Hani; Bora Ayanoğlu’nun; hem yazıp hem bestelediği bir şarkısı vardır ya...
O güzelim
bestecinin,
o güzelim İstanbul şehrinde,
her gün evine gidip gelirken önünden
geçtiği,
o güzelim Cibali Tütün Fabrikası’nın,
o güzelim işçi kadınlardan
aldığı ilhamla yazdığı, o güzelim şarkısı...
70’li
yılların başında, Alpay tarafından yorumlanarak dilimize yerleşen ve
bazılarımızın hâlâ dilinde olan şarkısı vardır ya;
İşte
o;
“Fabrikada tütün sarar,
Sanki kendi içer gibi
Sararken de hayal kurar
Bütün insanlar gibi
Bir evi olsun ister
Bir de içmeyen kocası
Tanrı ne verirse geçinir gider
Yeter ki mutlu olsun yuvası”
Bu
kitap için, çocukları için, bu coğrafyanın hiç bitmeyen sancılı zamanlarının
önemli bir dilimi için konuşan, bu güzel ve cesur kadınların öykülerinin aktarıldığı bu süreçtebana eşlik eden hep bu şarkı oldu...Dilimden düşmedi hiç.
Aslında
onlar, bu şarkıdaki gibi, 1970’lerin
değil, on beş, yirmi yıl öncesinin, 1950’lerin, telaşlı, heyecanlı genç
kızlarıydılar.
Şimdi,
yaş olarak, yetmişlerinin sonlarıyla, seksenlerinin başlarını süren bu güzel
kadınların bir kısmı; 1929 doğumlu, bir kısmı 30’lu, 32’li, bir kısmı 34’lü ya
da 36’lıydı. Doğumları; İsa’nın doğumuna göre belirlenmiş dünya zamanının, yine
sancılı bir dönemine denk geliyordu; İkinci Dünya Savaşı öncesi, buhran yılları.
Biz
bugün öyle algılamasak, onları hep bugünkü gibi kır saçlı, pamuk yanaklı, hafif unutkan, çift
gözlüklü halleriyle yaşamış sansak da; onlar da, bir zamanların minicik küçücük bebekleriydiler.
Sonra sırasıyla çocuk oldular, genç oldular, masum oyunlar oynadılar, hisli hayaller kurdular,
kim bilir kimler için gecelerce uykusuz kaldılar, gizli saklı nameler yazdılar. Kına
gecelerinin, nişanların, düğünlerin kâh neşeli kâh hayalbaz korosunu
oluşturdular. Soloya çıktıkları da oldu. Nişanlandılar, gelinlik giyindiler... Kısa bir gençliğe sığdırdıkları da bu kadarcık oldu.
Bir
dönemlerin; elleriye bir hayatı yaratan genç kadınlarıydılar, zamanla kendine
güvenli genç annelere dönüştüler.
En
sonunda da, işte bu vakitler; ananelere, babannelere dönüştüler.
Hayat
bu kadar da kalın çizgilerle akıp gitmedi tabi ki. Esas sırlarını ince
çizgilerinde saklanarak yaşadılar. Umuduyla, sevinciyle, sıkıntılı dönemleriyle;
bu hayatın, hayat mücadelesinin hep içinde oldular. Sanal dünyaya denk gelmeyen
belki de son kuşaktılar.
Tarih;
1930’lu yılların sonuna doğru geldiğinde, onların çoğu; sekiz, on, on iki
civarı yaşlarına kavuşmuştu çoktan. İkinci Dünya Savaşı’nı – ve savaşa
girmemenin bedelini yoklukla ödemiş bir ülkeyi – gören, zorluklarını yaşayan, ve her koşulda
hep uslu olması, hep sessiz olması beklenen küçücük kız çocuklarıydılar.
40’lı
yılların başlarıyla ortalarına gelindiğinde;
Yokluğun,
kıtlığın, bitlenmenin, karneyle dağıtılan ekmeğin, şekerin, gazın, çilenin
yılları başlamıştı bu sefer de.
Ve
bu zor yılların, aileler için; yaşamaları, erkek evlatlar kadar önemi olmayan,
sıradan ve belki de ‘fazladan’ ama ağzına kadar hayat dolu olan küçük tanıklarıydılar.
Zaman 1940’ların sonuydu ve onlar, dünya savaşının
bitiminde, bu kez de, Anadolu’da; kırdan kente olan büyük göç edişin, belki de
ettirilişin derin kıyısındaydılar. Çoğu köyde, kimi kasabada kimi şehirdeydi.
Kimi fakültede öğrenci kimi fabrikada işçi kimi biçki dikiş kursunda rüya
içinde bir terzi kimi daktilo kursunda hayal içinde bir romantik kimi tarlada
rençper kimi mutfakta annesinin yanında sabırsız bir çıraktı. İlk gençlikleri
böyle geçti çoğunun.
Hepsi ama hepsi, kır çiçekleri kadar cesur,
güzel ve azimliydi.
Sonra yıl, 50’lere geldi dayandı;
Onların çoğu, daha yirmilerinde bile yoktu.
Hülyalarını kucaklamış, umut dolu genç kızlıkları, nişanlılıkları ve yeni
evlilikleri ile bu yılları, belki büyük hayal kırıklıkları belki büyük
umutlarla geçirdiler.
Evliliklerin; mutlu mutsuz diye ayrılmadığı
yıllardı. Zaten toplum da onlardan, öylesini kabullenmelerini bekliyordu.
İleriki yıllarda can havliyle peşlerinden
gidecekleri çocukları, çoğunlukla bu yılların ortalarından sonra doğacaktı. Ya
da, bir sonraki on yılın başında.
Belki hayatın en derin anlamını,
anneliklerinde buldular.
Ve sonra 60’lar geldi;
Sanki bu dünyanın gördüğü en umutlu yıllar.
İkinci Dünya Savaşı’nın, Nazizmin vahşeti
bitmiş. İnsanlar; acıları bir yana, “Bir daha böyle bir vahşet yaşanmaz’ın” saf
ve mutlak inancıyla rahat bir nefes almış, bir büyük cehennemden kurtulmanın
hırsıyla hayata tutunmaya çalışmakta. Dünya çapında büyük, kitlesel bir umut
var ve o büyük umudun çocukları; 68 Kuşağı.
68’liler; o büyük savaşın; acımasız, kör,
sağır kötülüğünü doğrudan yaşamamış, büyüklerinden dinlemiş, kitaplardan okumuş
olan kuşak. Firuzan’ın kitabının başlığıyla, bizdeki ‘47’liler’
O gençler, 68’liler; belki bu kitaptaki
anneannelerin, babaannelerin; kardeşleri, yeğenleri. Komşu çocukları. Köylüleri.
Belki hiçbir şeyleri. Ama çoğunlukla bir şekilde bildikleri, tanıdıkları,
yabancı saymadıkları.
İşte bu yeni kuşağın, böylesi bir vahşet
karşısında sessiz kalan kitlelere yönelik bir tepkisi var. İnsanlığın böyle
davranabilmesine inanamıyorlar.
Böylesi büyük bir savaşın
engellenememesini, bir savaşın bu denli kitlesel bir yıkım yapabilmesini
akılları almıyor. Ne de olsa gençler…
Savaş zamanı, savaşan ülkelerden olmadığı
halde, devlet tarafından savaşa karşı olan insanların takip edilmesine, zindanlarda
tutulmasına, üniversitelerden atılmasına çok öfkeliler.
Vietnam’da, savaş adı altında, bir halkın bir coğrafyanın bir
kültürün talan edilmesine engel olmak istiyorlar.
Filistin’in kadim halkına yapılanlara isyan
ediyorlar.
Dünyada; aynı tepki aynı haykırış
yankılanıyor;
“Savaşa Hayır”
“No War”
“Lâ li’l-Harbi”
Ve nihayet, bu yıkımların müsebbibi olan
büyük büyük ”medeni milletler” gençlerin haykırışından da çekinerek belki,
belki de ulusüstü şirketlerin gördüğü zarar, bir daha olmasın diye, bir parça
özgürlük bir parça sosyal refah için zinciri azıcık gevşetmek için
devreye giriyor.
O minik refah seviyesi o minik özgürlük alaları bile öyle büyük
bir umut oluyor ki geniş kesimlere, sonuçları inanılmaz oluyor. Bu küçücük
özgürlük penceresi insanlık için bir kez daha büyük büyük ütopyaları uyandırıyor yeniden…
Bu kitaptaki ananelerle babaannelerin hepsi
de, işte o zamanların gencecik anneleri...
Çocuk;
hayatın tazelenen yönü, köylerden, kasabalardan ya da küçük şehirlerden
büyük şehirlere göçülmüş, kocaları işlerini bulmuş ya da kurmuş, evler
dizilmiş, aileler oturmuş... Kocalar çalışıyor, çocuklar okuyor. Hayat müşterek; kendileri de mutfakta iktisatlı davranarak, el
işleri yaparak, çalışarak bir şekilde aile bütçelerine katkıda
bulunuyorlar. Hayata inanıyorlar.
Yarından umutlular. En azından çocukları için umutlular. Aslında en çok çocuklarından
umutlular. Çok.
Ve
yıllar artık daha çabuk geçmeye başlıyor;
70’lerin,
nasıl hemen geldiğini anlayamıyorlar. Koşturma çok. “Hayat gailesi” diye önemli
bir şey var o zamanlar. Şimdiki gibi, tüm aile bireylerine ayrı ayrı cep
telefonu, ayrı ayrı bilgisayar gerekmiyor. Şimdiki gibi sosyal medyada beğeni
oranı insanların başını döndürmüyor. O dönemler en önemli şey geçim. Başkasına
muhtaç olmama. O zamanlar; önce karın doyrulacak, kiradaysan kira ödenecek,
odun kömür, kışlık erzak, çocuklara palto, önlük, ayakkabı alınacak.
Herkeste
aynı gaile; geçim.
Herkeste aynı eğlence; komşuluk, yazlık sinemalar, ajansı
kaçırmama ve “radyo tiyatrosu” “arkası yarın”.
Herkeste aynı umut; bu çocuklar
büyüyecek.
Çocuklar
okuyacak. Okuyacak çocuklar. Eskisi gibi değil artık, kızlar da okuyacak.
Okullar bitirilecek. Kocalar emekli olacak, o emekli ikramiyelerine, şöyle
doğru dürüst bir ev alınacak, kiradan kurtulunacak. Çocukların elle tutulur
meslekleri olacak. Garantili işleri olacak. Sonra da; gelsin kız istemeler, kız
vermeler, nişanlar, düğünler, doğumlar, torunlar, tosunlar. Yaşasın hayat…
Ama bırakmıyorlar. Önce 68 kuşağı saldırıya
uğruyor. Daha, 70’lerin başında, üç gence, Deniz’lere kıyılıyor. Onlar, o
gençleri pek tanımasalar da, gençlerin bir insana kıymadıklarını, bir suç işlemediklerini
biliyorlar. Suçu olmayan bu gençler neden asılır ki?… Neden?... Yürekleri yanıyor.
İdam sabahı, Anadolu’daki milyonlarca evde olduğu gibi onların evinde de herkesin
gözü, sessizce ve kederlice yaşlı. Şimdi o gençlere karşı büyük bir suç
işlendi. Ve sanki o büyük suçu herkes, birlikte işledi. Vicdanları susmuyor,
bağışlayamıyorlar, unutamıyorlar. Çocukları da unutmuyor. Deniz’leri en çok,
neneler, anneler ve çocuklar unutmuyor.
Ve
aslında çok önceden başlatılmış, uluslararası boyutta, aç gözlü ve kanlı bir
süreç, yeni yeni, onların da olduğu bölgeye doğru sinsice yaklaşıyor. O
zamanlar kimsenin göremediği anlayamadığı bir saldırı hazırlığı var ve bu
hazırlık tüm halklara yönelik. Dünya için bir yeni düzen tanımlıyor birileri.
Yeni bir dünya düzeni çiziliyor. Planlanıyor. Uygulamaya geçiliyor.
Bu
yeni düzenin daha kimse farkında değil. Bizimkiler hiç değil. Onlar genç bir
kadından olgun bir anneye evrilirken, çocuklarına güvendikleri gibi hayata da
güveniyorlar.
Çocuklar
büyüyor. Çocuklar okuyor. Günümüze aykırı olarak, bir de o zamanlar, ceketini
satıp çocuğunu okutan babaların olduğu bir yer Anadolu. İlk okullar, orta
okullar, liseler bitiyor. Üniversite; genç olmanın güzel ve özgür ülkesi. Üniversiteye
gidemeyen bir iş bulma derdine düşüyor hemen. Ama bu çocuklar, ne olurlarsa
olsunlar kitap okuyorlar. Hem okulda hem evde hem işte okuyorlar. Bu çocukları sere serpile okuyor, izliyor,
bakıyor, onlar okudukça yazarlar şairler, sanatçılar gayrete gelip aşkla,
iştahla yazıyor, üretiyor, film çekiyor, oyun sahneye koyuyor. Umut okutuyor.
Umut yazdırıyor. Geleceğin iyi olacağı inancı sanatı besliyor.
Asi
ve hülyalı bir kuşak büyüyor; Dünyayı değiştireceğine inanan kuşak bu.
Artık
savaşlar olmayacak.
Artık kimse yoksul olmayacak.
Artık kimse asılmayacak.
Herkese
iş olacak. İşçi hakkını alacak. Düşünce özgür olacak. Hiç bir baba eve ekmek
götürmediği için çocuğundan utanmayacak. Kimse çocuklardan utanılacak bir şeye
sessiz kalmayacak. Utanılacak şeylerin bu dünyada yaşanmasına gerek kalmayacak.
Babaların
çoğu çocuklarının bu hayallerine mesafeli dururken, bu güzel kadınlar o süreçte,
çocuklarından çok şey kapacak. Öyle ki, 70’li yıllarda, sadece Deniz’leri bilirken sonraki yıllarda şiirlerinden Nazım’ı, fotoğrafları ve purosundan Che’yi tanıyacaklar. Teori’den Pratik’ten, Marks’tan Engels’ten, Hoşiming’ten,
Sosyal Faşist’ten, Oligarşi’den, Oportünist’ten, Revizyonist’ten bir şey
anlamasalar da çocuklarının tanımladığı o büyük vicdanı içlerinde hissediyor olacaklar. Bella Ciao'yu bile, o olduğunu bilmeden mırıldandıkları olacak. Hani “Beynelmilel
bir parça” gibi. Ama kendi yaşadıklarından olsa gerek adaleti, eşitliği, hele
hele özgürlüğü, kavramlarını bilmeden hisseden ve özleyen özleri açığa çıkacak. Çocuklarının sevdiğini onlar da sevecek.
Çocuklarının hayallerine onlar da katılacak. Çocuklarının şarkılarını onlar da söyleyecek.
Ne
tehlikeli oluşumlar bunlar... Ne kadar tehlikeli bilgiler, duygular, hülyalar,
anlayışlar.
O hayallerin o annelerin o evlatların üzerinden o panzerler
geçmeseydi, şimdi bu yapılanlar yapabilir miydi?
Şimdi,
böyle bir dünya kurgulanabilir miydi?
Bu
tehlike algısından olsa gerek ki, 70’lerin sonunda 80’lerin başında
çocuklarının peşine avcılar takılacak.
Ama
bunlar biraz kalabalık. Bunlar; bildiğin işçilerin, köylülerin, küçük esnaf ailelerin
çocukları. Tabandan, halktan geliyorlar. Kızlar var oğlanlar var anneler,
anneanneler var. Bir de umutla dolular... Kendilerine inanıyorlar, okuyorlar, biliyorlar. Acayip bir dinamikleri var ve
toplumda acayip bir dinamik oluşturuyorlar.
İşte sistem; bu asi bu hayalci çocuklardan korkacak çok.
Bunlara
başka bir şey yapılacak.
Başka
bir şey yapılacak.
Çok başka bir şey yapılacak.
Cellatlar, öğrenci evlerinde, masum çocukları uykularında avlayacak.
Bir
çok şehirde, günler öncesinden evler, kapılar işaretlenecek, eşit olamayan bir yöntemle saldırılacak, yangınlar çıkarılacak, evlerde dükkanlarda yağma yapılacak,
kadın, çocuk, yaşlı demeden kıyılacak.
Ve
ne yazık ki topumun bazı kesimleri özellikle iş yeri sahipleri, yüksek
bürokratlar; bu çocukları;- aksi bir durum gün gibi ortadayken- tehlikeli bir çatışmanın tarafı olarak gördüğünden, onlara uygulanan vahşet karşısında, vicdanlarının körlüğünden rahatsız olmayacak. Çünkü
gençlerin antikapitalist olmalarından, kendi mallarına zarar gelecek diye
korkacaklar, korkutulacaklar. Oysa, o çocukların, o çocukların annelerinin, babalarının,
işçilerin, öğretmenlerin, hemşirelerin üzerinden geçen silindir, aradan otuz yıl geçmeden, o zamanlar
marka olan bir çok işletmenin üzerinden
de sessizce, sitemsizce geçecek. Öyle ki, o işletmeler, o markalar yok edilecek. Gün gelecek, kapitalizm artık sadece işçi
sınıfına değil tüm insanlığı karşısına almış ve ve herkesin yaşamına zarar vermeye başlamış
olacak. Eski, değerli ve kocaman ormanlar yok edilecek, Anadolu'ya can veren derelerin suyu kesilecek, denizler kirlenecek. Büyük efendiler; yine kendilerince kaynakları kurutulmuş olan içme
suyu ve petrol için; başka ve uzak ülkeleri tek tek karıştıracak. Savaşlar çıkaracak. Çocukları
öldürecek. Bin yılık müzeler talan edilecek.
İnsanın tek evi olan dünya, yavaş yavaş ölüme sürüklenecek.
daha da vahimi, o zamanlar;
bu ülkede bazı insanlar, bu kendilerini
de yok edecek bu gidişe "Dur" demek isteyen bu çocuklara yapılanlardan/yapılacaklardan ziyadesiyle
memnun olacak. Zulme ortak olacak. Zulmün tarafında olacak.
Öyle günler gelecek ki; çocuklar mahallelerine, okullarına,
kahvelerine, işçiler fabrikalarına, anneler çocuklarına sahip çıkma derdinde düşecek.
Ölümüne bir süreç bu. Ölümüne sürecek.
Evlat
avcıları; önce gizliden bir çok karmaşa yaratacak, sonra da o karmaşaya engel
olmaya çalışan kahramanlar olarak ortaya çıkarılacak. Sanki bir Hollywood filmi
gibi kurgulanacak hayat. Her şey bir film senaryosundan çok daha titiz ve planlı
olacak. Bütün bunlar, bir kaç bin genç; barış içinde kardeşçe bir dünya hayali
kurduğu için olacak.
Gün
gelecek; hesabı yapılan tarihte, darbeciler gelecek. Amerikalıların “Bizim
çocuklar’ı" bizim diye bildiğimiz coğrafyada başaracak. Yönetime el
koyacak.
Çünkü
bu çocuklardan korkacaklar… Bu halk çocuklarından, bu çocukların hevesinden
korkacaklar…
Kitaplardan
kasetlerden plaklardan tiyatrolardan korkacaklar. Kaç ton kitap yakılacak? Kaç
oyun yasaklanacak? Kaç film yok edilecek? Kaç şarkı susturulacak?
Çocukların
peşine bu sefer de darbecilerin ölüm meleği salınacak. Cehenneme dönen coğrafyada, bir tek
zebaniler özgür kalacak.
Ayşeler,
Fatmalar, Hüsniyeler, Haticeler epeydir adını koyamadıkları bir şeyin farkındalığıyla
davranacaklar. Ve çocuklarını zebanilere kaptırmama derdine düşecekler. Analık içgüdüleri tehlikeyi ve büyüklüğünü sezecek.
O
güzel periler, çocuklarını kaptırmama derdi ile yanacak.
Ama ne yazık ki bir kısmı yetişemeyecek.
Bir kısmının gücü yetmeyecek,
bir kısmının çocuğuna
yapılanlardan haberi bile olmayacak.
Kendi
başka şehirde, kasabada, köyde, çocuğu başka şehirde olduğundan çocuğuna olandan haberi bile olmayacak.
Anneler
çocuklarının peşine düşecek de, eğer haberi olursa düşecek çocuğunun peşine,
haberi olmazsa ne yapacak? Haberdar olduğu kadarını uzaktan, aralıklarla
yanıtlanan mektuplarla, ayda bir edilen telefonlarla, anlamı ağır
sessizliklerle, endişeyle izleyecek.
Özellikle Anadolu’dan Ankara’ya, İstanbul’a, İzmir’e gelmiş çocukların
çoğunun annesinin, çocuğuna yaşatılanlardan haberi olmayacak. Tıpkı "İnce Memed'deki" Topal Abdi gibi. Evden çıkarken belirgin olan izler; sokaklar geçildikçe caddelere ulaşıldıkça silinip kaybolacak.
80
Darbesi’nde bilanço olarak; 650 bin kişi göz altına alınacak. 230 bin kişi
yargılanacak. 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atılacak, 171 insan,
çoluk çocuk demeden idam edilecek…
Öyle
günler yaşanacak ki, uluslararası ve büyük bir insan haklarına örgütü; sadece
bu ülkeye, sadece Türkiye’ye, darbecilerin halka yaptıklarına ve yapılanların
halk üzerindeki ağır etkisine yönelik olarak, çok bir özel tanım yapacak. Adına;
“Büyük Sosyal Korku” diyecek. Bu halkın ‘Büyük Sosyal Korku’su onlarca yıl
sürecek. Büyük korkutulmuşluğu onlarca yıl sürdürülecek.
Darbeden bir hayli yıl sonra bir gün İstanbul'da bir gazeteci, haber olsun diye iskelede vapur bekleyen bir kalabalığın arasında , “Dur” ve “Yere yat” diye bağıracak. Bekleyen yüzlerce insan, kimin komut verdiğine
bakmadan, korkudan taş kesilip olduğu yere çömelip kalacak.
Bugün tüm janjanına rağmen ruhlarımızı karartan benliğimizi kalbimizden uzaklaştıran, olağan hissetmediğimiz her şey yetmişli yılların sonlarında başlayan o büyük saldırının parçalamaya çalıştığı sıradan ve güzel hayatlarımızdı.
Bizi insan olmaktan çıkarıp ruhsuz, kalpsiz, akılsız ve kibirli müşterilere dönüştürmek için yapılan o büyük saldırı yılları...
İşte
bu kitap; bu günlerde seksenli yaşlarını süren bir kuşaktaki kadınların, o saldırı dönemindeki hallerini anlatmaya uğraşacak.
Yeryüzünde ya da gökyüzünde de olsalar, o
cesur tanrıçaları anlatabilmeyi umut edecek.
Çocukları kadar, hayata yönelik umutlarının
da peşinden giden, çocuklarını ve yaşamı cesurca savunan, o güzel kadınları.
Çünkü onların çocuklarının hiç biri adam öldürmedi, birini dolandırmadı bir kadına
saldırmadı bir çocuğu incitmedi, insana, insanlığa karşı utanılacak bir şey
yapmadı. Yani özetle, bir suça bulaşmadı, buna rağmen hayalleri bir yana
hayatları ile ciddi biçimde oynandı, yaşamları ciddi biçimde değişti, değiştirildi.
Bu kitap, o olağanüstü bir dönemi anlatmayı
istiyor. Hâlâ sürmekte olan bir olağanüstü dönemin o sıcak o sancılı yıllarını.
Olağanüstü dönemlerin olağanüstü
yaşanmışlıkları da çok olur. Ama bu kitap olağanüstü dönemin olağanüstü
yaşanmışlıklarını anlatmıyor. Olağanüstü dönemin sıradanlığını anlatmayı
amaçlıyor.
Bu olağanüstü dönemin, olağanüstü
insanlarından her kim, bu kitapta olmadığı için üzülürse, ne olur beni
bağışlasın. İncinmelerinden incinirim. Ayakları taşa değse canım yanar.
Özellikle o dönem, çocuğunun peşine giden
kadınlardan, çocuğunun ne olduğundan, ne kadar uğraşırsa uğraşsın haberdar
olamayan kadınlardan ise üzülen, ne olur beni bağışlasın.
Aslında bu kitap; en derin en içten duygularımla
kendilerine ithaf edilmiştir.
Bu kitap, olağanüstü bir sürecin tüm
sıradanlığına ve sadece bir kuşak gencin annesine, bir parça dokunmak üzere
yola çıktı.
İşçi sınıfını, aydınları, öğretmenleri,
mühendisleri, avukatları asla unutmadı ama sadece bir kuşağın dar bir bölümünü ele
aldı.
Diktatörlüklerin günlük yaşanmışlıklarına ait anne hikayelerini...
O nedenle bu kitap; herkes için özgürlük,
eşitlik, kardeşlik gibi bir hayalin peşinde koşan çocukları değil, hürriyet
içinde bahtiyar bir hayat ve güzel dünya oluşturmaya yönelik büyülü şarkılar
söyleyen bir gençliği de değil, sadece daha iyi bir hayat isteyen ve onu yalnız
kendileri için değil herkes için isteyen öğretmenleri, işçileri, sanatçıları da değil, bir büyük düş kuran bir kuşağı da değil, tüm içtenliği ve sıradanlığı
ile o kadınları o tanrıçaları o kır çiçeklerini anlatmayı deniyor.
Bu kitapta, o asi çocukların şarkısına
inanarak eşlik etmeye çalışan annelerini anlatabilmeyi umut ediyorum.
Şimdi yok edilmeye çalışılan dereler gibi
siyanürle delik deşik edilen dağlar gibi yok edilmeye çalışılan diller gibi yok
edilmeye çalışılan ağaçlar, dallar, çiçekler gibiler.
Onlar çok kıymetli. Çok. Çok.
Bu kitap, onlarla
ilgili olarak benden sonrası kuşağa bir küçük yadigâr olsun istedim.
O kadınların ki, şimdi kendimi, onların o
dönemdeki yaşlarında hissediyorum hatta onlara kıyamayan ablaları gibiyim
neredeyse. Bu nedenle onları, bu kitapta, ilk adları ile andım. “Teyze” demedim.”
Ana” demedim “Hanım” demedim.
“Adlarıyla bin yaşasınlar” diye,
adlarıyla andım.
Ve Telli Teyze;
Telli Teyze; bu kitabı en çok senin için
yazdım ama sen yoksun.
Senin, o soğuklarda, yokluktan olsa gerek,
bir teki başka bir teki başka erkek çorabı giyip, koşa koşa geldiğin okul
önündeki halin, bugün bile gözümün önünden gitmediği için yazdım.
Pijamanın paçaları ile bu çoraplar arasında
üşümekten morarmış çıplak ayak bileklerini unutmadığım için yazdım.
Ama sen yoksun.
Belki varsın ama ben sana ulaşamıyorum.
Ne ayıp değil mi? Bu ayıp kendim
için tabi ki.
Bu denli nasıl kopabildik?
Bütün o çektiklerinizi, korkularınızı ama
aynı zamandaki yaşadıklarınız karşısındaki büyük cesaretinizi, umutlarınızı ve
bazen birdenbire gelişen gülmelerinizi anlatmak için bu yola koyuldum.
Senin, Ayşe Teyzenin, Nezihe Teyzenin, her
gün her gün çocuklarınızın ve kendi çocuklarınızdan ayırmadığınız başka çocukların
üzerine gelen azgınlığa karşı, kalkan olma çabalarınızı anlatmak için yazdım.
On beşindeki on yedisindeki çocukların
özgürlük hayallerinden ürken, o korkakların sinsiliğine karşı, duruşunuzdaki
cesareti ve delikanlılığı yazmak için yola çıktım.
Çocukları tehlikeye karşı korumak için
nelerden vazgeçtiğinize tanık oluşumla yazdım.
Çocukları okul önlerinde, cezaevi
önlerinde, emniyet önlerinde, korkuyla, endişeyle bekleyen ama umudun ipini
elinden hiç bırakmayan, gülüşlerinizi, kahkahalarınızı engelleyemeyen, o cesaretinizi
anlatabilmek için yazdım.
Dönemin kıyıcılığından en çok nasip alan Karadeniz’i,
Ege’yi, Diyarbakır’ı, Metris’i, Mamak birlikte yazmak isterdim ama çoğunlukla Ankara oldu,
çoğunlukla Mamak oldu.
Ama bilmelisiniz ki her nerede olursanız
olun kalbim sizinle.
nerede olursanız olun sizlere fiyakalı bir selam çakmak için yazdım.
Bugün bile, çocuklarından cesur,
çocuklarından umutlu, gayretli ve diri gençliğinize hayranlığımla kaleme aldım.
Babalar daha uzak ve mantıklı durmaya
çalışırken, sizlerin, kainatta yankı
bulan, o büyük koroyu, çocuklarınızın şarkılarını duyduğunuzu ve anlamasanız da
katıldığınızı gördüm.
Bu kitabı biraz da Berfo Ana için. Didar
Abla için yazdım.
Aslında epey bir geç kaldım.
Çoğunuz
yaşadıklarımızdan olsa gerek, erkenden yıldızları mesken tuttunuz güzel kadınlar.
Bugün; benzer bir kuşak kadın, yine aynı
acılarla çocuklarının peşinde. Çocukları atmacalara, şahinlere teslim etmeme
derdinde. Sizlerle birlikte onlara da saygı, sevgi, selam yollamak için yazdım.
Annesini kaybetmiş çocuklara "öksüz" denir bu memlekette. Ya
çocuğunu yitirmiş annelere ne diyeceğiz? Çocuğu elinden alınmış kadınlara ne
diyeceğiz? diye sormak için yazdım.
Ve tüm kaçınmalarıma karşın; o dönemin olağanının, sıradanının bile ne
kadar travmatik olduğunu görmezden gelemedim,yazmaktan kaçınamadım.
Kitabı; bir intikam bir hesaplaşma için de yazmadım.
Sadece intikam almak derdine düşenlerin, gözlerinin ne kadar karardığını, onları
nerelere sürüklediğini gördüğüm için başka bir yol seçtim.
Yaşananları kadın dilinden aktarmak
istedim.
Şimdi beyaz saçlarınız, ufak tefek bedenleriniz ile, belki bilmediğiniz
bir devrimin, çocuklarınızdan da daha sadık bekçileri olarak, yaşadıklarınızı,
yaptıklarınızı dünyanın tüm çocukları bilsin diye yazdım.
Kendimden çok sizin için, umalım ki olmuştur.
Ve…Ey benim yirmili yaşlarımda uzaktan aşık olduğum yakışıklı delikanlılar bu kitapta olmasanız da şimdi ben bir annenin kalp titreyişi ile bakıyorum siyah beyaz fotoğraflarınıza.
Ve öyle selamlıyorum sizleri.
Bir de teşekkürüm var.
O güzel dizelerini kullanmama izin verdiği için Hıdır Özcan'a teşekkürle...
Hadi bakalım...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder