“Geldiğimizde
otlar yemyeşildi
ve
kuzeydeydi güneş
Kömür
deposu boşaldı işte
Mamak’a
sonbahar geldi”
Dizeleri,
Kemal Burkay’ın, “Tutsaklar” adlı şiirinden alınıp, Derya Köroğlu tarafından
bestelenerek “Mamak Türküsü” haline getirilmiş ve eski bir dost gibi dilimize
yerleşmiş sözlerle başlayalım bu kez.
Merhaba;
Bu
günlerde ne zaman Mamak’ı düşünsem bir Erzurum fıkrası geliyor aklıma ve üzülüyorum.
Hani
soğuk, karlı, fırtınalı bir gün, Erzurum’da bir gelin ve kaynana, evde oturup
pencereden dışarıyı izliyorlar. Dışarıda, Erzurumluyu bile korkutacak kadar
yoğun bir kar yağışı, tipi var. Gelin kaynanasına diyor ki; “Ay anne karı
görüyor musun ne kadar fena yağıyor” Kaynana bakışlarını pencereden ayırmadan efkârla
cevap veriyor “Yağar yavrum yağar, n’olacak sahapsız memleket”
İşte
Mamak son zamanlarda bende hep bu duyguyu uyandırıyor. “Sahapsız Memleket”
Bir
dönem, Ankara’nın cezaevi, çöplüğü, kömür ve işçi deposu olarak tanınan ilçesi.
Öncelikle
12 Mart ve 12 Eylül döneminin en karanlık merkezlerinden Mamak Cezaevi.
Ama
o Mamak ki; İşçi sınıfının sınıf olduğu bir zamanda, işçi deposu olmaktan
gururlu, çöplüğü olduğunu iplemez, cezaevine çok öfkeli çok kızgın ama
cezaevinde en çok sayıda yatanıyla da dimdik, acayip bir coğrafya.
Bir
büyük kapıdan girip bakmak lazım bu acayip coğrafyaya.
Şehirler
bizim anladığımız anlamda modernleşmeden, caddelere, bulvarlara, AVM’lere
dönüşmeden önce, şehri, çeşitli yönlerden başka şehirlere bağlayan yolların
başlangıcına, eskiler genellikle kapı adını verirlermiş. Aslında bu kapılar
onlardan çok önceki zamanlarda varmış ve onlar gerçek kapılarmış. Bir kale
çevresinde yer alan dış hisarlardan dış dünyaya açılan kapılarmış bunlar. Örneğin Ankara’da Kale olarak bildiğimiz
yerin çevresindeki geniş araziyi de içine alan dış surlarında; İzmir Kapı, İstanbul
Kapı, Erzurum Kapı, Kayseri Kapı gibi kapılar varmış ve bazılarının iki yanı mermer
aslan heykelleriyle bezeli olacak kadar muhteşemmiş.
Yüksek
kalelerin etrafında yerleşik insanları korumak amacıyla inşa edilen surların
kapıları, geceleri can ve mal güvenliği nedeniyle kilitlenirmiş.
Gel
zaman git zaman devir değişmiş, şehirler büyümüş, surlara kapılara ihtiyaç
kalmamış. Kaleler yıkılmış, duvarlar dağılmış, eski şehirler viranelik olmuş. Halk
bir yandan kale duvarlarından kalan taşlarla kendilerine evler yaparken bir
yandan da hisarı, kaleyi, duvarı, kapıyı dilinden çıkarmamış. Dış kapı, Erzurum
Kapı, Çankırı Kapı, dilde devam etmiş. Ankara’da “Dış Kapı” isim olarak eski
şehir üzerinde devam eden Ulus civarında Dışkapı olarak sürüyor. Yine Çankırı
Kapı sanırım Çankırı Caddesi’ne dönüştü. Diyarbakır’da olduğunu bildiğim Mardin
Kapı ise, “şen” olarak türkülerde kendini bizlere anımsatıyor. Belki kendisi de duruyordur.
Gelelim
Mamak’ın kapısına.
Mamak’ın
bir kapısı yok. Ama Ankara’nın neresinden olursa olsun Mamak’a ulaşma yolumuz
yüzde doksan Dikimevi. Dikimevi, adını orada bir askeri dikimevi bulunmasından
alıyor. Dikimevi, Mamak ilçesinin sanki cümle kapısı.
İster
Ulus’tan Samanpazarı, Hamamönü, Dörtyol üzerinden gelin ister Kızılay, Kolej,
Kurtuluş, Cebeci üzerinden gelin, Gerek Saimekadın, Mamak, Kayaş, Boğaziçi
gerek Abidinpaşa, Tuzluçayır, Natoyolu’na gidebilmek için Dikimevi’nden girmek
durumundayız Mamak’a.
Dikimevi
tam bir dört yol ağzı. Eskiden ortadaki büyük ağacın –dut ağacı-çevresindeki
yeşil alan daha genişti ancak araca,arabaya insandan daha önem veren bir
anlayış nedeniyle üzerindeki ağacın – ki ağaç da budana budana küçüldü- gölgesini
bile barındırmakta güçlük çeken küçücük bir toprak parçasına dönüştürüldü. Bir
de etrafında her hafta sürekli kendisi kadar büyüklükteki kutlama
pankartlarıyla donatılınca hiç yokmuş gibi bir algıya dönüştü.
Dikimevi
Mamak’ın hem cümle kapısı hem en renkli yeriydi.
Bir
yanı askeri dikimevi – ki akşam iş çıkışlarında güzel işçi kadınları almaya
gelirdi genç kocaları ve onların evlerine doğru elele yürümeleri İtalyan
filmlerine has bir atmosfer yaratırdı ortalıkta- karşısı, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi
hastaneleri, bir yanı cebeci PTT, oradan biraz aşağısı Konservatuar, oraya
inerken aşağıda tren istasyonu, Karşısı, Doğanbahçe yazlık sineması, İçerdeki sokaktaki
Ankara hamamı, PTT’nin biraz üstünde bugün kalp merkezi olan yerdeki Yıldız
açık hava sineması, Demirlibahçe’nin bahçesinde leylaklarının, kırmızı
elmalarının, lezzetli kaysılarının bol bol olduğu bahçeleri, bu bahçelerin
meyve çalan çocuklara kızmayan teyzeleri
Her
biri ayrı ayrı anlatılabilecekken biz biraz konservatuardan bahsedelim.
Önce 1924
yılında Musiki Muallim Mektebi olarak açıldı. İlk öğrencileri, yurdun çeşitli
illerinden yetenek sınavıyla seçilen çocuklarla, anne ve babası olmayan yetenekli
korunmaya muhtaç çocuklardan oluştu. Okul, 1938 yılında devlet konservatuarına
dönüştürüldü. Müzik öğretmenliği Gazi Üniversitesi’ne alındı. Konservatuar ise
içinde konser ya da tiyatro salonu, çalışma odaları, sınıfları, yemekhanesi ve
yurtları olan bir kompleks olarak hizmet vermeye devam etti. Bir piyanoyu
çağrıştıran güzel mimarisiyle Mamak’ın girişini güzelleştiren bu bina ne yazık
ki boşaltılarak 1985 yılında Mamak
Belediyesi’ne verildi. Bugün Ankara Hastanesine bakan tarafına bir lokanta, ön bahçesine sakil bir çay ocağı kondurularak kültür merkezi adı altında işletilmekte.
O konservatuardır ki; Bugün film, oyun ve dizi kahramanlarını başarıyla canlandıran nice sanatçı yetiştirmişti. Kimdi bu isimler; Çetin Tekindor, Perran Kutman, Zuhal Olcay, Haluk Bilginer, Güven Hokna, Işıl Yücesoy, Selçuk Yöndem ve daha niceleri
Mehmet Ali Erbil, Derya Baykal, Yavuz Bingöl
Bir önceki kuşakları ise daha dem almış değerler. Ruhi Su, Gürer Aykal, Yıldız Kenter, Macide Tanır, Esin Afşar, Semih Sergen, Ayten Gökçer
Bir de aynı okuldan iki kuşak mezuniyeti söz konusu; Sevda Aydan oğlu Ege Aydan, Mahir Canova, oğlu Civan Canova.
Konservatuar sanata değer yetiştirirken, konservatuar çevresindeki semtlerde konut edinen öğrenci öğretmen ve çalışanlarıyla, Dikimevi, Demirlibahçe, Cebeci semtleri de renkleniyordu. Bugün belki bir iki emekli, yaşlı çalışanı kalmıştır bölgede.
Ve işte bu konservatuar Mamak’a; şehrin kömür deposu, yoksul ilçesi, çöplüğü, hapishanesi olmaktan başka bir şey veriyordu. Doğrudan bir ilişkisi olmasa da bir değer katıyordu. Bir de doğrudan bir iletişim kurulsa, kurulabilseydi Mamak başka bir şey olurdu…
Bugün, Musiki Muallim Mektebi, içinde Türk Müziği bölümü olmadığı gerekçesiyle her fırsatta, sık sık, gerekli gereksiz eleştirilmekte. Gerçekten de Anadolu müziği, Anadolu kültürü olmadan bu topraklarda sanatsal bir eğitim, sanatsal bir üretim yapmaya kalkışmak anlaşılır bir şey olmamakla birlikte konuya biraz daha derin bakmakta yarar var. O Türk Müziği bölümü olmayan okuldan mezun olan Ruhi Su değil midir ki türküleri gümbür gümbür sesiyle binlerce kişiye dinleten, her kesimden binlerce kişiye sevdiren. Korolarına söyleten. Sürdüren.
“Erzurum dağları da kar ile boran /Sardı Yüreğimi de dert ile verem”
O Ruhi Su ki, bu okula girmek bu eğitimi almak için neler yaşamış, neleri göze almış, annesiz babasız çocuk.
“Allı turnam bizim ele varırsan/ şeker söyle kaymak söyle bal söyle”
O Ruhi Su ki; ancak yurt dışında bir hastanede bulunan bir makineye bağlanarak akciğer kanseri hastalığı ile idare edebilir düzeyde yaşayabilecekken yurt dışı yasağı nedeniyle bırakılmayıp ölümüne neden olunan, annesiz babasız bir küçük çocuk, büyük büyük sanatçı.
“Havada bulut yok bu ne dumandır”
İşte türküleri her şeye karşın söylemeye devam eden bir büyük insan.
“Uyur idik uyardılar/Diriye saydılar bizi”
Sonra Ruhi Su’nun yolundan giden Esin Afşar. Yine bu konservatuardan mezun. Kul Ahmet’ten “Yoh yoh” ile Aşık Veysel’den “Kara Toprak” ile başlıyor o da. Anadoludan. Yüreğimizden. Mevlana ve Yunus Emre’nin dizelerinden devam ediyor. Bayan “Yoh Yoh”.
Türküleri gençlere sevdiren ve belki bugün, “Anadolu Rock “ diye bir türden söz etmemize neden olan bu sanatçılarımız olabilir mi? Türkülerimizin, Üç Hürel, Modarn Folk Üçlüsü, Moğollar, Cem Karaca, Ersen ve Dadaşlar gibi ardıllarıyla bir sonraki kuşağa aktararak, kentli gençler tarafından benimsenmesine bir yol açan yaşatılmasına neden olan bu sanatçılarımız olabilir mi? Bence çok mümkün.
Saygıyla sevgiyle analım onları, yaşayanlara da uzun ömür dileyerek devam edelim.
Dönelim yine Mamak’a
Fahir Aksoy’un “Kürdün Meyhanesi” kitabındaki, 1944-60 arası Ulus’ta bir hayli meşhur “Yeni Hayat Lokantası” anılarından bir Kayaş anısı aktaralım. Hem de Ceyhun Atuf Kansu ile…
“Kürdün Meyhanesi’nde bir gece… Yurt sorunları üzerinde söyleşiyoruz. Ankara merkezine bağlı köylere gitmeyi kararlaştırdık. Neden, Ceyhun’un duyduğu acının benzeri. Amaç kültürel uyarma, sağlık taraması, muhtaç olanlara ilaç yardımında bulunmak. Yürüyerek gidecek, yiyeceklerimizi de yanımızda götürecektik.
Ah, ben gamlı kış güneşi, aydınlığın
Bütün suçlarımı kalbimde taşırım
Görerek ah görerek, bilerek bir yığın
Karanlık gündüzün üstünde yaşarım
Böyle deyip Kayaş’ın Kızılca Köyü’nden başladık işe. Köye vardığımızda davul zurna sesleri geliyordu. Düğün varmış. Bizi de buyur ettiler. Hoşbeşten sonra bir yandan sağlık taraması yapıyor, bir yandan da toplumsal konularda söyleşiyorduk. Düğüne biz de yiyeceğimiz, içeceğimizle katıldık. Akşam olmuş, epey de içmiştik. İzin istedik, bırakmak istemediler. Yine geleceğimizi söyledik, köy sınırına dek uğurladılar. Bu işe çok şaşırmışlardı.
‘Hem hükümet adamı değiller hem de doktoru, ilacı, yiyecekleriyle geliyorlar, bu ne iş böyle?’
Gerçi biz kim olduğumuzu, neden geldiğimizi anlattık ama bin yıldan beri köye her gelen kentli bir şey alıp gittiğinden, kuşkuluydular. Bu kuşkuyu yıkmak kolay değildi. Dostluğu ilerlettik, kuşkulu gözlerden kurtulduk. Kayaş Deresi’nin yanı sıra uzayıp giden şosede;
Al hançeri kadınım
Vur ben öleyim
Türküsünü söyleyerek yürüyoruz. Şevket Süreyya’nın kurduğu sütevinde kısa bir mola veriyoruz, sonra Kayaş’a varıyoruz. İstasyona gidiyoruz. ……”
Bu satırların yazanı olarak bir açıklama yapayım, Fahir Aksoy’un sütevi kurucusu olarak sözünü ettiği kişi Şevket Süreyya Aydemir… sözünü ettiği sütevi de belediye adına kurulmuş bir sütevidir sanırım. Bilmiyorum.
Böyle bir Mamak işte.
Biraz tarihsel gidelim simdi. Mamak’a neler yapıldığını görelim.
Yıl 1980 Türkiye’de Amerika’nın “bizim çocuklar”ı darbe yapıyor. Ülkede o tarihte çok şey değişiyor ve hâlâ değişmekte.
1983 yılına kadar Mamak Çankaya ilçesinin bir semti. Bu yılda, 2963 sayılı yasa ile Çankaya’dan alınıp ayrı bir ilçe ilan ediliyor. Öyle bir sınır çiziliyor ki, kendi kaderine terk ediliyor Mamak. Kendi kaderinden de kötüsüne.
1985 yılında konservatuarı Mamak’tan taşıttırdılar.
Kaç yılında oldu bilmiyorum ama yakın zamanda bir “kentsel dönüşüm” başlattılar.
Ankara’nın her yerinde o beğenmediğimiz müteahhitlere arsasını verip en azından kendileri ve çocukları için birer daire yapabilen o kadar çok o kadar çok insan varken, bu olanak Mamaklının elinden alındı. Halka, “sen kendine konut yapmayı yaptırmayı bilemezsin ben senin yerine yapar sana da borçlandırarak satarım” dendi. Ama İMO’nun uyarılarına göre de; “Mamak Kentsel Dönüşüm Projesi” kapsamında Mamak Derbent Mahallesi’nde inşa edilen 1. Etap Konutları Hatip Çayı’nın dere yatağına yapılmakta. Bu insan hayatı için tehlikeli bir girişim. Mahkeme tarafından “Dere yataklarına konut yapılamaz” yönündeki yürütmeyi durdurma kararına ve İnşaat Mühendisleri Odası uyarılarına karşın iş devam ediyor. Çok sıkıntılı bir durum.
Yaptılar bu konutları. Görkemi açılışlarla alkışlattılar.
Belediye Başkanı “Hürriyet Ankara”nın haberine göre; ilçenin makus kaderinin yatırımlarla değişeceğini; “Yıllarca gelen misafiri Mamak’ta gezdirecek bir yer bulamamanın ezikliğinin yaşandığını, şimdi dev alışveriş merkezleri, ve rekreasyon alanlarıyla ilçenin gelişeceğini, Hatip Çayında gondollar yüzdürüleceğini, Kartaltepe’ye en büyük çocuk parkının yapılacağını söylüyor.
Mamak’ın güzel, ferah, eski bir piknik alanı olan, yılların Bayındır Barajı’nın adı değiştirilmiş; Mavi Göl olmuştu. Böyle bir şey mi kastediliyor acaba?
Adarını değiştirseler de değiştirmeseler de sanki memleketi onlar kurmuş.
En son bu yıl, Kayaş’ın banliyö treni kaldırıldı. Geçiciymiş. Bilmiyoruz. Neyse başladı sanırım.
Mamak’a iş alanı, Mamaklıya iş ve hem izleyebileceği hem üretiminde bulunacağı sanatsal uğraşlar oluşturmaksa gündeme hiç alınmıyor. Onlardan o işlerden korkuyorlar.
Mamak’tan sabah Ulus’a, Kızılay’ a gidiyor ya da akşam Ulus’tan ya da Kızılay’dan dikimevine doğru geliyorsanız bindiğiniz araç; otobüs, halk otobüsü, dolmuş, servis aracı, kendi aracınız hiç fark etmiyor ömrünüzü törpülercesine milim ilerliyor, duruyor uzun süre bekliyor hatta bazen yolda olduğunuzu bile unutup dalıyor sonra yine bir milim gidiyor ve yine duruyorsunuz. Çokça duruyor azca ilerliyorsunuz. Yolu bilen kimsede bir sinir bir mücadele olmuyor. Sadece can sıkıntısı ve aldırmazlık. Bıkkınlık. Teslimiyet. Boş boş bakışlar. Birkaç gereksiz cep telefonu mesajı, birkaç boş konuşma. Boşluk boşluk boşluk. Ama her akşam ömürden giden dakikalar, dakikalar, dakikalar.
Akşamları
dönüşte Dikimevi’ne ulaşmalıyız.
Ondan
sonrası selamet.
Ama
olmuyor beş dakikalık yolda kırkbeş dakika yol bekliyoruz.
Çünkü
bu Mamak’ın iş alanı yok.
Çünkü
bütün Mamaklılar işe başka ilçelere gidiyor.
Çünkü
bugün Mamaklılar sinemaya tiyatroya başka ilçelere gidiyor.
Çünkü
bugün Mamak üniversiteye başka ilçelere gidiyor.
Bu
nedenle de sabah gidiş ve akşam dönüş yolu zor.
Yollar
tıkalı.
İş
alanları, refah, sanat gelişmediğinden, gelişmesinin engellendiğinden, Mamak, insanların
uyumaya geldikleri bir yere dönüşüyor.
Gariban
bir otele dönüşüyor.
Mamak,
Mamak Palas olmamalı
Bir
şey yapmalı usta…
Bir
şey yapmalı…
Ruhi Su’yu, türküsüyle anarak yazıyı
sonlandıralım bu kez de
"sorarlar bir gün sorarlar,
sabahın bir sahibi var”
"sorarlar bir gün sorarlar,
sabahın bir sahibi var”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder