9 Eylül 2014 Salı

BİR KALP AĞRISINA UZAKTAN BAKMAK; Kısaltılmış Metin


ahmetaltanenuzungece
oyabaydarkayıpsöz
ayşekulinbirgün


“bu şehir o eski İstanbul mudur”

attila ilhan


Üç, dört yıl önce okuduğum romanların üç tanesinde birçok ortak yan olduğunu fark ettim.
Bu romanlar; Ahmet Altan’ın yazdığı; “En Uzun Gece”, Ayşe Kulin’in; “ Bir Gün” ve Oya Baydar’ın; “Kayıp Söz” idi.
Okumuş olanlar bilir, bu romanlar; “bir bölge”yi ve “bir halkı” konu alarak zaten baştan ortaklaşmıştı. Ancak gözüme çarpan ortak noktalar basit bir tema benzerliğinden çok daha fazlasıydı.

İşte bu yazı, bu fazla benzerlikler üzerine yazıldı.
Ortak noktaların anlaşılması için de önce romanların özetleri ile başlandı;

1. "EN UZUN GECE";

Yelda; sonradan İstanbullu olan, taşralı ve muhafazakâr bir ailenin Amerika'da iktisat okumuş kızıdır. Amerika’da sosyal psikoloji dalında ph derecesi almış ve aynı fakültede hoca olarak kalmıştır. Amerika’dayken bir İtalyan fizikçi ile evlenmiş, evliliğini yürütemeyip boşanmış ve İstanbul’a dönmüş tür.

Selim ise diplomat bir ailenin çocuğu olup, çocukluğu; Peru, Moğolistan, Bolivya, Gine gibi ülkelerde geçmiş, İngiltere’de tarih okumuştur. Oxford’da tanıştığı Fahrünisa ile okulun son günü evlenmiş, iki yıl sonra eşinin isteği üzerine boşanmıştır. Anne ve babasını bir uçak kazasında kaybetmiş, yanız yaşayan bir tarihçi ve akademisyendir. Boğaziçi’nin kıyısında bir üniversitede tarih okutmaktadır.

Yelda ve Selim, doçent bir arkadaşları vasıtasıyla tanışmış ve birbirlerine âşık olmuşlardır.
Ancak; sancılı bir beraberlikleri vardır. Bir keresinde Yelda'yı ağlamaktan öldürecek kadar kötü yapan bir beraberlik. Çünkü Selim; ilişkilere başkalarını da katmakta ve çapkınlıkları konusunda yalan söylemektedir. Selim’in; eski eşi Fahrünisa ile görüşmesi, sanat tarihi bölümündeki sarışın asistanla macerası Yelda’yı incitmektedir. İncinen Yelda’nın zeki hamlesiyle, yürüme engelli Tekin ile kıskandırılan Selim ise kırılmakta ve bu yaşananlar onları bir çözümsüzlüğe sürüklemektedir. Karşılıklı olarak kurtulmaya çalıştıkları bir bağımlılıkla birbirlerine bağlanmışlardır. Büyük aşklarını ne yaşayabilmekte ne bitirebilmektedirler.

Yelda ilişkinin çıkmazından ve acılarından o kadar bunalmıştır ki, Avrupa Birliği’nin “töre cinayetlerini” araştırmak için kurduğu araştırma ekibine Selim’e haber vermeden başvurup işe kabul edilir. “Ben gidiyorum” dedikten üç gün sonra da yola çıkar. Bölgeye gider. İndiği havaalanından onu bir askeri helikopter alır ve köye getirir. Onu; araştırma ekibinde görevli, İngilizce bilen, yörenin okumuş kızlarından olan Rojda karşılar. Köyün girişinde, mor saçlı ve yaşlı bir kadın görürler. Kadın Yelda’nın ilgisini çeker.

Avrupa Birliği araştırma ekibi; İspanyol sosyal antropolog Leopold, Alman psikiyatrist Günter, İngiliz doktor Amy, Fransız davranış bilimci Jacques ile İtalyan sosyolog Beatrice’den oluşmuştur. Yelda ekibe iktisatçı olarak katılır. Misyonun şefi Jacques’tir.

Araştırma ekibinin idare amiri ve güvenlik sorumlusu ise; büyük şehrin kenar mahallesinde yetişmiş ve oradan kopmamış ama daha zengin yaşamları da öğrenmiş bir adamdır. Taner; emniyetin bursuyla Siyasal Bilgiler’de okumuş, bir kavga nedeniyle polislikten istifa etmiş, özel güvenlik şirketi kurmuş, evli, iki çocuğu olan biridir. Karanlık yanları çok olan bir adamdır.

Araştırma ekibinin konakladığı köy, terör nedeniyle boşaltılmış köylerden biridir. Bir iki aile izinli olarak köye dönebilmiştir. Köyde küçük bir karakol bulunmaktadır. Karakolun komutanı ise, Teğmen Cafer’dir. Amiral babasının görevi gereği çocukluğu ve eğitimi Amerika’da geçmiş, inançlı ve insancıl bir kişiliğe sahip olan teğmen Cafer, kendi isteği ile bölgeye gelmiştir. Yelda ona; “Teymın Ceyfır” diye seslenmektedir.

Yelda ve Selim birbirlerinden uzaklaşınca, diğeri olmadan yapamayacaklarını anlamışlardır. Yelda her akşam Selim’i telefonla arar, konuşurlar.

Araştırma ekibi, değişik köylere gitmek için gruplara bölünür. Jacques, Yelda ve yine yörenin okumuş kızlarından olup töre cinayetleri konusunda tez hazırlayan, sosyolog Zerrin, aynı grupta yer alır. Kendi grubunu köylere götürüp getiren arabayı Yelda kullanır.

Yelda’ların grup, ilk olarak Civelekköy’e gider. Onları köyün ağası karşılar. Yelda ağadan izin alıp kadınlarla konuşmak ister. Yelda kadınların yanına gider, köyden bir genç kız, konuşmaları Türkçeye çevirir. Yelda kadınlara; “Erkekler size nasıl davranıyor?“ gibi sorular sorar.

Araştırmalar bu minvalde sürer.

Yelda konaklamakta oldukları köyde on iki, on üç yaşlarındaki bir erkek çocuğunu, Heja’yı çok sever ve ona bağlanır. Heja’nın ağabeyleri ve babası dağda vurulmuştur, annesi – Mor Saçlı Kadın- konuşmaya küsmüştür. Yelda çocuğu,“kuzu” diye sever.

Yelda; kuzuyu alıp İstanbul'a götürmeyi istemektedir. Teğmen Cafer ona birçok kez, eğer istiyorsa bir an önce çocuğu alıp gitmesini söyler. Yelda gerekirse kuzunun annesini bile yanında götürmeyi göze alır. Çocuğa, görmemiş olduğu denizi anlatır, okyanusu tarif etmeye uğraşır.

Yeldaların grup; Civelekköy’e bir kez daha gittiğinde köyde bir kız öldürülmüştür. Köydeki kadınlardan biri, bu ölümle ilgili saklanan bir bilgiyi Yelda’ya söyler. Yelda dönüş yolunda bunu Jacques ve Zerrin ile paylaştığında bu bilginin çok tehlikeli olduğu ve konuşulmaması gerektiği, ancak dönüşte rapora yazılabileceği kararı alınır.

Yelda bölgeden etkilenmekte, Heja ile ilgilenmekte, Selim ile telefonda konuşmaktadır. Ama her konuşma; bir yandan özlem giderirken bir yandan da aralarındaki kırgınlığı, kızgınlığı kışkırtmaktadır.

Bu arada Taner'le Yelda yakınlaşması olur. Sevişirler. Bir birliktelik başlar. Selim bunu telefon konuşmalarında hisseder.

Yelda, Taner’in kabalığına ve aldırmazlığına karşın birlikteliği sürdürür ama bu ilişkiden dolayı da büyük bir çıkmaza girmiştir. Bu çıkmaza duygusal açıdan tahammül edemediği için kötü hastalanır. Rojda ve Zerrin ona bakmak için onunla birlikte köydeki boş bir eve taşınırlar.

Yelda Taner ile yaptığı bir tartışmada, Civelekköy’deki Kürt kadının ona söylediği bilgiyi ağzından kaçırır.

Ve ertesi sabah Heja, ensesine bir kurşun sıkılmış olarak uçurumun dibinde bulunur. Yelda ağlayarak Teymın Ceyfır’a koşar. Teğmen yemin eder. Kendisinin ve ekibinin hiçbir ilgisi yoktur. Çocuğun dağdakiler için kuryelik yapmasından kuşkulanıldığı için öldürülmüş olabileceğini tahmin etmektedir. Ve Yelda’ya; Taner’e sormasını söyler.

Yelda Heja’nın ölümünü telefonda Selim’e ağlayarak anlatır. Çocuğun ölümüne birlikte ağlarlar.Selim bölgeye gitmeye karar verir.

Yelda arabayla gidip, onu havaalanında karşılar.
Köye doğru yola çıkarlar.
Yolda …



2. "BİR GÜN";

Nevra Tuna; Amerika’da iktisat okumuş bir gazetecidir.

Nevra; çok önemli bulduğu bir röportaj için kılık değiştirerek, bin bir zorlukla ve içerden adam ayarlayarak, düşünceleri ve eylemleri nedeniyle tutuklu olan eski milletvekili Zeliha Bora ile görüşmek üzere bir hapishaneye girer. Bir halkın önemli siyasi temsilcilerinden biri olan Zeliha Bora ile görüşme başlar. Kısa bir süre konuşulduktan sonra, Nevra Tuna ile Zeliha Bora arasında keskin bir fikir ayrılığı olur. Aralarında sert bir tartışma gerçekleşir. Bu gerginlik nedeniyle tam görüşme bitecektir ki, bu iki kadının bir zamanların –tahminen otuz beş yıl öncesinin- birbirini çok seven çocukluk arkadaşı oldukları anlaşılır. Bölgeden, Sarıcadam köyünden aşiret kızı Zelo ile kaymakamın kızı Nevo.

Roman geriye dönüşlerle sürer.

Nevra’nın babası Dündar Levendoğlu, bir ihtilal sonrası Zelo’ların köyünün bağlı olduğu kasabaya kaymakam olarak atanmıştır. Özel nitelikleri olan bir kaymakamdır. Tüm köyleri dolaşmış, ağalarla muhtarlarla tanışmıştır. Varlıklı kimselerin verdikleri paraları bir çanakta toplayarak önem sırasına göre köy okullarını, sağlık ocaklarını onartmış, çocuklara aşı kampanyası ve sünnetler yaptırmıştır. Kaymakamın alçak gönüllülüğü, yöredeki düğünlere derneklere katılması onu, halkın sevdiği ve saydığı biri haline getirmiştir.

Kasrikoğlu ailesinin başı, birçok köyün sahibi ve yörenin güçlü ağası; Sadık Ağa ise Zelo’nun dedesidir. Sadık Ağa; teröristlere para verme suçlamasıyla ama aslında masum olarak, işkence altında olan torunu Cengiz için, işte bu idealist kaymakamdan yardım ister. Aslında çocuk bir gün gözaltına alınmış ve ondan bir daha haber alınamamıştır. Kaymakam, gencin suçsuz olduğuna inandığı için yardım etmiş, çocuğun işkenceden sağ çıkmasını ve ailesine kavuşturulmasını sağlamıştır.

Bu yardımın karşılığı olarak; Zelo ve Kader Ana, kasabaya, kaymakamın evine, sekiz aylık bebeği, karnında ölmüş olan Nevra’nın annesi Nermin Hanıma, ev işlerine sürekli olarak yardıma gönderilmiştir.
Nevo ve Zelo çok iyi arkadaş olmuştur. Kaymakamın ısrarıyla Zelo’yu, kasabadaki okula yazdırmışlar, böylece; hafta ortası Zelo; Nevo’larda, hafta sonu ise Nevo; çiftlikte, Zelo’larda kalır olmuştur.

Bir zaman sonra; Sonra kaymakam beyin tayini, başka bir şehre çıkmıştır. İki can arkadaş bu tayinden sonra ayrı düşmüştür. Mektuplaşmaya çalışmış ama kopmuşlardır. Romanda; Nevra’nın mektuplarının Zeliha’ya verilmediği için kopmuş oldukları anlatılır. Nevra’nın daha sonra Orhan adlı bir kardeşi olmuştur.

Bu arada Sadık Ağa’nın torunu ve Zelo’nun amcasının oğlu olan Cengiz; gördüğü işkence nedeni ile çökmüştür. Gündelik hayata dönememiştir bir türlü. Dağa çıkmıştır. Dağda vurulup ölmüştür. Ailesi mezarını bile bilmemiştir.

Zeliha, azıcık büyüyüp genç kız olduğunda, onu vermek istedikleri yaşlı adama varmamak için köyden, sevdiği bir gence, Alişan’a kaçmıştır. Alişan askerdeyken Zelo, onun dayısının evinde kalmış onu beklemiştir. Alişan askerden gelince Mersin’e göçmüşler, Zelo burada hamile kalmış ama çocuğunu düşürmüş ve hastalanmıştır. Alişan’ın hasta hasta üzerine kuma getirmesi nedeniyle de evini terk etmiş ve ailesine geri dönmüştür. Dedesi Sadık ağa, ona sahip çıktığı için aileden herhangi bir şiddet görmemiştir.

Aile; Zeliha’yı sonra Şiyar ile evlendirmiştir. Evlendiklerinde Zeliha on dokuz, Şiyar kırk yaşındadır. Kocası onu sevmiş ve saymış, Zelo’da ona saygı duymuştur. Çocukları olmuştur; Sadık, Daryal ve Helin. Kocası Şiyar, bölgede tanınan siyasi bir kişiliktir. Şiyar milletvekili seçildiğinde, Zeliha da Şiyar ile birlikte Ankara’ya gelmiştir. Şiyar görüşlerinden dolayı tutuklanınca, Zeliha kocasının davasına sahip çıkmak zorunda kalmış ve siyasete katılmıştır. Sonra kendisi de milletvekili seçilmiştir.

Nevra da bu arada Murat ile evlenmiş ve tek çocuğu, oğlu, Cengiz olmuştur. Onuncu evlilik yıldönümünde kocası ona mutfak eşyası bir hediye aldı diye sinirlenmiş ve hediyeyi camdan dışarıya atarak kavga çıkarmıştır. Ertesi sabah kocası bir karar alarak evi terk etmiş, gidip, mükemmel bir iş teklifi almış olduğu Hollanda’ya yerleşmiştir. Nevra; oğlu Cengiz’i de daha sonra babasının yanına yollamış ve evliyken de ara ara gönlünün kaydığı bir adamla, Ferdi ile birliktelik yaşamaya başlamış. Adamın evli olması ve boşanmayı ağzına almaması nedeniyle ilişki bitmiştir.

Nevra’nın babası Dündar Levendoğlu; aslında Sadık Ağa’nın dağa çıkan torunu Cengiz’e -bir teröriste- yardım etmiş bir devlet görevlisi olarak mimlenmiş ve terfi ettirilmemiştir. Vali olamamıştır. Vali olamaması, karı kocanın arasını bozmuş ve Nevra, lise ikiye geçtiğinde, annesi ile babası boşanmıştır. Annesi daha sonra Söke’li bir toprak ağasıyla evlenip İstanbul’a yerleşmiştir. Babası son görev yaptığı Urla’dan emekli olup oraya yerleşmiştir. Kardeşi Orhan da, yatılı okullardan yurt dışına ve oralardan da, bir bilim adamı olarak, “Şansını insan kıymeti bilen bir ülkede denemek için” Amerika’ya yerleşmiştir.

Nevra; Ferdi’den ayrıldıktan sonra, çalışmış olduğu reklâm şirketinden de ayrılarak bir gazeteye geçmiştir. Gazetedeki ilk yıl; Erzincan’daki basılan köye gitmiş, orada olanları görmüştür. Son zamanlarda ise yine doğu bölgelerinde gitmektedir. Kırsal alanda yaşayan, yoksul kızlara, okula gitmeleri için burs veren bir derneğin çalışmaları için; Kars, Erzurum, Doğu Beyazıt, Siirt, Urfa, Lice’yi dolaşmış, o çocuklarla röportaj yapmıştır.

Nevo röportajın sonunda, - bölgeden bir siyasi kimlik ve güçlü bir kadın olarak- Zelo’yu, “Barış için kızların okuması lazımdır, kızları okutalım” diyerek ikna etmeye çalışmaktadır.


3. "KAYIP SÖZ";


Ömer Eren; 68 Kuşağı’ndan bir yazardır. Bir dönem Uluslararası PEN’in; “ülkelerinde tehdit ve baskı altındaki yazarlar” fonundan, kısa süreli bir burs alan ve günümüzde, geçmişi reddetmeden, inkâr etmeden ama orada da takılıp kalmadan piyasa değeri çok olan, çok satan, hatta satış rekorları kıran kitapların yazandır.

Elif Eren ile evlidir. Elif Eren biyokimya profesörüdür. Nobel kadar olmasa da ciddi anlamda saygınlığı olan Avrupa Bilim Kadını ödülünü almayı beklemekte ve kocasının zaman zaman kendisini aldattığını bilmektedir.

Deniz isminde bir oğulları vardır. Deniz, çocukluğunda uzun süre annesinin ısrarıyla psikologlara taşınmış ama mahzunluğu, dirençsizliği geçmemiştir. Deniz büyüdüğünde, anne ve babasının karşı çıkmalarına rağmen Norveç’e yerleşmiştir. Norveç’te, küçücük bir çocukken, anne babasının, bir seyahat sırasında onu götürdükleri, bir küçük adada, o zaman kaldıkları evde yaşamaktadır. Orada onların istemediği bir evlilik yapmıştır. Eşi Ulla’yı; ailesini ve İstanbul’u yakından tanımaya getirdiğinde, Sultan Ahmet Camisi’nin yanında patlayan bir bomba ile kaybetmiş, ailesinden ve toplumdan iyice uzaklaşmıştır. Adada; Ulla’nın büyük annesi, büyük babası ve oğlu Björn ile, anne ve babasının küçümsedikleri sıradanlıkta bir hayat sürmektedir.

Kendisinden beklenen büyük eseri çıkarabilmek uğraşından yorgun düşen, “Artık benden bir şey çıkmaz, çıkanlar da neydi sanki” diyen, artık üretemeyen ve yeniden yazabilmek için bir ses, bir söz arayan Ömer Eren, bir süreliğine geldiği Ankara’dan; “Bu sıkıcı kentte bir gece daha geçiremem” bunaltısıyla, uçuş zamanını beklemeden, hemen, İstanbul’a, otobüsle dönmeye karar verir. Otobüs terminaline gelir, kalkış saatini bekler. Terminalde sıradanlığın dışında, ajite bir kalabalık vardır. Bir çığlık duyar Ömer Eren. Bir kurşun genç bir kadınını yaralamıştır. Karnından ve bacaklarından kanayan genç kadının başındaki genç ve ürkek delikanlının; “We zarok kuşt” sözleriyle, kadının hamile olduğunu ve gençlerin- Mahmut ve Zelal’in- Kürt olduğu anlar. Ömer Eren, gençlerin çaresiz haline duyarsız kalamaz, hemen koşar yardımcı olur, sahip çıkar. Gençler kaçaktır. Askerden, jandarmadan, örgütten, devletten, töreden, kısaca ölümden kaçıyordurlar.

Mahmut; babasının tüm kollama çabalarına, onu okutabilmek, dershaneye gönderebilmek uğruna çöp toplamasına, sınavı kazanıp tıbbiyede üç dönem okuyabilmesine rağmen kendini dağa çıkmaktan geri tutamamıştır. Ama dağda da kafası karışmıştır. Çelişkiler yaşamaktadır. Bu nedenle, bir kuşkulu çatışma sırasında vurulduğunda, dağa değil ovaya doğru kaçıp bir mağaraya sığınmıştır. Tesadüf, sığındığı mağaranın bir başka sığınmacısı daha vardır, Zelal.

Zelal, sürü otarmaya gidildiğinde, sürüden ayrılan kara kuzuyu aramaya çıkan Zelal. Kara kuzu peşinde karanlığa kalan ve karanlıkta bir grubun tecavüzüne uğrayan Zelal. Başına gelenden kimseye söz edemeyen Zelal. Karnı büyüyüp de hamile olduğu anlaşılınca aileden ölüm kararı çıkan, babasının kıyamadığı için salıverdiği, ama amcasının ve itirafçı abisi Mesut’un peşini bırakmadığı Zelal.

İki genç mağarada karşılaşmış ve günler içinde birbirlerine aşık olmuştur. Zelal’in karnındaki çocuğu sahiplenmiş ve o daha doğmadan sevmişlerdir. Mahmut’un yarası biraz iyileşince bir deniz kenarında yaşamak için yola çıkmışlardır. Çocuğu deniz kenarında büyüteceklerdir. Ama Ankara terminalinde başlarına bu kötü iş gelmiştir.

Ömer Eren, şöhretini de kullanarak, Zelal’in hastaneye yatışını sağlar. Mahmut’un kalacağı evi ve para sorununu da halleder. Ve sonra onların memleketine, bölgeye, Mahmut’un babasına oğlunun iyi haberlerini vermeye doğru yola çıkar. Gitmeden, karısı Elif Eren’i arar. O da, bir sempozyum için batıya, Kopenhag’a gidiyordur. “Çocuğu da görecek misin?” diye sorar. “Çocuk” dedikleri oğulları Deniz’dir.


Ömer Eren, bölgeden bir şehre iner. Bir otele yerleşir. Mahmut ona, babasına ulaşabilecek bir eczacı kadının ismini vermiştir. Ömer Eren Hayat Eczanesi’ne, ilaç almaya giden bir müşteri gibi gider. Sonra kimliğini açıklar. Kadının adı Jiyan’dır. Bölgede güçlü bir aşiretin kızı ve öldürülmüş bir aydının karısıdır.

Ömer Eren, Mahmut’un babasını bulur konuşur. Oğlunun sağ olduğunu bildirir.

Ömer Eren bölgede dikkat çekmemek için şehre yeni romanı için araştırma yapmaya geldiği izlenimini yaratır. Komutan ve kaymakam ile görüşmeleri olur. Birlikte yemek yerler.

Ömer Eren ile Jiyan görüşmeye devam ederler. Jiyan ona bölgeyi anlatır. Birbirlerinden hoşlanırlar ve sevişirler.

Bu arada Ankara’da, Mahmut ve Zelal’in izi bulunmuştur. Ama onlar farkında değildir. Bir gün Mahmut bir lokantada sıkıştırılır ve ona sivil insanları hedef alan, cep telefonu kumandalı bir bombayı patlatma emri verilir. Aslında emri veren, örgütten biriymiş gibi rol yapan, Zelal’in abisi Mesut’tur. Mahmut tehdit edilerek ve kandırılarak aldığı düzenekli telefonu, her şeyi göze alarak bir havuza atar ve işlevsiz hale getirir. Zelal ise bir rastlantı eseri kurtulur. Hastanede önce hallerinden, dillerinden dolayı onları dışlayıp sonra anlayan yaşlı kadının önerisiyle yattığı yeri onuna değiştiren Zelal de, abisinin kurşunundan ve ölümden kurtulmuş olur. Mahmut ile Zelal birbirine esenlikle kavuşmuş olurlar.

Bu arada, Elif Eren, sempozyumdan bir süreliğine ayrılarak Deniz’in yaşadığı küçük adaya gelir. Orada bir balık bayramı vardır. Tüm ada oradadır. Irkçı motosikletli bir iki genç de oradadır ve yabancı- doğulu- gördükleri için onları izlemektedir. Elif ile Deniz, onların sataşmalarına aldırmazlar. Elif bu aptal balık bayramını küçümsediğinden kimseye bir şey demeden adayı terk eder. O gittiği sırada motosikletli ırkçı grup, Deniz’lerin evini yakar. Evde kimse yoktur. Irkçılar evin köpeğinin tasmasını sökmeyerek canlı canlı yanmasına neden olmuşlardır.

Elif Eren o arada Kopenhag’a dönmüş otele yerleşmiştir. Adada olanlardan haberi yoktur. O gün onun doğum günüdür. Ama Ömer Eren onu aramamıştır. O da İngiliz meslektaşını arar. Birlikte yemek yerler. Adam; seçiminin kendi cinsi olduğundan, Elif’e flört davranışlarını görmezden geldiğini belirtir.

Deniz, Elif Eren’i arar. Adada olanları anlatır. O da hemen gelmesini söyler. Deniz bu ırkçı saldırı sonucu Türkiye’ye dönmeye karar vermiştir. Deniz ve Björn, Kopenhag’a, Elif Eren’in yanına gelirler. Birlikte İstanbul’a gideceklerdir.

Ömer Eren’de aradığı sözü bulmuş olarak bölgeden eve doğru hareket eder…

Kedi ailesi mutluluk içinde bir araya gelmektedir. Roman böyle biter.



BENZERLİKLER, ORTAK NOKTALAR;



1. Üç romanın batıdaki kahramanlarının hepsi İstanbul’da oturuyor.
Yelda, Selim, Ömer Eren, Elif Eren, Nevra Tuna.

Peki bölgedeki kahramanlar hangi şehirde oturuyor? Bilinmiyor.


Zeliha Tuna, Zelal, Mahmut, Jiyan, Rojda, Zerrin, Heja, Mor Saçlı Kadın.
Kurgusal köy isimleri maalesef pek yerini bulmuyor.


2. Batılı kahramanların çoğu yurt dışında eğitim almış.
Yelda; Amerika iktisat, Selim; İngiltere Oxford tarih, Nevra; Amerika iktisat.


3. İstanbullu kahraman ve karakterlerin neredeyse hepsi yurt dışında, batı ülkelerinde uzun sürelerde ikamet etmiş ya da etmekte;

Ömer Eren, Elif Eren; Danimarka’da yaşamış. Oğulları Deniz; Norveç’de yaşıyor. Yelda; Amerika’da öğrenci ve hoca olarak yaşamış. Sevgilisi Selim; Peru, Moğolistan, Bolivya, Gine, İngiltere. Selim’in ayrıldığı karısı Fahrünisa; İngiltere’de okumuş. Nevra; eğitim nedeniyle Amerika’da bulunmuş. Nevra’nın ayrıldığı kocası Murat ve oğlu Cengiz Hollanda’da yaşıyor. Nevra’nın kardeşi Orhan Amerika’da yaşıyor. Teğmen Cafer; Amerikada okumuş ve yaşamış.


4. Batılı kahramanlar çok başarılı, çok zengin, çok yetkin;

Selim; Diplomat çocuğu, öğretim görevlisi, uluslararası dergilerde makaleleri yayımlanıyor.
Yelda; İstanbul’da, Bizanslılardan daha çok bina yapmış müteahhit bir babanın çocuğu, Amerika’da üniversitede hocalık yapmış bir genç kadın.
Nevra; Kaymakam çocuğu, gazeteci. Gazetede köşesi var.
Ömer Eren; Satış rekorları kıran kitapların yazarı.
Elif Eren; Profesör. Uluslararası konferanslarda ilgiyle izlenen biri.


5. Batılıların hepsi; zekâ, mesleki ve akademik başarı, kariyer ve hatta Nobel konusunda iddialı. Belki takıntılı bile denebilir onlar için.


A. Yelda ve Selim’de; ZEKÂ;

”Yelda ve Selim’in ilişkisinde; ‘zekâ, sürekli biçim değiştiren mitolojik bir yaratık gibidir.”

“Birbirlerini zekâlarıyla yaralayıp zekâlarıyla iyileştirirler.”

“Kendi zekâlarına olan hayranlıkları diğer insanlara karşı duyulan gizli bir küçümsemeyi besliyordu.”

“Birbirinin zekâsına hayran kalıp her seferinde âşık olmak için doğru seçtiklerine daha bir inanırlardı.”

“Bunu sadece kendi zekâlarına değil birbirlerinin zekâlarına da bir borç olarak görürlerdi.”

“Aralarına çektikleri setin daha incelikli, daha zekice nedenleri olmasını istiyorlardı.”

“O günden sonra zekâ onun için erkekleri terbiye ettiği bir kırbaç haline gelmiş… Kendisine ve zekâsına hayran kalmıştı.”

“Sadece bedenleriyle değil bütün ruhları, zekâları ve ihtiraslarıyla katıldıkları sevişmelerden sonra…”


B. Nevra Tuna’da; MESLEKİ BAŞARI;

“Her kılığa girmeye her bedeli ödemeye hazırdım, yeter ki o beni içeri sokabilsin ve ben bu röportajı kotarayım”

“…bu röportajın sonunda Türkiye genelinde ben de önemli bir gazeteci olarak tanınırım artık”

“Gazetenin beşinci sayfasındaki röportaj köşemi podyumlardan inerek televizyon ekranlarından fırlayarak medya dünyasına fırtına gibi giren uzun saçlı uzun bacaklı genç kadınlara kaptırmamak için son şansım bu “

“Ne büyük bir yazıktır ki ben de bir zamanlar uzun saçlı uzun bacaklı bir sarışınken gazete köşeleri, oraları yıllar önce parsellemiş usta yazarlara aitti sadece.”

“…köşemi elimde tutabilmem için ağzımla kuş tutmam gerekiyor. İşte bugün ben ağzımla o kuşu tutmak için buradayım. Sırf bu nedenle, aylardan beri yırtınıp durdum bu görüşmeyi ayarlayabilmek için”

“Yerimde kalabilmek için olağanüstü bir iş çıkarmamın şart olduğunun bilincindeyim çünkü işimi kaybetmeye gücüm yok.”

“Bir yıldız gibi parlayacağım. Herkes bu röportajdan söz edecek. Önümüzdeki yılın gazetecilik ödülünü büyük bir ihtimalle ben alacağım. Belki başka iş teklifinin de önünü açacak bir yazı dizisi. Kara talihimin bir yerde bir gün bir vesile ile değişmesi şart. Evime döndüğümde aynadaki mutsuz ve yorgun yüzüme bakıp ‘ Yine olmadı, bunu da başaramadın işte Nevra’ dememeliyim.”

“Başaramamaktan bıkkınım çünkü. Kaybetmekten bıkkınım. …”




C. Ömer Eren- Elif Eren

a. Ömer Eren; BAŞARI-KARİYER;

“İsterdim, ama cesaretim var mı? Yok olmaya değil yok sayılmaya hazır mıyım?.. On beş yılda tuğla tuğla ördüğüm kariyerimin sıfırlanmasına…“

“…; piyasa değeri olan yeni bir yol, yeni bir yöntem aradım. Satış rekorları kıran, mutlu bir şaşkınlık içindeki yeni baskılarını yetiştirmekte zorlandığı o ara romanı yazdım Karşı Taraf….eleştirmen olsaydım, yekten, ‘ruhsuz ve derinliksiz’ olarak niteleyeceğim bir kitaptı.”
“Aşk dozunu artırıp, biraz gerilim, biraz gizem, mistizm ekledim. Çok sattım.”


“İmza günlerinde önümde uzanan çoğu kadın hayran okur kuyruğunun uzunluğunu ölçerek…
müşteri memnuniyetini gözeterek”


b. Elif Eren; NOBEL-BAŞARI;

“Nobel alan ilk Türk kızı olacaksın, diye şakalaşırdı hocalar. Neden olmasın! Alayım da görün siz”

“Artık Nobel hayalleri kurmayacak kadar olgunlaşmış olması yanında…”

“Nobel değil, ama daha alçakgönüllü bir ödül, örneğin bir Avrupa Bilim Kadını ödülü getirebilir bunlar ”

“Nobel alacak halin yok, hiç değilse”

“Alacağım ödüllerin hayalini kurmaktan başka ne yapıyorum ben”

“Önceki gün uluslararası sempozyumun en ilginç sunumlarından birini yapan… Yılın bilim kadını ödülüne bir adım daha yaklaşan ben”

“Bugün elli iki yaşımı bitiriyorum. Kopenhag’dayım,.. Biyokimya profesörüyüm. Yılın Avrupa Bilim Kadını ödülüne adayım. Nobel değilse bile…”


6. Batılı kadın kahramanların; kadınlığı, kendi kadınlıklarını, diğer kadınları algılamalarında da ciddi bir benzerlik var sanki;

A. Yelda;

“Daha doğuştan kendisine bağışlanmış bütün olumlu ayrıcalıkları, güzelliği, zekâsı çalışkanlığı …………onun ruhunun derinliklerinde ancak Olimpos tanrıçalarında rastlanabilecek bir kendini beğenmişliğe dönüyor, bunu saklamasını sağlayacak bir zekâsı olmasına rağmen kendine duyduğu hayranlık, gizlendiği yerde çocukluğundan beri her gün biraz daha büyüyerek bütün ruhunu sarıyor ve onun en büyük zaafını oluşturuyordu”

“…erkeklerin kendisinden başka bir kadını beğenme ihtimalinden bile çılgına döner…”
“Yelda daha masaya otururken o geceki rakibinin çift cepli haki gömleğinin açık düğmelerinden göğüs dekoltesi cömertçe gözüken Beatrice …”

“…Dar, siyah bir tişört, dizlerinin altında biten sımsıkı bir siyah tayt, yumuşak tabanlı koşu ayakkabılarını giyindi. Aynada kendine baktı, gözlerinin altı uykusuzluktan ve yorgunluktan biraz harelenmişti ama vücudu siyah bir jaguar gibi esnek ve diri gözüküyordu. En kederli anında bile kendi vücudunu beğendiğinde ancak bir kadının gülümseyebileceği gibi gülümsedi…”

“…kendisinin onun için aslında ulaşılmaz bir kadın olduğunu anlatmak istiyordu..”
“Birlikte olduğu erkekten bir başkasıyla yatan kadınların birçoğu gibi ‘aldattığı’ erkeği küçümsüyor ..”


B. Nevra Tuna;

“…doğulu bir kadın olmanın tüm ezilişlerini ve zorluklarını yaşamış olan arkadaşıma…”

”Beyaz şarap sevdiğimi öğrenmiş her seferinde en iyi marka buz gibi bir şarap açtırıyordu benim için. Doğum günümde kapıdan zor sığan upuzun saplı güller yollamıştı, her gülün sapına küçücük bir hediye paketi bağlamış…”

“”…evimi temizlemeye gelen kadın, beni hiç ilgilendirmeyen saçma sapan rüyalarını ve kaynanasının bel ağrılarını anlatsın karşıma geçip…”

“ …sen nereden bileceksin bir kadına nasıl kur yapılacağını. Aşiretlerde kadınlara kur mu yapılır.” “bizim flörtlerimiz fingirdeşmelerimiz, evlenmeden, imam nikâhı filan kıymadan birlikte yaşamalarımız ne kadar da uzaktır size”

“…ona kıyasla ne şanslı olduğumu fark ettiğim için, bir sızı gibi ince bir utanç duyuyorum yüreğimin derininde. Benim şikâyete hakkım yok. Ben şehir kızıyım, kuma nedir bilmeyen…”

“..Minik bir elmas yüzük…Hindistan’a seyahat bileti…Armani’nin vitrininde görüp hayran olduğum ve iç çekişlerle seyrettiğim kadife ceket. Bunların üçü de büyük bir fedakârlık gerektiren armağanlar olurdu bütçemiz için…”

“Ne var ki ben çalışan bir kadınım ve asla saçını süpürge eden kadınlar takımından olmadım”

“..Evlenirken annesinin koluma taktığı altın bilezikle, Murat’ın parmağıma taktığı nikah yüzüğünün dışında Tuna ailesinden hiç hediye görmüş müydüm bunca yıldır? Eline bir buket çiçek alıp gelmişliği var mıydı kocamın evine?.. Bir sürpriz yapmışlığı, sevgililer gününü kutlamışlığı?..”

“ Kalbimi kırma Zelo, metres dediğin erkeğin parasını yer. Metrese katlar, yatlar, kürkler, mücevherler alınır. Oysa ben onun bana kitap, CD ve çiçeğin dışında armağanlar getirmesine izin vermiyordum. Birlikte bir yolculuğa dahi çıkmadık. Kısacası metreslikten bile nasibimi almış değilim. …”


C. Elif Eren;

“…üzerine tam oturan, sıkmadan saran, markalı- o bilinen sıradan markalardan değil ama- pahalı blucinini giyerken, yaş ellilere varmışken-varmış da ne. Aşmışken- hâlâ ince kalmaktan, cevval ve hareketli olmaktan duyduğu memnuniyetle gülümsüyor….Deniz şişmanlamış, hantallaşmış; sağlığa da göze de zarar bir beden, belleğine takılıp kalmış dizelerdeki gibi: ‘Hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten.’ Oğlunun bedeninden utandığını bilincine çıkarınca kendine yabancılaşıyor, kendini sevmiyor. İnceyim, zarifim bakımlıyım üstelik Profesör Elif Eren’im de ne işe yarıyor bütün bunlar?”

“Aslolan benim. Her gidişte döndüğü kadın benim. Hayır doğru değil bu, hiç kopmaz, ayrılmaz ki benden, dönsün.”

Yıllarca direnmiş, geçici ilişkilerle aşınacağına sağlamlaşmış, perçinlenmiş bağ artık tutkulu bir aşk, bir karasevda olmasa da güvenli bir sığınak gibi geliyor Elif’e, Ömer Eren’in karısı olmak, kadını olmak”

“Karnını poposunu toplayan, olduğundan ince görünmesini sağlayan özel kilotlu çorabını, göğüslerini daha dolgun gösteren özel kesim sutyenini aynanın karşısında çıkardı. ….aynada çıplak bedenini seyrederken…içine giydiği sutyenden parlak ipek jarse bluza kadar her şey kadınlığını sergilemek, erkeği tahrik etmek için seçilmemiş miydi…bu yaşta bile hiç de fena olmayan memelerinin başları görünsün diye.”

“Kocasının doğum günü için arayıp da bulamaması karşınında; ‘Aramış demek ki. Aramış işte yaşasın. Telefonu uzun uzun çaldırmıştır. Belki de birkaç defa. Kimse cevap vermemiştir. Merak etmiş midir?”



7. Çocuklarda ve ana- babalıklarında da acayip bir benzerlik var;


Üç romanda da söz konusu edilen evlat; erkek çocuğu; Heja, Deniz, Cengiz.
Bir de Heva var. Zelal’in karnında ölen Umut. Üstelik o da oğlan.
Nevra’nın annesinin karnında ölen de oğlan; başka bir Cengiz.
Annesi parçalanıp ölen de bir oğlan; Björn
Nevra’nın bir kardeşi var o da oğlan. Orhan
Tümceler alt alta sıralandığında ortaya çıkan sonuç bile ayrı bir inceleme istiyor.
Çocuk hayatın tazelenen, yenilenen yönüdür diye biliyorum da oğlan çocuk neyi simgeliyor onu bilmiyorum.
Bu kadar oğlan çocuğu telefi pek de iyiye alamet gelmiyor bana. Balinalar gibi, bir sınıf kendini mi bitiriyor ne?
Ya da bilmediği dağlara ve gecelere zorla yollanan gençlerin uzak çok uzak aynalardaki yansıması mı?

Ana babalıklarları ise aşağıda;

A. Yelda;

“ Onu da götüreceğim, sadece annesini düşünüyorum, oğlunu bırakmak istemezse ne yaparım, gerçi o kadını da götürürüm olmazsa diyorum ama bilmem ki gelir mi… ”

B. Nevra Tuna;

“…oğlumun beni pek de ilgilendirmeyen okul haberlerine…”

“Ben hiç öğretmedim Cengiz’e böyle oyunlar. Masallarını bile babası okurdu uyumadan önce. Sadece kendisiyle dolu, kendine dönük, kendi dünyasıyla haşır neşir bir annenin elinde büyümüş benim zavallı çocuğum. Oğlumu, kendi çocukluğumun oyunları, renkleri ve anılarıyla tanıştırmaya üşenmişim. Ne kadar pişmanım şimdi…”

C. Ömer Eren,

“Ama ben sana hep Oğul dedim, kediye de kedi dediğim gibi”

“Oğlunun erkenden yağ bağlamış, hantallaşmış bedenine “

“En iyiyi yapmak için her şeyin var. Her imkân tanındı sana. …hiçbir halt olamadığına göre, git bari insanlığın acısının fotoğrafını çek. Irak’ta bir savaş muhabirliği işi ayarladım senin için.”

“Bisiklete binmeyi bile zor öğrenmiştin çocukluğunda. IQ’nun deha sınırında olduğunu söyleyen o salak psikolog gelip de görsün dehayı…”

“Anladık Nobel alacak halin yok, hiç değilse şu dünyanın acılarına fotoğraf makinenle tanıklık et bari … bu kadar acımasız değildi ama benzer bir cümle…gözden çıkarıldığının bir ifadesi.”


D. Elif Eren;

“Surat asma, karnen kötü demedim. Ama biyolojin, kimyan daha iyi olabilirdi. Fiziğin de mesela 9 yerine 10 olabilirdi, biraz daha dikkat etseydin sınav sonuçlarına”

“Bu benim oğlum mu? Bu sakalı bir karış uzamış, hantallaşmış, yaşlanmış, balıkçı kılıklı, Norveç köylüsü benim oğlum mu?. Uzun sürmüş bir kâbus bu”

“Oğlunu taşımaya hazır mı? Başarısız beceriksiz yenik oğlunu; bu saçı sakalı karışmış, özensiz, pırıltısız, şişko adamı”

“Seni ezdiğimizi, hava attığımızı falan hiç hatırlamıyorum”

“Senden Nobel beklemedik”

“Deniz şişmanlamış hantallaşmış; sağlığa göze zarar bir beden”

Bu aptal ada, ölüp giden o aptal kızcağız, dünyadan habersiz köylüler, budala oğlumun, önüne serilen fırsatları elinin tersiyle itip kendini bu mezara diri diri gömmesi”


E. Bir de çocuğun gözünden, Deniz Eren’den dinlemeli Elif ve Ömer Eren’i;

“Hiç sormadınız ki bilesin nasıl yaşadığımla değil hangi başarıya imza attığımla ilgiliydiniz.”

“…savaşın ortasına göndermiştin ya beni, savaş muhabirliği yapayım diye, o çöllerde, savaş alanlarında çok kan vardı… Yaptığım işten nefret ediyordum”

“Hep eleştiren hep daha iyisini isteyen hep başarı bekleyen annesi”

“Başaramamış yükselememiş bir evlat yerine ölü bir evlada razılardı.”

“Evdekileri memnun etmek, onların gözüne girmek için çok çalışıp, çok ezberleyip alınan yüksek notların, taktir değil de teşekkür aldığı için burun bükülmesinin ….önce anlamına varamamış sonra haksız ve acımasız bulmuş..”

“Bunu gerçekten istediğine emin misin anne? Ünlü yazar Ömer Eren ile yılın bilim kadını olmaya aday Profesör Elif Eren yaşam özürlü oğullarını taşımaya hazırlar mı?”

“Savaş yayılıyor, işler ciddileşiyor, oralar artık çok tehlikeli, hemen dön’ demelerini boşuna bekledi ….Ama ‘dön’ demediler, eve çağırmadılar….’Gayret Deniz! Önemli işler yapıyorsun, işte benim oğlum bu’ dedi babası. ‘Dikkatli ol pisicik, fırsat buldukça sık sık telefonla ara’ dedi annesi

8. İstanbullu kahramanların aralarındaki kadın erkek sevgisinde, karmaşada bir benzerlik var, ya da biz sıradanlar aşkı başka anlıyoruz;

Selim ve Yelda aşıklar. Selim her zaman çapkın. Yelda da gidip Taner ile sevişiyor. Ömer ile Elif hâlâ birbirlerine âşık ve Ömer her zaman çapkın. Bir de bölgeye gittiğinde orada özel bir kadınla karşılaşıyor Jiyan. Jiyan ile sevişiyor. Elif, Kopenhag’da doğum gününde kocası aramadı diye İngiliz meslektaşını yemeğe davet edip, ona kur yapıyor. Adam eşcinsel olmasa orada da bir sevişme yaşanacak. Nevra kocası varken Ferdi ile cilveleşiyor falan.

Bir de Jiyan var. Karısını yılbaşı hindisine, birlikte olduğu diğer kadınları hindinin yanındaki garnitüre benzeten Ömer için Jiyan’ın anlamı ne? Ömer Eren’in “Bırak kadınlara akıl vermeyi, doğum kontrolünü falan kadınım; bana, bize bir çocuk doğur. Yitik oğlumun yerine koyacağım bir Kürt Türk çocuğu; aşkın ortak dilinin, umdun, geleceğin çocuğu” dediği, Jiyan bu. Garnitür denen şeyden bu kadarını beklemek biraz fazla değil mi? Selim de Yelda’ya “ sana bir Heja yapacağım” demişti. Bir ilginç benzerlik daha.

9. Batılı kahramanlar bölgeden insanlara karşı hem çok “iyi kalpliler”, “yol göstericiler”, “eğiticiler”
hem de onlara karşı kızgınlık, kırgınlık ve yargılama gibi bir özelliğe sahipler. Burada da bir benzerlik var sanki…

A. Yelda;

“İçeri girdiğinde onu önce Rojda görmüştü, orada olmaktan, yabancıların arasında, onlardan biriymiş gibi İngilizce konuşarak sohbet etmekten Yelda’ya acıklı görünen bir sevinç duyduğu diğerlerinden daha fazla gülmesinden, daha coşkulu konuşmasından fazlasıyla rahat davranışlarından anlaşılıyordu.”

“Yelda genç kızın öfkesinin altında kendi ırkının erkeklerinin cinayetlerinden duyduğu utancın saklı olduğunu da sezmişti”

B. Nevra Tuna;

“ Bir farkımız da bu, Zelha ile. Koskoca bir imparatorluk artığı olmanın genlerime işlemişliğinden olabilir mi, hoşgörüm.”

“Çocuklarının suçunu örtbas etmeye çalışan bir ana gibi, Kürtler için hayıflanmak da bana düştü hep.”

“ Ermenilerle birbirinizi yemişsiniz, bu da Türklerin suçu olmuş! Ermenilerden boşalan yerlere güle oynaya konaklayan Kürtlerin vebali de Türklerde…”

“Doğu’nun ezilen kadınlarını kurtarmaya çalış..”

“Bir devlet isyankar çocuklarını yirmi sekiz kere bağışladıysa, yine bağışlamasını bilir…”

C. Ömer Eren;

“Halk yüzlü, halk giysili, halk kokulu yolcuları”

“Sadece kendilerinin mazlum ve mağdur olduğuna inanıyor bunlar.”

“O kadar savundum haklarını. Anadil manadil konusunda, bir de Doğu’daki faili meçhullerle ilgili yazılar yazdım diye az kaldı başım belaya girecekti. Avrupa Birliği normları, Avrupa “ ne der” kaygısı, sivil toplumun tepkisi olmasaydı, açılan davalardan mahkûm bile ederlerdi.”

“Az laf etmedik, az yazı yazmadık bu yakmalar yıkmalar için. Ama unuttuk işte, unuttum”

“Bunların haklarını korumak için göze alınan onca bela; “vatan haini” ilan edilmek, şu maddeden bu maddeden yargılanmak, daha neler neler, hiçbiri makbule geçmiyor. Ne güveniyorlar sana ne de teşekkür ediyorlar; onların gözünde işbirlikçi Batılı Türk olarak kalıyorsun”

Öve öve bitiremediğiniz mesire yeriniz burası mıydı diye düşünüp küçümseyeceğini, benzer yerlerle kıyaslayacağını biliyor Ömer’in. Soğukpınarın üç kavak bir söğütlük zavallı bir yer olduğunu; bu topraklarda iyinin de güzelin de ölçüsünün değiştiğini; devlerin gözünde cüceler ülkesinin ölçülerine indiğini kahrolarak isyan ederek biliyor…”


10. Batılı kahramanların hepsi de bütün bu yol göstericilikleri yanında kendilerine kurdukları hayattan çok mutsuzlar. Kendi çıkmazlarının farkında değiller sanki.

A. Yelda;

“Selim’in de karşısındaki kadının yaşadığı yıkımın ağırlığını anlayamaması, şefkatini her zamanki gibi saklaması Yelda’nın her seferinde biraz daha fazla yaralanmasına yol açmıştı, neredeyse her karşılaşmaları Yelda’nın zapt edemediği acısının aralarına girip, onları biraz daha ayırmasıyla son bulmuştu.
Yelda belki acıya dayanabilirdi ama acı çeken bir kadın olmaya, kendisine aldırmadığını düşündüğü biri için her gece ağlamaya, onu biraz daha görmek için yalvaracak hallere gelmeye dayanamazdı.”


B. Nevra Tuna;

“…Evime döndüğümde, aynadaki mutsuz ve yorgun yüzüme bakıp, ‘Yine olmadı, Bunu da başaramadın işte, Nevra,‘ dememeliyim. Başaramamaktan bıkkınım çünkü. Kaybetmekten bıkkınım. Evliliğini elleriyle bozan, kendi hataları yüzünden önce kocasını, sonra gül gibi işini, daha sonra da çocuğunu kaybeden bir budalayım ben. Hiçbir şeyin sonunu getiremeyen bir beceriksizim. Değil bir kocayı, bir sevgiliyi dahi elinde tutmayı beceremeyen kocaman bir aptalım. Bugünü de yüzüme gözüme bulaştırırsam… bin bir takla atılarak, nice ipler çekilerek kotarılmış bu görüşmeden yüzümün akıyla çıkmazsam, TEM otoyolu üzerinde yer alan upuzun binanın yedinci katındaki, kaçak apartmanlara bakan, ‘Türkiye gerçeği’ manzaralı odamdan bilgisayarımı söküp, tek tük kişisel eşyamı toplayıp çıkmak zorunda kalırsam, son bir yıldır beni hayata teyelleyen yegâne ilmeği de çözmüş olmayacak mıyım? Ne kalacak geriye bana tutunmam için? Ne? Tanrım bana yardım et ki, kiminin gözünde terörist, kiminin indinde azize olan bu doğulu kadın, bu köylü kızı, bu son yılların, durumdan vazife çıkartılarak yaratılan parlak yıldızı, gelsin ve konuşsun benimle. Konuşsun ve kaderimi değiştirsin”

“…Demin dedin ya Zelha, kaset boşa dönüyor diye… benim hayatım bu işte. Boşa dönüp duruyor, boşa, boşa, boşa… ben hiç fark etmiyorum. Hep bir ümitle bekliyorum. Hep bekliyorum ama hep boşa dönüyor.”

C. Ömer Eren;

“Beni bekleyen ne var ki İstanbul’da… Elif’ten başka! O da zaten deneyleriyle, öğrencileriyle, yabancı dergilere yazdığı bilimsel makaleleriyle meşguldür. İşsiz insanların işidir beklemek.” Elif’in işi hep başından aşkındır. “

“ İçinde kara bir boşluk ve boğuntuyla yeniden kaçmak için eve; hep orada, hep sevgili, hep ölçülü, hep uzak karısına; övgü ve dostluk gösterilerinin ardına saklanmış ‘biz senin cemaziyülevvelini biliriz’ sırıtmalarını görmezden gelerek, edebiyat çevrelerine, kimi nerede, hangi havalarda, hangi dünyalarda bulacağını bilememenin korkusuyla eski yol arkadaşlarına dönmek. Yollar, ülkeler, şehirler, oteller, denizler, limanlar, insanlar; hep, ‘yaşantı olsun’ diye. İçine yapışmış boşluk ve anlamsızlık duygusuyla”

“Kendi topraklarım kurudu, kendi insanlarım değişti. Belki de onlar değil ben değiştim. Onlara, kendime yabancı kaldım….”

Görüldüğü üzere;

Her üç romanda da sıradan insan diyebileceğimiz batılı kahraman yok. Belki romancıların çevresi o insanlardan oluştuğu için onlara sıradan gelebiliyor ama bize göre sıradan değil bu kahramanlar.
Hepsi İstanbullu hepsi üst ekonomik düzeyden ailelerden geliyor hepsi en az üniversite mezunu hepsi yurt dışında yaşamış ve okumuş hepsi zeki, başarılı ve kariyer sahibi hepsi partnerine aşık ve ama aynı zamanda başkalarıyla rahat iletişim kurabiliyor ve bireysel yaşamlarında çıkmazları büyük, mutsuzlukları derin ve anne babalıkları sorunlu. Ve bölgedeki insanlarla olan kişisel iletişimlerinde de memnuniyetsiz ve yargılayıcılar…

Kahramanların hayatla sıradan hiçbir bağları yok. İnsani etkinliklere yüz vermiyorlar. Aralarında; güzel şarkı, türkü, arya söyleyen birileri yok, gitar, saz, flüt, piyano, keman çalan birileri yok, iyi mantı yapan, iyi pilav pişiren, iyi midye dolması yapan birilerinden vazgeçtim iyi makarna yapan biri yok, batının dışında, ülke içinde seyahat eden, müze gezen, resim yapan, kille uğraşan, gergef işleyen, örgü ören, yürüyen, yüzen, tenis oynayan, balığa çıkan bir roman kahramanı yok.

Hayatlarında varsa yoksa başarı ve kariyer bir de bir halka akıl vermek, bir halkı kurtarmak falan fian…

Romanlarda bir halk anlatılıyor ama nasıl? Hiç mi türküsü yok bu halkın? Hiç mi masalı? Efsanesi? Manisi? Hatta tarihi? Hadi onların yok sanılıyor, o coğrafyadaki diğer halkların da mı yok? Ermenilerin, Süryanilerin, Keldanilerin, Ezidilerin? Derslerini iyi çalışmamış bu yazarlar.

Oralarda Hıristiyanlar var. Hem de kadim zamanlardan kalma Hıristiyanlar. Süryaniler, Ermeniler var. Yahudiler var. Sabetayistler var. Sonra Araplar var. Sünni ve Alevi Kürtlerle, Sünni ve Alevi Türkler var. Zazalar var. Keldaniler var. Bir kısmının kendisi kalmasa da kültürü var. “Bizans Bahçeleri” demek yetmiyor. Ya da “Mezopotamya’yı özlemek” olmuyor. Oralarda halktan hiç kimse yaşadığı yere Mezopotamya demiyor. Olsa olsa mesleğe yeni başlayan turist rehberleri öyle anlatıyordur belki.

Romanlarda; bölgedeki aşiret düzeni, kızların okutulmaması, kan davası, adına ister namus cinayetleri densin ister töre cinayetleri ama özündeki işleviyle “kadın cinayetleri” anlatılmak isteniyor ama acayip yanlış sonuçlar çıkıyor. Bütün bunları belli bir coğrafyaya, belli bir halka, belli bir etnisiteye bağlamak büyük bir insafsızlık büyük bir önyargı ve büyük bir ayrımcılık yaratıyor.

Kumalık düzenini eleştireceksek, İstanbul’da altmışlık yetmişlik iş adamlarına on altı on yedi yaşında sevgili yapılan çocukları unutmamalı.

Acıyı neden o kadar uzağımıza atıyoruz ki? Büyük şehirlerin lüks semtlerinde, toplumsal ekonomik düzeyi yüksek, okumuş kadınların suskun kaldığı, diğer kadınlar gibi itiraf edemediği, şikâyette bulunamadığı bu nedenle engellenemeyen, önlenemeyen ve de bilinmeyen pasif, sinsi, bir acayip çeşit aile içi şiddetten kimse söz bile edemiyor. Kimse yazamıyor.

Kadınları, kız çocuklarını bu bakış açılarıyla anlama olanağımız yok. Bu bakış açısıyla olacaksa herkes kendine baksın önce…

Ya büyük şehirlerde yaşayan Heja’lar? Büyük arabalarla önlerinden geçilip gidilen, yüzlerine bakılmayan Heja’lar? Onların sadece bölgede olunca görünür olması, İstanbul’un sokaklarında görülmüyor, duyulmuyor olması romanları inandırcılıktan uzaklaştırıyor.

Doğulu roman kahramanları, özellikle bir halkı temsil ettiği varsayılan karakterler; çocuk ve kadın üzerinden aktarılıyor. Kadın ve çocuk bütün toplumların en kanamalı grupları. Çok etkileyici hatta vurucu konular bunlar. Vicdana, vicdanlarımıza çok yakın duruyorlar. Ama dikkat etmeli; ‘kuzucuk’, ‘kedicik’, ‘annesinin mikisi’, ‘annesinin pisisi’ ‘pisicik’, ‘minik kedicik’,’ kuzu’, ‘küçük prens’ gibi sözcükler bu koşularda sakilleşiyor.

Romanlarda Doğu’daki kadına bu denli ezik gözüyle bakılması- batının kadınarını da problemli gösteriyor. Hep özel ve de hep özel olmaya çalışan, bunun için ruhunu satmaya razı gelen ama ruhu da bir türlü doymayan, hep sevgiye aç, nevrotik bir kadın tipi çıkıyor ki böyle de değiliz çoğumuz. Yaşayamayan bir kadın tipi. Mükemmel ama donmuş… Şükür ki tüm sıkıntılarımıza karşın böyle değiliz…

Bu yazıda hem doğudan hem batıdan bir şeyler almış bir kadın olarak, bir kalp ağrısına uzaktan bakılmasından rahatsız olduğumu, içinden, derinden hissedilmedikçe yazılanların gerçekçi algılayamadığımı, beyaz gözlüklerle bir şeylerin görüleceğine inanmadığımı, kibire batmış roman kahramanları yoluyla bir halkın anlaşılamayacağını anlatılamayacağını, bir halkı hatta tüm halkları sevmeden tanımadan onlara üstten bakmanın, akıl vermenin edebiyat olmadığı, konuya bir çözüm öneremeyeceğini, dünyadaki bütün haklar için özürlük, eşiktik, kardeşlik içinde güzel, şarkılar, güzel aşklar ve güzel yemekler olmadan barış geleceğine inanmadığımı kendi açımdan ve dilimin döndüğünce ifade etmeye çalıştım.

Güven Tunç
ekim 2011
eylül 2014


Bu metinin ayrıntılı açıklamalarını çok önceden blogun diğer sayfalarında yayımladım. Metin internet ortamına uzun kalacağından bir çok sayfaya bölerek yer verdim şimdi ise kısaltılmış olarak yeniden düzenledim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder