KIZ KARDEŞLERİM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KIZ KARDEŞLERİM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
8 Eylül 2014 Pazartesi
NEGATİF ÖZGÜR KADINLAR YA DA KADINLARIN NEGATİF ÖZGÜRLÜĞÜ
(Bir Roman Karakteri Yaratma Sürecine Notlar)
Müjgan’a ve Anadolu’nun tüm kızlarına…
Bir süredir; her insanın hayatını zehir eden sistematik bir algı karmaşası içinde yaşadığımızı gözlemliyorum. Ama bu karmaşayı bu yazıda sadece kadınlar için konu edeceğim çünkü biz kadınlar bu karmaşanın sürecini ve sonucunu hem çok daha dramatik hissediyoruz hem de karakterini oluşturmaya çalıştığım romanımın kahramanı bir kadın, adı Müjgan.
Anladığım kadarıyla karmaşa şöyle başlıyor; Anadolu’da bir yerlerde -ve belki de dünyanın birçok yerinde de- bir kız doğuyor, kızın dünyaya gelişiyle annesini başka babasını, abisini başka bir sancı tutuyor. Cinsiyet temelli toplumlarda kızların doğuşu çok daha sancılı sanki. Kız çocukları aile tarafından normalden çok fazla korunuyor ve kollanıyor. İşte bu normal dışı korunma ve kollanmayla birlikte kız çocukları için bir belalı “Varoluş” süreci başlıyor. Büyüme ve yaşama süreci bir ömür törpülemesi sürecine dönüşüyor. Farkında olsunlar ya da olmasınlar –ki daha çok olmadıklarını düşünüyorum – aileler bu işte, görünürde iki ayrı yol izliyor. İki yol da, daha çocuk doğar doğmaz başlıyor ve çok küçücükten işleniyor. Eğer fark edilmez ve müdahale edilmezse de hayat boyu devam eden bir çıkmaz oluyor.
Birincisinde; “Benim kızım erkek gibidir.”, “Bir manga askerin arasına yollasam korkmam.”, ”Erkek Fatma kızım benim.”, “Bu var ya bu, abisini bile bilek güreşinde yeniyor amcası.” diye diye, bir güzel yontuluyor. Ondan sonra da kimlik bunalımından bunalım beğeniyor.
Bu tür yaklaşımla yetiştirilenler; hayatları boyunca ailelerinin, aile bireylerinin, arkadaş ve akraba çevresinin ihtiyaçlarını, toplumun ihtiyaçlarını anında ve her koşulda fark ediyor ama kendi ihtiyaçlarını bir türlü fark etmiyor, edemiyor. Hiç bir isteğini meşru göremiyor. Daha doğrusu hiçbir ihtiyacı olmadığını düşünüyor. O nedenle de ne aileden ne hayattan hiçbir talepte bulunmuyor. Olması gerekenden çok daha fazla gözü tok biri haline getiriliyor. Hep net biri olması sağlanıyor. Dosdoğru biri yapılıyor. Hep iyi karakter oluyor ama hiç kendisi olmuyor. Olamıyor. Artık istese de kız gibi davranamıyor çünkü sürekli aklı ve mantığı ile hareket ediyor. Ve ne yazık ki en gerekli zamanda bile içgüdülerinin, duygularının farkına varamıyor.
İkinci yolda ise, kız çocuğu; “Babasının prensesi”, “Annesinin ecesi”, “Ailenin nazlısı” “Nenesinin biriciği” gibi bir yıkama yağlamayla aileye bağımlılaşıyor.
Bu kez de duygularını fark eden ama onlardan nedense utanan ve utandığı için gizleyen, saklayan biri haline geliyor. Duygularını yaşarsa ailesinin üzüleceğine hükmeden, en haklı isteğini bile gizli saklı yapan bir birey haline dönüşüyor. Hayata dair her şeyi cilveyle, nazla dile getirme gayretine düşüyor. Güzellik, gençlik, beğenilme her zaman önemsediği konular haline getiriliyor.
Birimiz tüm kadınca yönlerini gizlerken birimiz tüm kadınca yönlerini abartarak yansıtır hale geliyor bu sistemle. Birisini çok erkeksi ya da cinsiyetsiz bulan toplum diğerini de çok flörtöz veya yosma bulabiliyor. Ve kendisinde uyumlu olması için böyle yetiştirilen kızları yaftalayacak, yargılayacak şeyleri yine toplumun kendisi üretiyor. Kadın korkusu. Erkek egemen toplumların kadın korkusu bu olsa gerek.
Birbirine ne kadar zıt görünse de bu coğrafyada karakterlerimiz çoğunlukla böyle oluşturuluyor. Her iki grup da, önce aileye sonra başta evlilik olmak üzere diğer kurumlara bağımlılaştırılıyor. Köleliğimizi gönüllü hale getirmenin en acıklı ve en zalimane yolu ile terbiye ediliyoruz.
Belki binlerce yıldır süren bu uygulamada, ne yazık ki aileden kadınların katılımı da söz konusu oluyor. Hatta bazen bizzat onların kanalıyla yapılıyor... Aslında anneler, neneler, ablalar daha önce de kendilerine yapılmış olanları zamanla unutuyor. Yaşadıklarını çektiklerini unutuyorlar. Unutmasalar bir insanın ruhunu bu denli parçalayan bir sürece en azından kendi çocukları için razı olmazlar gibime geliyor. Ama onlar da kendileri olma şansını çoktan yitirdiklerinden duyguları körelmiş oluyor. Unutmasalar da donuk kalıyorlar… Yoksa anne, baba, kardeş, abi hiç önemi değil kimsenin kimseye bilerek ve isteyerek ruhunu bu denli parçalayıp atacak kadar düşmanlık etmesi mümkün görünmüyor. Hele bir de bunu yapan olmak var? Bir çocuğun ruhunu söndürüyor olmak? Neyse ki işin o boyutu bu yazının konusu değil. Bir şekilde zihin bunun farkında olmuyor. Farkında olunduğu durumlar da ise binlerce yıldır süren bu düzene karşı koymaya üşeniliyor, aileyle toplumla gelenekle görenekle çatışmaya girilmek istenmiyor. Kara koyun olmak göze alınmıyor.
Biz de; bize yapılanın farkında olamıyoruz çoğunlukla. Farkında olsak biraz direnebiliriz belki. Belki biraz sorgulayabiliriz. Kadere bile olsa belki biraz kızıp isyan edebiliriz. Ama çoğunlukla algılayamıyoruz, normali bu sanıyoruz, anlayamıyoruz. Nasıl anlayalım, küçüğüz, çocuğuz daha.
Ana babalar bizleri böyle gaza getirdikçe; o öyle davranışların o öyle yapışların üzerinden kendimizi çok önemli ve değerli sanıyoruz. Ve biraz büyüdüğümüzde -ki çok erken büyütürler bizi- kiminde on kiminde on üç, on beş, on yedi kiminde yirmi, yirmi beş, otuz yaşarında olduğumuzda – evlilik olaylarını falan geçiyorum - yükleniyorlar hemen sırtımıza… Ev işlerinin yapılması gerekiyordur, bize ihtiyaç vardır gönüllüce temizlik, bulaşık, ütü yapmaya girişiyoruz gayretle. Evde çocuk, yaşlı, hasta vardır bakılacak, bakıyoruz. Eve para getirmesi gereken birine ihtiyaç vardır. İş başa düşüyor çalışıp eve para getiriyoruz. Ve bunları yapabildiğimiz için de kendimizi önemli sanıyoruz. Bir eylem bir sorumluluk bir üretim içinde olduğumuz için bir güç ve bir serbestlik elde ediyoruz ama azıcık. Bu sefer de bu güç kırıntısı en çok bizi yanıltıyor kendimizi değerli sanıyoruz özgür, hatta muktedir bile sanıyoruz. Ah ne çok ne çok yanılıyoruz… Ve bir karakter böyle böyle inşa ediliyor
Bazen de sırf övünülmesi gerekiyordur, sırf onlar bizim üzerimizden öğünebilsinler diye onlara övünecek bir başarı bir beceri hediye ediyoruz, fedakarca olduğunu bilmeden, fedakarca. Ve boyumuzu aşan böyle daha nice işlerin altına giriyoruz defalarca defalarca defalarca… .
Kız çocuğundan genç kıza oradan genç kadına dönüşürken özümüze yönelik olarak; “Her şeyi yapabiliriz” algısı oluşuyor bizde. “Her şeye izin var” algısı oluşuyor. Biz kendimizi böylesine özgür sanırken aslında kendimizden gönüllüce vazgeçmemiz sağlanıyor.
Oysa bir bakabilsek; özgürleşmemiz için bize hiçbir olanak sağlanmadığını göreceğiz. Hiçbir olanak sunulmadığına uyanacağız. Kendimizi bulabileceğimiz, özgürleşebileceğimiz hiçbir veriye asla sahip kılınmadığımızı fark edeceğiz. Çoğumuz bakamıyoruz.
Bu yapı evlilikte, çocukların sorumluluğunda, bürokraside, partide, cemaatte, sivil toplum örgütünde, devlette, aşirette de böyle, erkeklerin ardından devam edip gidiyor. Havva kızları iyi eş oluyor, iyi ev kadını, iyi örgüt yöneticisi ama hep küserek ve canları acıyarak.
Gönüllü çalışmalar da en çok bu kadınların emeği ve arızası üzerinde yükseliyor. Herhangi bir dava önce bu görünmez işçileri, Havva kızlarını esir alıyor.
Bir grup kadın; ilk otomobil kullanan oluyor, ilk tıp fakültesi okuyan ilk uçak kullanan ilk şirket yöneten ilk milletvekili, ilk savcı, ilk mayoyla denize giren gibi başarılara yöneliyor.
Aynı gruptan başka bir kadında ise şöyle bir görüntü oluşuyor. Okuma yazma bilmeyip on dördünde evlenen ve yirmisinde beş çocuk annesi olan genç bir kadına bir örgütte olmak özgürlükmüş gibi geliyor. Evden sabah çıkıp akşam geliyorsun. Kaynanaya kaynataya görümceye verilecek bir hesabın yok – kendini özgür sanıyorsun-hatta bazen yemeğini de yapıyorlar, çocuklara da bakıyorlar. Gidiyorsun bir toplantıya kadın erkek karışık ve kimse “Niye katılıyorsun?” diye sormuyor. Erkeklerle omuz omuza mücadele ediyorsun. Şehir içinde birlikte görülebiliyorsun. İstanbul’a, hatta hatta Paris’e toplantıya bile gidebiliyorsun. Oralarda topluluklar karşısında konuşabiliyorsun. Seni dinliyorlar. Tanınmış insanlarla yemek yiyebiliyorsun. Kendini özgür sanıyorsun. Birçok kadının yaşamadığı, tatmadığı, hatta aklından bile geçirmediği bir özgürlük alanı. Nasıl ferahlıyorsun. Neredeyse kanatlanıp uçacaksın… Uçamıyorsun ama. Zaman kendi telleriyle sarıyor seni. Özgürlüğünün negatif özgürlük olduğu çok sonradan kafana dank ediyor. Görünürde her şeyi yapabilirsin, hatta yapılabiliyorsun ama kendi istediklerini yapabilme yetin kalmamış oluyor. Bu arada bir de çevrende dayanışabileceğin komşu kadınlara, akraba kadınlara, arkadaş kadınlara yabancılaşmış oluyorsun.
Diğer yolla yetiştirilen kadınlar da öyle; görünürde yiyorlar, içiyorlar, süsleniyorlar, geziyorlar, eğleniyorlar. Kimseyi taktıkları yok. Görünürde onlar daha bireysel, güya çok daha rahat kadınlar. Her konuda rahatlar, kendilerine bakacak, taşıyacak birileri mutlaka var. İşvenin kitabını yazmışlar. Barlar, tek gecelik maceralar, maceralı evlilikler, sancılı ilişkiler, sevgililer. Tatlı hayatın gülleri. Akşamları barlarda danslar, halaylar, şampanyalar geceleri evlerde ise yalnızlık, gözyaşı, keder. “Ne yaşadım ben?” Yine aynı kapı… Aynı çıkmaz. Ben kendi kalbimin istediği neyi yapıyorum? Özgürsem neden ağlıyorum?
Her iki durumda da ortada bir özgürlük görüntüsü oluyor. Özgürlüğün yalan olması, yalana sıkışan kadınları mutsuz ediyor, görüntüsü ise toplumu. Topluma - özellikle de kadın korkusuna sahip topluluklara- kadınlar çok özgürmüş gibi geliyor. Kocası dışında bir erkeke gördükleri her kadını direk dansı yapıyor sanıyorlar. Hadi onlar neyse ama diğerleri de örtüyü açmadığından içini bilemiyor. Ortada gerçek bir özgürlük olmadığı fark edilemiyor. Yaşananın ancak negatif bir özgürlük çerçevesinde tanımlanabileceği ve bunun cehennemsel bir pranga olduğunu anlamak istemiyor kimse.
İki farkı yolla yetiştirilen kadınların birbirini anlamaması hatta birbirini karşı taraf olarak algılaması ve aralarında oluşan rekabet de bu aymazlığı sürdürüyor.
Roman kahramanı Mujgan bir negatif özgür kadın modelidir. Her şeye özgürlük ama kadın olmaya, kalbinin peşinden gitmeye, bir kalbin olduğunu bilmeye; “Hayır” diyen bir özgürlük içine sıkıştırılmış, bir can bir kadın. Oysa en can alıcı olan en acıtıcı olan da işin bu yanı… Gidememek, kalamamak, kıyamamak, yapamamak… Kalbinin peşinden gitmek dışında her şeye izin veren bir hürriyet çemberi içine sıkışmış kalmış, bunu da ancak kırklı yaşlarında bir aşk acısında fark etmiş bir kadın. Önceleri tüm dünya kendinin sanmış. Her şeyi yapabilirim her şeye muktedirim hissiyle yaşamış uzun süre. “Topumu değiştirebilirim, çocukları özgürleştirebilirim, yoksulluğu ayrımcılığı bertaraf edebilirim” diye bakmış hep hayata. Öyle inanmış ki aklındakilere, kendinde hissettiği güçten ve özgürlükten sarhoş olduğu günler çok olmuş. Yirmilerinde böyleymiş sonra yıllar su gibi akmış geçmiş…
Feodal bir yapıda kadının özgür olması gibi bir şey var mı? Ya da kapitalist yapıda? Mümkün olmadığını okumuş bir kadın olarak belki en çok sen biliyorsun ama gece sokağa çıkabiliyorsun ve saatin on ikisinde taksiye atlayıp eve dönebiliyorsun ya Avrupalılara Amerikalılara ahkâm kesebiliyorsun ya, sendika yönetimine, parti yönetimine girebiliyorsun ya bir hareketin bir işletmenin önemli bir görevini üstlenebiliyorsun ya…
Ama kendin olamıyorsun…
İşte bunu zamanında anlayamıyorsun. Köprülerin altından çok suların akması gerekiyor. Çocuklukta anlayamadığını gençliğinde de anlayamıyorsun…
Sonra bir gün kadın bir bakıyor ki özgürlük mözgürlük yok. Kendine yönelik hiçbir serbestisi kalmamış. Bunu kavramasına kavrıyor ama artık gidemez hale geliyor. Gidemez, yapamaz, bırakamaz, olamaz…
Hüzünlü ve küskün kadınlara bir bakın özgürlüğü yakınındaki herkes için harcamış ama kendisi için kalbindeki için hayalleri için bir şey yapmamış insanlardır.
Aslında hiçbir şey yaşamamış sayılmazlar. Onlar da bir kendilerince şeyler yaşıyorlar. Onlardaki gönül de öyle az bir şey değil hani, gani gani. Ama ya gönlündeki gönlünde kalıyor ya da gönlündekine en yakın meşru biri ile meşru bir birliktelik. Ama meşru kabul edilen birileri, benzerinin yerini bir türlü dolduramıyor, tükeniyor bir gün. Geriye kalıyor gizli saklı ve ağır suçluluk duygusu ile yaşanan kırık dökük bir aşk hikâyesi… O da sürmüyor, süremiyor. Bazıları da içlerine kapanarak ya hiç yaşamamayı tercih ediyor ya da aldırmadığını sanarak herkesle bir maceraya sürükleniyor. Onların ki daha acı aslında.Her gece başka bir macera. Çevresini ve kendini inciterek yaşıyor her şeyi. Aşkı, eş olmayı, anneliği gün oluyor dostluğu da inciterek yaşıyor.
Öyle çok şeyi sindirebilen toplum, iş sevgiye gelince bir tek onu tabu kabul ediyor. İnsanın kalbini insana hatta kendine tabu kılıyorlar. Bir parça sevgiye bir parça gerçek özgürlüğe hasret içinde yaşıyor birçok kadın.
En büyük günah kalbini dinlemek; kendin olmak, kendini gerçekleştirmek… Hem kadınlar olarak bizler hem çevremizdeki okumuş yazmış arkadaşlarımız, yoldaşlarımız, kardeşlerimiz, kocamız, sevgilimiz özgürlüğümüzün negatif tarafını görmüyor. Herkeste bir körlük. Oysa erkeği erkek yapan kadını kadın, toplumu özgür, dünyayı yaşanır kılan, elbette ki kalbimizdeki şarkılar. Ama şarkılarımızı söylemek dışında bize her özgürlüğü tanınmasıyla kendi ruhumuza kendi bedenimize, yeryüzüne, gökyüzüne yabancı kılındığımızı uzun süre görmek, duymak anlamak istemiyoruz.
Ve zaman doluyor, sabır küpü doluyor biz, sadece durumu yaşayan olarak biz kadınlar; büyük bir üzüntüyle anlıyoruz. Anladığımızda da önce dağılıyoruz. Kocaman kocaman dağlar gibi yıkılıyoruz. Ey dağları delen Ferhat!
En çok da kalbinde taşıdığının onu anlamamasından inciniyor bir kadın. En çok ondan, yaklaşımından, yakınlaşmasından inciniyor. Kadınları bir tek kalbindeki elinden tutabiliyor. Bir tek o sevgi kadını şifalandırabiliyor. Kadın; kimse onu kurtarsın diye beklemiyor ama gönlündeki onu azıcık anlasın diye bekliyor. O azıcık anlaşılma beklentisi de karşılanmayınca işte zaman özgürlüğündeki arızayı anlıyor. Son şans da tükenince anlıyor. Üzüntüsü de geçiyor dağılması da. Zamanı gelince de sessizce çekip gidiyor. Sessizce. Bir şey demeden gidiyor.
Bazen de iyileşme o ağır gidişle başlıyor…
Ve roman şöyle başlıyor; “o mahur beste çalar Müjganla ben ağlaşırız.”
2 Ocak 2012 Pazartesi
EV EKSENLİ ÇALIŞAN ARKADAŞLARIMIZIN ÜRÜNLERİNİ PAZARLAMAYA YÖNELİK BİR STRATEJİ OLUŞTURMA SÜRECİ İÇİN BİR KAÇ ÖNERİ
Bu yazıda, ev eksenli ve kendi hesabına çalışan bir arkadaşımdan hareket ederek, ürünlerin pazarlanması için bir strateji oluşturma sürecine katkı vermeye çalışacağım.
Pazarlama; kişilerin ve örgütlerin amaçlarına uygun şekilde ürettikleri mal ve hizmetleri; fiyatlandırma, dağıtım, satış çabaları ile araştırma, planlama ve uygulamaya süreçlerinin toplamıdır.
Pazarlamanın; satış öncesi, satış sırası ve satış sonrası gibi aşamaları vardır.
Üretimden fiyatlandırmaya, araştırmadan satış sonrası hizmetlere her süreç pazarlama faaliyetinin içindedir.
Son zamanlarda; Müşteri Odaklı Pazarlama Stratejileri daha yaygın uygulanmaktadır.
Bu strateji; müşterinin neye ihtiyacı olduğunu, ne istediğini anlamak ve ona uygun üretim yapmak ve satışı organize etmek olarak ifade edilmektedir.
Bu genel tanımlar ışığında ev eksenli çalışan kadının üretim kalitesinin bir hayli yüksek olmasına karşılık pazarda yer bulamamasının nedenlerine bir bakalım;
En önemli neden; ister kendi hesabına çalışsın ister bir dernek, kooperatif çatısı altında çalışsın, arkadaşımızın kendini çalışan bir kadın olarak görmemesi. Kendini bir ev kadını olarak algılaması. Hatta bunda direnmesi. Geleneksel aile baskısı yanında, bir de kendisinin ev kadını kimliğine kalmaya direnmesi…
Bir kadının marifetli olması güzel bir şey, o marifeti konu komşuya sergilemesi de öyle. Ama bu alanda para etmiyor bu. Bize bir yararı yok.
Biz istiyoruz ki üretelim ama gerisine karışmayalım, kafamızı yormayalım, evimizden, mahallemizden çıkmayalım, bilmediğimiz mecralara girmeyelim, tanımadığımız insanlarla muhatap olmayalım, değişmeyelim. Başkaları yapsın bizim adımıza. Biz ne anlarız pazardan, piyasadan, pazarlamadan.
Başkalarının bizim adımıza bu işleri yaptığı da oluyor. Bu yöntem iki şekilde gerçekleşiyor. Birincisinde kadınlarla ilgili bir sivil toplum örgütü dayanışma adına bir mağaza açıyor ve ulaşabildiği, kaliteyi tutturabildiği kadar kadın ve ürünüyle çalışabiliyor. Bu bir yöntem. Keşke genç ve iktisat, işletme okumuş kadınlardan oluşan bir grup kadın sadece bu işi yapsa gönüllü olarak. Bazı küçük sakıncalarına - kadınlar arası sınıflaşmaya gitmek gibi – sakıncaları olsa da müthiş bir gelişim sağlayabilir. Ama yok ve var olanların da pazardaki yeri yüzde bir gibi. Çok da emin konuşmayalım. Çünkü bilmiyoruz bu konuda bir araştırma en azından benim elimde yok.
İkinci yöntem ise, aracıların ürünleri üç otuz kuruşa elimizden kapması ve tüccara ulaştırması. Kadın arkadaşımızın hak ettiği parayı hiçbir zaman kazanamaması. Kazandığımızın bir yaraya merhem olamaması. Tek başına pazarlık gücü bulunamaması. Bir çıkmaz döngüde dönenip durulması.
Ne Yapmalı;
İlki, kimseye bağıra çağıra söylemeye gerek yok ama öncelikle çalışan kadın olduğumuzu kendimiz kabul etmeliyiz. Çünkü bizim bir işimiz var ve işimize kafa yormaya ihtiyacımız var. Biz üretim yapıyoruz.
Eğer bir işimiz olduğunu kabul edersek ancak o zaman pazarlama işini de düşünebiliyoruz. O zaman ne üretiyorsak, üretmeden önce planını yapabiliyoruz, nerelere satabileceğimizi hesaplayabiliyoruz, ne fiyat koyacağımızı, maliyetini tasarlayabiliyoruz. Örneğe karar verebiliyoruz.
İşimizle ilgili araştırmalar yapabiliyoruz, planlama yapabiliyoruz, çeşitli uygulamaları deniyoruz. O zaman en azından kendi ürünümüzle ilgili pazarı, piyasayı bilmeye başlıyoruz. Olanları merakla izliyor, gelişmelerden heyecan duyuyor, insanlarla paylaşıyor, etkinleşiyoruz. Bize bir şeyler oluyor, değişiyoruz, güçleniyoruz. O zaman kaynana da koca da komşu da yaptıklarımızı ciddiye almaya başlıyor.
İkincisi, biz bu işlerle koştururken, aynı kaygılarla koşturan diğer kadın arkadaşlara rastlıyoruz. Dayanışma içinde olursak daha büyük düşünebileceğimizi daha büyük işlere girişebileceğimizi görebiliyoruz. Aracılardan kurtulabileceğimizi görüyoruz. Bir güç olabileceğimizi görüyoruz. Ve birbirimizi anlayabileceğimizi, sadece iş için değil çocuklarımızın bakımında, hastalıkta, düğünde, bayramda, cenazede yardımlaşabileceğimizi ve işimizi de sürdürebileceğimizi görüyoruz. Kadınlar olarak haklarımız konusunda duyarlılaşıyoruz, bilgileniyor ve gelişiyoruz. Öğrendiklerimizi başka kadın arkadaşlarımızla da paylaşıyoruz.
Üçüncüsü; Mahallemizdeki muhtardan başlayarak, belediye başkanı, kaymakam, vali gibi makamlardan; SADECE BİZİM İÇİN DEĞİL AMA, TÜM KADINLAR için, üretenlerin de ürünlerini daha iyi koşullarda daha nitelikli, daha iyi tasarlanmış şekilde üretebilmeleri ve pazara ulaştırmaları için olanaklar talep etmek. Bu talepler girişimcilik, pazarlama, satış gibi konularda eğitim de olabilir, el emeği pazar yerleri de, satış ve sergi salonu gibi mekanlar da olabilir.
Kültür Bakanlığı, Turizm Bakanlığı, Eğitim Bakanlığı ile meslek odaları da kadınlarla ilgili destek verebilecek kuruluşlardır.
Ayrıca bazı firma ve kişiler de marka oluşturmak, marka yaratmak, tasarım, pazarlama gibi konularda destek ve eğitim de vermektedirler.
Bugün birer kadın olarak sosyal medyada yer almak için ilköğretimdeki çocuklarımızdan yardım alabiliyorsak yarın da mahallenin haytalarından, üniversiteye giden yeğenlerden ürünlerin internette yer almasını ve satışını, duyurulmasını, tanınmayı sağlayabiliriz.
Yani gerek kamu ile gerek diğer sivil toplum kurumları, bireyler, kadınlar, temel malzemelerimizi aldığımız tedarikçi esnaf ya da toptancı ile bir yardımlaşma, dayanışma sağlayarak gelişebiliriz.
Ancak tüm kamu desteği, sivil dayanışma gibi organizasyonlarda bile unutulmaması gereken en önemli ilke, kadın örgütünün bağımsızlığıdır. Ve bu kadın örgütündeki, örgüt içi eşitlik, adalet, hakkaniyettir önemli olan. Belki de kadınların birlikte üretip birlikte ürünleri pazarlamasındaki en önemli örgütsel meseledir.
Yeri gelmişken diğer ilkeleri de söyleyelim; kadınlar; insana ve doğaya zararı olduğu bilinen malzeme ve yöntemle iş yapmamalı. Aksine doğaya ve insana dost malzeme ve yöntemle iş yaptığı ile tanınmalı, bilinmeli. Bu ilke ticarette kısa vadede zarar gibi görünse de markalaşma sürecinde, “güven” duygusunun, tanınırlık ve uzun erimli olmanın yanında, ilk üç unsurdan biri olduğu söylenebilir.
Ve son olarak kadınlar; başkasının emeği ve hakkını gasp etmeden ticaret yapmalı. Aksine emeğe ve hakka saygı ile bilinmeli ve tanınmalı.
Nasıl Yapmalı;
Pazarlamaya da ürün kadar hatta belki daha çok önem vermeli. Bu konuda okumalı, bilenlerin deneyiminden yararlanmalı. Bu tür ürünler konusunda satış deneyimi olan insanların bilgisinden yararlanmalı.
Piyasada bizim ürettiğimiz üründen kaç çeşit var? Nerelerde satılıyor? Fiyatı ne kadar? Biz kaça mal ediyoruz? Nerelere, ne kadar fiyattan satabiliriz? Kim satabilir? Bu konuda acaba tüketici ne istiyor? Onun talebini karşılayacak ürün nedir? Bu soruları sürekli kendimize sormalı.
Ürettiğimiz klasik ürünleri korumanın yanı sıra yeni ürün kategorisinde farklı ve yeni ne yapabiliriz sorusunu sürekli sormalı ve o doğrultuda üretim yapma gayreti göstermeli ( Ürün tanıtımında bile “Yeni ve değişik bir ürün var” dendiğinde, o ürünü görme konusunda verilen olumlu yanıt diğerlerine oranla bir hayli yüksek olmaktadır)
Pazarlama ve satışta ürünün sunumu, ürünün kendisi kadar hatta bazı durumlarda ondan da önemli bir hâl almaktadır. Bu nedenle ürünleri güzel mekânlar, güzel kutular, güzel keseler, çantalar ve bohçalar içinde tanıtmalı ve pazara sunmalı.
Pazarlama görüşmelerinde randevulu gitmenin yararı bulunmaktadır. Özellikle yüz yüze iletişimde dış görünüm, giysi, saç, takı, konuşma, oturuş, tokalaşma, ilk beş tümcenin seçilmiş olması, ses tonu, beden dili, görüşme zamanı gibi konulara dikkat etmeli.
Ürün bilgisi çok önemli. Pazarlanacak ürünlerin dokuma ise; ipliğinin hangi bölge pamuğundan üretildiği, hangi teknikle boyandığı, motiflerin anlamı, kaç ilmek dokunduğu gibi birçok bilgi ile yola çıkmalı.
E-pazarlama artık gerek üretici gerek tüketici olarak hepimiz için, ciddiye alınacak kadar önemli bir hale geldi. Perakende sektörünün tespitlerine göre son dönem facebook’un, statik bir web sayfasından çok daha etkin olduğu belirlendi. Tüketiciye birçok kanaldan kendini duyuran, yeniliklerden anında haberdar eden, yorumlara yayımlayan bir kanal olarak sosyal medya pazarlamada giderek etkinleşiyor ve tercih ediliyor.
Pazarlama ve satışta geniş düşünmekte yarar var. Semt pazarları da bir kanal, ilgili mağazalara toptan ürün satışı da bir kanal, butik mağaza da bir kanal, belediyelerin satış yerlerinde bir tezgâh almak da kanal, üniversiteli çocuklarla işbirliği yapıp öğrencilerin gereksinmeleri doğrultusunda çalışmak da, mahalle esnafının dükkanlarına birer örnek koymak da beş yıldızlı otellere birer örnek koymak da bir kanal. Niş pazarlama da bir kanal. Katalog üzerinden satış yapmak da bir kanal. Turistik mekânlara da ürün konulabilir, bir pazarlamacı ile anlaşılarak da ürün büyük kentlerin büyük mağazalarına ulaşılabilir. Hatta yurt dışı akrabalar yoluyla satış yakalayan arkadaşlarımız bile var. Kanalları ister tek tek ister bir çoğu bir arada kullanabilir. Önemli olan ulaşılabilir, kullanışlı, iş görür yöntemlerle pazarlamayı gerçekleştirmektir.
Anadolu Bahçesi katılımcılarından böyle yapanlar başarılı oldular.
Güven Tunç
Pazarlama; kişilerin ve örgütlerin amaçlarına uygun şekilde ürettikleri mal ve hizmetleri; fiyatlandırma, dağıtım, satış çabaları ile araştırma, planlama ve uygulamaya süreçlerinin toplamıdır.
Pazarlamanın; satış öncesi, satış sırası ve satış sonrası gibi aşamaları vardır.
Üretimden fiyatlandırmaya, araştırmadan satış sonrası hizmetlere her süreç pazarlama faaliyetinin içindedir.
Son zamanlarda; Müşteri Odaklı Pazarlama Stratejileri daha yaygın uygulanmaktadır.
Bu strateji; müşterinin neye ihtiyacı olduğunu, ne istediğini anlamak ve ona uygun üretim yapmak ve satışı organize etmek olarak ifade edilmektedir.
Bu genel tanımlar ışığında ev eksenli çalışan kadının üretim kalitesinin bir hayli yüksek olmasına karşılık pazarda yer bulamamasının nedenlerine bir bakalım;
En önemli neden; ister kendi hesabına çalışsın ister bir dernek, kooperatif çatısı altında çalışsın, arkadaşımızın kendini çalışan bir kadın olarak görmemesi. Kendini bir ev kadını olarak algılaması. Hatta bunda direnmesi. Geleneksel aile baskısı yanında, bir de kendisinin ev kadını kimliğine kalmaya direnmesi…
Bir kadının marifetli olması güzel bir şey, o marifeti konu komşuya sergilemesi de öyle. Ama bu alanda para etmiyor bu. Bize bir yararı yok.
Biz istiyoruz ki üretelim ama gerisine karışmayalım, kafamızı yormayalım, evimizden, mahallemizden çıkmayalım, bilmediğimiz mecralara girmeyelim, tanımadığımız insanlarla muhatap olmayalım, değişmeyelim. Başkaları yapsın bizim adımıza. Biz ne anlarız pazardan, piyasadan, pazarlamadan.
Başkalarının bizim adımıza bu işleri yaptığı da oluyor. Bu yöntem iki şekilde gerçekleşiyor. Birincisinde kadınlarla ilgili bir sivil toplum örgütü dayanışma adına bir mağaza açıyor ve ulaşabildiği, kaliteyi tutturabildiği kadar kadın ve ürünüyle çalışabiliyor. Bu bir yöntem. Keşke genç ve iktisat, işletme okumuş kadınlardan oluşan bir grup kadın sadece bu işi yapsa gönüllü olarak. Bazı küçük sakıncalarına - kadınlar arası sınıflaşmaya gitmek gibi – sakıncaları olsa da müthiş bir gelişim sağlayabilir. Ama yok ve var olanların da pazardaki yeri yüzde bir gibi. Çok da emin konuşmayalım. Çünkü bilmiyoruz bu konuda bir araştırma en azından benim elimde yok.
İkinci yöntem ise, aracıların ürünleri üç otuz kuruşa elimizden kapması ve tüccara ulaştırması. Kadın arkadaşımızın hak ettiği parayı hiçbir zaman kazanamaması. Kazandığımızın bir yaraya merhem olamaması. Tek başına pazarlık gücü bulunamaması. Bir çıkmaz döngüde dönenip durulması.
Ne Yapmalı;
İlki, kimseye bağıra çağıra söylemeye gerek yok ama öncelikle çalışan kadın olduğumuzu kendimiz kabul etmeliyiz. Çünkü bizim bir işimiz var ve işimize kafa yormaya ihtiyacımız var. Biz üretim yapıyoruz.
Eğer bir işimiz olduğunu kabul edersek ancak o zaman pazarlama işini de düşünebiliyoruz. O zaman ne üretiyorsak, üretmeden önce planını yapabiliyoruz, nerelere satabileceğimizi hesaplayabiliyoruz, ne fiyat koyacağımızı, maliyetini tasarlayabiliyoruz. Örneğe karar verebiliyoruz.
İşimizle ilgili araştırmalar yapabiliyoruz, planlama yapabiliyoruz, çeşitli uygulamaları deniyoruz. O zaman en azından kendi ürünümüzle ilgili pazarı, piyasayı bilmeye başlıyoruz. Olanları merakla izliyor, gelişmelerden heyecan duyuyor, insanlarla paylaşıyor, etkinleşiyoruz. Bize bir şeyler oluyor, değişiyoruz, güçleniyoruz. O zaman kaynana da koca da komşu da yaptıklarımızı ciddiye almaya başlıyor.
İkincisi, biz bu işlerle koştururken, aynı kaygılarla koşturan diğer kadın arkadaşlara rastlıyoruz. Dayanışma içinde olursak daha büyük düşünebileceğimizi daha büyük işlere girişebileceğimizi görebiliyoruz. Aracılardan kurtulabileceğimizi görüyoruz. Bir güç olabileceğimizi görüyoruz. Ve birbirimizi anlayabileceğimizi, sadece iş için değil çocuklarımızın bakımında, hastalıkta, düğünde, bayramda, cenazede yardımlaşabileceğimizi ve işimizi de sürdürebileceğimizi görüyoruz. Kadınlar olarak haklarımız konusunda duyarlılaşıyoruz, bilgileniyor ve gelişiyoruz. Öğrendiklerimizi başka kadın arkadaşlarımızla da paylaşıyoruz.
Üçüncüsü; Mahallemizdeki muhtardan başlayarak, belediye başkanı, kaymakam, vali gibi makamlardan; SADECE BİZİM İÇİN DEĞİL AMA, TÜM KADINLAR için, üretenlerin de ürünlerini daha iyi koşullarda daha nitelikli, daha iyi tasarlanmış şekilde üretebilmeleri ve pazara ulaştırmaları için olanaklar talep etmek. Bu talepler girişimcilik, pazarlama, satış gibi konularda eğitim de olabilir, el emeği pazar yerleri de, satış ve sergi salonu gibi mekanlar da olabilir.
Kültür Bakanlığı, Turizm Bakanlığı, Eğitim Bakanlığı ile meslek odaları da kadınlarla ilgili destek verebilecek kuruluşlardır.
Ayrıca bazı firma ve kişiler de marka oluşturmak, marka yaratmak, tasarım, pazarlama gibi konularda destek ve eğitim de vermektedirler.
Bugün birer kadın olarak sosyal medyada yer almak için ilköğretimdeki çocuklarımızdan yardım alabiliyorsak yarın da mahallenin haytalarından, üniversiteye giden yeğenlerden ürünlerin internette yer almasını ve satışını, duyurulmasını, tanınmayı sağlayabiliriz.
Yani gerek kamu ile gerek diğer sivil toplum kurumları, bireyler, kadınlar, temel malzemelerimizi aldığımız tedarikçi esnaf ya da toptancı ile bir yardımlaşma, dayanışma sağlayarak gelişebiliriz.
Ancak tüm kamu desteği, sivil dayanışma gibi organizasyonlarda bile unutulmaması gereken en önemli ilke, kadın örgütünün bağımsızlığıdır. Ve bu kadın örgütündeki, örgüt içi eşitlik, adalet, hakkaniyettir önemli olan. Belki de kadınların birlikte üretip birlikte ürünleri pazarlamasındaki en önemli örgütsel meseledir.
Yeri gelmişken diğer ilkeleri de söyleyelim; kadınlar; insana ve doğaya zararı olduğu bilinen malzeme ve yöntemle iş yapmamalı. Aksine doğaya ve insana dost malzeme ve yöntemle iş yaptığı ile tanınmalı, bilinmeli. Bu ilke ticarette kısa vadede zarar gibi görünse de markalaşma sürecinde, “güven” duygusunun, tanınırlık ve uzun erimli olmanın yanında, ilk üç unsurdan biri olduğu söylenebilir.
Ve son olarak kadınlar; başkasının emeği ve hakkını gasp etmeden ticaret yapmalı. Aksine emeğe ve hakka saygı ile bilinmeli ve tanınmalı.
Nasıl Yapmalı;
Pazarlamaya da ürün kadar hatta belki daha çok önem vermeli. Bu konuda okumalı, bilenlerin deneyiminden yararlanmalı. Bu tür ürünler konusunda satış deneyimi olan insanların bilgisinden yararlanmalı.
Piyasada bizim ürettiğimiz üründen kaç çeşit var? Nerelerde satılıyor? Fiyatı ne kadar? Biz kaça mal ediyoruz? Nerelere, ne kadar fiyattan satabiliriz? Kim satabilir? Bu konuda acaba tüketici ne istiyor? Onun talebini karşılayacak ürün nedir? Bu soruları sürekli kendimize sormalı.
Ürettiğimiz klasik ürünleri korumanın yanı sıra yeni ürün kategorisinde farklı ve yeni ne yapabiliriz sorusunu sürekli sormalı ve o doğrultuda üretim yapma gayreti göstermeli ( Ürün tanıtımında bile “Yeni ve değişik bir ürün var” dendiğinde, o ürünü görme konusunda verilen olumlu yanıt diğerlerine oranla bir hayli yüksek olmaktadır)
Pazarlama ve satışta ürünün sunumu, ürünün kendisi kadar hatta bazı durumlarda ondan da önemli bir hâl almaktadır. Bu nedenle ürünleri güzel mekânlar, güzel kutular, güzel keseler, çantalar ve bohçalar içinde tanıtmalı ve pazara sunmalı.
Pazarlama görüşmelerinde randevulu gitmenin yararı bulunmaktadır. Özellikle yüz yüze iletişimde dış görünüm, giysi, saç, takı, konuşma, oturuş, tokalaşma, ilk beş tümcenin seçilmiş olması, ses tonu, beden dili, görüşme zamanı gibi konulara dikkat etmeli.
Ürün bilgisi çok önemli. Pazarlanacak ürünlerin dokuma ise; ipliğinin hangi bölge pamuğundan üretildiği, hangi teknikle boyandığı, motiflerin anlamı, kaç ilmek dokunduğu gibi birçok bilgi ile yola çıkmalı.
E-pazarlama artık gerek üretici gerek tüketici olarak hepimiz için, ciddiye alınacak kadar önemli bir hale geldi. Perakende sektörünün tespitlerine göre son dönem facebook’un, statik bir web sayfasından çok daha etkin olduğu belirlendi. Tüketiciye birçok kanaldan kendini duyuran, yeniliklerden anında haberdar eden, yorumlara yayımlayan bir kanal olarak sosyal medya pazarlamada giderek etkinleşiyor ve tercih ediliyor.
Pazarlama ve satışta geniş düşünmekte yarar var. Semt pazarları da bir kanal, ilgili mağazalara toptan ürün satışı da bir kanal, butik mağaza da bir kanal, belediyelerin satış yerlerinde bir tezgâh almak da kanal, üniversiteli çocuklarla işbirliği yapıp öğrencilerin gereksinmeleri doğrultusunda çalışmak da, mahalle esnafının dükkanlarına birer örnek koymak da beş yıldızlı otellere birer örnek koymak da bir kanal. Niş pazarlama da bir kanal. Katalog üzerinden satış yapmak da bir kanal. Turistik mekânlara da ürün konulabilir, bir pazarlamacı ile anlaşılarak da ürün büyük kentlerin büyük mağazalarına ulaşılabilir. Hatta yurt dışı akrabalar yoluyla satış yakalayan arkadaşlarımız bile var. Kanalları ister tek tek ister bir çoğu bir arada kullanabilir. Önemli olan ulaşılabilir, kullanışlı, iş görür yöntemlerle pazarlamayı gerçekleştirmektir.
Anadolu Bahçesi katılımcılarından böyle yapanlar başarılı oldular.
Güven Tunç
1 Ocak 2012 Pazar
KADINLIĞIN HATIRA DEFTERİNDEN SARARAN BİR SAYFA; ÇEYİZ SANDIKLARI
(Kendimiz İçin Hayat Dersleri)
Çeyiz sandığı Anadolu'da hala var ama büyük şehirlerde sadece büyüklerin evinde eski gizemini ve saygınlığını koruyor.
Çoğu tavan arasına, bodruma, balkona atılmış ve işlevini yitirmiş.
Bir kaç genç çift; kullanımını modernize ederek ya da modernize edilmiş bir biçimde satın almış; salonda, yatak odasında yeniden işlevlendirmiş. Yatak odasında, yatağın ayak ucuna yerleştirilip içine yastık yorgan koyuluyor, salonda ise gösterişli ve nostaljik bir antika mobilya. Belki plak, cd, içki, dergi, kitap koyuyorlardır.
Görünürde içine; kadifeden, ipekten kumaşlar, dantel, oya, sarma, kaneviçe işli yatak odası takımları, pullu oyalar, namazlık, havlu, peşkir, iğne oyası oda takımları, salon takımları, keten mutfak örtüleri, belki bir gecelik ya da damat pijaması vardır.
Basit, somut, sıradan biraz köylü, taşralı, hatta kadını biraz da aşağılayan (onu sadece evliliğe odakladığı için) bir imgesi vardır çeyiz sandıklarının.
Oysa kadınların sır kutusudur çeyiz sandığı.
Gerek genç kızken, gerek yeni gelinken, tüm potansiyeli, zengin iç dünyası ve coşkuları; kutsal eve, kutsal aileye, kutsal babaya, kutsal anneye, kutsal kaynanaya, kutsal koca ve çocuklara yönlendirildiğinden o da içinde gizli kalmış binlerce, şeyi çeyiz sandığına saklar. Bir ona dokunmaz insanlar.
Belki onun içindir kilidi açılırken sandıkların çın çın ötmesi.
Virginia Wolf'ün Kendine Ait Bir Oda'sı gibi, bizim coğrafyamızın tüm kadınlarının da çeyiz sandıkları vardır.
Kadınlık binlerce yıldır sırlarını, iç zenginliklerini, neşelerini, hayallerini saklar bu sandıkta.
Teyzemin sandığında; elli yıldır aramızda olmayan dedemin nüfus cüzdanı durur. Babaannemin ki, çocukluğumda bana en büyülü görünen; üstü teneke kaplı ve her dilimi ayrı bir resim olan sandığı şimdi çok uzaktadır. Annem, aile büyüklerimizin birinin sandığından çıkan dedem ve akrabalarımızın olduğu bu fotoğrafı hem gözünden koruyarak saklar ve kopya ettirip isteyene verir. Ve daha neler neler. Ne şiirler ne maniler ne reçeteler ne tarifler ne kuru güller...
Genç kadınlar evlerine biraz bolluk, bereket, huzur, sağlık, mutluluk getirsin diye bir çok geleneğin, bilgeliğin peşine düşüyor. Ve bunu modernite adına ve yine kutsal aile için yapıyor. Bunlardan biri de Feng shui.
Çeyiz sandıklarımızdan ve özellikle aile büyükleri çekip gitmeden onlardan sorarak öğrenerek ve görerek de çok şey kazanabiliriz.
O sırların içindeki asiliği de görebiliriz.
O sırların içindeki şifayı, iyileştirmeyi bulabiliriz.Bu şifayı kendimiz kadar başkaları için insanlık için kullanabiliriz
Bu bizim için çok daha geniş bir özgürlük alanı tanıyacaktır.
Yakında başka bir ilden gelip de Ankara'da 20-30-40 yıldır oturan kadınların çeyiz sandıklarını açmaya geliyoruz. Bizimle çalışmak isteyen arkadaşları da bu çalışmaya bekliyoruz.
21 Kasım 2011 Pazartesi
ALLAHIN SOPASI VARMIŞ
Cuma, Mayıs 15, 2009 ·
“Kan kırmızı gözlerim. kesmece
önce ellerim ıslanır. her seferinde”
Ne kaderdir ki; – bir de sosyolojiye dayandırmaya çalışarak- “töre cinayetleri bir kürt meselesidir” söylemleri, bugün (15 mayıs 09) kendi gazetelerinin internet sitesinde de yayımlanan bir haberle yerle bir edildi.
“Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nin İstanbul’da düzenlediği Kadın ve Erkek Eşitliği Komisyonu Toplantısı’nda konuşan Raportör John Austin, "Namus cinayetleri sadece Türkiye’nin sorunu değil. Benim ülkem İngiltere ile Almanya ve Belçika’da da namus cinayetleri var. Bu sorun dünyanın sorunu" diye konuştu.”
Aynı habere göre; 2006’dan bu yana hem Türkiye’de hem de tüm dünyada namus cinayetleri artıyormuş.
İşin kötü yanı bu; konuyu takip edenler için hiç de yeni bir haber değil. Bırakın gazeteci olmayı normal, dikkatli bir gazete okuru bile bu tablodan haberdar.
Peki bu gazeteci, liberal, köşe yazarı, genel yayın yönetmeni ağabeylerimiz bunu bilmeyecek kadar kendi gazetelerini bile okumazlar mı?
Yoksa başka bir şey mi var? Biz zavallı sıradan insanların anlayamadığı?
İşte bir örnek daha. Uçan Süpürge kaynaklı bir haber. Geçen yıla ait.
İsveç’in Malmö kentinde düzenlenen Avrupa Sosyal Forumu 5. toplantısına katılan Avrupa Feminist Kadın İnisiyatifinin İsveç temsilcisi Maria Hagberg Geçmişte kaydedilen ilerlemelerin “tehdit altında olduğunu” ve kadına yönelik şiddetin İsveç toplumda da arttığını ifade etti. Hagberg, 5 yıl önce İsveç’te kadına karşı 20 bin şiddet vakasına rastlandığına, bugünse bu sayının 30 binleri bulduğuna dikkati çekti.
N’olacak?
Şimdi Avrupa’lılara da mı Kürt diyeceğiz? Yoksa özür mü dileyeceğiz?
Sadece Ruşen Çakır’dan değil, sosyolojiden de , anne babaları öldürülen Mardin’li çocuklardan da.
Ne zaman karar verdiniz, hangi delile dayandınız da – daha kimse çözememişken- buradaki olayın töre cinayeti olduğuna karar verdiniz?
Kiminle alıp veremediğiniz var da üzerinden bu kadar zaman geçmişken etnik yapıyı işin içine kattınız?
Tecavüz mağdurlarının fotoğrafını, tüm uyarılara ve yasaklara karşın kimliği belli olacak şekilde basanların etnik kökeni ne?
Yoksa sizin de mi meseleniz oldu namus cinayetleri. Kendisini koruyamayan kadınlar kahrolsun. Kızını kontrol etmeyen anne ve babalar kahrolsun. Öyle mi?
Yok. Bu kadar da değil.
Ama böyle toplumdan uzak, insandan uzak da gazetecilik yapılamaz ki kardeşim.
O köyden bir adam çıkmış sesini duyurmaya çalışıp çabalıyor; ”Ne pkk ne hizbullah ne töre ne korucu”.
Başka bir şey var.
Başka bir şey var.
Belki hepsinden bir parça var ama bu başka bir şey .
Şiddetin yarattığı yeni bir şiddet türü mü?
İnsanı insanlıktan çıkaran bir toplu delirme hali.
Bilmiyoruz.
Bilmeyince susmak ayıp değildir.
Kanı ve ölümü görmüş çocuklardan utanmaz insan o zaman
“Kan kırmızı gözlerim. kesmece
önce ellerim ıslanır. her seferinde”
Ne kaderdir ki; – bir de sosyolojiye dayandırmaya çalışarak- “töre cinayetleri bir kürt meselesidir” söylemleri, bugün (15 mayıs 09) kendi gazetelerinin internet sitesinde de yayımlanan bir haberle yerle bir edildi.
“Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nin İstanbul’da düzenlediği Kadın ve Erkek Eşitliği Komisyonu Toplantısı’nda konuşan Raportör John Austin, "Namus cinayetleri sadece Türkiye’nin sorunu değil. Benim ülkem İngiltere ile Almanya ve Belçika’da da namus cinayetleri var. Bu sorun dünyanın sorunu" diye konuştu.”
Aynı habere göre; 2006’dan bu yana hem Türkiye’de hem de tüm dünyada namus cinayetleri artıyormuş.
İşin kötü yanı bu; konuyu takip edenler için hiç de yeni bir haber değil. Bırakın gazeteci olmayı normal, dikkatli bir gazete okuru bile bu tablodan haberdar.
Peki bu gazeteci, liberal, köşe yazarı, genel yayın yönetmeni ağabeylerimiz bunu bilmeyecek kadar kendi gazetelerini bile okumazlar mı?
Yoksa başka bir şey mi var? Biz zavallı sıradan insanların anlayamadığı?
İşte bir örnek daha. Uçan Süpürge kaynaklı bir haber. Geçen yıla ait.
İsveç’in Malmö kentinde düzenlenen Avrupa Sosyal Forumu 5. toplantısına katılan Avrupa Feminist Kadın İnisiyatifinin İsveç temsilcisi Maria Hagberg Geçmişte kaydedilen ilerlemelerin “tehdit altında olduğunu” ve kadına yönelik şiddetin İsveç toplumda da arttığını ifade etti. Hagberg, 5 yıl önce İsveç’te kadına karşı 20 bin şiddet vakasına rastlandığına, bugünse bu sayının 30 binleri bulduğuna dikkati çekti.
N’olacak?
Şimdi Avrupa’lılara da mı Kürt diyeceğiz? Yoksa özür mü dileyeceğiz?
Sadece Ruşen Çakır’dan değil, sosyolojiden de , anne babaları öldürülen Mardin’li çocuklardan da.
Ne zaman karar verdiniz, hangi delile dayandınız da – daha kimse çözememişken- buradaki olayın töre cinayeti olduğuna karar verdiniz?
Kiminle alıp veremediğiniz var da üzerinden bu kadar zaman geçmişken etnik yapıyı işin içine kattınız?
Tecavüz mağdurlarının fotoğrafını, tüm uyarılara ve yasaklara karşın kimliği belli olacak şekilde basanların etnik kökeni ne?
Yoksa sizin de mi meseleniz oldu namus cinayetleri. Kendisini koruyamayan kadınlar kahrolsun. Kızını kontrol etmeyen anne ve babalar kahrolsun. Öyle mi?
Yok. Bu kadar da değil.
Ama böyle toplumdan uzak, insandan uzak da gazetecilik yapılamaz ki kardeşim.
O köyden bir adam çıkmış sesini duyurmaya çalışıp çabalıyor; ”Ne pkk ne hizbullah ne töre ne korucu”.
Başka bir şey var.
Başka bir şey var.
Belki hepsinden bir parça var ama bu başka bir şey .
Şiddetin yarattığı yeni bir şiddet türü mü?
İnsanı insanlıktan çıkaran bir toplu delirme hali.
Bilmiyoruz.
Bilmeyince susmak ayıp değildir.
Kanı ve ölümü görmüş çocuklardan utanmaz insan o zaman
KADINLAR AH KADINLAR
Salı, Eylül 15, 2009
Aşağıdaki yazı ev eksenli çalışan kadınlarla ilgili bir toplantıda yaptığım konuşmadır. (Azıcık düzelttiğimi itiraf etmeliyim.)
Bugün; erkek egemen toplum dediğimizde sadece kadına yönelik şiddeti anlamıyoruz tabi ki.
Erkek egemen toplumdan; kız çocuklarının okula gidememesi, kadınların eğitim hizmetlerinden yararlanamaması, iş hayatından uzak tutulması, kamusal yaşama yabancı kılınması ve örgütlenme ve ekonomik yaşamda çokça engellenmesini anlıyoruz. Eğlenmenin kadına yasaklanmasını da anlıyoruz.
Dünyanın bugünkü halini anlıyoruz.
Dünyanın bugünkü sefil, utanç verici ve acımasız halini de anlıyoruz.
Bunları söyledikten sonra, konuşma biçimimle, dille ilgili bir açıklama yapmak gereği hissediyorum.
Ben bütün konuşmamı; "BİZ" diliyle sürdürmeye özen göstereceğim.
Bunu iki nedenle yapacağım;
Birincisi, bu konuda egemen olan "BEN VE ONLAR" vurgusunu eleştireceğim.
İkincisi, konuşmalarını yapıp da şu an burada olmayan bazı arkadaşların uygulamalarından örnekler vereceğim. Başarılı başarısız ayrımına girmeden bu alandaki herkesi bu konuşma çerçevesinde üstlenerek BİZ diyeceğim.
ÖRGÜTLENME; kadınlar söz konusu olduğunda sancılı bir konu. Çünkü var olan örgütlenmeler ve onların dikey hiyerarşik yapısı bizi içermiyor.
ÖRGÜTLENME; Profesyoneller ve katılımcılar gibi iki grup olduğunda daha da sancılı bir konu.
Kadın örgütlülüğü; özellikle de ev eksenli çalışan kadınlar söz konusu olduğunda, çok da tabandan gelen bir talep değil.
Ev eksenli kadının, çalışan kadın olduğu farkındalığını yaratabilmenin arkasında; örgütlü olmak ve dayanışmak duruyor olabilir.
Bu yapıyı oluşturmada yeterli zamanlara sahip olmuyor olabiliriz.
Ev eksenli çalışan kadın çalışmalarını daha çok projeler üzerinden götürüyor olabiliriz.
Burada bir teknik ayrım olarak profesyoneller ve tabandan gelenler ya da katılımcılar olarak iki gruplu bir yapı oluşturuyor olabiliriz.
Bu ayrımı teknik olmaktan çıkaran bir yaklaşım söz konusu olduğunda; her iki tarafı da bağımlılaştıran bir yapıya dönüştüğümüze ilişkin ciddi bir kaygım var.
Örgütlenmeye teknik destek veren ekibin yaklaşımı çok önemli.
Burada yaklaşım; BEN dili olduğunda; tabandan gelen arkadaşlarımızı nesneleştiren, onları sürece ve kendi öz örgütlerine yabancılaştıran bir atmosfer oluşuyor. Erkek egemen bir dilin bir yaklaşımın tuzağına düşülmüş olunuyor.
Oysa örgütlerin esas sahipleri o yanımız.
Profesyonelin algılamasındaki; "Benim hatalarım onların hataları, benim başarım onların başarıları", "Ben yaptım. Arabayı ben tuttum. Onları İstanbul'a ben götürdüm. Ben seçtim. Ben ürettirdim. Ben ödedim" gibi bir dil, kadınları birbirinden teknik olmanın çok ötesinde bir yere ayırıyor.
Bir grubun diğerleri adına karar vermesine ve bu kararların da oldukça isabetsiz olmasına neden oluyor.
Buna; bazen tabandan gelen arkadaşlarımızın, risk almaktan korkarak ve karar iradesini destek grubuna havale etmesi sonucu da neden olabiliyor.
Kimse kimseden çok farklı değil.
Bu erkek egemen sistemde, egemenlerin dışında, aramızdaki ayrılıklar sadece nüans.
Başkalarının yeterince yararlanamadığı hizmetlerden yararlanmış olmak, hayata gerçek bir katkı vermiyorsa boş. Çok boş.
Yararlanamayanlar üzerinden kendi kibrimizi okşamak ise çok ayıp.
Bir şey yapalım derken zarar vermemek lazım.
Bu sözlerim;
özellikle yirmi yirmi beş yaşlarında olup çocukla, gençle, kadınla ilgili projelerde çalışan eğitimleri, yabancı dilleri iyi, hayat deneyimleri az olan gençler için. Bizim kuşaktan dersler olsun. Özellikle kadın olanlara.
http://www.hakuka.org/annelerin-komsu-teyzelerin-nenelerin-ablalarin-tum-kadinlarin-ve-kiz-cocuklarinin-haklari/
http://www.hakuka.org/womens-rights-the-rights-of-mothers-grandmothers-sisters-the-ladies-in-the-neighbourhood-the-rights-of-all-women-and-girls/
Aşağıdaki yazı ev eksenli çalışan kadınlarla ilgili bir toplantıda yaptığım konuşmadır. (Azıcık düzelttiğimi itiraf etmeliyim.)
Bugün; erkek egemen toplum dediğimizde sadece kadına yönelik şiddeti anlamıyoruz tabi ki.
Erkek egemen toplumdan; kız çocuklarının okula gidememesi, kadınların eğitim hizmetlerinden yararlanamaması, iş hayatından uzak tutulması, kamusal yaşama yabancı kılınması ve örgütlenme ve ekonomik yaşamda çokça engellenmesini anlıyoruz. Eğlenmenin kadına yasaklanmasını da anlıyoruz.
Dünyanın bugünkü halini anlıyoruz.
Dünyanın bugünkü sefil, utanç verici ve acımasız halini de anlıyoruz.
Bunları söyledikten sonra, konuşma biçimimle, dille ilgili bir açıklama yapmak gereği hissediyorum.
Ben bütün konuşmamı; "BİZ" diliyle sürdürmeye özen göstereceğim.
Bunu iki nedenle yapacağım;
Birincisi, bu konuda egemen olan "BEN VE ONLAR" vurgusunu eleştireceğim.
İkincisi, konuşmalarını yapıp da şu an burada olmayan bazı arkadaşların uygulamalarından örnekler vereceğim. Başarılı başarısız ayrımına girmeden bu alandaki herkesi bu konuşma çerçevesinde üstlenerek BİZ diyeceğim.
ÖRGÜTLENME; kadınlar söz konusu olduğunda sancılı bir konu. Çünkü var olan örgütlenmeler ve onların dikey hiyerarşik yapısı bizi içermiyor.
ÖRGÜTLENME; Profesyoneller ve katılımcılar gibi iki grup olduğunda daha da sancılı bir konu.
Kadın örgütlülüğü; özellikle de ev eksenli çalışan kadınlar söz konusu olduğunda, çok da tabandan gelen bir talep değil.
Ev eksenli kadının, çalışan kadın olduğu farkındalığını yaratabilmenin arkasında; örgütlü olmak ve dayanışmak duruyor olabilir.
Bu yapıyı oluşturmada yeterli zamanlara sahip olmuyor olabiliriz.
Ev eksenli çalışan kadın çalışmalarını daha çok projeler üzerinden götürüyor olabiliriz.
Burada bir teknik ayrım olarak profesyoneller ve tabandan gelenler ya da katılımcılar olarak iki gruplu bir yapı oluşturuyor olabiliriz.
Bu ayrımı teknik olmaktan çıkaran bir yaklaşım söz konusu olduğunda; her iki tarafı da bağımlılaştıran bir yapıya dönüştüğümüze ilişkin ciddi bir kaygım var.
Örgütlenmeye teknik destek veren ekibin yaklaşımı çok önemli.
Burada yaklaşım; BEN dili olduğunda; tabandan gelen arkadaşlarımızı nesneleştiren, onları sürece ve kendi öz örgütlerine yabancılaştıran bir atmosfer oluşuyor. Erkek egemen bir dilin bir yaklaşımın tuzağına düşülmüş olunuyor.
Oysa örgütlerin esas sahipleri o yanımız.
Profesyonelin algılamasındaki; "Benim hatalarım onların hataları, benim başarım onların başarıları", "Ben yaptım. Arabayı ben tuttum. Onları İstanbul'a ben götürdüm. Ben seçtim. Ben ürettirdim. Ben ödedim" gibi bir dil, kadınları birbirinden teknik olmanın çok ötesinde bir yere ayırıyor.
Bir grubun diğerleri adına karar vermesine ve bu kararların da oldukça isabetsiz olmasına neden oluyor.
Buna; bazen tabandan gelen arkadaşlarımızın, risk almaktan korkarak ve karar iradesini destek grubuna havale etmesi sonucu da neden olabiliyor.
Kimse kimseden çok farklı değil.
Bu erkek egemen sistemde, egemenlerin dışında, aramızdaki ayrılıklar sadece nüans.
Başkalarının yeterince yararlanamadığı hizmetlerden yararlanmış olmak, hayata gerçek bir katkı vermiyorsa boş. Çok boş.
Yararlanamayanlar üzerinden kendi kibrimizi okşamak ise çok ayıp.
Bir şey yapalım derken zarar vermemek lazım.
Bu sözlerim;
özellikle yirmi yirmi beş yaşlarında olup çocukla, gençle, kadınla ilgili projelerde çalışan eğitimleri, yabancı dilleri iyi, hayat deneyimleri az olan gençler için. Bizim kuşaktan dersler olsun. Özellikle kadın olanlara.
http://www.hakuka.org/annelerin-komsu-teyzelerin-nenelerin-ablalarin-tum-kadinlarin-ve-kiz-cocuklarinin-haklari/
http://www.hakuka.org/womens-rights-the-rights-of-mothers-grandmothers-sisters-the-ladies-in-the-neighbourhood-the-rights-of-all-women-and-girls/
SAYIN ALİ BULAÇ
Geçenlerde bir kadın programında size rastladım. İki saatlik programı baştan sona izledim. Sizi saygıyla önemsediğim için, kullanılan meşum tümce daha önceden kulağıma çalındığı, gözüme takıldığı için izledim. Karşıt görüşlü bir televizyon kanalına, modern kadınların izlediği varsayılan bir programa çıkmanızın nedeninin, popülizm değil anlaşılma kaygısı taşımasını, cesur bir girişim olmasını umduğum için izledim.
Bir panelde modern kadının kolay elde edilirliği gibi bir laf etmişsiniz. Size göre bu laf yanlış anlaşılmış. Ve bu yanlış anlaşılma üzerinden, gazetelerce, dünyanın ve ülkenin bir çok meselesi bir yana bırakılıp tam yirmi sekiz yazı kaleme alınmış. Buna da çok şaşırmışsınız.
Programda, sözlerinizin yeni bir toplumun yaratılmasında ya da var olanın sorgulanmasında bir fırsat olarak görülmesini bekliyordunuz. Kadının çalışması ve aşkı, aile yapısı, konut büyüklüğü, iletişim, yaşlıların ve çocukların bakımı gibi konulardan hareketle toplumsal yapının en azından tartışılmasını ummuş olmayı istiyordunuz.
Gelin şimdi bu istediğinizi birlikte yapalım. Somut olsun, yeni olsun, anlaşılma çabalarınıza değsin diye sizin o programda sarf ettiğiniz sözler üzerinden yapalım bu sorgulamayı.
Öncelikle şikayetçi olduğunuz çekirdek ailelerden ve apartmanlardan başlayalım mı?
Ben de büyük avlulu, bol odalı, odaların penceresinden güneşle birlikte bahçedeki ağaçların dalları giren, cümle kapıları çift kanatlı, neneli, dedeli, yengeli, “adımını attığında sokakta olduğun” evlerde geçirdim çocukluğumu ve onları, o avare zamanlarımı çok özlüyorum.
Şehirlerimizdeki evler de öyleydi bir zamanlar. Bahçesinde, sokağında çocukların oynayabildiği, bir ya da iki katlı, komşuların, pişirdiğinden bir tabak da yanındakine sunduğu evlerdi.
Öyle değil mi iki gözüm Ali Bey?
Cumhuriyetin ilk yapılarına bakın bir kez. O dönem yapılmış evler, apartmanlar kadar resmi binalarının bile bir ruhu vardı.
Bir cumhuriyet projesi olduğunu söylediğiniz apartmanlaşma, iletişimin kesilmesi, yaşlıya çocuğa duyarsızlık, doğru anlamak gerekiyorsa cumhuriyetin değil liberalleşmenin işi değil mi? Adnan Menderes’in, Süleyman Demirel’in, Turgut Özal’ın, Tansu Çiller’in ve en son Recep Tayyip Erdoğan’ın uyguladığı kuralsız, özelleştirmeci, pazarlamacı liberal politikaların toplumsal sonuçları değil mi?
Nerede şimdi o binalarımız
Kim ya da kimler, Hitit’lerden, Bizans’tan, Selçuklu’dan, Osmanlı’dan, Cumhuriyet’in ilk yıllarından kalan binalarımızı, kutu gibi evlerimizi gökdelenlere, şekilsiz, çürük, çirkin apartmanlara peşkeş çektirdi ve çektirmeye devam ediyor.
Ya kadınlar?
O büyük geleneksel evlerin yükü kaç kadının omzunda dönüyordu hiç düşündünüz mü? Kaç kadının uykuya doyamamış yılları vardı konuşulamıyordu, ona yakın doğumu, beş altı düşüğü, rızası olmadan evlendirilmesi, en ufak aykırılığında büyük bir utanç yüklenerek baba evine yollanması, üstüne kuma getirilmesi o evlerde bir türlü görülemiyordu, sesleri, ağlayışları duyulamıyordu. Çocuklarını bile doyasıya sevemiyordu kadınlar.
Biz artık büyüdük Ali bey kardeşim. Dünya değişti.
Bugün size göre Kadınlar gerekirse çalışmalı. Kadınlar çalışmasın, demediniz. Ama hepsi çalışsınlar diye de bir kural olmamalıydı size göre.
Sizce bu dünya sisteminde ekonomik özgürlüğü olmayan kadın ya da erkek kimin söz hakkı,yaşama hakkı olduğu bir yana, bırakın, kadınlar karar versinler buna. Başkalarının hayal ettiği bir yaşam için, çalışma ve kamusal yaşama katılma biçimlerini kendileri belirlesin. Başkalarının yaşamları üzerinden politika yapılmasın.
Bugün hepsi çalışmasın dediğiniz kadınların kaç bin tanesinin evlerinde kapalı bir şekilde, büyük firmaların aracıları yoluyla, sigortasız ve kölelik ücretiyle çalışmak zorunda olduğu konusunda ne diyorsunuz?
Yaşlılarımızı huzurevlerine bırakmayalım diyorsunuz. Ben de yaşlının, özürlünün, doğal ortamının dışında bakılmasını hoş bulmuyorum. Ancak evde yaşlıya da çocuğa da engelliye de bakan yine kadın. Yaşlılarımızı huzurevine bırakmayalım demek yerine erkeklerin de evde ve ev işlerinde daha çok sorumluluk almaya çağıramaz mıydınız? Ya da doğal ortamlarında desteklenmelerini tartışamaz mıyız. Ki biz meslek elemanları olarak bunu yıllardır tartışıp bir türlü, görkemli açılış törenleri meraklısı yöneticilerimize kabullendiremiyoruz.
Muhafazakar belediyelerin icraatlarına bir bakın isterseniz. Özellikle büyük şehir niteliğinde olanlar. 500 – 1000 kişilik huzurevleri açma konusunda gerçekten yarışıyorlar. Yaşlı mı inşaat mı düşünülüyor diye merak ediyor insan.
Yaşlıların evlerinde, mahallelerinde desteklenerek yaşamlarını sürdürebilecek bir çok alternatif varken neden sayı çoğaldıkça birey olma vasıfları törpülenen devasa huzurevleri açıldığını sormuyorsunuz?
Mahallelerde, küçük ölçekli, evleri çağrıştıran ve gündüzlü olan, hizmet alanların birbirlerini tanımalarını ve dayanışmalarını sağlayan, annelerin ziyaretine açık kreşler, yaşlı evleri, engelliler merkezlerini tartışmak yerine, neden her şeyi kadınlara ve gelenekselliğe yüklemek istiyorsunuz?
Ah Ali Bulaç,
Böyle olmaz kadim kardeş,
Söylediklerinizi ben doğru anladığımı düşünüyorum. Ama anladığıma da katılamıyorum.
Modern kadın tanımınızı çok kavrayamasam da, başında örtü olup olmadığını kast etmediğinize, bu konudaki tavrınızı az çok bildiğim için inandım.
Birkaç ay önce medya muhafazakar erkeklerin hayalini süsleyenin Sibel Can olduğunu belirtmişti. Bu hanım da, beğenilmesinin kendisinin aile tipi kadın olmasından kaynaklandığını ve bu sonuçtan çok mutluluk duyduğunu duyurmuştu televizyonlarda. Bildiğim kadarıyla sizin çevrelerden bir itiraz gelmemişti. Demek ki kadın tek tip anlaşılmıyor artık. Moderni de gelenekseli de.
Bu hanımın kaderi midir nedir, beş altı yıl önce aynı hanım üzerinden bir yazı ya da söyleşi hatırlıyorum ki o da “modernlik her akşam televizyonlarda onun koltuk altını göstermek olmamalı” türünden bir tartışmaydı. Ne ironi değil mi?
İronileri geçelim kardeşim,
Söylemek istediğiniz şeyin, sakızından şampuanına, araba lastiğinden arabanın kendisine, kadar satışı yapılan ürünün çıplak kadınlarca tanıtılıp satılır olmasını ve bunun da o kadınların kolay elde edilebilirliği işaret ettiği yönde anladım ben. Kadının ürünün bizzat kendisi olduğu durumlar da dahil. Sizin beklediğiniz gibi anladım.
Ama burada bile göremediğinizden dolayı sarf etmiş olduğunuzu umduğum büyük bir çelişki, çıkmaz ve önyargı var?
Başında örtü olan kadınlar soyunmuyor.
Başında örtü olmayan, kolsuz giyinen, plajda mayolu yüzen kadınlar da soyunmuyor.
Ama söylediklerinizden bu kadınların soyunabilme ihtimalinin yüksek olduğu çıkıyor. Soyunabilme ihtimali yüksek ise kolay elde edilme ihtimali de yüksektir gibi bir sonuç da.
Yani kadın askılı giyiniyorsa soyunabilir ve kolaydır?
Yok böyle bir şey cancağazım.
O, sözünü ettiğiniz kadınların soyunması, soyundurulması bambaşka bir şey.
İşte görmek, düşünmek, dokunmak istemediğiniz konu bu?
Belki de en çok korktuğunuz?
Programda; ciddi mücadeleler verdikleri için Avrupalı feministlere saygı duyduğunuzu ama buradakilere, yerli feministlere, haklarının yukarıdan verildiği ve her şeyi “çeviri olarak” dışarıdan öğrenip uygulamaya kalktıklarını düşündüğünüz için saygı duymadığınızı söylediniz
Oysa sizin bugün görebildiğiniz ve açıkça dillendirmekten geri durduğunuz konuyu onlar ilk çıktıkları yıllarda dosdoğru ve bağıra bağıra söylüyorlardı, bugün de söylüyorlar.
Katılanlar hatırlar on beş yıl önce Ankara Yüksel Caddesinde büyük baskılara karşın yaptığımız 8 Mart şenliklerinde, Perşembe Grubunun standı sadece bu konuya ayrılmıştı. Ne zaman ortak bir toplantıya katılsam, kapitalizmin kadınları kullanmasının ülkemizdeki feminist gündemin önemli başlığı olduğunu görürüm.
Siz okuyan, düşünen bir insansınız. Kapitalizmde her şeyin kadınla satıldığı bilirsiniz. Kadınları kullanma biçimlerinden biri de budur kapitalizmin. Bazısını kendi evinde kaçak işçi olarak çalıştırırken bazısını da böyle kullanmaya kalkar.
Bakın bakalım kimlerin bayisi olduğu ulusüstü firmalar hangi kadınları ister soyunuk, ister giyinik ne şekilde kullanıyor? Ve tabii çocukları da.
Can kardeş Ali Bey,
İşin bu boyutlarını gerçekten yeni mi görüyorsunuz? Yeni bile olsa, adlı adınca tanımlanamasa da görebilmenizin benim için anlamı çok büyük?
Kimler yoğunlukla ticaret yapıyor bu memlekette, ticaret yapanlar mallarını neyle satıyorlar?
Ticaret yapmayı sorgulayalım mı?
Ticaretin varsa ahlakını? İşte bu; ne denli barışçı, akılcı, ütopyacı olsanız da sizin için bile şimdilik zor hatta imkansız?
Ticaret sizin durduğunuz yerden en meşru görülen etkinlik.
Bunu sorgulayan sorgulayabilen insanlar için hala umut var.
Yarını hazırlayanlar da yaşayıp yazanlar da onlar olacak galiba.
Bugün özellikle yakın coğrafyada bizlere yaşatılanlar; çaresizlikten dolayı kimliği korumanın çok önemli olduğunu, kimliğin de, etnik köken, milliyet, ırk ya da din ve mezhep olduğunu dayatmaya kalkıyor. Böyle bir sürükleniş içindeyiz. Uzak çoğrafyalarda ve aşmış görünen yerlerde bile etkisi yüksek.
Sınıfsal bakamazsak, böyle yanlış yerden görmeler, yanlış değerlendirmeler, yanlış anlaşılmalar daha çok olacak. Militarizm artacak. Öfke, kin, kutuplaşma birikip birikip büyük bir kopuşa neden olacak. Sınıfsal bakamadığında halkı, kültürel mirası, kadim kentleri, çocukları bugünü ve geleceği içtenlikle dert edinen bir çok insan daha bir çok kez düşünüp düşünüp işin içinden çıkamayacak. Çağa umutsuzlukla, kederle, hayal kırıklığıyla seyirci kalacak. Ve yenilecek.
Merak ediyorum çevre konusunda, diğer canlıların yaşam hakkı konusunda neler diyorsunuz?
Muhafazakar çevreler biyolojik çeşitliliğin korunması, doğa koruma çalışmaları, çevre duyarlılığı, kentsel haklar, kürk ve deri satışı konusunda neredeler?
Kavil kardeş,
Ali kardeş,
Sayın Bulaç,
Aşkı unutmuş olamazsınız.
Ne üretiyorsak üretelim aşk olmadan olmaz. İnsanı diğer canlılardan ayıranın düşünmek ya da konuşmak olduğu söylenir. Oysa ne düşünmek ne de konuşmak dünyanın bugün insanlar tarafından bir cehenneme dönüştürülmesini engelledi. Aksine. Ama aşk. O başka bir şey. Aşk bizim en insani yönümüz. En güzel, en ince en kırılgan, en doğal, en âlâ yönümüz. Özümüz. Aşkla baktığımızda, okuduğumuzda, yazdığımızda, boyadığımızda, dinlediğimizde, çalıştığımızda, uyuduğumuzda, uyandığımızda, aşkla yola çıktığımızda bir anlamı oluyor çoraklaştırılmış hayatlarımızın. Aşksız yapılan hiçbir şeyin, söylenen hiçbir sözün ruhu, özü, anlamı ve estetiği olmuyor. Bunları yazıyorum diye beni de kolay elde edilebilir kadın olarak değerlendireceğinizi sanmıyorum.
Aşkı uğruna bir çok şeyi göze alan kadınları da öyle nitelemeyeceksiniz umarım. O kadınlar ki aşkları uğruna bedenlerini ve ruhlarını soyuyor, giydiriyor, yanıyor ve yakıyor, köleleşiyor, asileşiyor, olmadık işler yapıyorlar. Ve bir kişi için, sadece sevdikleri biri için, yapıyorlar bunu. Aşkla ve başka hiçbir duygunun sağlayamayacağı sadakatle. Onlara kolay kadın derseniz yaşamı hiç tanımıyorsunuz demektir ki o zaman size söyleyecek hiçbir şeyim kalmıyor.
Azizim Ali kardeş,
İsterseniz son bir konuya daha birlikte bakalım.
Kolay kadın ne demek? Kim kimler kolayca elde ediyor bu kadınları? Kolay elde ettikleri kadınları ne yapıyorlar? Hangi erkek için kolay elde edilebilir kadın gerekiyor? Kolay erkekler kimler oluyor? Zor erkek var mı ki zor ya da kolay kadın diye bir kavramı konuşuyoruz. Bu nasıl bir dil? Özgür, mutlu, barış içinde, eşitlikçi, adaletli bir dünyayı oluşturacak olan böyle bir dil mi sizce?
Bence değil.
Bence değil.
Size de yakıştıramam açıkçası
Bir panelde modern kadının kolay elde edilirliği gibi bir laf etmişsiniz. Size göre bu laf yanlış anlaşılmış. Ve bu yanlış anlaşılma üzerinden, gazetelerce, dünyanın ve ülkenin bir çok meselesi bir yana bırakılıp tam yirmi sekiz yazı kaleme alınmış. Buna da çok şaşırmışsınız.
Programda, sözlerinizin yeni bir toplumun yaratılmasında ya da var olanın sorgulanmasında bir fırsat olarak görülmesini bekliyordunuz. Kadının çalışması ve aşkı, aile yapısı, konut büyüklüğü, iletişim, yaşlıların ve çocukların bakımı gibi konulardan hareketle toplumsal yapının en azından tartışılmasını ummuş olmayı istiyordunuz.
Gelin şimdi bu istediğinizi birlikte yapalım. Somut olsun, yeni olsun, anlaşılma çabalarınıza değsin diye sizin o programda sarf ettiğiniz sözler üzerinden yapalım bu sorgulamayı.
Öncelikle şikayetçi olduğunuz çekirdek ailelerden ve apartmanlardan başlayalım mı?
Ben de büyük avlulu, bol odalı, odaların penceresinden güneşle birlikte bahçedeki ağaçların dalları giren, cümle kapıları çift kanatlı, neneli, dedeli, yengeli, “adımını attığında sokakta olduğun” evlerde geçirdim çocukluğumu ve onları, o avare zamanlarımı çok özlüyorum.
Şehirlerimizdeki evler de öyleydi bir zamanlar. Bahçesinde, sokağında çocukların oynayabildiği, bir ya da iki katlı, komşuların, pişirdiğinden bir tabak da yanındakine sunduğu evlerdi.
Öyle değil mi iki gözüm Ali Bey?
Cumhuriyetin ilk yapılarına bakın bir kez. O dönem yapılmış evler, apartmanlar kadar resmi binalarının bile bir ruhu vardı.
Bir cumhuriyet projesi olduğunu söylediğiniz apartmanlaşma, iletişimin kesilmesi, yaşlıya çocuğa duyarsızlık, doğru anlamak gerekiyorsa cumhuriyetin değil liberalleşmenin işi değil mi? Adnan Menderes’in, Süleyman Demirel’in, Turgut Özal’ın, Tansu Çiller’in ve en son Recep Tayyip Erdoğan’ın uyguladığı kuralsız, özelleştirmeci, pazarlamacı liberal politikaların toplumsal sonuçları değil mi?
Nerede şimdi o binalarımız
Kim ya da kimler, Hitit’lerden, Bizans’tan, Selçuklu’dan, Osmanlı’dan, Cumhuriyet’in ilk yıllarından kalan binalarımızı, kutu gibi evlerimizi gökdelenlere, şekilsiz, çürük, çirkin apartmanlara peşkeş çektirdi ve çektirmeye devam ediyor.
Ya kadınlar?
O büyük geleneksel evlerin yükü kaç kadının omzunda dönüyordu hiç düşündünüz mü? Kaç kadının uykuya doyamamış yılları vardı konuşulamıyordu, ona yakın doğumu, beş altı düşüğü, rızası olmadan evlendirilmesi, en ufak aykırılığında büyük bir utanç yüklenerek baba evine yollanması, üstüne kuma getirilmesi o evlerde bir türlü görülemiyordu, sesleri, ağlayışları duyulamıyordu. Çocuklarını bile doyasıya sevemiyordu kadınlar.
Biz artık büyüdük Ali bey kardeşim. Dünya değişti.
Bugün size göre Kadınlar gerekirse çalışmalı. Kadınlar çalışmasın, demediniz. Ama hepsi çalışsınlar diye de bir kural olmamalıydı size göre.
Sizce bu dünya sisteminde ekonomik özgürlüğü olmayan kadın ya da erkek kimin söz hakkı,yaşama hakkı olduğu bir yana, bırakın, kadınlar karar versinler buna. Başkalarının hayal ettiği bir yaşam için, çalışma ve kamusal yaşama katılma biçimlerini kendileri belirlesin. Başkalarının yaşamları üzerinden politika yapılmasın.
Bugün hepsi çalışmasın dediğiniz kadınların kaç bin tanesinin evlerinde kapalı bir şekilde, büyük firmaların aracıları yoluyla, sigortasız ve kölelik ücretiyle çalışmak zorunda olduğu konusunda ne diyorsunuz?
Yaşlılarımızı huzurevlerine bırakmayalım diyorsunuz. Ben de yaşlının, özürlünün, doğal ortamının dışında bakılmasını hoş bulmuyorum. Ancak evde yaşlıya da çocuğa da engelliye de bakan yine kadın. Yaşlılarımızı huzurevine bırakmayalım demek yerine erkeklerin de evde ve ev işlerinde daha çok sorumluluk almaya çağıramaz mıydınız? Ya da doğal ortamlarında desteklenmelerini tartışamaz mıyız. Ki biz meslek elemanları olarak bunu yıllardır tartışıp bir türlü, görkemli açılış törenleri meraklısı yöneticilerimize kabullendiremiyoruz.
Muhafazakar belediyelerin icraatlarına bir bakın isterseniz. Özellikle büyük şehir niteliğinde olanlar. 500 – 1000 kişilik huzurevleri açma konusunda gerçekten yarışıyorlar. Yaşlı mı inşaat mı düşünülüyor diye merak ediyor insan.
Yaşlıların evlerinde, mahallelerinde desteklenerek yaşamlarını sürdürebilecek bir çok alternatif varken neden sayı çoğaldıkça birey olma vasıfları törpülenen devasa huzurevleri açıldığını sormuyorsunuz?
Mahallelerde, küçük ölçekli, evleri çağrıştıran ve gündüzlü olan, hizmet alanların birbirlerini tanımalarını ve dayanışmalarını sağlayan, annelerin ziyaretine açık kreşler, yaşlı evleri, engelliler merkezlerini tartışmak yerine, neden her şeyi kadınlara ve gelenekselliğe yüklemek istiyorsunuz?
Ah Ali Bulaç,
Böyle olmaz kadim kardeş,
Söylediklerinizi ben doğru anladığımı düşünüyorum. Ama anladığıma da katılamıyorum.
Modern kadın tanımınızı çok kavrayamasam da, başında örtü olup olmadığını kast etmediğinize, bu konudaki tavrınızı az çok bildiğim için inandım.
Birkaç ay önce medya muhafazakar erkeklerin hayalini süsleyenin Sibel Can olduğunu belirtmişti. Bu hanım da, beğenilmesinin kendisinin aile tipi kadın olmasından kaynaklandığını ve bu sonuçtan çok mutluluk duyduğunu duyurmuştu televizyonlarda. Bildiğim kadarıyla sizin çevrelerden bir itiraz gelmemişti. Demek ki kadın tek tip anlaşılmıyor artık. Moderni de gelenekseli de.
Bu hanımın kaderi midir nedir, beş altı yıl önce aynı hanım üzerinden bir yazı ya da söyleşi hatırlıyorum ki o da “modernlik her akşam televizyonlarda onun koltuk altını göstermek olmamalı” türünden bir tartışmaydı. Ne ironi değil mi?
İronileri geçelim kardeşim,
Söylemek istediğiniz şeyin, sakızından şampuanına, araba lastiğinden arabanın kendisine, kadar satışı yapılan ürünün çıplak kadınlarca tanıtılıp satılır olmasını ve bunun da o kadınların kolay elde edilebilirliği işaret ettiği yönde anladım ben. Kadının ürünün bizzat kendisi olduğu durumlar da dahil. Sizin beklediğiniz gibi anladım.
Ama burada bile göremediğinizden dolayı sarf etmiş olduğunuzu umduğum büyük bir çelişki, çıkmaz ve önyargı var?
Başında örtü olan kadınlar soyunmuyor.
Başında örtü olmayan, kolsuz giyinen, plajda mayolu yüzen kadınlar da soyunmuyor.
Ama söylediklerinizden bu kadınların soyunabilme ihtimalinin yüksek olduğu çıkıyor. Soyunabilme ihtimali yüksek ise kolay elde edilme ihtimali de yüksektir gibi bir sonuç da.
Yani kadın askılı giyiniyorsa soyunabilir ve kolaydır?
Yok böyle bir şey cancağazım.
O, sözünü ettiğiniz kadınların soyunması, soyundurulması bambaşka bir şey.
İşte görmek, düşünmek, dokunmak istemediğiniz konu bu?
Belki de en çok korktuğunuz?
Programda; ciddi mücadeleler verdikleri için Avrupalı feministlere saygı duyduğunuzu ama buradakilere, yerli feministlere, haklarının yukarıdan verildiği ve her şeyi “çeviri olarak” dışarıdan öğrenip uygulamaya kalktıklarını düşündüğünüz için saygı duymadığınızı söylediniz
Oysa sizin bugün görebildiğiniz ve açıkça dillendirmekten geri durduğunuz konuyu onlar ilk çıktıkları yıllarda dosdoğru ve bağıra bağıra söylüyorlardı, bugün de söylüyorlar.
Katılanlar hatırlar on beş yıl önce Ankara Yüksel Caddesinde büyük baskılara karşın yaptığımız 8 Mart şenliklerinde, Perşembe Grubunun standı sadece bu konuya ayrılmıştı. Ne zaman ortak bir toplantıya katılsam, kapitalizmin kadınları kullanmasının ülkemizdeki feminist gündemin önemli başlığı olduğunu görürüm.
Siz okuyan, düşünen bir insansınız. Kapitalizmde her şeyin kadınla satıldığı bilirsiniz. Kadınları kullanma biçimlerinden biri de budur kapitalizmin. Bazısını kendi evinde kaçak işçi olarak çalıştırırken bazısını da böyle kullanmaya kalkar.
Bakın bakalım kimlerin bayisi olduğu ulusüstü firmalar hangi kadınları ister soyunuk, ister giyinik ne şekilde kullanıyor? Ve tabii çocukları da.
Can kardeş Ali Bey,
İşin bu boyutlarını gerçekten yeni mi görüyorsunuz? Yeni bile olsa, adlı adınca tanımlanamasa da görebilmenizin benim için anlamı çok büyük?
Kimler yoğunlukla ticaret yapıyor bu memlekette, ticaret yapanlar mallarını neyle satıyorlar?
Ticaret yapmayı sorgulayalım mı?
Ticaretin varsa ahlakını? İşte bu; ne denli barışçı, akılcı, ütopyacı olsanız da sizin için bile şimdilik zor hatta imkansız?
Ticaret sizin durduğunuz yerden en meşru görülen etkinlik.
Bunu sorgulayan sorgulayabilen insanlar için hala umut var.
Yarını hazırlayanlar da yaşayıp yazanlar da onlar olacak galiba.
Bugün özellikle yakın coğrafyada bizlere yaşatılanlar; çaresizlikten dolayı kimliği korumanın çok önemli olduğunu, kimliğin de, etnik köken, milliyet, ırk ya da din ve mezhep olduğunu dayatmaya kalkıyor. Böyle bir sürükleniş içindeyiz. Uzak çoğrafyalarda ve aşmış görünen yerlerde bile etkisi yüksek.
Sınıfsal bakamazsak, böyle yanlış yerden görmeler, yanlış değerlendirmeler, yanlış anlaşılmalar daha çok olacak. Militarizm artacak. Öfke, kin, kutuplaşma birikip birikip büyük bir kopuşa neden olacak. Sınıfsal bakamadığında halkı, kültürel mirası, kadim kentleri, çocukları bugünü ve geleceği içtenlikle dert edinen bir çok insan daha bir çok kez düşünüp düşünüp işin içinden çıkamayacak. Çağa umutsuzlukla, kederle, hayal kırıklığıyla seyirci kalacak. Ve yenilecek.
Merak ediyorum çevre konusunda, diğer canlıların yaşam hakkı konusunda neler diyorsunuz?
Muhafazakar çevreler biyolojik çeşitliliğin korunması, doğa koruma çalışmaları, çevre duyarlılığı, kentsel haklar, kürk ve deri satışı konusunda neredeler?
Kavil kardeş,
Ali kardeş,
Sayın Bulaç,
Aşkı unutmuş olamazsınız.
Ne üretiyorsak üretelim aşk olmadan olmaz. İnsanı diğer canlılardan ayıranın düşünmek ya da konuşmak olduğu söylenir. Oysa ne düşünmek ne de konuşmak dünyanın bugün insanlar tarafından bir cehenneme dönüştürülmesini engelledi. Aksine. Ama aşk. O başka bir şey. Aşk bizim en insani yönümüz. En güzel, en ince en kırılgan, en doğal, en âlâ yönümüz. Özümüz. Aşkla baktığımızda, okuduğumuzda, yazdığımızda, boyadığımızda, dinlediğimizde, çalıştığımızda, uyuduğumuzda, uyandığımızda, aşkla yola çıktığımızda bir anlamı oluyor çoraklaştırılmış hayatlarımızın. Aşksız yapılan hiçbir şeyin, söylenen hiçbir sözün ruhu, özü, anlamı ve estetiği olmuyor. Bunları yazıyorum diye beni de kolay elde edilebilir kadın olarak değerlendireceğinizi sanmıyorum.
Aşkı uğruna bir çok şeyi göze alan kadınları da öyle nitelemeyeceksiniz umarım. O kadınlar ki aşkları uğruna bedenlerini ve ruhlarını soyuyor, giydiriyor, yanıyor ve yakıyor, köleleşiyor, asileşiyor, olmadık işler yapıyorlar. Ve bir kişi için, sadece sevdikleri biri için, yapıyorlar bunu. Aşkla ve başka hiçbir duygunun sağlayamayacağı sadakatle. Onlara kolay kadın derseniz yaşamı hiç tanımıyorsunuz demektir ki o zaman size söyleyecek hiçbir şeyim kalmıyor.
Azizim Ali kardeş,
İsterseniz son bir konuya daha birlikte bakalım.
Kolay kadın ne demek? Kim kimler kolayca elde ediyor bu kadınları? Kolay elde ettikleri kadınları ne yapıyorlar? Hangi erkek için kolay elde edilebilir kadın gerekiyor? Kolay erkekler kimler oluyor? Zor erkek var mı ki zor ya da kolay kadın diye bir kavramı konuşuyoruz. Bu nasıl bir dil? Özgür, mutlu, barış içinde, eşitlikçi, adaletli bir dünyayı oluşturacak olan böyle bir dil mi sizce?
Bence değil.
Bence değil.
Size de yakıştıramam açıkçası
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)