başında.
İnsanlığın; dünyaya komuta odası inşa edip oraya kapağı atmış canilerine
karınca sürüsü gibi göründüğü bir zamanda yapabilir miydik? Yapamazdık,
yapamadık. Belki aşkı besleyen körükleyen de bunlardı, bilemedik.
Aşk kanatıyordu. Usul usul kanıyordum.
Sanki seni de kanatıyordum. Kanadığından eminmişim gibi bu kez de seni
kanattığım için kahroluyordum. İçim eziliyor kendimden nefret ediyordum. Seni
üzgün kırgın görmeye tahammül edemiyordum. Azıcık eğilse yüzün benim kanatlarım
o an kırılıyordu.
Çok eskilerden bir Sezen şarkısı gelip takılıyordu dilime.
Anadolu Ekspresi tarafındaki camdan bir kadın, başındaki tülbente
dayanarak kendini benden büyük görüp ne zaman dönüp baksam tüm otoritesiyle
“gel” işareti yapıyordu. “Gel ıslanacaksın.”
Kayaş banliyösünden son tren geliyordu.
Kalabalıkları evlerine ulaştırmış bomboş dönüyordu. Makinisti bir
çalımla inmiş bir çalımla yürüyordu. Uzaktan, ilgilenmezmiş gibi durup, arkadaşıyla
konuşur gibi yapıp – yağmur altında niye bekler bir kadın diye- beni
inceliyordu. Özendire özendire sigarasını yakmış geçiyordu. Çapkın adımlarla
yürürken yalpalıyordu.
Bir Cem Karaca bir şarkısında diyor ya, “Hayatta hiç bir şeyim az olmadı
senin kadar” Öyleydin. Hayatımın zenginliği günlerimin yoksunluğuydun.
Ve ben de ne zaman olduysa coşkusunu ve cesaretini yitirmiş bir kadın
olmuştum. Sinik bir suskunluğa teslim olmuş, neyi olduğunu bilmeden bekleyen
biri haline gelmiştim. Azı çok edemiyordum.
Sen de sana
ihtiyaç duymadığıma kızıyordun. Sana
sormadığıma, sana danışmadığıma, sana sığınmadığıma
kızıyordun. Sana
ihtiyaç duymadığımı düşünüyordun. Ben seni sevdiğim için sana inanamayacağın kadar çok ihtiyaç
duyuyordum. Böyle bir sevmeyi kabul
etmiyordun.
Gittiğinden bu yana seninle hiç konuşmamıştım. Bu kentte günlerce
görüşmesek de aldırmıyor ama uzakta olmana dayanamıyordum. Seni sonsuz kadar
kaybedeceğimden korkuyordum belki. Buna dayanamıyordum. Kızgınlığımdan
aramıyordum. Sen de bana kızgın oluyordun bu durumda. Sen de aramıyordun. Sen
de aynalara bakamıyor muydun? Sen de aynalara bakınca beni mi görüyordun?
Bir arada olunca bir çok şeyden konuşuyorduk; hayattan, hikayelerden, yaşanmışlıklardan,
insanlardan konuşuyorduk ama bizden konuşmuyorduk. Ne birbirimizle ne
başkalarıyla konuşuyorduk. Bu nedenle sana ,
mutluluğumu, hayatıma katılan büyüyü yansıtamıyordum.
Oysa sen benim elimi tuttuğun zaman, yarım kalan ne varsa tamamlanıyordu
içimde. Hiç bir eksiğim kalmıyordu şu hayatta. Dünyadaki herkesin karnı doyuyordu.
Doymasa da doymalarını sağlayacak bir mücadeleye gücüm oluyordu. Denizi
görüyordu tüm çocuklar. Dereler özgürce akıyordu. Kadınlar özgür şarkıları ve
kahkahalarıyla hayatı şenlendiriyordu. Bolluk ve bereket sarıyordu dünyayı. Bütün
yaşanmışlıklar mutlu bitiyordu.
Ama biz el ele tutuşamıyorduk…
Bu seçimi ben yapmıştım. Bu acı veren, kanatan, yakan, çarelerimi
tüketen seçimi ben yapmıştım. Bile bile göre göre yapmıştım. Başka bir seçim
yapmaya cesaret edemiyordum. İstemiyordum. Beni
bir mutluluğun kanatlarına takıp uçuran da bir kederin ağırlığıyla bastıran
da aynı seçimdi. Bunu ben seçmiştim.
Kederliydim
Sezen’in şarkısını içimden avaz avaz söylüyordum.
Yağmur bir an bile ara vermiyordu.
Ben ağzımda o bakır, o kan ,
o zehir tadıyla seni bekliyordum.
Beklediğim tren kampanasıyla, anonslarıyla, karşılamaya gelenlerin
restorandan, kapalı kapılardan burunlarını çıkarması, peronlara dağılması ile
geliyordu.
Kalabalığın arasından mahmur iniyordun. Mahmurluğu sana çok yakıştırıyordum.
Seni beklediğimi bilmiyordun.
Seni görünce kalbim hala çarpıyordu.
Sen gardan çıkıyordun.
Ben uzaktan bakıyordum.
Baktım.
Baktım.
Koştum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder