"Ankara; 1920'lerden Behzat Ç'ye" Funda Şenol Cantek Radikal Kitap Eki












Güven Tunç'un kitabı, hafızası olmayan bir şehrin kaydını tutarken, o şehre kimliğini veren kurumların sahiplerinin, o şehri karşılıksız seven ama sevmek için sebepleri olanların hikâyelerini anlatıyor
Ankara: 1920'lerden Behzat Ç.'ye
FUNDA ŞENOL CANTEK Arşivi

Orta Anadolu’nun mütevazı kasabası Ankara, başkent Ankara olalı beri sıkletine denk olmayan, güçlü, kıyıcı ve caydırıcı bir rakiple kıyaslanagelmiştir. Bir ayağı Asya’ya, öbür ayağı Avrupa’ya basan, alemin gözbebeği, ‘medeniyet beşiği’ İstanbul’la. Rakip bu kadar güçlü, dolayısıyla rekabet bu kadar haksız olunca, ‘Ankaralı’ olan da, Ankara’da yaşamak zorunda kalan da, bu acıklı mekansal mahrumiyeti meşrulaştıracak bahaneler aramaya sevkedilmiştir. Erken Cumhuriyet döneminde, tartışma götürmeyeceğine inanılan bahane, İmparatorluk terekesine sırt çevirme yürekliliğini göstererek bozkırda bir ulus inşa etmek amacıyla şehre yerleşmenin gururudur. Mahrumiyet bölgesinde yaşıyor olmak, perhizcilerin kahramanlık hikayelerini cilalar. Ne yol vardır, ne iz. Başını sokacak ev, içecek su, doğru dürüst hizmet veren bir aşevi bile yoktur. Sinema, restoran, bar ise hak getire… Yerli Ankaralı nüfuz edilemeyecek kadar yabanidir. Erken Cumhuriyet dönemi edebiyatı, kurucu seçkinlerin anıları, anekdotlar hep bunu söyler. Görev duygusuyla Ankara’ya yerleşenler trenlere doluşup İstanbul’a dönünce geride kalan şehir, ‘nezih’ addedilen bir sosyal hayatı olan, dingin, düzenli bir karasal iklim, bir saklı coğrafya gibi algılanmıştır sakinlerince. Kendisini yurt edinenleri yutmayan, sokaklarında kaybolunmayacak, tam tersine bir evin odalarında dolaşır gibi dolaşılacak, ‘herkesin yerini bildiği’ ve ‘her yerin herkesçe bilindiği’ bir şehirdir Ankara. Mekânsal organizasyonu değişse de, bu özelliği bugün de pek değişmemiştir. Hâlâ Ankara’da yaşıyor olmanın güncel bahanesi, hatta özrüdür bu haddini bilme hali, bu tanışıklık hissi ve bu konfor. 

Şehre aşkla bağlı olanlar
‘Cumhuriyet çocukları’nın özlemle andıkları, Riyaset-i Cumhur Orkestrası konserinden çıkan tuvaletli ve papyonlu çiftlerin Süreyya Pavyon’da dans ettikleri; Piknik’te içilen Arjantin biranın çakırkeyifliğiyle Özen Pastanesi’nin sokağa taşan masalarına oturulup bahar havasının tadının çıkarıldığı günler geride kalmıştır çoktan. Ama başkent Ankara hala, ulaşımın rahatlığının avantaj, dostluğun sığınak olduğu bir kocaman evdir. Sokakta gönül çelen az bir şey varsa, o da kalmamıştır artık. Ne Çubuk Barajı’nda sandal sefası, ne de Gençlik Parkı’nda aile matinesi. Hatta bu büyükşehir, kadimleşen büyükşehir belediye başkanı eliyle çevre sorununun bir parçası haline getirilmiş, sakinlerinin yaşam kalitesini düşüren dışsal bir etken olarak görülmeye de başlanmıştır.
Son yıllarda Ankara’ya yönelik medya ilgisi, diziler, filmler ve kitaplarla dikkat çekici hale geldi. Haliyle bunların arasında öne çıkan Gökçek Ankarası’nın başrolü paylaştığı Behzat Ç., Ankara’yı sevmek için bahaneye veya özre ihtiyacı olmayanların duygularına tercüman olduğu için de çok sevildi. Güven Tunç’un hazırladığı ‘Bir Aşk, Bir Hayat, Bir Şehir’, Ankara’nın 1920’lerden Behzat Ç.’ye kadar olan serüvenini, o süreci yaşayanların diliyle anlatıyor. Daha önce Figen Özbay ile birlikte ‘Şehrin Zulası’ adıyla bir Ankara kalesi kitabı hazırlayan Güven Tunç, Ankara’nın mekânları, zamanları ve insanlarını aramaya çıkmış bu kitapta. Aradığını bulmak için Ankara’nın marka olmuş ticarethanelerinin kurucularıyla da konuşmuş. Bunun yanında, en eski Ankara semtlerinin sakinleriyle, küçük esnafla, sokakların tanıdık simalarıyla görüşmeler yapmış. Görüşülen herkes adeta aşkla bağlı olduğu için bu şehre hâlâ, kitabın adı da ‘Bir Aşk, Bir Hayat, Bir Şehir’ olmuş.
Tunç, çocukluğunun Ankarasının izini aramak için yola çıktığını belirtiyor kitabın girişinde: “Çocukluğumdaki gibi, şehir tanımına uygun; mahallenin, her mahallede okulun, çocuk parklarının, sağlık ocağının, yazlık kışlık mahalle sinemalarının, özgür çocukların, elmaları çalınacak bahçeli evlerin, o evlerdeki huysuz ve tatlı ihtiyarların, yaz akşamları sokağa yayılan kızartma kokularının, kahkahaların olduğu bir şehir ararken, onların anlattıklarında çok daha iyi ve güzel bir Ankara buluyorum.”
Tunç’un nostaljiyle yüklü romantik arayışı, istisnasız, her görüşmesinde aynı karşılığı buluyor. Akman Pastanesi’nin sahibi Numan Akman, Tavukçu’nun sahibi İsmail Poyraz, Boğaziçi Lokantası’nın sahibi Halil İbrahim Boyacıoğlu, Nergiz, Menekşe ve Kavaklıdere sinemalarının sahibi Ayhan Nergiz, Net Piknik’in sahibi Eren Önat, Yenişehir sakinleri ve diğerleri bu nostaljik yolculuğun duygusal yükünü ağırlaştırıyorlar. Şehrin “altın çağı”nı yaşama şansına sahip olduklarını söyleyen anlatıcılar, bir yandan da yitirilen masal ülkesi için yas tutuyorlar. Anlatıcıların bir bölümü, daha küçük yerlerden ve zor yaşam koşullarından gelerek sonradan Ankaralı olmuş kişiler. Onların geldikleri şehirlere kıyasla, başkentin yıllar önceki görünümü, yıldızların yere indiği bir ütopya haliyle. Dışlanmamış, yenik düşmemişler geldiklerinde. Doyduğun yer vatanındır, sözüne de ihanet etmiyorlar bu sebeple. Hemen hemen her anlatıcı, Numan Akman’ın ifadesiyle, “Küçüğün küçük, büyüğün büyük olduğunu bildiği” yıllara özlem duyuyor. Yenişehir sakinlerinden Nil Öget, “Bu şehirde bana kendimi özel hissettirecek pek bir şey kalmadı. Eskiden seçilirdik. Baleye, resme kabiliyeti olan giderdi. Şimdi herkes her yerde” sözleriyle ifade ettiği yenilmişlik hissine tercüman oluyor. 

Şehrin havası özgür kılar
Ankara’yı İstanbul karşısında güçlü ve farklı kılan son koz, ‘seçilir olma’ imkânı da ortadan kalkınca, geçmişin ipine sarılmaktan başka seçenek kalmıyor Ankaralılar için. ‘Şehrin havası özgür kılar’ sözünün işaret ettiği, kalabalığa karışıp herhangi biri olma imkânı, Ankara büyükşehir olmaya doğru hamle ettikçe, kaçınılmaz son olarak beliriyor. Bu da seçilir oldukları o tenha günlerin anısıyla yaşayanları ürkütüyor, bedbinliğe sevkediyor. Kitapta kendi Ankaralarını esrime hissiyle anlatan eski Ankaralılar, anlatılarını güncele bağlarken, bedbinliklerinin altını bu yüzden çiziyorlar.
Tunç’un kitabı, hafızası olmayan bir şehrin kaydını tutarken, o şehre kimliğini veren kurumların sahiplerinin, o şehri karşılıksız ve bahanesiz seven ama sevmek için sebepleri olanların hikayelerini anlatıyor. Bir yandan, eski kuşağa ‘Neydi o günler?’ dedirtiyor, öte yandan da, şehrin hafızasını tazelemek isteyen araştırmacılara malzeme sunuyor.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder