Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
20 Kasım 2021 Cumartesi
Romandaki Masal/Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı
Merak eden okuyucu için,
Zeyno’nun defterindeki masal…
YEDİ DAĞIN ÇOBANI İLE CERANCERAN
Zamanın birinde, yücelerden yüce dağları, dipsiz uçurumları, geniş otlakları, verimli tarlaları, altın değerinde bağları, şenlikli bahçeleri, içli havaları ve katman katman sırları olan bir memleket varmış. Burası, kıtadan kıtaya uzanan koca bir nehrin doğduğu topraklarmış. Bütün o topraklara can veren kocaman ve derin bu nehrin, başka dere ve çaylarla karışıp en çok güçlendiği kolunun, geniş havzasında ve civarında yer alırmış bu memleket. Havzanın etrafına sıralanmış yedi dağın; kimi eteklerinde, kimi yamaçlarında, kimi de doruklarında yer alan köylerden ve kasabalardan oluşan farklı bir memleketmiş. İşte o memleketteki köylerden birinde de bir Çoban yaşarmış…
Çoban, babayiğit, cesur ve civan bir delikanlıymış. Yaşadığı köyde ve yedi dağın civarındaki herkes, onu tanır ama kimse onun adını bilmezmiş. Ona sadece, “Çoban” ya da “Çoban Oğlan’ derlermiş.
Kimi kimsesi yokmuş bu Çoban’ın. Garip bir kuş gibi yalnızmış. Anası atası bilinmezmiş, kendisi de hatırlamazmış anasını atasını.
Yıllar önce köylü, bir sabah uyanmış ki üstünde yok başında yok, kafası bitli bir oğlan çocuğu, köy meydanında, çeşmenin başında yıkılmış kalmış. Sabah eve, taze su getirmeye çeşmeye giden genç gelinler onu öyle bulmuşlar. Hemen köylüye haber vermişler. Köylü oğlanın başında toplanmış. Oğlan çok üşümüşmüş, çok yorgunmuş. Ve de çok da açmış bu uşak. Evlerden ekmek, ayran ve ne bulduysalar getirmişler. Neredeyse açlıktan ölüyormuş. Önüne ne konulursa yalayıp yutuyor ve hemen, “Başka bir şey yok mu?” dercesine ve çaresizce yüzlerine bakıyormuş. Bir yandan yemek vermişler ama bir yandan da bazıları onu hemen kovmak ve ondan kurtulmak istemiş. Kimi hastalık getirir diye korkmuş, kimi evini barkını soyar diye korkmuş. Aralarında biraz büyür, delikanlı olur da kızlarımıza, gelinlerimize zarar verir diye düşünenler bile çıkmış. Malımıza mülkümüze ortak çıkar diyenler de olmamış değil hani. Velhasılıkelam köydeki iki ihtiyarcık, Muhtar Çece ile karısı Nazlı Bibi bu uşağa arka çıkmasa, bazıları o saat onu köyden kovup atarlarmış. Muhtar ile Nazlı Bibi bu garip oğlanı kovdurmadıkları gibi üstüne üstlük bir de evlerine götürüp çimdirmişler, karşı köyden berberi çağırıp bitlerini ayıklatmışlar, altına yatak sermişler, önüne yemek koymuşlar… Onların çocukları yokmuş.
Uşağa, “Gel bize oğul ol.” bile demişler.
Oğlan da onlara sormuş, “Ben dağlardan başka bir şey bilmem, ben buralarda ne yaparım? Size yük olurum güzel anam.” demiş.
Nazlı Bibi de ona, “Kal birkaç gün, alışıp alışamayacağını kendi gözlerinle gör.” demiş.
Çocuk bu ihtiyarcıkların evinde kalmış ama her sabah gitmek için izin istemiş. İhtiyarcıklar da her sabah, “Biraz daha kal” diye onu oyalamış. Beklemişler ki bu garip oğlan bu güzelim köye alışsın. Yavaş yavaş ahıra indirmişler, koyunları, keçileri, buzağıları, kuzuları sevdirmişler, kümeste civcivleri göstermişler, bağa bahçeye yollamışlar, harmana düvene alıştırmışlar. El kadar çocuk, dağlarda heder olur diye korkmuşlar, bırakamamışlar. Ama çocuk, gündüz gidemese gece gidiyormuş, upuzak kırlara, yakın dağlara, yaylalara. Ter içinde dönüyormuş. Muhtar ile Nazlı Bibi onun bu haline dayanamayıp, “Gideceksen git oğul” demişler. “Demir çarık istiyorsan demir çarık, demir asa istiyorsan demir asa alalım, gitmek istiyorsan da git.”
Masal bu ya bu sefer de uşak gidememiş. Çünkü ayaz bir gecede sıcacık bir yorgan gibi saran sevgi duygusunu ilk kez tadıyormuş. O da ihtiyarcıkları sevmiş. Onları gördüğünde içine ılık ılık bir şeyler akıyormuş. Hem Muhtar Çece’nin atı yeni doğurmuşmuş. Muhtar Çece doğan tayı ona hediye etmiş. Çocuk tayı sevmiş, taya alışmış bir kere. Tayı da ihtiyarları da bırakıp gidememiş. Gidememiş ama bu gece gezmelerinin onları meraklandırıp üzmesinden de kederleniyormuş.
Gel zaman git zaman onlar alıştıkça çocuk bu sefer gündüzleri sır olup gidiyor, yine dağ, taş dolaşıyormuş. Sadece köyün değil civar bütün köylerin, hatta nahiyenin bütün deresini, tepesini, ovasını, merasını, otlağını, yazısını dolaşıp duruyormuş. Daha doğrusu kendini dağlara, kırlara vuruyor ama nedenini bilmiyormuş.
Köylüler çocuğun bu gezmelerini çok tekinsiz bulmuşlar, huzursuz olmuşlar. Bazıları Muhtar Çece’ye şikâyete gidiyor, gidince de cevabını alıp dönüyormuş.
“Sakın karışmayın. Kimin kılına zarar gelirse beni bulsun. Hepinizden beklerim ama ondan en ufak bir kötülük gelmez kimseye. Herkes kendi işine baksın.”
Köylü susmuş. Önce, kötü bir şey yapsın da şunu defedelim diye beklemişler ama sonra bakmışlar ki çocuk kimsenin malına, canına değmeden, dağ bayır mecnun gibi dolanıp duruyor sadece. Zamanla onun bu pervaneliğine alışmışlar. Sahiden kimseye zararı olmuyormuş. Aslında yararı olduğunu fark etmişler zamanla. Çocuk, yaşından, yaşıtlarından beklenmeyecek kadar becerikli ve bilgiliymiş. Onun getirdiği av etinden lezzetlisi, onun getirdiği ottan şifalısı, rayihalısı, onun topladığı göbekten latifi yokmuş. Ne getirirse getirsin onun getirdiklerine doyum olmuyormuş. Bir de getirdiklerini kendisi yemez köylüye, yolda yolakta rastladığına, çobana, yolcuya, ırgata dağıtıyormuş. Sonra bir gün ne olduysa, kendi kendine, öylesine, birden avlanmaktan vazgeçmiş. Kim ne dediyse, köylü ne kadar yalvardıysa da olmamış, bir daha ne bir balık tuttuğununu ne de bir kuş vurduğunu gören olmuş… Sorana da şaşırarak, “Ben nasıl cana kıyarım?” diye yanıt vermiş.
“Bir cana nasıl kıyılır?”
Birkaç yıl geçmiş geçmemiş oğlan ele avuca gelir olmuş. Yaş aldıkça, aklı erdikçe köye de köylüye de alışıyormuş. İhtiyarcıkların gönüllerini hoş tutuyor, tayıyla oynayıp zıplıyormuş ama yine de dağlarda taşlarda daha çok zaman geçiriyormuş. Bu sefer de gece yarısı olmadan, karanlık çökmeden köye dönmüyormuş. Köylü bu uşak ne zaman uyuyor ne zaman yemek yiyor diye merak ediyormuş. Tam da o sıralar köyün çobanı, bir gün, köyden bir kız beğenip terkisine atıp sürüyü dağda öylece başıboş bırakıp kaçmamış mı!… O sıralar çocuk da dağlardaymış ve olanları görmüş. Bakmış sürü dağılıyor, koşup dağılmakta olan sürüyü toparlamış. Sürüyü dağıtmadan, kurda kuşa yem etmeden getirmiş köye teslim etmiş. Sürüyü köye öyle bir indirmiş ki köylü şaşırmış. Sürünün bir tek tanesini zayii etmeden sağ salim getirmesine inanamamış. Hiçbir bağırtı çağırtı olmadan öylesine getirmiş, bırakmış önlerine. Nasıl olmuş da o iki koca kangal, Alabaş ile Delibaş, onun sürüye yaklaşmasına izin vermiş? Nasıl olmuş da bir yabancının hele ki bir çocuğun kendilerini yönlendirmesine razı gelmiş? Köylü bu işe akıl sır erdirememiş ama malına helal gelmediğinden de bu işten pek memnun kalmış. Kalmış da fena olmamış... O günden sonra çobanlık bizim çocuğun üstüne kalmış. Köylü de cıvıtmamış ama. Öbür çobana yıllık olarak ne veriliyorsa ona da aynısı verilmiş, o istememiş ama alması şart koşulmuş. Buna karşı oğlanın da bir şartı varmış. O diğer çobanlar gibi her akşam bir hanenin sofrasına konuk olmayacakmış ve her sabah için de sadece bir azık torbası yanına katılacakmış. Bunu şart koşmuş koşmasına ama azık torbasını bile çoğunlukla unutur, öyle çıkarmış yola. Susadıkça bir göz, bir kaynak, bir pınar, bir dere bulur, kana kana içermiş. Yabani yemişler, şakko, böğürtlen, bazen dut, bazen badem, ceviz, bazen yabani üzüm, kuzukulağı, yemlik, sürsülük onun karnını doyurmaya yeter de artarmış bile. Ahali ise, “Keşke herkesin şartı böyle olsa… Sen bizim sürümüzü böyle güzel otar da dile bizden ne dilersen.” demiş.
Ve zamanla bizim garip oğlan olmuş “Çoban Oğlan” “Yiğit Oğlan”…
Çoban Oğlan zaten kurdun kuşun dilinden anlayan biriymiş, gittikçe de bu işin piri olmuş çıkmış. Kışın ağır mı hafif mi geçeceğini, ilkbaharda hangi derenin taşacağını, hangi bağın üzümünün ekşiyeceğini, külleneceğini, yanacağını, hangi tarlanın buğdayının sert geleceğini, hangi hayvanın kuzulayacağını, hangisinin kısır çıkacağını herkesten önce o bilirmiş.
Çoban Oğlan zamanla yalnızlığına güzel bir ses eklemiş, kendine bir kaval yapmış. O güne kadar kimsenin görmediği bir kavalmış. Sanki gül dalından yapılmış. Ama gül dalından kaval olmazmış ki... Sesi de farklıymış bu kavalın ki o da başka hikâye… Zaman içinde köyün tekesi, koyunu, keçisi, çebişi, ineği, kulağı kesik kangalı, uyuz eşeği ona öyle bir alışmış ki onun kavalını duyunca nerede olursa olsun ağıl kapısı, ahır kapısı dinlemez, yıkar geçer, köyün çıkışına gider, sürü nizamına uyup onu beklermiş.
Çoban Oğlan birkaç yıl içinde öyle serpilmiş öyle serpilmiş ki onun bu halini gören, köye perişan bir şekilde sığınan çelimsiz uşağın o olduğuna asla inanamazmış. On beş, on altısını bulmuş. Büyümüş, gelişmiş, bıyıkları terlemiş, sesi tok, yiğit bir delikanlı olmuş çıkmış. Tam kanı kaynayacak yaştaymış ama kimsenin kızına, gelinine baktığı görülmemiş. Onun için varsa yoksa kırlar, dağlar, yaylalarmış. Bir de tayıyla artık, “nene” ve “dede” dediği ihtiyarcıklarmış. Köydeki anne babalar onun bu kızlara bakmaz halinden çok memnun kalırken, kızlar ona çok fena kızarlarmış.
Çoğu kız ve gelin ve genç dul, azık götürme bahanesiyle dağlara yanına gidermiş ama Çoban onlara yüz vermez, cilvelerini görmezden gelirmiş. Kızlar onun bu huyuna kızmasına kızarlarmış ama yüzünü görünce, hemen unuturlarmış. Çeşitli mendiller, yağlıklar, işler verirlermiş. Çoban oğlan almazmış. Yaman kızlarmış bazıları, çerçilere tembihler, kasabadan gizlice horozlu aynalar getirtirler, gizlice azık torbası içinde Çoban’a gönderirlermiş. Çoban bunları yine gizlice geri gönderdiğinde deliye dönerlermiş. Kızların öfkesi yeğin olur. O aldırmaz güler geçermiş. Kızlar kendi aralarında Çoban Oğlan’ın dağlarda buluştuğu gizli bir sevdalısı olduğunu konuşur, hem kendi kalplerini hem diğer kızları kırarlarmış.
Neşeli ve cömert bir delikanlıymış Çoban Oğlan. Kimin ne işi olursa yardıma koşarmış. Tarla zamanı, harman zamanı, bulgur zamanı, bağ zamanı, pekmez zamanı hep yardıma gidermiş. Akşama ve geceye sarkan işlerde köylü hep onu beklermiş. Hem hepsinden daha çok çalışırmış hem de herkese neşe taşırmış. Onun yaptığı işten bereket taşarmış. İşlere öyle neşeyle ve muhabbetle sarılırmış ki en tembel insan bile gayrete gelir, işlerin nasıl bu kadar çabucak bittiğine hayıflanırlarmış. Bazen civar köylerden bile gelip çağırdıkları olurmuş.
Köyde, kahvede, ahbap arasında gayet neşeli olan bu Çoban, gece evde yalnız kaldığında ya da dağlara doğru gittiğinde, neredeyse başka biri oluyormuş. Sessizleşiyor, boynunu büküyormuş. Çoban oğlan kavalını dağlarda başka türlü üflüyormuş. Köyün büyüklerinin bile hiçbir yerde duymadıkları ezgiler çalıyormuş. Kavala üflediği soluğundan sürekli kanayan bir hayat dökülüyormuş. Hüzünlü bir hikâye anlatıyormuş kavalı. Güzel kadınlar, yürekli adamlar ve coşkun taşkın çocuklarla dolu bir yer tarif ediyormuş. Ve onlara yapılan zalimliğe ağlıyormuş kavalı. Onun melodisi, bir çocuğun dehşet içinde ama sesini boğa boğa, usulca ağlayışıymış…
Öyle acılıymış ki ezgileri, duyanlar hiçbir sebep yokken bir büyük ayrılık acısına düşer, neden olduğunu bilmedikleri bir acıdan ve hasretten feryat figan içinde kalırmış. Otardığı sürü, dağlardaki cümle mahlûkat Çoban Oğlan’ın acılı ezgisinden yanar kavrulur, yine de onun kavalının sesinden vazgeçmezmiş. Kızlar ise Çoban’ın hasret dolu ezgilerini kendileri için kavalına üflediğini hayal ederlermiş.
Çoban Oğlan, dolaşıp bildiği yüce dağlarda çocuk aklıyla anlayamadığı bir yaşanmışlık ve acıyla kavrulmuş, büyük bir ayrılık hissedermiş nedense. Terk edilmiş köyler, evler, göller, nehirler, kan kokusu silinmemiş uçurumlar görürmüş rüyalarında da bir türlü bilemezmiş. Bazen bir kuş ötüşü bazen yağmur altında mallarla sığındığı bir mağaradaki derin sessizlik, bir ağıda dönüşür, günlerce kulağından gitmez yüreğinden silinmezmiş. İşte bu derdinin tek çaresi varmış. O çare de ceranceranlarmış. Onların sarp dağların doruğuna tırmanıp durup da nehir havzasını izleyişindeki ulaşılmaz tevekkülmüş. O gözlerin güzelliğiymiş, derinliğiymiş.
Çobanoğlan ceranceranları seyrederken bir acı hissedermiş hep. Ceranceranlar o yörenin en az kalan canlılarıymış. Ama onun hissettiği acı, az olmalarından değilmiş sadece. Anlamadığı bir yakınlığı varmış onlara. Birkaç zaman görmese onları, özlemden ciğeri yanarmış Çoban Oğlan’ın. Peşlerine düşer, günlerce izlerini ararmış. Hep onların yanında olmak istermiş. Hep onları görmek istermiş gönlü.
Hele bir tanesi varmış ki şöyle iki kaşının arasında alnının ortasında, soluk bir işaret olan. Belli belirsiz, süt damlası gibi bir beyazlık… Bir de hüzünlü bakışları olan o ceranceran. Geçen yıl, ormanda aniden karşısına çıkan. İnsana nazlı bir kızmış gibi bakan. Güzel kızları ona unutturan ceranceran…
Sürüye çıktığı ilk yıl, baharla birlikte dağların doruklarından aşağıya doğru inen ceranceran sürüsünü keşfetmiş Çoban Oğlan. Karşılardan, çıplak, sarp doruklardan, meşeliklerden oluşmuş ormanlık alana, oradan da ormanın içinden geçip derenin aşağısına, en sakin kıvrımına su içmeye, süzülerek giderlermiş. Çoban ilk kez görüyormuş ceranceranların bu kadar yakına gelmesini. Ürküp kaçarlar korkusuyla, nefes almaktan bile çekinerek seyretmiş onları. Kesik kulaklarını havaya diken kangallara bakmış, göz hareketleriyle yavaşça “dur”, “sus” işaretlerini yapmış. Onlar da kıpırtısız ve sessiz ama dikkatlice inceleyerek beklemişler gelenleri. Ceranceranlar öyle nazlı ve ürkek geliyormuş ki suyu bile incitmiyormuş. Su içmeleri bitince aynı naz ve ahenkle dönmüşler. Köyün çeşme başı kızları gibiymişler. Uzak, gizemli ama bir o kadar da cilveli. Bir farkla, bunlar külliyen daha güzelmiş. Sekiz ceranceran. Kayar gibi ama sakin, dönüp yürümüşler. Çoban heyecandan nefessiz kalmış.
Ceranceran topluluğu geldiği süratle geri dönüyormuş. Çoban’ın içine yine o nedeni bilinmedik keder, gitmesinler istiyormuş. Hep oralarda, hep yanında kalsınlar istemiş. Ama onlar gidiyormuş. Ormanın sınırına dayanmışlar bile. Tam ormana girecekken biri durmuş, sanki durdurulmuş… Çoban Oğlan ona bakmış, o cerancerana bakmış. Öyle kalmışlar. Sürmeli güzel ürkek gözleriyle tam da çoban oğlanın gözünün elifine uzun uzun bakmış. Çoban oğlan bu bakış karşısında taş kesmiş. Kıpırdayamamış, nefesi kesilmiş, kulakları kapanmış. Kalbi durmuş sanki. O bal gibi şeker gibi bakan gözler onu büyülemiş. Onu usul usul okşarcasına, kutsarcasına bakmış. Ceranceran bakışları değdikçe yumuşak, ılık bir şeyler akmış oğlanın içine. Bütün kâinat sanki ona kucak açmış, sarmış onu, yarımmış tamamlanmış, açmış doymuş. Çoban o gözlerde daldığı düşten kangalların havlamalarıyla uyanmış. Ceranceran da sürüsünden diğerlerinin gelip etrafını çevirmesiyle kendine gelmiş. Aralarına karışıp ormanın içlerine doğru girip kaybolmuş.
Sürmeli Gözlü Ceran gözden kaybolunca, Çoban’ın dünyası birden kararmış. Ne olduğunu bir türlü anlayamamış. Etraf soğumuş, buzdan bir cehenneme dönüşmüş. Çoban donmuş… Çoban oğlan o gün sürüyü nasıl otarmaya devam etmiş? Otarmaya devam edebilmiş mi? Ne yapmış? Köye nasıl indirmiş? Nasıl teslim etmiş? Hiç bilmemiş, bilememiş. O gün sürüyü o indirmemiş zaten köye, Alabaş, Delibaş ile o kimsenin beğenmediği uyuz eşek indirmiş.
O akşam Nazlı Bibi, Çoban Oğlan sever diye kurutulmuş yeşil fasulye ile pilav yapmış, bir de ayran katmış beklemiş. Çoban Oğlan yemeğe gelmemiş. Muhtar Çece, açtır diye oflaya puflaya dama tırmanıp yattığı odanın kapısına varmış. Kapı kapalıymış. Yüklenip açmış, bir bakmış ki ne görsün o babayiğit oğlan, tir tir titriyor. Muhtar’ın aklına yılan, çıyan sokmuş olmasından başka bir şey gelmiyormuş. Nefes nefese Çoban’ın başında durmuş. Çocuğun dişleri birbirine vuruyormuş ama kendindeymiş çok şükür.
“Ne oldu oğul sana ne oldu?”
“Yok bir şey Muhtar Dayı.”
“Seni ne ağuladı böyle oğul?”
“Korkma dayı, yok bir şey.”
Demiş ve bayılmış. Muhtar karısına seslenmiş. İki ihtiyarcık gece yarısına kadar ayılmasını beklemişler. Çocuk en nihayetinde ayılmış ama bir türlü kendine gelemiyor inliyor, sayıklıyormuş.
“Ceran donunda da olsan insan donunda da olsan…” diyormuş kendini bilmez biçimde Çoban.
“Ceran donunda da olsan insan donunda da olsan…”
Muhtar Çece ile Nazlı Bibi söylediğinden bir şey anlamamışlar.
Çoban Oğlan ertesi sabah hiçbir şey olmamış gibi doğrulmuş kalkmış. Geceki halini gören ihtiyarcıklar bir şey anlamamış olanlardan, kötü rüyalara, nazara, büyüye yormuşlar. Yine de o gün Çoban’ı sürüyle yollamamışlar. Onun yerine sürüyü otarmaya köyün gençleri gitmiş. Gençler o gün nereye gitseler sürüyü doyuramamışlar bir türlü. Ne emek verdiyseler köylüyü memnun edememişler. Ertesi gün sürüsünü teslim almış Çoban Oğlan ve ondan sonraki her gün, ama her gün Sürmeli Gözlü Ceran’ını bir daha görmek umuduyla çıkarmış sürüsünü.
Günler günleri kovalamış, aylar ayları, mevsimler mevsimleri. Çoban Oğlan kaç çarık eskitmiş, kaç ceran sürüsüne denk gelmiş, kaç kuzu, kaç dana doğurtmuş, olmamış, Ceran’ına rastlayamamış.
Çoban Oğlan bir bulup bir kaybetmenin kederiyle baktığı her yerde Ceran sureti görüyormuş. En çok da köyün kızlarında görüyormuş Ceran’ın suretini. Öyle bir zaman gelmiş ki Çoban da kızlara bakar olmuş. Kızların işvesi, cilvesi, hatta bazılarının hüznü bile Ceran’ın onda yarattığı duygulara benzer duygular yaratabiliyormuş içinde. Bu duygular Ceran’ın yarattığı duygulardan hafifmiş ama gönlünü biraz olsun teselli edebiliyormuş. Kızlar bu durumdan hem mutlu hem de mutsuz oluyorlarmış. Her kız Çoban Oğlan kendisi ile göz göze geldiğinde gülümsediği hatta konuştuğu için havalarda uçuyor ama bunu başka kızlara da yaptığı için diğer kızlara ve çobana öfke duyuyormuş.
Derken bir gün Çoban, çeşme başında bir kıza rastlamış, adı Gülbahar… Kız akıllıymış. Ona yemekler yapıyor, götürüyor, ona içlikler dokuyormuş. Ama en çok Ceran’ın hikâyesini anlattırıp onu dikkatle dinliyormuş. Başka kızlara gülümsemesine aldırmıyormuş. Onun yüreğini anlıyormuş gibi davranıyormuş. Nihayetinde Çoban’la Gülbahar anlaşmışlar.
Dedesiyle nenesi araya girmişler. Kız babası da “Daha iyisine mi vereceğim?” demiş tutmuş, vermiş kızı. Çoban oğlan Gülbahar ile nişanlanmış. Nişanda her ikisinin elleri kınalanmış.
Gülbahar nişandan sonra kimsenin nişanlısına azık hazırlamasını istemiyormuş. Kızların nişanlısına bir şey yapmasından ya da onu elinden almalarından korkuyormuş. Kendi elleriyle hazırlayıp götürüyormuş azığını. Neler, ne yemekler, ne etler, ne börekler, tatlılar yapıp götürüyormuş dağlara, nişanlısına. Neredeyse kendi ellerliyle yediriyormuş. Kendilerini kaptırıp kurtlardan kuzulardan utanıp öpüşüp koklaşıyorlarmış. Artık azık zamanları sevdalık zamanları olmaya başlamış. İkisi de mutluymuş.
Düğünü kırk gün kırk gece tutmasalar da üç gün üç gece sürdürmüşler. Yörede, nahiyede, yedi dağın, yetmiş yedi köyünde, inlerinde ve mezralarında Çoban’ı tanıyan kim varsa çıkmış, gelmiş. Yemekler yenmiş, akşam sofraları şenlenmiş, oyunlar oynanmış, yıldızlar altında damlara serilen döşeklerde uyunmuş, çobanı kutlayıp gitmişler. Çoban evlendikten sonra da sürüsünü hünerle otarmaya devam etmiş, coşkuyla köylüye yardıma koşmayı sürdürmüş.
Yıllar yıllar geçmiş aradan. Ceran’ı bir kez daha, ömrünün içinde bir kez daha görmüş çoban. Güneşli bir günde, dağ taş yeşermiş, sular yürümüş, ovalar şenlenmişken. Bir tek çoban varmış yorgun, bezgin, ıssız. Uzun zamandır böyleymiş. Karısının bakışlarının Ceran’a benzemediğini fark etmiş zamanla. Onu kalben anlamadığını, anlayamayacağını fark etmiş. Fark etmiş etmesine de kıyıp söyleyememiş. Öylece yaşayıp gidiyorlarmış. Çoban Oğlan Ceran’ın bakışını unutamıyormuş bir türlü. Geceleri rüyasına rüyasına giriyormuş o bakışlar. Uyuyamıyor, yemek yiyemiyormuş uzun zamandır. O da dağlarda uyukluyormuş. Sabah erkenden malları toplayıp kırlara sürüyor, sonra da bir kuytu bulup uyukluyormuş. O gün de erkenden yollara düşmüş, köyden epey uzak yazılara gelince bırakmış, sürü yayılmış, Alabaş ile Delibaş sakin beklemekteymiş. Çoban da gözlerini kapatmış. Çok geçmemiş ki birden sanki karanlık bir gecede tüm aydınlığıyla ortalığı bir yıldız ışıtmış, sanki çöl ortasında buz gibi bir su kaynamış gibi tuhaf hava oluşmuş bulundukları yerde. Küçük bir ceranceran sürüsü ağmış, geliyormuş yine suyun başına. Çoban araladığı kirpiklerinin arasından kederle onları izliyormuş. Güzelim sürüye kaç kez umutla bakmış, kaç kez hüsranla başını eğmiş. İşte öyle umutsuz, düşsüz bakıyormuş. Bir de ne görsün? Aradığı, hasretini çektiği Ceran’ı orada, onların arasındaymış. Fırlamasıyla aralarına dalması bir olmuş. Öyle hızla hareket etmiş ki kimse onun kalktığını bile hissetmeden sürünün içine girmiş. O güne kadar bir insanın bir ceranı elle yakaladığı görülmemiş. Ya Çoban çok hızlıymış ya Ceran kaçmak istememiş. Diğer ceranlar koşup ormanı bulmuşken Çoban’ın eli Ceran’ın boynunda, Ceran hareketsiz, öylece kalmışlar. Nefes nefeseymiş ikisi de. Kendilerini birbirlerinin gözlerinden alamıyorlarmış. Sanki başka âlemlerdeymişler de bu dünyaya dönemiyorlarmış. Çoban ağlamış, Ceran ağlamış.
Çoban, “Seni yıllarca aradım.” diye ağlamış. “Seni çok aradım. Neredeydin?”
Ceran ona bakmış bakmış, ansızın dile gelmiş.
“Ben çok geldim, sen beni göremedin, peşimden gelemedin.”
“Şimdi gördüm bak. Gördüm ya seni...”
“Artık çok geç.” demiş sürmeli gözlü Ceran ve devam etmiş çaresizlikle.
“O kadar çok gelip geri döndüm ki... O kadar çok gelip ağlaya ağlaya geri döndüm ki…”
Çoban acıyla yüzüne bakarken, Ceran sürdürmüş.
“Ceranceran Padişahı çok kızdı. Artık benim insan olmama, sana yoldaş olmama asla izin vermez.”
Ceran o güzel gözlerinden yaşlar aka aka dönmüş gitmiş…
Onun gittiğini gören Çoban ise orada öylece kalmış…
Not: İtiraf ediyorum aslında burada biraz bilerek oynama yaptım yazarken. Bildiğim kadarıyla ceranceran Anadolu yaban koyununun ismi. Gerçekten cerana benzer ve sanırım ceranın atası. O kadar zarif ve güzel. Benim burada anlattığım ise yaban keçisi. Ama anlattığım coğrafyada geyik olarak söylenir. Yakınında ise Hızır'ın Davarı olarak bilinir...
Etiketler:
bibi,
Ceranceran,
Çemişgezek,
Çerçi,
Çoban masalı,
Eğin Ağın Arapgir,
Hızır'ın Davarı,
Hızır'ın Malları,
Oskar'ın Deresi,
Sal köprü,
Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı,
Yedi Dağın çobanı
23 Temmuz 2021 Cuma
söyleşi, ververan'da bir hüzzam şarkı, gül parlak, yeni adana gazetesi
“İsterim ki kimse anadilinden uzak kalmasın.”
Gül Parlak, Güven Tunç ile Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı adlı kitabı üzerine söyleşti…
Yazar Güven Tunç’a kanatlı kapıları açtırıp şehir şehir gezdiren duygu nedir? İyiliğin, güzelliğin saklandığı yerlere gitme arzusu mu? Ya da ne?
Her nereye gitsem ardımdan gelir Ankara...
Kötülük gibi iyilik ve güzelliğin de her yerde olduğuna inanırım. Bazen bir çıkmaza düşeriz ve gitmek, bize bir çözüm gibi gelir.
Ankara'dan her bunaldığımda gitmek, tazelenmek isterim. Oysa Ankara'da benim çocukluk şehirlerimden biridir. Ankara'yı yazmak, Ankara'yı konuşmak çok sevdiğim şeylerdir. Ama söylediğim gibi bu bir türlü vazgeçemediğim şehirden bile bazen bunalırım, kendimi sıkıştırılmış hissederim. Belki şehrin hiç suçu yoktur yaşadıklarımıza... Ama biz yine de onu suçlarız.
O yüzden ilk kez Ankara dışında bir şehri, birçok şehirden bir araya getirdiğim bir büyülü doğu şehrini, kötülüğe inat, sizin dediğiniz gibi, iyiliğin ve güzelliğin galip geleceği bir umutla yazdım.
Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı, Samo, Enne Hatun, Tamara Bacı, Zelo ve diğerlerinin yaşadıkları cennetten zorla çıkarılmalarının romanı sanki. Yerinden yurdundan edilenlerin, insanlığın bitmeyen çilesinin…
Ne dersiniz?
İnsanlığın bir türlü bitmeyen, gittikçe artan gittikçe yaygınlaşan gittikçe ağırlaşan çilesi...
"Ya Rab! Günah işliyorum biliyorum. Beni bağışla. Sana yalan söyleyemem. Benim cennet diye bildiğim yer gerçekten burası. Bu Sulak, Sulak'ın can veren suyu, bu Gölöğü bu binbir yemişi bağ bu dere bu çocukken oğlak otardığım yazılar bu göbeğe gittiğim meşelik bu at koşturduğum yol bu Trasul bu Cırik bu Yılanlı Dağın ardında geyik kovaladığım Kayaarası... Rab'bim ne olur beni bağışla... Ben başka cennet istemem. Bu köy benim cennetim. Bin defa dünyaya gelsem bin defa burada yaşamak isterim... Ne olur beni duy! Beni bugün duy! "
İşte böyle konuşuyor romanda, kahramanlarından biri olan Samo.
Romanı türküler eşliğinde okuyor gibiyiz. Malatya ve Erzincan yöresi ağırlıklı olmak üzere türkülerle uyuyup uyanıyor kahramanlar. Bu, Anadolu halkına, sanatına vefa, zarif bir selamdır diyebilir miyiz?
Sevgili Gül, çok ince bir soru. Çok teşekkür ederim. Bir selam var mutlaka ama zarif bir selam oluşu sizin inceliğiniz.
Erzurum var daha çok. Sonra Urfa, Diyarbakır, Elazığ, Malatya, Sivas, Erzincan, Adana, Amasya, Adıyaman...
"Nerede bir türkü duysam şairliğimden utanırım" der Bedri Rahmi Eyüboğlu ustamız.
Ben de nerede bir türkü duysam peşinden giderim. Çünkü türkülerin çok sevildiği çok söylendiği geniş ailelerden geliyorum.
O türküleri yapan, yakan insanlara hayranlıkla ve ustam olarak bakmayı seviyorum.
Romanda dereler, bağlar, harman yeri tasvirleriyle kurulmuş bir masal dünyası var. Yazarın çocukluğu da bu dünyanın içinde bir yerde mi?
Yazları gidilen babaanne ziyaretleri ile sınırlı olsa da evet. Bir de doğaya düşkünlük. Gümüş pırıltıları, neşeli şırıltıları ile dereler, cömert toprak, bağlar, bahçeler...
Yaşar Kemal'e atfedilen bir anı vardır. Kitaplarında çok güzel anlattığı bir bölgeye giderler bir arkadaşıyla. Arkadaşı gördüğü yerleri kitapta anlatılana benzetmez hiç. Yaşar Kemal, sen bir de benim gözümle gör, minvalinde bir yanıt verir.
Belki oralar sadece bana o kadar güzel görünmüştür kim bilir?
Roman kahramanlarından Adran, başka bir ülkeye gitse bile, “Kediye, manık ya da pisik, bademe payam, ayakkabıya kelik” demekten vazgeçmiyor. Annesinden öğrendiği dili terk etmeye kıyamıyor. İnsan için dil, hayati ve hassas bir konu, öyle değil mi?
Dil insanın ana yurdundan biridir demek isterim.
İsterim ki kimse anadilinden uzak kalmasın.
Kaç dil bilirsek bilelim duygularımızı yine de en iyi ifade eden anadilimizdir gibi gelir bana. Geçmişimizle, annemizle, atalarımızla bağımızdır. Kimliğimizin parçasıdır.
Romanda insanların, kentlerin değişimini izliyoruz. Üçüncü bölümde kahraman, çocukluğunun şehrine döndüğünde sarsılıyor. Ververan sanki…
-Ververan ki hem de nasıl... Şehirleri bazen yıkarak, yakarak viran ediyoruz bazen kırk katlı konserve kutuları dikerek, kişiliksizleştirerek, ruhsuzlaştırarak, belleksizleştirerek...
"Bu şehir o şehir mi?" diye soruyor kendine roman kahramanlarından Müjgan, "Bu şehir o şehir mi?"
Çok geriye gitmeye gerek yok, yirmi yıl önce gördüğüm hangi şehre bir daha gitsem hep aynı duyguya kapılıyorum ben de hüzün ve kederle...
Roman, Nazım’ın, “İki şey var ölümle unutulur/Anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü” dizelerini hatırlattı bana. Unutulmuyor değil mi?
Unutulmuyor.
Yeni şehir anlayışı, şehirleri, birer çok katlı binalar toplamı olarak görüp eski hallerinin üzerinden dozerlerle geçmiş olsa da... Unutulmuyor...
Belki de unutmamak için yazıyorum.
Güven Tunç’un pandemi sonrası’nda, plan, programında neler var?
Dünyanın gidişine insanlığın giderek ağırlaşan sorunlarının çözülememesinden, çocukların çektiklerinden, göçmenlerin başına gelenlerden, kadınların öldürülmesine, pandemiden, yoksulluktan, umutsuzluğa düşüp yazmaktan vaz geçiyorum bazen.
Sonra umutsuzluğa ilaç olarak yazmayı deniyorum yeniden...
Bu da benim çıkmazım... Başladım bir romana. Romandaki umuttan heyecanlıyım bakalım. Biter umarım. İçinde yaşadığımız doğaya, konuştuğumuz dile, tarihimize gösterdiğiniz duyarlılıktan dolayı size teşekkür ediyorum. Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı, okuyucusunun kulağına ulaşsın dileklerimle. Duyarlılığınıza eşlik eden inceliğinize ben teşekkür ediyorum.
Bu da benim çıkmazım... Başladım bir romana. Romandaki umuttan heyecanlıyım bakalım. Biter umarım. İçinde yaşadığımız doğaya, konuştuğumuz dile, tarihimize gösterdiğiniz duyarlılıktan dolayı size teşekkür ediyorum. Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı, okuyucusunun kulağına ulaşsın dileklerimle. Duyarlılığınıza eşlik eden inceliğinize ben teşekkür ediyorum.
24 Aralık 2019 Salı
Bu Roman Neyi Anlatıyor/Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı
BU ROMAN NEYİ ANLATIYOR
Ardımdan gelen şehirler için...
Bir şehir hikayesi daha... Ama bu sefer Ankara değil... Aslında sadece Ankara değil... Başkaları da var... Hatta kaç şehirden bir araya getirip yarattığım bir acayip doğu şehri de...
O acayip doğu şehrinde bir konağın ve o konakta yaşamış dört kuşağın hikayesi...
Bu roman; kısaca bir çok köy bir çok şehir ve bir çok insan hikayesinden oluşuyor...
Acılı şarkıların, büyük ve güzel sofraların, duygularını ve insanlığını kaybetmemişlerin hikayesi...
Samo'nun, Rabiya'nın, Maro'nun, Sara'nın, Hıdo'nun, Müjgan'ın, Fırat'ın, Adran'ın ve daha bir çok insanın hikayesi.
Bir insan hikayesi...
Özünde sadece ve sadece bir insan hikayesi...
Bir şehir hikayesi daha... Ama bu sefer Ankara değil... Aslında sadece Ankara değil... Başkaları da var... Hatta kaç şehirden bir araya getirip yarattığım bir acayip doğu şehri de...
O acayip doğu şehrinde bir konağın ve o konakta yaşamış dört kuşağın hikayesi...
Bu roman; kısaca bir çok köy bir çok şehir ve bir çok insan hikayesinden oluşuyor...
Acılı şarkıların, büyük ve güzel sofraların, duygularını ve insanlığını kaybetmemişlerin hikayesi...
Samo'nun, Rabiya'nın, Maro'nun, Sara'nın, Hıdo'nun, Müjgan'ın, Fırat'ın, Adran'ın ve daha bir çok insanın hikayesi.
Bir insan hikayesi...
Özünde sadece ve sadece bir insan hikayesi...
BÖLÜM BAŞLARINA NEDEN TÜRKÜLERDEN DİZELER EKLEDİM
Türkülerin çok sevildiği çok söylendiği geniş ailelerden geliyorum ki coğrafyam zaten türkülerin yakıldığı, yapıldığı yerlerden biri... Acının ve anlatışın coğrafyasından bir parça... Urfa, Diyarbakır, Harput, Erzincan, Malatya, Adıyaman, Sivas...
Ve de Davut Sulari'nin, Aşık Daimi'nin, Ali Ekber Çiçek'in, Kazanci Bedih'in, Zaralı Halil'in Erzurumlu Emrah'ın yani büyük ustaların, ulu ozanların yeri...
Benim türküye, şiire, yazmaya, anlatmaya meylim de bundan bu topraklardan sanırım...
Belki bundandır türkülerin ardına düşüp korolara katılışım...
İki bin beşler miydi neydi, öykü, deneme gibi yazdıklarımın başına, türkülerden bir kaç satır koymaya başladım... Sonra da ne yazdıysam türkülerle, şarkılarla, dizelerle başbaşa gitti hep...
Bu romanda da böyle oldu. Bölüm başlarına türkülerden dizeler ekledim...
Bugün anlıyorum ki hala türkü söylemeyi çok seviyorum...
Ve "Nerede bir türkü duysam şairliğimden utanırım" diyen Bedri Rahmi gibi ustalarımın yolumdan gitmeye gayret ediyorum.
Türkülerin çok sevildiği çok söylendiği geniş ailelerden geliyorum ki coğrafyam zaten türkülerin yakıldığı, yapıldığı yerlerden biri... Acının ve anlatışın coğrafyasından bir parça... Urfa, Diyarbakır, Harput, Erzincan, Malatya, Adıyaman, Sivas...
Ve de Davut Sulari'nin, Aşık Daimi'nin, Ali Ekber Çiçek'in, Kazanci Bedih'in, Zaralı Halil'in Erzurumlu Emrah'ın yani büyük ustaların, ulu ozanların yeri...
Benim türküye, şiire, yazmaya, anlatmaya meylim de bundan bu topraklardan sanırım...
Belki bundandır türkülerin ardına düşüp korolara katılışım...
İki bin beşler miydi neydi, öykü, deneme gibi yazdıklarımın başına, türkülerden bir kaç satır koymaya başladım... Sonra da ne yazdıysam türkülerle, şarkılarla, dizelerle başbaşa gitti hep...
Bu romanda da böyle oldu. Bölüm başlarına türkülerden dizeler ekledim...
Bugün anlıyorum ki hala türkü söylemeyi çok seviyorum...
Ve "Nerede bir türkü duysam şairliğimden utanırım" diyen Bedri Rahmi gibi ustalarımın yolumdan gitmeye gayret ediyorum.
YAZIM SÜRECİNDE YAŞADIKLARIMDIR
Ürkek Güvercinler İçin Bir Uzun Ninni
Yakın dostlarımız vardı... Biz onları dağ sandık hep... Dağ gibiydiler çünkü... Oysa kalplerinde ürkek güvercinler yaşarmış... Bilemedik... Bir iki yıl içinde ardarda kırılıp, vurulup gittiler aramızdan...
Şu tatsız dünyada biraz daha kalıp, birlikte gideriz diye bekliyorduk... Olmadı...
Kırılıp kırılıp dururmuş kalplerindeki güvercinler... Kalpten gitti hepsi...
İşte bu ninni, onlar içindir.
Siz şimdi o sonsuz uykunuzu uyumaya gidiyorsunuz ya
kırlara çiçek, dağlara kekik, ovalara ekin olmaya gidiyorsunuz ya
Issız yazılara rüzgar,
Haziran gecelerine yıldız yağmuru,
baharda ilk açan bademe çiçek,
annenin kucağındaki çocuğa masal,
karanlıkta, yalnızlığa batmış bir çobana kaynayan pınar sesi,
vardiyadan güle konuşa çıkan işçi kadınların gülüşüne şiir,
son tümcesini yazmaya uğraşan gence ilham,
1 Mayıs akşamı alanlardan dönen işçi babanın diline marş,
buğulu camlara çizilen kalp
kardeş sohbetlerine anı, gözyaşı, kederli gülücük,
gökyüzüne turna olmaya gidiyorsunuz ya,
...
Güzel turna
Hadi süzül
git gidebildiğin yere
Çınlasın gök kubbe kahkahanla...
Ürkek Güvercinler İçin Bir Uzun Ninni
Yakın dostlarımız vardı... Biz onları dağ sandık hep... Dağ gibiydiler çünkü... Oysa kalplerinde ürkek güvercinler yaşarmış... Bilemedik... Bir iki yıl içinde ardarda kırılıp, vurulup gittiler aramızdan...
Şu tatsız dünyada biraz daha kalıp, birlikte gideriz diye bekliyorduk... Olmadı...
Kırılıp kırılıp dururmuş kalplerindeki güvercinler... Kalpten gitti hepsi...
İşte bu ninni, onlar içindir.
Siz şimdi o sonsuz uykunuzu uyumaya gidiyorsunuz ya
kırlara çiçek, dağlara kekik, ovalara ekin olmaya gidiyorsunuz ya
Issız yazılara rüzgar,
Haziran gecelerine yıldız yağmuru,
baharda ilk açan bademe çiçek,
annenin kucağındaki çocuğa masal,
karanlıkta, yalnızlığa batmış bir çobana kaynayan pınar sesi,
vardiyadan güle konuşa çıkan işçi kadınların gülüşüne şiir,
son tümcesini yazmaya uğraşan gence ilham,
1 Mayıs akşamı alanlardan dönen işçi babanın diline marş,
buğulu camlara çizilen kalp
kardeş sohbetlerine anı, gözyaşı, kederli gülücük,
gökyüzüne turna olmaya gidiyorsunuz ya,
...
Güzel turna
Hadi süzül
git gidebildiğin yere
Çınlasın gök kubbe kahkahanla...
YAZIM SÜRECİNDE KENDİME SÖYLEDİKLERİMDİR.
Kendini poyrazlarda sınayan kadın... bu dünyanın meltemi de var... Aç saçlarını…
Bir bilete bakar bir tenha kıyı… Bir deniz ışıltısı… Bir imbat...
Ege dediğin yer neresi? Sabaha oradasın… Birkaç saatcik olsun dertsiz, tasasız seyret ufku mesela... Dalga seslerine kendini öylesine bırakarak...
Sen, bir seher vakti ıssız bir sahilde yürüdün diye batmaz bu batası dünya…
Her gece, aç ve susuz Afrika’yı yorgan diye üstüne örtmesen ne olur? Filistin’e sermesen yatağını her gece… Akdeniz’de alabora olmasan... Küçücük teknelerde kocaman dalgalara kapılıp kaybolmasan… Doğuda, ücralarda unutulup kalmasan... Unutulup kalmasan...
Akşam pazarlarında dökülmüş domatesleri seçmeye uğraşmasan… İnşaatlardan düşüp düşüp ölmesen… Kanayıp kalmasan kayıp çocuklarla...
Meraklanma, senin çıplak ayakların serin sularla bir kuşluk vakti buluştu diye bir dil daha yitip gitmez… Bu dünyanın bülbülü, serçesi, kırlangıcı, leyleği, kekliği de var.
Kendini cehennem ateşiyle sınayan kadın... Bu dünyanın şarkıları da var…. Aç saçlarını… Saçlarını aç... Kalbini aç... Nefesini aç... Bu dünyanın umudu da var... Bir gecelik olsun çık evden... Gezin caddelerde... Geceye karış... İçeceğin bir kadeh özgürlük... Bu dünyada kahkaha ile gülmek de var... Sokakların neşeli kalabalığını hatırla... Kalabalığa karışmanın tasasız adımlarıyla geç sokaklardan...
Ne kadar olmuş bir demet çiçek almayalı... Çiçeklerin de canı var koparmamalı... Ama koklamalı... Ne kadar olmuş bir çiçeği koklamayalı…
Hem ne yapabiliyorsun ki zaten? Yazmak ne kadar değiştirebilir ki hayatı? Her şey tepetaklak ve hızla tükeniyorken... Biraz da kendini anla be kadın...
Kendini akılla, mantıkla sınayan kadın... Senin de bir kalbin var... Unutma.
Güzel şarkıları, güzel dostları, dans etmeyi anımsa mesela... Umudu anımsa. O büyük gençlik hayalinizi…
Hatırla.
Kendini susmalarla sınayan kadın... Bu dünyanın muhabbeti de var... Şairinden, divanesi olduğun şiirleri, can kulağı ile dinlediğin masalları hatırla mesela... Sonra sesleri...Seheri mesela...
Kendini kederle sınayan kadın... Bu dünyanın umudu, bu dünyanın Küba'sı da var... Güzel abilerle ablaları unutma... 68'i mesela... Selda'nın billur sesindeki duyguyu... Erkan Oğur'un türkülerindeki kerameti mesela...
Sen azıcık güldün diye aç kalmaz bir çocuk daha... Belki gülebilsen... Gülebilsen belki... Çocukları da güldürebildiğini unutma...
Bir çocuğun ağız dolusu gülüşüne değmez mi bu dünya?
Hadi o zaman...
İçindeki çocuğa ve kadına gülümse...
Tut ellerinden, kaldır mesela...
Ververan; aslında yerel bir sözcük. Bir tanımlama. Viran olmanın çoğulu... Burada bir yer bir şehir anlamında kullandım.
Kendini poyrazlarda sınayan kadın... bu dünyanın meltemi de var... Aç saçlarını…
Bir bilete bakar bir tenha kıyı… Bir deniz ışıltısı… Bir imbat...
Ege dediğin yer neresi? Sabaha oradasın… Birkaç saatcik olsun dertsiz, tasasız seyret ufku mesela... Dalga seslerine kendini öylesine bırakarak...
Sen, bir seher vakti ıssız bir sahilde yürüdün diye batmaz bu batası dünya…
Her gece, aç ve susuz Afrika’yı yorgan diye üstüne örtmesen ne olur? Filistin’e sermesen yatağını her gece… Akdeniz’de alabora olmasan... Küçücük teknelerde kocaman dalgalara kapılıp kaybolmasan… Doğuda, ücralarda unutulup kalmasan... Unutulup kalmasan...
Akşam pazarlarında dökülmüş domatesleri seçmeye uğraşmasan… İnşaatlardan düşüp düşüp ölmesen… Kanayıp kalmasan kayıp çocuklarla...
Meraklanma, senin çıplak ayakların serin sularla bir kuşluk vakti buluştu diye bir dil daha yitip gitmez… Bu dünyanın bülbülü, serçesi, kırlangıcı, leyleği, kekliği de var.
Kendini cehennem ateşiyle sınayan kadın... Bu dünyanın şarkıları da var…. Aç saçlarını… Saçlarını aç... Kalbini aç... Nefesini aç... Bu dünyanın umudu da var... Bir gecelik olsun çık evden... Gezin caddelerde... Geceye karış... İçeceğin bir kadeh özgürlük... Bu dünyada kahkaha ile gülmek de var... Sokakların neşeli kalabalığını hatırla... Kalabalığa karışmanın tasasız adımlarıyla geç sokaklardan...
Ne kadar olmuş bir demet çiçek almayalı... Çiçeklerin de canı var koparmamalı... Ama koklamalı... Ne kadar olmuş bir çiçeği koklamayalı…
Hem ne yapabiliyorsun ki zaten? Yazmak ne kadar değiştirebilir ki hayatı? Her şey tepetaklak ve hızla tükeniyorken... Biraz da kendini anla be kadın...
Kendini akılla, mantıkla sınayan kadın... Senin de bir kalbin var... Unutma.
Güzel şarkıları, güzel dostları, dans etmeyi anımsa mesela... Umudu anımsa. O büyük gençlik hayalinizi…
Hatırla.
Kendini susmalarla sınayan kadın... Bu dünyanın muhabbeti de var... Şairinden, divanesi olduğun şiirleri, can kulağı ile dinlediğin masalları hatırla mesela... Sonra sesleri...Seheri mesela...
Kendini kederle sınayan kadın... Bu dünyanın umudu, bu dünyanın Küba'sı da var... Güzel abilerle ablaları unutma... 68'i mesela... Selda'nın billur sesindeki duyguyu... Erkan Oğur'un türkülerindeki kerameti mesela...
Sen azıcık güldün diye aç kalmaz bir çocuk daha... Belki gülebilsen... Gülebilsen belki... Çocukları da güldürebildiğini unutma...
Bir çocuğun ağız dolusu gülüşüne değmez mi bu dünya?
Hadi o zaman...
İçindeki çocuğa ve kadına gülümse...
Tut ellerinden, kaldır mesela...
Ververan; aslında yerel bir sözcük. Bir tanımlama. Viran olmanın çoğulu... Burada bir yer bir şehir anlamında kullandım.
Etiketler:
Ardımızdan gelen çocukluk şehirlerimiz,
Erzurumlu Emrah,
Harput,
Malatya,
Maro,
Müjgan,
Oskar'ın Deresi,
Rabiya,
Sal köprü,
Ürkek güvercinler için bir usul ninni,
Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı
8 Eylül 2014 Pazartesi
NEGATİF ÖZGÜR KADINLAR YA DA KADINLARIN NEGATİF ÖZGÜRLÜĞÜ
(Bir Roman Karakteri Yaratma Sürecine Notlar)
Müjgan’a ve Anadolu’nun tüm kızlarına…
Bir süredir; her insanın hayatını zehir eden sistematik bir algı karmaşası içinde yaşadığımızı gözlemliyorum. Ama bu karmaşayı bu yazıda sadece kadınlar için konu edeceğim çünkü biz kadınlar bu karmaşanın sürecini ve sonucunu hem çok daha dramatik hissediyoruz hem de karakterini oluşturmaya çalıştığım romanımın kahramanı bir kadın, adı Müjgan.
Anladığım kadarıyla karmaşa şöyle başlıyor; Anadolu’da bir yerlerde -ve belki de dünyanın birçok yerinde de- bir kız doğuyor, kızın dünyaya gelişiyle annesini başka babasını, abisini başka bir sancı tutuyor. Cinsiyet temelli toplumlarda kızların doğuşu çok daha sancılı sanki. Kız çocukları aile tarafından normalden çok fazla korunuyor ve kollanıyor. İşte bu normal dışı korunma ve kollanmayla birlikte kız çocukları için bir belalı “Varoluş” süreci başlıyor. Büyüme ve yaşama süreci bir ömür törpülemesi sürecine dönüşüyor. Farkında olsunlar ya da olmasınlar –ki daha çok olmadıklarını düşünüyorum – aileler bu işte, görünürde iki ayrı yol izliyor. İki yol da, daha çocuk doğar doğmaz başlıyor ve çok küçücükten işleniyor. Eğer fark edilmez ve müdahale edilmezse de hayat boyu devam eden bir çıkmaz oluyor.
Birincisinde; “Benim kızım erkek gibidir.”, “Bir manga askerin arasına yollasam korkmam.”, ”Erkek Fatma kızım benim.”, “Bu var ya bu, abisini bile bilek güreşinde yeniyor amcası.” diye diye, bir güzel yontuluyor. Ondan sonra da kimlik bunalımından bunalım beğeniyor.
Bu tür yaklaşımla yetiştirilenler; hayatları boyunca ailelerinin, aile bireylerinin, arkadaş ve akraba çevresinin ihtiyaçlarını, toplumun ihtiyaçlarını anında ve her koşulda fark ediyor ama kendi ihtiyaçlarını bir türlü fark etmiyor, edemiyor. Hiç bir isteğini meşru göremiyor. Daha doğrusu hiçbir ihtiyacı olmadığını düşünüyor. O nedenle de ne aileden ne hayattan hiçbir talepte bulunmuyor. Olması gerekenden çok daha fazla gözü tok biri haline getiriliyor. Hep net biri olması sağlanıyor. Dosdoğru biri yapılıyor. Hep iyi karakter oluyor ama hiç kendisi olmuyor. Olamıyor. Artık istese de kız gibi davranamıyor çünkü sürekli aklı ve mantığı ile hareket ediyor. Ve ne yazık ki en gerekli zamanda bile içgüdülerinin, duygularının farkına varamıyor.
İkinci yolda ise, kız çocuğu; “Babasının prensesi”, “Annesinin ecesi”, “Ailenin nazlısı” “Nenesinin biriciği” gibi bir yıkama yağlamayla aileye bağımlılaşıyor.
Bu kez de duygularını fark eden ama onlardan nedense utanan ve utandığı için gizleyen, saklayan biri haline geliyor. Duygularını yaşarsa ailesinin üzüleceğine hükmeden, en haklı isteğini bile gizli saklı yapan bir birey haline dönüşüyor. Hayata dair her şeyi cilveyle, nazla dile getirme gayretine düşüyor. Güzellik, gençlik, beğenilme her zaman önemsediği konular haline getiriliyor.
Birimiz tüm kadınca yönlerini gizlerken birimiz tüm kadınca yönlerini abartarak yansıtır hale geliyor bu sistemle. Birisini çok erkeksi ya da cinsiyetsiz bulan toplum diğerini de çok flörtöz veya yosma bulabiliyor. Ve kendisinde uyumlu olması için böyle yetiştirilen kızları yaftalayacak, yargılayacak şeyleri yine toplumun kendisi üretiyor. Kadın korkusu. Erkek egemen toplumların kadın korkusu bu olsa gerek.
Birbirine ne kadar zıt görünse de bu coğrafyada karakterlerimiz çoğunlukla böyle oluşturuluyor. Her iki grup da, önce aileye sonra başta evlilik olmak üzere diğer kurumlara bağımlılaştırılıyor. Köleliğimizi gönüllü hale getirmenin en acıklı ve en zalimane yolu ile terbiye ediliyoruz.
Belki binlerce yıldır süren bu uygulamada, ne yazık ki aileden kadınların katılımı da söz konusu oluyor. Hatta bazen bizzat onların kanalıyla yapılıyor... Aslında anneler, neneler, ablalar daha önce de kendilerine yapılmış olanları zamanla unutuyor. Yaşadıklarını çektiklerini unutuyorlar. Unutmasalar bir insanın ruhunu bu denli parçalayan bir sürece en azından kendi çocukları için razı olmazlar gibime geliyor. Ama onlar da kendileri olma şansını çoktan yitirdiklerinden duyguları körelmiş oluyor. Unutmasalar da donuk kalıyorlar… Yoksa anne, baba, kardeş, abi hiç önemi değil kimsenin kimseye bilerek ve isteyerek ruhunu bu denli parçalayıp atacak kadar düşmanlık etmesi mümkün görünmüyor. Hele bir de bunu yapan olmak var? Bir çocuğun ruhunu söndürüyor olmak? Neyse ki işin o boyutu bu yazının konusu değil. Bir şekilde zihin bunun farkında olmuyor. Farkında olunduğu durumlar da ise binlerce yıldır süren bu düzene karşı koymaya üşeniliyor, aileyle toplumla gelenekle görenekle çatışmaya girilmek istenmiyor. Kara koyun olmak göze alınmıyor.
Biz de; bize yapılanın farkında olamıyoruz çoğunlukla. Farkında olsak biraz direnebiliriz belki. Belki biraz sorgulayabiliriz. Kadere bile olsa belki biraz kızıp isyan edebiliriz. Ama çoğunlukla algılayamıyoruz, normali bu sanıyoruz, anlayamıyoruz. Nasıl anlayalım, küçüğüz, çocuğuz daha.
Ana babalar bizleri böyle gaza getirdikçe; o öyle davranışların o öyle yapışların üzerinden kendimizi çok önemli ve değerli sanıyoruz. Ve biraz büyüdüğümüzde -ki çok erken büyütürler bizi- kiminde on kiminde on üç, on beş, on yedi kiminde yirmi, yirmi beş, otuz yaşarında olduğumuzda – evlilik olaylarını falan geçiyorum - yükleniyorlar hemen sırtımıza… Ev işlerinin yapılması gerekiyordur, bize ihtiyaç vardır gönüllüce temizlik, bulaşık, ütü yapmaya girişiyoruz gayretle. Evde çocuk, yaşlı, hasta vardır bakılacak, bakıyoruz. Eve para getirmesi gereken birine ihtiyaç vardır. İş başa düşüyor çalışıp eve para getiriyoruz. Ve bunları yapabildiğimiz için de kendimizi önemli sanıyoruz. Bir eylem bir sorumluluk bir üretim içinde olduğumuz için bir güç ve bir serbestlik elde ediyoruz ama azıcık. Bu sefer de bu güç kırıntısı en çok bizi yanıltıyor kendimizi değerli sanıyoruz özgür, hatta muktedir bile sanıyoruz. Ah ne çok ne çok yanılıyoruz… Ve bir karakter böyle böyle inşa ediliyor
Bazen de sırf övünülmesi gerekiyordur, sırf onlar bizim üzerimizden öğünebilsinler diye onlara övünecek bir başarı bir beceri hediye ediyoruz, fedakarca olduğunu bilmeden, fedakarca. Ve boyumuzu aşan böyle daha nice işlerin altına giriyoruz defalarca defalarca defalarca… .
Kız çocuğundan genç kıza oradan genç kadına dönüşürken özümüze yönelik olarak; “Her şeyi yapabiliriz” algısı oluşuyor bizde. “Her şeye izin var” algısı oluşuyor. Biz kendimizi böylesine özgür sanırken aslında kendimizden gönüllüce vazgeçmemiz sağlanıyor.
Oysa bir bakabilsek; özgürleşmemiz için bize hiçbir olanak sağlanmadığını göreceğiz. Hiçbir olanak sunulmadığına uyanacağız. Kendimizi bulabileceğimiz, özgürleşebileceğimiz hiçbir veriye asla sahip kılınmadığımızı fark edeceğiz. Çoğumuz bakamıyoruz.
Bu yapı evlilikte, çocukların sorumluluğunda, bürokraside, partide, cemaatte, sivil toplum örgütünde, devlette, aşirette de böyle, erkeklerin ardından devam edip gidiyor. Havva kızları iyi eş oluyor, iyi ev kadını, iyi örgüt yöneticisi ama hep küserek ve canları acıyarak.
Gönüllü çalışmalar da en çok bu kadınların emeği ve arızası üzerinde yükseliyor. Herhangi bir dava önce bu görünmez işçileri, Havva kızlarını esir alıyor.
Bir grup kadın; ilk otomobil kullanan oluyor, ilk tıp fakültesi okuyan ilk uçak kullanan ilk şirket yöneten ilk milletvekili, ilk savcı, ilk mayoyla denize giren gibi başarılara yöneliyor.
Aynı gruptan başka bir kadında ise şöyle bir görüntü oluşuyor. Okuma yazma bilmeyip on dördünde evlenen ve yirmisinde beş çocuk annesi olan genç bir kadına bir örgütte olmak özgürlükmüş gibi geliyor. Evden sabah çıkıp akşam geliyorsun. Kaynanaya kaynataya görümceye verilecek bir hesabın yok – kendini özgür sanıyorsun-hatta bazen yemeğini de yapıyorlar, çocuklara da bakıyorlar. Gidiyorsun bir toplantıya kadın erkek karışık ve kimse “Niye katılıyorsun?” diye sormuyor. Erkeklerle omuz omuza mücadele ediyorsun. Şehir içinde birlikte görülebiliyorsun. İstanbul’a, hatta hatta Paris’e toplantıya bile gidebiliyorsun. Oralarda topluluklar karşısında konuşabiliyorsun. Seni dinliyorlar. Tanınmış insanlarla yemek yiyebiliyorsun. Kendini özgür sanıyorsun. Birçok kadının yaşamadığı, tatmadığı, hatta aklından bile geçirmediği bir özgürlük alanı. Nasıl ferahlıyorsun. Neredeyse kanatlanıp uçacaksın… Uçamıyorsun ama. Zaman kendi telleriyle sarıyor seni. Özgürlüğünün negatif özgürlük olduğu çok sonradan kafana dank ediyor. Görünürde her şeyi yapabilirsin, hatta yapılabiliyorsun ama kendi istediklerini yapabilme yetin kalmamış oluyor. Bu arada bir de çevrende dayanışabileceğin komşu kadınlara, akraba kadınlara, arkadaş kadınlara yabancılaşmış oluyorsun.
Diğer yolla yetiştirilen kadınlar da öyle; görünürde yiyorlar, içiyorlar, süsleniyorlar, geziyorlar, eğleniyorlar. Kimseyi taktıkları yok. Görünürde onlar daha bireysel, güya çok daha rahat kadınlar. Her konuda rahatlar, kendilerine bakacak, taşıyacak birileri mutlaka var. İşvenin kitabını yazmışlar. Barlar, tek gecelik maceralar, maceralı evlilikler, sancılı ilişkiler, sevgililer. Tatlı hayatın gülleri. Akşamları barlarda danslar, halaylar, şampanyalar geceleri evlerde ise yalnızlık, gözyaşı, keder. “Ne yaşadım ben?” Yine aynı kapı… Aynı çıkmaz. Ben kendi kalbimin istediği neyi yapıyorum? Özgürsem neden ağlıyorum?
Her iki durumda da ortada bir özgürlük görüntüsü oluyor. Özgürlüğün yalan olması, yalana sıkışan kadınları mutsuz ediyor, görüntüsü ise toplumu. Topluma - özellikle de kadın korkusuna sahip topluluklara- kadınlar çok özgürmüş gibi geliyor. Kocası dışında bir erkeke gördükleri her kadını direk dansı yapıyor sanıyorlar. Hadi onlar neyse ama diğerleri de örtüyü açmadığından içini bilemiyor. Ortada gerçek bir özgürlük olmadığı fark edilemiyor. Yaşananın ancak negatif bir özgürlük çerçevesinde tanımlanabileceği ve bunun cehennemsel bir pranga olduğunu anlamak istemiyor kimse.
İki farkı yolla yetiştirilen kadınların birbirini anlamaması hatta birbirini karşı taraf olarak algılaması ve aralarında oluşan rekabet de bu aymazlığı sürdürüyor.
Roman kahramanı Mujgan bir negatif özgür kadın modelidir. Her şeye özgürlük ama kadın olmaya, kalbinin peşinden gitmeye, bir kalbin olduğunu bilmeye; “Hayır” diyen bir özgürlük içine sıkıştırılmış, bir can bir kadın. Oysa en can alıcı olan en acıtıcı olan da işin bu yanı… Gidememek, kalamamak, kıyamamak, yapamamak… Kalbinin peşinden gitmek dışında her şeye izin veren bir hürriyet çemberi içine sıkışmış kalmış, bunu da ancak kırklı yaşlarında bir aşk acısında fark etmiş bir kadın. Önceleri tüm dünya kendinin sanmış. Her şeyi yapabilirim her şeye muktedirim hissiyle yaşamış uzun süre. “Topumu değiştirebilirim, çocukları özgürleştirebilirim, yoksulluğu ayrımcılığı bertaraf edebilirim” diye bakmış hep hayata. Öyle inanmış ki aklındakilere, kendinde hissettiği güçten ve özgürlükten sarhoş olduğu günler çok olmuş. Yirmilerinde böyleymiş sonra yıllar su gibi akmış geçmiş…
Feodal bir yapıda kadının özgür olması gibi bir şey var mı? Ya da kapitalist yapıda? Mümkün olmadığını okumuş bir kadın olarak belki en çok sen biliyorsun ama gece sokağa çıkabiliyorsun ve saatin on ikisinde taksiye atlayıp eve dönebiliyorsun ya Avrupalılara Amerikalılara ahkâm kesebiliyorsun ya, sendika yönetimine, parti yönetimine girebiliyorsun ya bir hareketin bir işletmenin önemli bir görevini üstlenebiliyorsun ya…
Ama kendin olamıyorsun…
İşte bunu zamanında anlayamıyorsun. Köprülerin altından çok suların akması gerekiyor. Çocuklukta anlayamadığını gençliğinde de anlayamıyorsun…
Sonra bir gün kadın bir bakıyor ki özgürlük mözgürlük yok. Kendine yönelik hiçbir serbestisi kalmamış. Bunu kavramasına kavrıyor ama artık gidemez hale geliyor. Gidemez, yapamaz, bırakamaz, olamaz…
Hüzünlü ve küskün kadınlara bir bakın özgürlüğü yakınındaki herkes için harcamış ama kendisi için kalbindeki için hayalleri için bir şey yapmamış insanlardır.
Aslında hiçbir şey yaşamamış sayılmazlar. Onlar da bir kendilerince şeyler yaşıyorlar. Onlardaki gönül de öyle az bir şey değil hani, gani gani. Ama ya gönlündeki gönlünde kalıyor ya da gönlündekine en yakın meşru biri ile meşru bir birliktelik. Ama meşru kabul edilen birileri, benzerinin yerini bir türlü dolduramıyor, tükeniyor bir gün. Geriye kalıyor gizli saklı ve ağır suçluluk duygusu ile yaşanan kırık dökük bir aşk hikâyesi… O da sürmüyor, süremiyor. Bazıları da içlerine kapanarak ya hiç yaşamamayı tercih ediyor ya da aldırmadığını sanarak herkesle bir maceraya sürükleniyor. Onların ki daha acı aslında.Her gece başka bir macera. Çevresini ve kendini inciterek yaşıyor her şeyi. Aşkı, eş olmayı, anneliği gün oluyor dostluğu da inciterek yaşıyor.
Öyle çok şeyi sindirebilen toplum, iş sevgiye gelince bir tek onu tabu kabul ediyor. İnsanın kalbini insana hatta kendine tabu kılıyorlar. Bir parça sevgiye bir parça gerçek özgürlüğe hasret içinde yaşıyor birçok kadın.
En büyük günah kalbini dinlemek; kendin olmak, kendini gerçekleştirmek… Hem kadınlar olarak bizler hem çevremizdeki okumuş yazmış arkadaşlarımız, yoldaşlarımız, kardeşlerimiz, kocamız, sevgilimiz özgürlüğümüzün negatif tarafını görmüyor. Herkeste bir körlük. Oysa erkeği erkek yapan kadını kadın, toplumu özgür, dünyayı yaşanır kılan, elbette ki kalbimizdeki şarkılar. Ama şarkılarımızı söylemek dışında bize her özgürlüğü tanınmasıyla kendi ruhumuza kendi bedenimize, yeryüzüne, gökyüzüne yabancı kılındığımızı uzun süre görmek, duymak anlamak istemiyoruz.
Ve zaman doluyor, sabır küpü doluyor biz, sadece durumu yaşayan olarak biz kadınlar; büyük bir üzüntüyle anlıyoruz. Anladığımızda da önce dağılıyoruz. Kocaman kocaman dağlar gibi yıkılıyoruz. Ey dağları delen Ferhat!
En çok da kalbinde taşıdığının onu anlamamasından inciniyor bir kadın. En çok ondan, yaklaşımından, yakınlaşmasından inciniyor. Kadınları bir tek kalbindeki elinden tutabiliyor. Bir tek o sevgi kadını şifalandırabiliyor. Kadın; kimse onu kurtarsın diye beklemiyor ama gönlündeki onu azıcık anlasın diye bekliyor. O azıcık anlaşılma beklentisi de karşılanmayınca işte zaman özgürlüğündeki arızayı anlıyor. Son şans da tükenince anlıyor. Üzüntüsü de geçiyor dağılması da. Zamanı gelince de sessizce çekip gidiyor. Sessizce. Bir şey demeden gidiyor.
Bazen de iyileşme o ağır gidişle başlıyor…
Ve roman şöyle başlıyor; “o mahur beste çalar Müjganla ben ağlaşırız.”
11 Şubat 2012 Cumartesi
GÜVEN TUNÇ'UN KİTAPLARI ve ONLİNE ESERLER
minik bir katkı da benim kalemimden...
minik bir katkı da benim kalemimden ...
Cesur ve Güzel kadınların kitabı
Bir Ankara Hikayesi
Umudumun kitabı
Kişisel yayım
2009
Kişisel Yayım
Çocuk Kitabı
Çağdaş Özel Yayım
Çocuk Kitabı
Online yayım
Öyküler
Şehrin Zulası Ankara Kalesi
İletişim
İletişim
2005
h7 <
http://www.icc.org.tr/uploads/documents/ICC_kitap/CocukHaklariKitabi-ICC.pdf data-original-height="609" data-original-width="787" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjuG5c1vAw-CFDoG6WI2637_3-0s0ePnUuIz1vB1u_WodzseEYSJ_UJoknK3rUf6436_jVT_lExlFMeimbPrnvihipJQWjgHncFJy5648IfeojBKIBg48y70ZbZOP5bDQEx4vcmGjqjM8ukf1n4kbvg4klIksOxiK60ibVr9lmd1ySp_0bwdPJZO2mWsIA/s320/1000008956.jpg"/>
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)