2 Ocak 2012 Pazartesi

EV EKSENLİ ÇALIŞAN ARKADAŞLARIMIZIN ÜRÜNLERİNİ PAZARLAMAYA YÖNELİK BİR STRATEJİ OLUŞTURMA SÜRECİ İÇİN BİR KAÇ ÖNERİ

Bu yazıda, ev eksenli ve kendi hesabına çalışan bir arkadaşımdan hareket ederek, ürünlerin pazarlanması için bir strateji oluşturma sürecine katkı vermeye çalışacağım.

Pazarlama; kişilerin ve örgütlerin amaçlarına uygun şekilde ürettikleri mal ve hizmetleri; fiyatlandırma, dağıtım, satış çabaları ile araştırma, planlama ve uygulamaya süreçlerinin toplamıdır.

Pazarlamanın; satış öncesi, satış sırası ve satış sonrası gibi aşamaları vardır.

Üretimden fiyatlandırmaya, araştırmadan satış sonrası hizmetlere her süreç pazarlama faaliyetinin içindedir.

Son zamanlarda; Müşteri Odaklı Pazarlama Stratejileri daha yaygın uygulanmaktadır.

Bu strateji; müşterinin neye ihtiyacı olduğunu, ne istediğini anlamak ve ona uygun üretim yapmak ve satışı organize etmek olarak ifade edilmektedir.

Bu genel tanımlar ışığında ev eksenli çalışan kadının üretim kalitesinin bir hayli yüksek olmasına karşılık pazarda yer bulamamasının nedenlerine bir bakalım;

En önemli neden; ister kendi hesabına çalışsın ister bir dernek, kooperatif çatısı altında çalışsın, arkadaşımızın kendini çalışan bir kadın olarak görmemesi. Kendini bir ev kadını olarak algılaması. Hatta bunda direnmesi. Geleneksel aile baskısı yanında, bir de kendisinin ev kadını kimliğine kalmaya direnmesi…

Bir kadının marifetli olması güzel bir şey, o marifeti konu komşuya sergilemesi de öyle. Ama bu alanda para etmiyor bu. Bize bir yararı yok.

Biz istiyoruz ki üretelim ama gerisine karışmayalım, kafamızı yormayalım, evimizden, mahallemizden çıkmayalım, bilmediğimiz mecralara girmeyelim, tanımadığımız insanlarla muhatap olmayalım, değişmeyelim. Başkaları yapsın bizim adımıza. Biz ne anlarız pazardan, piyasadan, pazarlamadan.

Başkalarının bizim adımıza bu işleri yaptığı da oluyor. Bu yöntem iki şekilde gerçekleşiyor. Birincisinde kadınlarla ilgili bir sivil toplum örgütü dayanışma adına bir mağaza açıyor ve ulaşabildiği, kaliteyi tutturabildiği kadar kadın ve ürünüyle çalışabiliyor. Bu bir yöntem. Keşke genç ve iktisat, işletme okumuş kadınlardan oluşan bir grup kadın sadece bu işi yapsa gönüllü olarak. Bazı küçük sakıncalarına - kadınlar arası sınıflaşmaya gitmek gibi – sakıncaları olsa da müthiş bir gelişim sağlayabilir. Ama yok ve var olanların da pazardaki yeri yüzde bir gibi. Çok da emin konuşmayalım. Çünkü bilmiyoruz bu konuda bir araştırma en azından benim elimde yok.

İkinci yöntem ise, aracıların ürünleri üç otuz kuruşa elimizden kapması ve tüccara ulaştırması. Kadın arkadaşımızın hak ettiği parayı hiçbir zaman kazanamaması. Kazandığımızın bir yaraya merhem olamaması. Tek başına pazarlık gücü bulunamaması. Bir çıkmaz döngüde dönenip durulması.



Ne Yapmalı;

İlki, kimseye bağıra çağıra söylemeye gerek yok ama öncelikle çalışan kadın olduğumuzu kendimiz kabul etmeliyiz. Çünkü bizim bir işimiz var ve işimize kafa yormaya ihtiyacımız var. Biz üretim yapıyoruz.

Eğer bir işimiz olduğunu kabul edersek ancak o zaman pazarlama işini de düşünebiliyoruz. O zaman ne üretiyorsak, üretmeden önce planını yapabiliyoruz, nerelere satabileceğimizi hesaplayabiliyoruz, ne fiyat koyacağımızı, maliyetini tasarlayabiliyoruz. Örneğe karar verebiliyoruz.

İşimizle ilgili araştırmalar yapabiliyoruz, planlama yapabiliyoruz, çeşitli uygulamaları deniyoruz. O zaman en azından kendi ürünümüzle ilgili pazarı, piyasayı bilmeye başlıyoruz. Olanları merakla izliyor, gelişmelerden heyecan duyuyor, insanlarla paylaşıyor, etkinleşiyoruz. Bize bir şeyler oluyor, değişiyoruz, güçleniyoruz. O zaman kaynana da koca da komşu da yaptıklarımızı ciddiye almaya başlıyor.

İkincisi, biz bu işlerle koştururken, aynı kaygılarla koşturan diğer kadın arkadaşlara rastlıyoruz. Dayanışma içinde olursak daha büyük düşünebileceğimizi daha büyük işlere girişebileceğimizi görebiliyoruz. Aracılardan kurtulabileceğimizi görüyoruz. Bir güç olabileceğimizi görüyoruz. Ve birbirimizi anlayabileceğimizi, sadece iş için değil çocuklarımızın bakımında, hastalıkta, düğünde, bayramda, cenazede yardımlaşabileceğimizi ve işimizi de sürdürebileceğimizi görüyoruz. Kadınlar olarak haklarımız konusunda duyarlılaşıyoruz, bilgileniyor ve gelişiyoruz. Öğrendiklerimizi başka kadın arkadaşlarımızla da paylaşıyoruz.

Üçüncüsü; Mahallemizdeki muhtardan başlayarak, belediye başkanı, kaymakam, vali gibi makamlardan; SADECE BİZİM İÇİN DEĞİL AMA, TÜM KADINLAR için, üretenlerin de ürünlerini daha iyi koşullarda daha nitelikli, daha iyi tasarlanmış şekilde üretebilmeleri ve pazara ulaştırmaları için olanaklar talep etmek. Bu talepler girişimcilik, pazarlama, satış gibi konularda eğitim de olabilir, el emeği pazar yerleri de, satış ve sergi salonu gibi mekanlar da olabilir.

Kültür Bakanlığı, Turizm Bakanlığı, Eğitim Bakanlığı ile meslek odaları da kadınlarla ilgili destek verebilecek kuruluşlardır.

Ayrıca bazı firma ve kişiler de marka oluşturmak, marka yaratmak, tasarım, pazarlama gibi konularda destek ve eğitim de vermektedirler.

Bugün birer kadın olarak sosyal medyada yer almak için ilköğretimdeki çocuklarımızdan yardım alabiliyorsak yarın da mahallenin haytalarından, üniversiteye giden yeğenlerden ürünlerin internette yer almasını ve satışını, duyurulmasını, tanınmayı sağlayabiliriz.

Yani gerek kamu ile gerek diğer sivil toplum kurumları, bireyler, kadınlar, temel malzemelerimizi aldığımız tedarikçi esnaf ya da toptancı ile bir yardımlaşma, dayanışma sağlayarak gelişebiliriz.

Ancak tüm kamu desteği, sivil dayanışma gibi organizasyonlarda bile unutulmaması gereken en önemli ilke, kadın örgütünün bağımsızlığıdır. Ve bu kadın örgütündeki, örgüt içi eşitlik, adalet, hakkaniyettir önemli olan. Belki de kadınların birlikte üretip birlikte ürünleri pazarlamasındaki en önemli örgütsel meseledir.

Yeri gelmişken diğer ilkeleri de söyleyelim; kadınlar; insana ve doğaya zararı olduğu bilinen malzeme ve yöntemle iş yapmamalı. Aksine doğaya ve insana dost malzeme ve yöntemle iş yaptığı ile tanınmalı, bilinmeli. Bu ilke ticarette kısa vadede zarar gibi görünse de markalaşma sürecinde, “güven” duygusunun, tanınırlık ve uzun erimli olmanın yanında, ilk üç unsurdan biri olduğu söylenebilir.

Ve son olarak kadınlar; başkasının emeği ve hakkını gasp etmeden ticaret yapmalı. Aksine emeğe ve hakka saygı ile bilinmeli ve tanınmalı.


Nasıl Yapmalı;

Pazarlamaya da ürün kadar hatta belki daha çok önem vermeli. Bu konuda okumalı, bilenlerin deneyiminden yararlanmalı. Bu tür ürünler konusunda satış deneyimi olan insanların bilgisinden yararlanmalı.

Piyasada bizim ürettiğimiz üründen kaç çeşit var? Nerelerde satılıyor? Fiyatı ne kadar? Biz kaça mal ediyoruz? Nerelere, ne kadar fiyattan satabiliriz? Kim satabilir? Bu konuda acaba tüketici ne istiyor? Onun talebini karşılayacak ürün nedir? Bu soruları sürekli kendimize sormalı.

Ürettiğimiz klasik ürünleri korumanın yanı sıra yeni ürün kategorisinde farklı ve yeni ne yapabiliriz sorusunu sürekli sormalı ve o doğrultuda üretim yapma gayreti göstermeli ( Ürün tanıtımında bile “Yeni ve değişik bir ürün var” dendiğinde, o ürünü görme konusunda verilen olumlu yanıt diğerlerine oranla bir hayli yüksek olmaktadır)

Pazarlama ve satışta ürünün sunumu, ürünün kendisi kadar hatta bazı durumlarda ondan da önemli bir hâl almaktadır. Bu nedenle ürünleri güzel mekânlar, güzel kutular, güzel keseler, çantalar ve bohçalar içinde tanıtmalı ve pazara sunmalı.

Pazarlama görüşmelerinde randevulu gitmenin yararı bulunmaktadır. Özellikle yüz yüze iletişimde dış görünüm, giysi, saç, takı, konuşma, oturuş, tokalaşma, ilk beş tümcenin seçilmiş olması, ses tonu, beden dili, görüşme zamanı gibi konulara dikkat etmeli.

Ürün bilgisi çok önemli. Pazarlanacak ürünlerin dokuma ise; ipliğinin hangi bölge pamuğundan üretildiği, hangi teknikle boyandığı, motiflerin anlamı, kaç ilmek dokunduğu gibi birçok bilgi ile yola çıkmalı.

E-pazarlama artık gerek üretici gerek tüketici olarak hepimiz için, ciddiye alınacak kadar önemli bir hale geldi. Perakende sektörünün tespitlerine göre son dönem facebook’un, statik bir web sayfasından çok daha etkin olduğu belirlendi. Tüketiciye birçok kanaldan kendini duyuran, yeniliklerden anında haberdar eden, yorumlara yayımlayan bir kanal olarak sosyal medya pazarlamada giderek etkinleşiyor ve tercih ediliyor.

Pazarlama ve satışta geniş düşünmekte yarar var. Semt pazarları da bir kanal, ilgili mağazalara toptan ürün satışı da bir kanal, butik mağaza da bir kanal, belediyelerin satış yerlerinde bir tezgâh almak da kanal, üniversiteli çocuklarla işbirliği yapıp öğrencilerin gereksinmeleri doğrultusunda çalışmak da, mahalle esnafının dükkanlarına birer örnek koymak da beş yıldızlı otellere birer örnek koymak da bir kanal. Niş pazarlama da bir kanal. Katalog üzerinden satış yapmak da bir kanal. Turistik mekânlara da ürün konulabilir, bir pazarlamacı ile anlaşılarak da ürün büyük kentlerin büyük mağazalarına ulaşılabilir. Hatta yurt dışı akrabalar yoluyla satış yakalayan arkadaşlarımız bile var. Kanalları ister tek tek ister bir çoğu bir arada kullanabilir. Önemli olan ulaşılabilir, kullanışlı, iş görür yöntemlerle pazarlamayı gerçekleştirmektir.

Anadolu Bahçesi katılımcılarından böyle yapanlar başarılı oldular.



Güven Tunç

ANTEP Tahmis Kahvesi


TAHMİS KAHVESİ
(GEL, GEL, NE OLURSAN OL, YİNE GEL)

Hatay'dan Antep'e geliyoruz.
Sabah, kahvaltıdan sonra, ver elini Uzunçarşı.
Hazır Gaziantep'e gelmişken, Mehmet Amca'yı bulabilir miyim acaba?
Bu değerli insanı çocuklara tanıtmak ve ondan, bir çocukluk anısı dinlemek istiyorum.
Yolda bir trafik polisine soruyorum, o da, Tekke Camisi civarını söylüyor. Biz de zaten o yana gidiyormuşuz.
Uzun Çarşıyı dolaşıyoruz. Alış veriş yapıyoruz biraz. Sonra da bir çay içmeye Tahmis Kahvesine giriyoruz.
Sonuçta tarihi bir kahvede bir çay içilecek.
Yok öyle olmuyor.
Burası başka bir şey.
Harabeleri, kahveleri, sahafları, esnaf lokantalarını, bit pazarlarını, aktarları, bakırcıları, yemenicileri, eski çarşıları, burçları, dar sokakları, arnavut kaldırımlı yolları, artık ziyaretcisi kalmamış ziyaretleri, incir dikili ocakları dolaşmayı seven biri olarak başka, bambaşka bir mekana girdiğimizi fark ediyorum.
Kahvelerin, meyhanelerin; ipsiz sapsız, işsiz güçsüz adamların yeriymiş gibi gösterilerek kriminalize edilmeye, toplumdan itilmeye, soyutlanmaya çalışıldığı bu garip zamanda, bütün
KABULÜ ile kollarını sonuna kadar açmış İNSANI bekleyen IŞIKLAR içinde bir mekan.
Tarihi ve mimari bilgilerinin ayrıntılarına internetten ulaşılabileceği için çok girmeyeceğim bu mekan; dört yüz yıl önce Antep Mevlevihanesine gelir getirmesi için yapılan dükkanlardan biri.
Bir kadim geleneği, tek başına yaşatıyor.
Bugün hangi yapı, Mevlana'nın bu felsefesini bu kadar sadık uygulayabiliyor?
"Gel, gel, ne olursan ol yine gel,
İster kafir, ister mecusi, ister puta tapan ol, yine gel,
Bizim dergahımız, umitsizlik dergahı değildir,
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da, yine gel."

Biraz soruşturmaya çalışıyorum. Kahvenin işletmecisi Bahattin Dedekurt, ne ararsak, biz daha sormadan getirip veriyor.
Bahattin Amca, bize kahveyi anlatıyor, kahveyle ilgili kitapları, dergilerde basılan yazıları, fotoğrafları gösteriyor.
İnceliyorum da inceliyorum. Bakmaya, okumaya, dinlemeye doyamıyorum.

Tam o aralar, fotoğraf sanatçıları geliyor. Bizim arkamızdaki masaya oturmuşlar.
Bizim gibi turist değil onlar. Ellerinde analog makinaları , objektifleri, bilmem ne kadar gelişmiş makinalarının vizöründen bilgiyle, bilinçle, ışıkla, gölgeyle, açıyla bakıyorlar.
Bahattin Amca'nın habire getirip getirip masamıza bırakıp gittiği materyallerden biri de
belki yeni çekilmiş, belki yeni çerçevelenmiş bir fotoğraf.
Bildiğimden değil ama, ışığın böylesine cömert yayılmasını istemiş bir mimarı bugün bile anlayan bir anlayışla çekilmiş bir fotoğraf.
Işıklar içinde bir bina, ışıklar içinde insanlık, ışıklar içinde bir hayat.
Bizim çektiklerimiz bu ışığı yakalayamıyor.
Bahattin Amca arkadaki masadan bir beyi işaret ediyor. Fotoğrafın sanatçısı.
Kızıyla ve arkadaşlarıyla gelmişler. Antepli olduğunu öğrenince Mehmet Amca'yı soruyorum. Hem tanıyormuş hem de telefonu varmış. İnanamıyorum.
Meğer Mehmet Amca'nın da çok değer verdiği bir insanmış ki, telefon konuşması üzerine kendisine ulaşabiliyoruz ve bir randevu alabiliyoruz. Mekan büyüsünü burada da gösteriyor. İnsani bir yardım geliyor. Aradığıma ulaşıyorum.

Kahvenin sakinleri; dizilerde, filmlerde oynamaya, fotoğraflarının çekilmesine o kadar alışkınlar ki, fotoğraf sanatçılarıyla aralarında çok dengeli bir iletişim gözlemliyorum.
Burada insan insan. Bir sanat dalının nesnesi değiller. Kahvenin tiryakileri; sakin, vakur ama aynı zamanda alçak gönüllü bir duruş içinde, oyunsa oyun, sohbetse sohbetlerini sürdürüyorlar. Aktör olduklarının farkındalar. Ama hayatın içinde, hiçbir şeyin olmadığı gibi, aktörlüğün de sökmeyeceğini fark etmiş insanlar. Hepsi birer yeni zaman dervişi.

Kahveyi üç kuşaktır Dedekurt ailesi işletiyor.
Bahattin Dedekurt size, içinde yaşadığı bir güzel insanlık masalını anlatıyor.
Bu masal sizi de içine alıyor. Sarıyor, sarmalıyor.

Bu mekanlar bana insanlığın ana rahmiymiş gibi gelir.
Bazen koşa koşa gidip sığındığım.
Çokça bunalıp oradan da kaçtığım, uzaklaştığım, yorulduğum mekanlar.
Masum bebeklerden; bir katil değil de bir vicdan çıkarabilen hayat okulları.
Bu nedenledir ki aileler çocuklarıyla gelip oturabiliyorlar. Koca sobanın çevresinde ellerinde kekik çayları ile tahta sandalyelere sıralanıyor çocuklar. İşe tembel ve kötü niyetli işgüzarları hemen uyaralım ki, burası bir metropol pastanesinde çok daha uygun çocuklar için. Dedeleri, öğretmenleri, komşuları, ana babaları yanlarında. Mekanın yüksek tavanı ve asma katı nedeniyle gürültünün dumanın çok az hissedildiği bir atmosferi var.
Kimyasallarla kirletilmiş hijyenik bir görüntüye inat, numara yapmayan, kendi temizlik anlayışı ile sürüyor buradaki yaşam.

Bu kahvede Karagöz- Hacıvat oynatılırmış. Toplantılar yapılırmış. Halk hikayeleri anlatılır, siyasi sohbetler edilirmiş.

Biz müzisyenlere rastladık. Akşamüstüydü. Gitmek zorundaydık.

Tahmis 2009 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edilecekmiş.
Umarım havası, büyüsü, masalı, ışığı bozulmaz.
Umarım.

Umarım




1 Ocak 2012 Pazar

KADINLIĞIN HATIRA DEFTERİNDEN SARARAN BİR SAYFA; ÇEYİZ SANDIKLARI




(Kendimiz İçin Hayat Dersleri)



Çeyiz sandığı Anadolu'da hala var ama büyük şehirlerde sadece büyüklerin evinde eski gizemini ve saygınlığını koruyor.
Çoğu tavan arasına, bodruma, balkona atılmış ve işlevini yitirmiş.
Bir kaç genç çift; kullanımını modernize ederek ya da modernize edilmiş bir biçimde satın almış; salonda, yatak odasında yeniden işlevlendirmiş. Yatak odasında, yatağın ayak ucuna yerleştirilip içine yastık yorgan koyuluyor, salonda ise gösterişli ve nostaljik bir antika mobilya. Belki plak, cd, içki, dergi, kitap koyuyorlardır.
Görünürde içine; kadifeden, ipekten kumaşlar, dantel, oya, sarma, kaneviçe işli yatak odası takımları, pullu oyalar, namazlık, havlu, peşkir, iğne oyası oda takımları, salon takımları, keten mutfak örtüleri, belki bir gecelik ya da damat pijaması vardır.
Basit, somut, sıradan biraz köylü, taşralı, hatta kadını biraz da aşağılayan (onu sadece evliliğe odakladığı için) bir imgesi vardır çeyiz sandıklarının.
Oysa kadınların sır kutusudur çeyiz sandığı.
Gerek genç kızken, gerek yeni gelinken, tüm potansiyeli, zengin iç dünyası ve coşkuları; kutsal eve, kutsal aileye, kutsal babaya, kutsal anneye, kutsal kaynanaya, kutsal koca ve çocuklara yönlendirildiğinden o da içinde gizli kalmış binlerce, şeyi çeyiz sandığına saklar. Bir ona dokunmaz insanlar.
Belki onun içindir kilidi açılırken sandıkların çın çın ötmesi.
Virginia Wolf'ün Kendine Ait Bir Oda'sı gibi, bizim coğrafyamızın tüm kadınlarının da çeyiz sandıkları vardır.
Kadınlık binlerce yıldır sırlarını, iç zenginliklerini, neşelerini, hayallerini saklar bu sandıkta.
Teyzemin sandığında; elli yıldır aramızda olmayan dedemin nüfus cüzdanı durur. Babaannemin ki, çocukluğumda bana en büyülü görünen; üstü teneke kaplı ve her dilimi ayrı bir resim olan sandığı şimdi çok uzaktadır. Annem, aile büyüklerimizin birinin sandığından çıkan dedem ve akrabalarımızın olduğu bu fotoğrafı hem gözünden koruyarak saklar ve kopya ettirip isteyene verir. Ve daha neler neler. Ne şiirler ne maniler ne reçeteler ne tarifler ne kuru güller...
Genç kadınlar evlerine biraz bolluk, bereket, huzur, sağlık, mutluluk getirsin diye bir çok geleneğin, bilgeliğin peşine düşüyor. Ve bunu modernite adına ve yine kutsal aile için yapıyor. Bunlardan biri de Feng shui.
Çeyiz sandıklarımızdan ve özellikle aile büyükleri çekip gitmeden onlardan sorarak öğrenerek ve görerek de çok şey kazanabiliriz.
O sırların içindeki asiliği de görebiliriz.
O sırların içindeki şifayı, iyileştirmeyi bulabiliriz.Bu şifayı kendimiz kadar başkaları için insanlık için kullanabiliriz
Bu bizim için çok daha geniş bir özgürlük alanı tanıyacaktır.

Yakında başka bir ilden gelip de Ankara'da 20-30-40 yıldır oturan kadınların çeyiz sandıklarını açmaya geliyoruz. Bizimle çalışmak isteyen arkadaşları da bu çalışmaya bekliyoruz.


HAYALE KAPILAN KADINLAR




HAYALE KAPILAN KADINLAR
KENDİMİZ İÇİN HAYAT DERSLERİ İKİBİN ONÜÇ




Binbir çeşit hayallerle yetiştirildik hepimiz.

Daha çok, bir yuva kurma ve kendi beklentileri üzerine yönlendirdi annelerimiz bizi.

Bir kısmımız; işimiz, sanatımız, dünya seyehatleri üzerine hayaller kurduk gizli gizli. İnadına her kırıldığımızda, sıkıştığımızda hayallerimize sığındık. Annelerimiz gibi olmayalım diye uğraş verdik.

Ezilmeyelim, körelmeyelim, daralmayalım.
Diğer kadınlara da örnek olalım.
Kadınların kurtuluşunda parmağımız olsun.
İnsanlığa yararımız.

En çok da bu tür hayalleri olanlarımız mı kırıldı?
Yoksa hepimiz mi?Belki erkeklerden de hayali kırılan çok oldu.

Sümüklü bir oğlandan bir prens bir kral, saçaklı bir kızdan da bir prenses ve bir kraliçe hayal ettik.
Sümüklü oğlanı sümüklü haliyle sevsek ne olurdu?
Saçaklı kızı saçağıyla sevseler?
"Neden Prens ?" diye sormadık.
Balıklama daldık annelerimizin bizler için uygun bulduğu şablonun parlatılmış masalına.
Hayatın üzerine hayal kuramadık.
Hayalin üzerine hayat kurmaya kalktık.

Hayal kurmak güzel,
Hayale dalmak pek de iyi değil
Hayale kapılmak, işte bu biz kadınlar için tehlikeli.

Hayallere kapıldık;
Masallar masal çıktı.
Prensler sümüklü,
iş dünyası acımasız.
Çocuklarımız ilgisiz.


Hayaller suya yazılan yazılar. Hergün yeniden yeniden kurmak zorunda olduğumuz. Oysa hayat öyle bir şey değil.
Başladıklarının üzerine usul usul bina edilir.
Hayal zengindir diye bilinir ama bizim bilgilerimiz kadar sınırlı bir zenginliği var. Hayatsa sınırsız.

Hayal hayata güvensizliği artırıyor.

Hayallerimizde yıldızlara dokunalım, kralla evlenelim, çocuklarımız mükemmel olsun ama hiç değilse hayatı da bir parmağımızla itelim.

Dışarda gürül gürül akan; içinde kavun karpuz kabuklarını, pet şişeleri, barındıran ama kendini temize çekebilen bir hayat akıp gidiyor.

Hayal kuralım ama hayatla bağlantılı, onu unutturmayan, bizi kendi içimizde kaybettirmeyen, uyuşturmayan küçücük sorunlarla baş etmekten yoksun bırakmayanlardan olsun hiç değilse .

Yoksa hayal içinde kaybolacağız kimimiz.