Her insan ömrü, nice öyküyle örülür. Çocukluk yıllarının unutulmazlarından ilk gençlik yıllarının heyecanlarına… Umutlardan, hayallerden hayal kırıklıklarına… Tutkulu aşklardan ayrılıklara… Yaşamı zenginleştiren dostluklardan yiten arkadaşların olmadık zamanlarda göz önüne geliveren yüzlerine… Nice an, nice ayrıntı, nice anı…
Her insan ömrü nice öyküden oluşur da, bazılarının öyküleri, yalnızca doğdukları yıla bağlı olarak toplumsal sürecin “zor yılları”na denk gelir ve onların öyküleri bir ülkenin, hatta dünyamızın tarihinde bazı dönemlerin özetine dönüşüverir.
***Güven Tunç’un “Sen Çok Yaşa Babaanne” kitabı (*), tam da böyle kadın öyküleriyle buluşturuyor okuru. 1920’lerin sonlarında ya da 1930’lu yıllarda doğmuş “güzel ve cesur” kadınların öyküleriyle…
Kitabın yazım sürecinde Güven Tunç’a yaşadıklarını anlatırken artık yetmişli yaşlarının sonlarında ya da seksenli yaşlarının başında olan kadınlar onlar.
Kitabın yazım sürecinde Güven Tunç’a yaşadıklarını anlatırken artık yetmişli yaşlarının sonlarında ya da seksenli yaşlarının başında olan kadınlar onlar.
İkinci Dünya Savaşı yıllarının Türkiye’sinde, o ekmeğin karneyle alındığı günlerde küçük birer kız çocuğuydular.
1950’lerde başlayan göç dalgasının ve büyük kentlerin varoşlarında kente ve yaşama tutunma çabalarının bir parçasıydılar.
Sonra anne oldular.
“Sanki bu dünyanın gördüğü en umutlu yıllar”ı, 1960’lı yılları yaşadılar.
İkinci Dünya Savaşı’nı yaşamamış ama savaşa karşı çıkan, savaşsız bir dünyanın kurulabileceği umudunu büyüten ’68 kuşağını tanıdılar. O rüzgârı gördüler.
Ve 12 Mart 1971’i… Rüzgâra kelepçe vurma darbesini. “Üç fidan”ın darağacına gönderilmesini…
Bu kelepçe vurma çabasına rağmen, “asi ve hülyalı” bir kuşağın, “dünyayı değiştireceğine inanan” bir kuşağın daha büyümesini…
Bu kuşağın da, hayallerinin de biçilmek, tırpanlanmak istenmesini...
1970’li yılların ikinci yarısında öldürmelerin, suikastlerin, katliamların birbirini izlemesini gördüler… Kaygılı, endişeli yıllar yaşadılar…
Derken 12 Eylül 1981 darbesi… Büyük bir insan avı başlatıldı. Gözaltılar, tutuklamalar, işkenceler, idamlar…
Bunları da yaşadılar.
Güven Tunç, işte o yıllarda anne olarak oğullarını, kızlarını endişeyle izleyen, onlara kol kanat germeye çalışan, korumaya çalışan cesur ve acılı annelerin öykülerini, kendileriyle konuşarak, anılarını dinleyerek kaleme almış kitabı.
O dönemlerdeki “annelik halleri”ni taşımış sayfalara.
***
Güven Tunç, dinleyip anlattığı her bir annelik öyküsünün girişine dizeler de almış.
“Yalnız Kaldığında Ağlardın” başlıklı anlatının girişinde şu dizeler var:
“Saçlarımı okşamadın diye / Küsüp oturduğum oldu duvar diplerine / Başımı koyup dizlerine / Ağlayamadım / Çocukluğumun yufka yüreğiyle”.
“Yavruyu Sakladım” başlıklı anlatının alnındaki dizeler de şöyle:
“Kıvırcık saçlı sarışın çocuk / Oturmuş mahpushane kapısına / Dökmüş önüne çillerini / Parmaklarının ucunda özlem / Saymayı öğreniyor.”
“Pişe Pişe Sümer Ana oldum” anlatısının giriş dizeleriyse şöyle:
“Bir kadın / Tutmuş ellerinden çınar ağacını / Dallarında kuş cıvıltısı / Ardında şehrimin çocukları / Sokağımızda dolaşıyor / Akdeniz doluyor odama”.
“Dilber Abla, Kahve Tarandı!” başlıklı anlatıyı başlatan dizelerde ise “Sevdiğim / Kız kardeşim / Dostum / Yaşamak / Anımsanmaktır / Çocuğunun / Gamzesine koy beni” deniyor.
Dizeler, bilinen, tanınan şairlerden ya da bir şairden değil. Şairlik iddiasında bulunmadan şiiri seven ve şiirler yazan, zaten kitabı falan da olmayan bir avukata ait. Hıdır Özcan’a…
***
Hıdır Özcan…
Gazeteci Tayfun Talipoğlu’nun ölüm haberini aldığında, güzel insanların bir bir gittiğini yazmıştı sosyal paylaşım ağında.
Ertesi gün ise onun da kalbi duruverdi… O da katılıverdi bir bir giden güzel insanlar kervanına… Nice insanın belleğine güzel anılar bırakarak…
27 Mart 2017
(*) Güven Tunç, “Sen Çok Yaşa Babaanne”, Anlatı, Ürün Yayınları, Birinci Basım: Ocak 2013, Ankara.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder