8 Eylül 2014 Pazartesi

NEGATİF ÖZGÜR KADINLAR YA DA KADINLARIN NEGATİF ÖZGÜRLÜĞÜ




(Bir Roman Karakteri Yaratma Sürecine Notlar)
Müjgan’a ve Anadolu’nun tüm kızlarına…

Bir süredir; her insanın hayatını zehir eden sistematik bir algı karmaşası içinde yaşadığımızı gözlemliyorum. Ama bu karmaşayı bu yazıda sadece kadınlar için konu edeceğim çünkü biz kadınlar bu karmaşanın sürecini ve sonucunu hem çok daha dramatik hissediyoruz hem de karakterini oluşturmaya çalıştığım romanımın kahramanı bir kadın, adı Müjgan.
Anladığım kadarıyla karmaşa şöyle başlıyor; Anadolu’da bir yerlerde -ve belki de dünyanın birçok yerinde de- bir kız doğuyor, kızın dünyaya gelişiyle annesini başka babasını, abisini başka bir sancı tutuyor. Cinsiyet temelli toplumlarda kızların doğuşu çok daha sancılı sanki. Kız çocukları aile tarafından normalden çok fazla korunuyor ve kollanıyor. İşte bu normal dışı korunma ve kollanmayla birlikte kız çocukları için bir belalı “Varoluş” süreci başlıyor. Büyüme ve yaşama süreci bir ömür törpülemesi sürecine dönüşüyor. Farkında olsunlar ya da olmasınlar –ki daha çok olmadıklarını düşünüyorum – aileler bu işte, görünürde iki ayrı yol izliyor. İki yol da, daha çocuk doğar doğmaz başlıyor ve çok küçücükten işleniyor. Eğer fark edilmez ve müdahale edilmezse de hayat boyu devam eden bir çıkmaz oluyor.
Birincisinde; “Benim kızım erkek gibidir.”, “Bir manga askerin arasına yollasam korkmam.”, ”Erkek Fatma kızım benim.”, “Bu var ya bu, abisini bile bilek güreşinde yeniyor amcası.” diye diye, bir güzel yontuluyor. Ondan sonra da kimlik bunalımından bunalım beğeniyor.
Bu tür yaklaşımla yetiştirilenler; hayatları boyunca ailelerinin, aile bireylerinin, arkadaş ve akraba çevresinin ihtiyaçlarını, toplumun ihtiyaçlarını anında ve her koşulda fark ediyor ama kendi ihtiyaçlarını bir türlü fark etmiyor, edemiyor. Hiç bir isteğini meşru göremiyor. Daha doğrusu hiçbir ihtiyacı olmadığını düşünüyor. O nedenle de ne aileden ne hayattan hiçbir talepte bulunmuyor. Olması gerekenden çok daha fazla gözü tok biri haline getiriliyor. Hep net biri olması sağlanıyor. Dosdoğru biri yapılıyor. Hep iyi karakter oluyor ama hiç kendisi olmuyor. Olamıyor. Artık istese de kız gibi davranamıyor çünkü sürekli aklı ve mantığı ile hareket ediyor. Ve ne yazık ki en gerekli zamanda bile içgüdülerinin, duygularının farkına varamıyor.
İkinci yolda ise, kız çocuğu; “Babasının prensesi”, “Annesinin ecesi”, “Ailenin nazlısı” “Nenesinin biriciği” gibi bir yıkama yağlamayla aileye bağımlılaşıyor.
Bu kez de duygularını fark eden ama onlardan nedense utanan ve utandığı için gizleyen, saklayan biri haline geliyor. Duygularını yaşarsa ailesinin üzüleceğine hükmeden, en haklı isteğini bile gizli saklı yapan bir birey haline dönüşüyor. Hayata dair her şeyi cilveyle, nazla dile getirme gayretine düşüyor. Güzellik, gençlik, beğenilme her zaman önemsediği konular haline getiriliyor.
Birimiz tüm kadınca yönlerini gizlerken birimiz tüm kadınca yönlerini abartarak yansıtır hale geliyor bu sistemle. Birisini çok erkeksi ya da cinsiyetsiz bulan toplum diğerini de çok flörtöz veya yosma bulabiliyor. Ve kendisinde uyumlu olması için böyle yetiştirilen kızları yaftalayacak, yargılayacak şeyleri yine toplumun kendisi üretiyor. Kadın korkusu. Erkek egemen toplumların kadın korkusu bu olsa gerek.
Birbirine ne kadar zıt görünse de bu coğrafyada karakterlerimiz çoğunlukla böyle oluşturuluyor. Her iki grup da, önce aileye sonra başta evlilik olmak üzere diğer kurumlara bağımlılaştırılıyor. Köleliğimizi gönüllü hale getirmenin en acıklı ve en zalimane yolu ile terbiye ediliyoruz.
Belki binlerce yıldır süren bu uygulamada, ne yazık ki aileden kadınların katılımı da söz konusu oluyor. Hatta bazen bizzat onların kanalıyla yapılıyor... Aslında anneler, neneler, ablalar daha önce de kendilerine yapılmış olanları zamanla unutuyor. Yaşadıklarını çektiklerini unutuyorlar. Unutmasalar bir insanın ruhunu bu denli parçalayan bir sürece en azından kendi çocukları için razı olmazlar gibime geliyor. Ama onlar da kendileri olma şansını çoktan yitirdiklerinden duyguları körelmiş oluyor. Unutmasalar da donuk kalıyorlar… Yoksa anne, baba, kardeş, abi hiç önemi değil kimsenin kimseye bilerek ve isteyerek ruhunu bu denli parçalayıp atacak kadar düşmanlık etmesi mümkün görünmüyor. Hele bir de bunu yapan olmak var? Bir çocuğun ruhunu söndürüyor olmak? Neyse ki işin o boyutu bu yazının konusu değil. Bir şekilde zihin bunun farkında olmuyor. Farkında olunduğu durumlar da ise binlerce yıldır süren bu düzene karşı koymaya üşeniliyor, aileyle toplumla gelenekle görenekle çatışmaya girilmek istenmiyor. Kara koyun olmak göze alınmıyor.
Biz de; bize yapılanın farkında olamıyoruz çoğunlukla. Farkında olsak biraz direnebiliriz belki. Belki biraz sorgulayabiliriz. Kadere bile olsa belki biraz kızıp isyan edebiliriz. Ama çoğunlukla algılayamıyoruz, normali bu sanıyoruz, anlayamıyoruz. Nasıl anlayalım, küçüğüz, çocuğuz daha.
Ana babalar bizleri böyle gaza getirdikçe; o öyle davranışların o öyle yapışların üzerinden kendimizi çok önemli ve değerli sanıyoruz. Ve biraz büyüdüğümüzde -ki çok erken büyütürler bizi- kiminde on kiminde on üç, on beş, on yedi kiminde yirmi, yirmi beş, otuz yaşarında olduğumuzda – evlilik olaylarını falan geçiyorum - yükleniyorlar hemen sırtımıza… Ev işlerinin yapılması gerekiyordur, bize ihtiyaç vardır gönüllüce temizlik, bulaşık, ütü yapmaya girişiyoruz gayretle. Evde çocuk, yaşlı, hasta vardır bakılacak, bakıyoruz. Eve para getirmesi gereken birine ihtiyaç vardır. İş başa düşüyor çalışıp eve para getiriyoruz. Ve bunları yapabildiğimiz için de kendimizi önemli sanıyoruz. Bir eylem bir sorumluluk bir üretim içinde olduğumuz için bir güç ve bir serbestlik elde ediyoruz ama azıcık. Bu sefer de bu güç kırıntısı en çok bizi yanıltıyor kendimizi değerli sanıyoruz özgür, hatta muktedir bile sanıyoruz. Ah ne çok ne çok yanılıyoruz… Ve bir karakter böyle böyle inşa ediliyor
Bazen de sırf övünülmesi gerekiyordur, sırf onlar bizim üzerimizden öğünebilsinler diye onlara övünecek bir başarı bir beceri hediye ediyoruz, fedakarca olduğunu bilmeden, fedakarca. Ve boyumuzu aşan böyle daha nice işlerin altına giriyoruz defalarca defalarca defalarca… .
Kız çocuğundan genç kıza oradan genç kadına dönüşürken özümüze yönelik olarak; “Her şeyi yapabiliriz” algısı oluşuyor bizde. “Her şeye izin var” algısı oluşuyor. Biz kendimizi böylesine özgür sanırken aslında kendimizden gönüllüce vazgeçmemiz sağlanıyor.
Oysa bir bakabilsek; özgürleşmemiz için bize hiçbir olanak sağlanmadığını göreceğiz. Hiçbir olanak sunulmadığına uyanacağız. Kendimizi bulabileceğimiz, özgürleşebileceğimiz hiçbir veriye asla sahip kılınmadığımızı fark edeceğiz. Çoğumuz bakamıyoruz.
Bu yapı evlilikte, çocukların sorumluluğunda, bürokraside, partide, cemaatte, sivil toplum örgütünde, devlette, aşirette de böyle, erkeklerin ardından devam edip gidiyor. Havva kızları iyi eş oluyor, iyi ev kadını, iyi örgüt yöneticisi ama hep küserek ve canları acıyarak.
Gönüllü çalışmalar da en çok bu kadınların emeği ve arızası üzerinde yükseliyor. Herhangi bir dava önce bu görünmez işçileri, Havva kızlarını esir alıyor.
Bir grup kadın; ilk otomobil kullanan oluyor, ilk tıp fakültesi okuyan ilk uçak kullanan ilk şirket yöneten ilk milletvekili, ilk savcı, ilk mayoyla denize giren gibi başarılara yöneliyor.
Aynı gruptan başka bir kadında ise şöyle bir görüntü oluşuyor. Okuma yazma bilmeyip on dördünde evlenen ve yirmisinde beş çocuk annesi olan genç bir kadına bir örgütte olmak özgürlükmüş gibi geliyor. Evden sabah çıkıp akşam geliyorsun. Kaynanaya kaynataya görümceye verilecek bir hesabın yok – kendini özgür sanıyorsun-hatta bazen yemeğini de yapıyorlar, çocuklara da bakıyorlar. Gidiyorsun bir toplantıya kadın erkek karışık ve kimse “Niye katılıyorsun?” diye sormuyor. Erkeklerle omuz omuza mücadele ediyorsun. Şehir içinde birlikte görülebiliyorsun. İstanbul’a, hatta hatta Paris’e toplantıya bile gidebiliyorsun. Oralarda topluluklar karşısında konuşabiliyorsun. Seni dinliyorlar. Tanınmış insanlarla yemek yiyebiliyorsun. Kendini özgür sanıyorsun. Birçok kadının yaşamadığı, tatmadığı, hatta aklından bile geçirmediği bir özgürlük alanı. Nasıl ferahlıyorsun. Neredeyse kanatlanıp uçacaksın… Uçamıyorsun ama. Zaman kendi telleriyle sarıyor seni. Özgürlüğünün negatif özgürlük olduğu çok sonradan kafana dank ediyor. Görünürde her şeyi yapabilirsin, hatta yapılabiliyorsun ama kendi istediklerini yapabilme yetin kalmamış oluyor. Bu arada bir de çevrende dayanışabileceğin komşu kadınlara, akraba kadınlara, arkadaş kadınlara yabancılaşmış oluyorsun.
Diğer yolla yetiştirilen kadınlar da öyle; görünürde yiyorlar, içiyorlar, süsleniyorlar, geziyorlar, eğleniyorlar. Kimseyi taktıkları yok. Görünürde onlar daha bireysel, güya çok daha rahat kadınlar. Her konuda rahatlar, kendilerine bakacak, taşıyacak birileri mutlaka var. İşvenin kitabını yazmışlar. Barlar, tek gecelik maceralar, maceralı evlilikler, sancılı ilişkiler, sevgililer. Tatlı hayatın gülleri. Akşamları barlarda danslar, halaylar, şampanyalar geceleri evlerde ise yalnızlık, gözyaşı, keder. “Ne yaşadım ben?” Yine aynı kapı… Aynı çıkmaz. Ben kendi kalbimin istediği neyi yapıyorum? Özgürsem neden ağlıyorum?
Her iki durumda da ortada bir özgürlük görüntüsü oluyor. Özgürlüğün yalan olması, yalana sıkışan kadınları mutsuz ediyor, görüntüsü ise toplumu. Topluma - özellikle de kadın korkusuna sahip topluluklara- kadınlar çok özgürmüş gibi geliyor. Kocası dışında bir erkeke gördükleri her kadını direk dansı yapıyor sanıyorlar. Hadi onlar neyse ama diğerleri de örtüyü açmadığından içini bilemiyor. Ortada gerçek bir özgürlük olmadığı fark edilemiyor. Yaşananın ancak negatif bir özgürlük çerçevesinde tanımlanabileceği ve bunun cehennemsel bir pranga olduğunu anlamak istemiyor kimse.
İki farkı yolla yetiştirilen kadınların birbirini anlamaması hatta birbirini karşı taraf olarak algılaması ve aralarında oluşan rekabet de bu aymazlığı sürdürüyor.
Roman kahramanı Mujgan bir negatif özgür kadın modelidir. Her şeye özgürlük ama kadın olmaya, kalbinin peşinden gitmeye, bir kalbin olduğunu bilmeye; “Hayır” diyen bir özgürlük içine sıkıştırılmış, bir can bir kadın. Oysa en can alıcı olan en acıtıcı olan da işin bu yanı… Gidememek, kalamamak, kıyamamak, yapamamak… Kalbinin peşinden gitmek dışında her şeye izin veren bir hürriyet çemberi içine sıkışmış kalmış, bunu da ancak kırklı yaşlarında bir aşk acısında fark etmiş bir kadın. Önceleri tüm dünya kendinin sanmış. Her şeyi yapabilirim her şeye muktedirim hissiyle yaşamış uzun süre. “Topumu değiştirebilirim, çocukları özgürleştirebilirim, yoksulluğu ayrımcılığı bertaraf edebilirim” diye bakmış hep hayata. Öyle inanmış ki aklındakilere, kendinde hissettiği güçten ve özgürlükten sarhoş olduğu günler çok olmuş. Yirmilerinde böyleymiş sonra yıllar su gibi akmış geçmiş…
Feodal bir yapıda kadının özgür olması gibi bir şey var mı? Ya da kapitalist yapıda? Mümkün olmadığını okumuş bir kadın olarak belki en çok sen biliyorsun ama gece sokağa çıkabiliyorsun ve saatin on ikisinde taksiye atlayıp eve dönebiliyorsun ya Avrupalılara Amerikalılara ahkâm kesebiliyorsun ya, sendika yönetimine, parti yönetimine girebiliyorsun ya bir hareketin bir işletmenin önemli bir görevini üstlenebiliyorsun ya…
Ama kendin olamıyorsun…
İşte bunu zamanında anlayamıyorsun. Köprülerin altından çok suların akması gerekiyor. Çocuklukta anlayamadığını gençliğinde de anlayamıyorsun…
Sonra bir gün kadın bir bakıyor ki özgürlük mözgürlük yok. Kendine yönelik hiçbir serbestisi kalmamış. Bunu kavramasına kavrıyor ama artık gidemez hale geliyor. Gidemez, yapamaz, bırakamaz, olamaz…
Hüzünlü ve küskün kadınlara bir bakın özgürlüğü yakınındaki herkes için harcamış ama kendisi için kalbindeki için hayalleri için bir şey yapmamış insanlardır.
Aslında hiçbir şey yaşamamış sayılmazlar. Onlar da bir kendilerince şeyler yaşıyorlar. Onlardaki gönül de öyle az bir şey değil hani, gani gani. Ama ya gönlündeki gönlünde kalıyor ya da gönlündekine en yakın meşru biri ile meşru bir birliktelik. Ama meşru kabul edilen birileri, benzerinin yerini bir türlü dolduramıyor, tükeniyor bir gün. Geriye kalıyor gizli saklı ve ağır suçluluk duygusu ile yaşanan kırık dökük bir aşk hikâyesi… O da sürmüyor, süremiyor. Bazıları da içlerine kapanarak ya hiç yaşamamayı tercih ediyor ya da aldırmadığını sanarak herkesle bir maceraya sürükleniyor. Onların ki daha acı aslında.Her gece başka bir macera. Çevresini ve kendini inciterek yaşıyor her şeyi. Aşkı, eş olmayı, anneliği gün oluyor dostluğu da inciterek yaşıyor.
Öyle çok şeyi sindirebilen toplum, iş sevgiye gelince bir tek onu tabu kabul ediyor. İnsanın kalbini insana hatta kendine tabu kılıyorlar. Bir parça sevgiye bir parça gerçek özgürlüğe hasret içinde yaşıyor birçok kadın.
En büyük günah kalbini dinlemek; kendin olmak, kendini gerçekleştirmek… Hem kadınlar olarak bizler hem çevremizdeki okumuş yazmış arkadaşlarımız, yoldaşlarımız, kardeşlerimiz, kocamız, sevgilimiz özgürlüğümüzün negatif tarafını görmüyor. Herkeste bir körlük. Oysa erkeği erkek yapan kadını kadın, toplumu özgür, dünyayı yaşanır kılan, elbette ki kalbimizdeki şarkılar. Ama şarkılarımızı söylemek dışında bize her özgürlüğü tanınmasıyla kendi ruhumuza kendi bedenimize, yeryüzüne, gökyüzüne yabancı kılındığımızı uzun süre görmek, duymak anlamak istemiyoruz.
Ve zaman doluyor, sabır küpü doluyor biz, sadece durumu yaşayan olarak biz kadınlar; büyük bir üzüntüyle anlıyoruz. Anladığımızda da önce dağılıyoruz. Kocaman kocaman dağlar gibi yıkılıyoruz. Ey dağları delen Ferhat!
En çok da kalbinde taşıdığının onu anlamamasından inciniyor bir kadın. En çok ondan, yaklaşımından, yakınlaşmasından inciniyor. Kadınları bir tek kalbindeki elinden tutabiliyor. Bir tek o sevgi kadını şifalandırabiliyor. Kadın; kimse onu kurtarsın diye beklemiyor ama gönlündeki onu azıcık anlasın diye bekliyor. O azıcık anlaşılma beklentisi de karşılanmayınca işte zaman özgürlüğündeki arızayı anlıyor. Son şans da tükenince anlıyor. Üzüntüsü de geçiyor dağılması da. Zamanı gelince de sessizce çekip gidiyor. Sessizce. Bir şey demeden gidiyor.
Bazen de iyileşme o ağır gidişle başlıyor…
Ve roman şöyle başlıyor; “o mahur beste çalar Müjganla ben ağlaşırız.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder