Eğin Ağın Arapgir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Eğin Ağın Arapgir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
20 Kasım 2021 Cumartesi
Romandaki Masal/Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı
Merak eden okuyucu için,
Zeyno’nun defterindeki masal…
YEDİ DAĞIN ÇOBANI İLE CERANCERAN
Zamanın birinde, yücelerden yüce dağları, dipsiz uçurumları, geniş otlakları, verimli tarlaları, altın değerinde bağları, şenlikli bahçeleri, içli havaları ve katman katman sırları olan bir memleket varmış. Burası, kıtadan kıtaya uzanan koca bir nehrin doğduğu topraklarmış. Bütün o topraklara can veren kocaman ve derin bu nehrin, başka dere ve çaylarla karışıp en çok güçlendiği kolunun, geniş havzasında ve civarında yer alırmış bu memleket. Havzanın etrafına sıralanmış yedi dağın; kimi eteklerinde, kimi yamaçlarında, kimi de doruklarında yer alan köylerden ve kasabalardan oluşan farklı bir memleketmiş. İşte o memleketteki köylerden birinde de bir Çoban yaşarmış…
Çoban, babayiğit, cesur ve civan bir delikanlıymış. Yaşadığı köyde ve yedi dağın civarındaki herkes, onu tanır ama kimse onun adını bilmezmiş. Ona sadece, “Çoban” ya da “Çoban Oğlan’ derlermiş.
Kimi kimsesi yokmuş bu Çoban’ın. Garip bir kuş gibi yalnızmış. Anası atası bilinmezmiş, kendisi de hatırlamazmış anasını atasını.
Yıllar önce köylü, bir sabah uyanmış ki üstünde yok başında yok, kafası bitli bir oğlan çocuğu, köy meydanında, çeşmenin başında yıkılmış kalmış. Sabah eve, taze su getirmeye çeşmeye giden genç gelinler onu öyle bulmuşlar. Hemen köylüye haber vermişler. Köylü oğlanın başında toplanmış. Oğlan çok üşümüşmüş, çok yorgunmuş. Ve de çok da açmış bu uşak. Evlerden ekmek, ayran ve ne bulduysalar getirmişler. Neredeyse açlıktan ölüyormuş. Önüne ne konulursa yalayıp yutuyor ve hemen, “Başka bir şey yok mu?” dercesine ve çaresizce yüzlerine bakıyormuş. Bir yandan yemek vermişler ama bir yandan da bazıları onu hemen kovmak ve ondan kurtulmak istemiş. Kimi hastalık getirir diye korkmuş, kimi evini barkını soyar diye korkmuş. Aralarında biraz büyür, delikanlı olur da kızlarımıza, gelinlerimize zarar verir diye düşünenler bile çıkmış. Malımıza mülkümüze ortak çıkar diyenler de olmamış değil hani. Velhasılıkelam köydeki iki ihtiyarcık, Muhtar Çece ile karısı Nazlı Bibi bu uşağa arka çıkmasa, bazıları o saat onu köyden kovup atarlarmış. Muhtar ile Nazlı Bibi bu garip oğlanı kovdurmadıkları gibi üstüne üstlük bir de evlerine götürüp çimdirmişler, karşı köyden berberi çağırıp bitlerini ayıklatmışlar, altına yatak sermişler, önüne yemek koymuşlar… Onların çocukları yokmuş.
Uşağa, “Gel bize oğul ol.” bile demişler.
Oğlan da onlara sormuş, “Ben dağlardan başka bir şey bilmem, ben buralarda ne yaparım? Size yük olurum güzel anam.” demiş.
Nazlı Bibi de ona, “Kal birkaç gün, alışıp alışamayacağını kendi gözlerinle gör.” demiş.
Çocuk bu ihtiyarcıkların evinde kalmış ama her sabah gitmek için izin istemiş. İhtiyarcıklar da her sabah, “Biraz daha kal” diye onu oyalamış. Beklemişler ki bu garip oğlan bu güzelim köye alışsın. Yavaş yavaş ahıra indirmişler, koyunları, keçileri, buzağıları, kuzuları sevdirmişler, kümeste civcivleri göstermişler, bağa bahçeye yollamışlar, harmana düvene alıştırmışlar. El kadar çocuk, dağlarda heder olur diye korkmuşlar, bırakamamışlar. Ama çocuk, gündüz gidemese gece gidiyormuş, upuzak kırlara, yakın dağlara, yaylalara. Ter içinde dönüyormuş. Muhtar ile Nazlı Bibi onun bu haline dayanamayıp, “Gideceksen git oğul” demişler. “Demir çarık istiyorsan demir çarık, demir asa istiyorsan demir asa alalım, gitmek istiyorsan da git.”
Masal bu ya bu sefer de uşak gidememiş. Çünkü ayaz bir gecede sıcacık bir yorgan gibi saran sevgi duygusunu ilk kez tadıyormuş. O da ihtiyarcıkları sevmiş. Onları gördüğünde içine ılık ılık bir şeyler akıyormuş. Hem Muhtar Çece’nin atı yeni doğurmuşmuş. Muhtar Çece doğan tayı ona hediye etmiş. Çocuk tayı sevmiş, taya alışmış bir kere. Tayı da ihtiyarları da bırakıp gidememiş. Gidememiş ama bu gece gezmelerinin onları meraklandırıp üzmesinden de kederleniyormuş.
Gel zaman git zaman onlar alıştıkça çocuk bu sefer gündüzleri sır olup gidiyor, yine dağ, taş dolaşıyormuş. Sadece köyün değil civar bütün köylerin, hatta nahiyenin bütün deresini, tepesini, ovasını, merasını, otlağını, yazısını dolaşıp duruyormuş. Daha doğrusu kendini dağlara, kırlara vuruyor ama nedenini bilmiyormuş.
Köylüler çocuğun bu gezmelerini çok tekinsiz bulmuşlar, huzursuz olmuşlar. Bazıları Muhtar Çece’ye şikâyete gidiyor, gidince de cevabını alıp dönüyormuş.
“Sakın karışmayın. Kimin kılına zarar gelirse beni bulsun. Hepinizden beklerim ama ondan en ufak bir kötülük gelmez kimseye. Herkes kendi işine baksın.”
Köylü susmuş. Önce, kötü bir şey yapsın da şunu defedelim diye beklemişler ama sonra bakmışlar ki çocuk kimsenin malına, canına değmeden, dağ bayır mecnun gibi dolanıp duruyor sadece. Zamanla onun bu pervaneliğine alışmışlar. Sahiden kimseye zararı olmuyormuş. Aslında yararı olduğunu fark etmişler zamanla. Çocuk, yaşından, yaşıtlarından beklenmeyecek kadar becerikli ve bilgiliymiş. Onun getirdiği av etinden lezzetlisi, onun getirdiği ottan şifalısı, rayihalısı, onun topladığı göbekten latifi yokmuş. Ne getirirse getirsin onun getirdiklerine doyum olmuyormuş. Bir de getirdiklerini kendisi yemez köylüye, yolda yolakta rastladığına, çobana, yolcuya, ırgata dağıtıyormuş. Sonra bir gün ne olduysa, kendi kendine, öylesine, birden avlanmaktan vazgeçmiş. Kim ne dediyse, köylü ne kadar yalvardıysa da olmamış, bir daha ne bir balık tuttuğununu ne de bir kuş vurduğunu gören olmuş… Sorana da şaşırarak, “Ben nasıl cana kıyarım?” diye yanıt vermiş.
“Bir cana nasıl kıyılır?”
Birkaç yıl geçmiş geçmemiş oğlan ele avuca gelir olmuş. Yaş aldıkça, aklı erdikçe köye de köylüye de alışıyormuş. İhtiyarcıkların gönüllerini hoş tutuyor, tayıyla oynayıp zıplıyormuş ama yine de dağlarda taşlarda daha çok zaman geçiriyormuş. Bu sefer de gece yarısı olmadan, karanlık çökmeden köye dönmüyormuş. Köylü bu uşak ne zaman uyuyor ne zaman yemek yiyor diye merak ediyormuş. Tam da o sıralar köyün çobanı, bir gün, köyden bir kız beğenip terkisine atıp sürüyü dağda öylece başıboş bırakıp kaçmamış mı!… O sıralar çocuk da dağlardaymış ve olanları görmüş. Bakmış sürü dağılıyor, koşup dağılmakta olan sürüyü toparlamış. Sürüyü dağıtmadan, kurda kuşa yem etmeden getirmiş köye teslim etmiş. Sürüyü köye öyle bir indirmiş ki köylü şaşırmış. Sürünün bir tek tanesini zayii etmeden sağ salim getirmesine inanamamış. Hiçbir bağırtı çağırtı olmadan öylesine getirmiş, bırakmış önlerine. Nasıl olmuş da o iki koca kangal, Alabaş ile Delibaş, onun sürüye yaklaşmasına izin vermiş? Nasıl olmuş da bir yabancının hele ki bir çocuğun kendilerini yönlendirmesine razı gelmiş? Köylü bu işe akıl sır erdirememiş ama malına helal gelmediğinden de bu işten pek memnun kalmış. Kalmış da fena olmamış... O günden sonra çobanlık bizim çocuğun üstüne kalmış. Köylü de cıvıtmamış ama. Öbür çobana yıllık olarak ne veriliyorsa ona da aynısı verilmiş, o istememiş ama alması şart koşulmuş. Buna karşı oğlanın da bir şartı varmış. O diğer çobanlar gibi her akşam bir hanenin sofrasına konuk olmayacakmış ve her sabah için de sadece bir azık torbası yanına katılacakmış. Bunu şart koşmuş koşmasına ama azık torbasını bile çoğunlukla unutur, öyle çıkarmış yola. Susadıkça bir göz, bir kaynak, bir pınar, bir dere bulur, kana kana içermiş. Yabani yemişler, şakko, böğürtlen, bazen dut, bazen badem, ceviz, bazen yabani üzüm, kuzukulağı, yemlik, sürsülük onun karnını doyurmaya yeter de artarmış bile. Ahali ise, “Keşke herkesin şartı böyle olsa… Sen bizim sürümüzü böyle güzel otar da dile bizden ne dilersen.” demiş.
Ve zamanla bizim garip oğlan olmuş “Çoban Oğlan” “Yiğit Oğlan”…
Çoban Oğlan zaten kurdun kuşun dilinden anlayan biriymiş, gittikçe de bu işin piri olmuş çıkmış. Kışın ağır mı hafif mi geçeceğini, ilkbaharda hangi derenin taşacağını, hangi bağın üzümünün ekşiyeceğini, külleneceğini, yanacağını, hangi tarlanın buğdayının sert geleceğini, hangi hayvanın kuzulayacağını, hangisinin kısır çıkacağını herkesten önce o bilirmiş.
Çoban Oğlan zamanla yalnızlığına güzel bir ses eklemiş, kendine bir kaval yapmış. O güne kadar kimsenin görmediği bir kavalmış. Sanki gül dalından yapılmış. Ama gül dalından kaval olmazmış ki... Sesi de farklıymış bu kavalın ki o da başka hikâye… Zaman içinde köyün tekesi, koyunu, keçisi, çebişi, ineği, kulağı kesik kangalı, uyuz eşeği ona öyle bir alışmış ki onun kavalını duyunca nerede olursa olsun ağıl kapısı, ahır kapısı dinlemez, yıkar geçer, köyün çıkışına gider, sürü nizamına uyup onu beklermiş.
Çoban Oğlan birkaç yıl içinde öyle serpilmiş öyle serpilmiş ki onun bu halini gören, köye perişan bir şekilde sığınan çelimsiz uşağın o olduğuna asla inanamazmış. On beş, on altısını bulmuş. Büyümüş, gelişmiş, bıyıkları terlemiş, sesi tok, yiğit bir delikanlı olmuş çıkmış. Tam kanı kaynayacak yaştaymış ama kimsenin kızına, gelinine baktığı görülmemiş. Onun için varsa yoksa kırlar, dağlar, yaylalarmış. Bir de tayıyla artık, “nene” ve “dede” dediği ihtiyarcıklarmış. Köydeki anne babalar onun bu kızlara bakmaz halinden çok memnun kalırken, kızlar ona çok fena kızarlarmış.
Çoğu kız ve gelin ve genç dul, azık götürme bahanesiyle dağlara yanına gidermiş ama Çoban onlara yüz vermez, cilvelerini görmezden gelirmiş. Kızlar onun bu huyuna kızmasına kızarlarmış ama yüzünü görünce, hemen unuturlarmış. Çeşitli mendiller, yağlıklar, işler verirlermiş. Çoban oğlan almazmış. Yaman kızlarmış bazıları, çerçilere tembihler, kasabadan gizlice horozlu aynalar getirtirler, gizlice azık torbası içinde Çoban’a gönderirlermiş. Çoban bunları yine gizlice geri gönderdiğinde deliye dönerlermiş. Kızların öfkesi yeğin olur. O aldırmaz güler geçermiş. Kızlar kendi aralarında Çoban Oğlan’ın dağlarda buluştuğu gizli bir sevdalısı olduğunu konuşur, hem kendi kalplerini hem diğer kızları kırarlarmış.
Neşeli ve cömert bir delikanlıymış Çoban Oğlan. Kimin ne işi olursa yardıma koşarmış. Tarla zamanı, harman zamanı, bulgur zamanı, bağ zamanı, pekmez zamanı hep yardıma gidermiş. Akşama ve geceye sarkan işlerde köylü hep onu beklermiş. Hem hepsinden daha çok çalışırmış hem de herkese neşe taşırmış. Onun yaptığı işten bereket taşarmış. İşlere öyle neşeyle ve muhabbetle sarılırmış ki en tembel insan bile gayrete gelir, işlerin nasıl bu kadar çabucak bittiğine hayıflanırlarmış. Bazen civar köylerden bile gelip çağırdıkları olurmuş.
Köyde, kahvede, ahbap arasında gayet neşeli olan bu Çoban, gece evde yalnız kaldığında ya da dağlara doğru gittiğinde, neredeyse başka biri oluyormuş. Sessizleşiyor, boynunu büküyormuş. Çoban oğlan kavalını dağlarda başka türlü üflüyormuş. Köyün büyüklerinin bile hiçbir yerde duymadıkları ezgiler çalıyormuş. Kavala üflediği soluğundan sürekli kanayan bir hayat dökülüyormuş. Hüzünlü bir hikâye anlatıyormuş kavalı. Güzel kadınlar, yürekli adamlar ve coşkun taşkın çocuklarla dolu bir yer tarif ediyormuş. Ve onlara yapılan zalimliğe ağlıyormuş kavalı. Onun melodisi, bir çocuğun dehşet içinde ama sesini boğa boğa, usulca ağlayışıymış…
Öyle acılıymış ki ezgileri, duyanlar hiçbir sebep yokken bir büyük ayrılık acısına düşer, neden olduğunu bilmedikleri bir acıdan ve hasretten feryat figan içinde kalırmış. Otardığı sürü, dağlardaki cümle mahlûkat Çoban Oğlan’ın acılı ezgisinden yanar kavrulur, yine de onun kavalının sesinden vazgeçmezmiş. Kızlar ise Çoban’ın hasret dolu ezgilerini kendileri için kavalına üflediğini hayal ederlermiş.
Çoban Oğlan, dolaşıp bildiği yüce dağlarda çocuk aklıyla anlayamadığı bir yaşanmışlık ve acıyla kavrulmuş, büyük bir ayrılık hissedermiş nedense. Terk edilmiş köyler, evler, göller, nehirler, kan kokusu silinmemiş uçurumlar görürmüş rüyalarında da bir türlü bilemezmiş. Bazen bir kuş ötüşü bazen yağmur altında mallarla sığındığı bir mağaradaki derin sessizlik, bir ağıda dönüşür, günlerce kulağından gitmez yüreğinden silinmezmiş. İşte bu derdinin tek çaresi varmış. O çare de ceranceranlarmış. Onların sarp dağların doruğuna tırmanıp durup da nehir havzasını izleyişindeki ulaşılmaz tevekkülmüş. O gözlerin güzelliğiymiş, derinliğiymiş.
Çobanoğlan ceranceranları seyrederken bir acı hissedermiş hep. Ceranceranlar o yörenin en az kalan canlılarıymış. Ama onun hissettiği acı, az olmalarından değilmiş sadece. Anlamadığı bir yakınlığı varmış onlara. Birkaç zaman görmese onları, özlemden ciğeri yanarmış Çoban Oğlan’ın. Peşlerine düşer, günlerce izlerini ararmış. Hep onların yanında olmak istermiş. Hep onları görmek istermiş gönlü.
Hele bir tanesi varmış ki şöyle iki kaşının arasında alnının ortasında, soluk bir işaret olan. Belli belirsiz, süt damlası gibi bir beyazlık… Bir de hüzünlü bakışları olan o ceranceran. Geçen yıl, ormanda aniden karşısına çıkan. İnsana nazlı bir kızmış gibi bakan. Güzel kızları ona unutturan ceranceran…
Sürüye çıktığı ilk yıl, baharla birlikte dağların doruklarından aşağıya doğru inen ceranceran sürüsünü keşfetmiş Çoban Oğlan. Karşılardan, çıplak, sarp doruklardan, meşeliklerden oluşmuş ormanlık alana, oradan da ormanın içinden geçip derenin aşağısına, en sakin kıvrımına su içmeye, süzülerek giderlermiş. Çoban ilk kez görüyormuş ceranceranların bu kadar yakına gelmesini. Ürküp kaçarlar korkusuyla, nefes almaktan bile çekinerek seyretmiş onları. Kesik kulaklarını havaya diken kangallara bakmış, göz hareketleriyle yavaşça “dur”, “sus” işaretlerini yapmış. Onlar da kıpırtısız ve sessiz ama dikkatlice inceleyerek beklemişler gelenleri. Ceranceranlar öyle nazlı ve ürkek geliyormuş ki suyu bile incitmiyormuş. Su içmeleri bitince aynı naz ve ahenkle dönmüşler. Köyün çeşme başı kızları gibiymişler. Uzak, gizemli ama bir o kadar da cilveli. Bir farkla, bunlar külliyen daha güzelmiş. Sekiz ceranceran. Kayar gibi ama sakin, dönüp yürümüşler. Çoban heyecandan nefessiz kalmış.
Ceranceran topluluğu geldiği süratle geri dönüyormuş. Çoban’ın içine yine o nedeni bilinmedik keder, gitmesinler istiyormuş. Hep oralarda, hep yanında kalsınlar istemiş. Ama onlar gidiyormuş. Ormanın sınırına dayanmışlar bile. Tam ormana girecekken biri durmuş, sanki durdurulmuş… Çoban Oğlan ona bakmış, o cerancerana bakmış. Öyle kalmışlar. Sürmeli güzel ürkek gözleriyle tam da çoban oğlanın gözünün elifine uzun uzun bakmış. Çoban oğlan bu bakış karşısında taş kesmiş. Kıpırdayamamış, nefesi kesilmiş, kulakları kapanmış. Kalbi durmuş sanki. O bal gibi şeker gibi bakan gözler onu büyülemiş. Onu usul usul okşarcasına, kutsarcasına bakmış. Ceranceran bakışları değdikçe yumuşak, ılık bir şeyler akmış oğlanın içine. Bütün kâinat sanki ona kucak açmış, sarmış onu, yarımmış tamamlanmış, açmış doymuş. Çoban o gözlerde daldığı düşten kangalların havlamalarıyla uyanmış. Ceranceran da sürüsünden diğerlerinin gelip etrafını çevirmesiyle kendine gelmiş. Aralarına karışıp ormanın içlerine doğru girip kaybolmuş.
Sürmeli Gözlü Ceran gözden kaybolunca, Çoban’ın dünyası birden kararmış. Ne olduğunu bir türlü anlayamamış. Etraf soğumuş, buzdan bir cehenneme dönüşmüş. Çoban donmuş… Çoban oğlan o gün sürüyü nasıl otarmaya devam etmiş? Otarmaya devam edebilmiş mi? Ne yapmış? Köye nasıl indirmiş? Nasıl teslim etmiş? Hiç bilmemiş, bilememiş. O gün sürüyü o indirmemiş zaten köye, Alabaş, Delibaş ile o kimsenin beğenmediği uyuz eşek indirmiş.
O akşam Nazlı Bibi, Çoban Oğlan sever diye kurutulmuş yeşil fasulye ile pilav yapmış, bir de ayran katmış beklemiş. Çoban Oğlan yemeğe gelmemiş. Muhtar Çece, açtır diye oflaya puflaya dama tırmanıp yattığı odanın kapısına varmış. Kapı kapalıymış. Yüklenip açmış, bir bakmış ki ne görsün o babayiğit oğlan, tir tir titriyor. Muhtar’ın aklına yılan, çıyan sokmuş olmasından başka bir şey gelmiyormuş. Nefes nefese Çoban’ın başında durmuş. Çocuğun dişleri birbirine vuruyormuş ama kendindeymiş çok şükür.
“Ne oldu oğul sana ne oldu?”
“Yok bir şey Muhtar Dayı.”
“Seni ne ağuladı böyle oğul?”
“Korkma dayı, yok bir şey.”
Demiş ve bayılmış. Muhtar karısına seslenmiş. İki ihtiyarcık gece yarısına kadar ayılmasını beklemişler. Çocuk en nihayetinde ayılmış ama bir türlü kendine gelemiyor inliyor, sayıklıyormuş.
“Ceran donunda da olsan insan donunda da olsan…” diyormuş kendini bilmez biçimde Çoban.
“Ceran donunda da olsan insan donunda da olsan…”
Muhtar Çece ile Nazlı Bibi söylediğinden bir şey anlamamışlar.
Çoban Oğlan ertesi sabah hiçbir şey olmamış gibi doğrulmuş kalkmış. Geceki halini gören ihtiyarcıklar bir şey anlamamış olanlardan, kötü rüyalara, nazara, büyüye yormuşlar. Yine de o gün Çoban’ı sürüyle yollamamışlar. Onun yerine sürüyü otarmaya köyün gençleri gitmiş. Gençler o gün nereye gitseler sürüyü doyuramamışlar bir türlü. Ne emek verdiyseler köylüyü memnun edememişler. Ertesi gün sürüsünü teslim almış Çoban Oğlan ve ondan sonraki her gün, ama her gün Sürmeli Gözlü Ceran’ını bir daha görmek umuduyla çıkarmış sürüsünü.
Günler günleri kovalamış, aylar ayları, mevsimler mevsimleri. Çoban Oğlan kaç çarık eskitmiş, kaç ceran sürüsüne denk gelmiş, kaç kuzu, kaç dana doğurtmuş, olmamış, Ceran’ına rastlayamamış.
Çoban Oğlan bir bulup bir kaybetmenin kederiyle baktığı her yerde Ceran sureti görüyormuş. En çok da köyün kızlarında görüyormuş Ceran’ın suretini. Öyle bir zaman gelmiş ki Çoban da kızlara bakar olmuş. Kızların işvesi, cilvesi, hatta bazılarının hüznü bile Ceran’ın onda yarattığı duygulara benzer duygular yaratabiliyormuş içinde. Bu duygular Ceran’ın yarattığı duygulardan hafifmiş ama gönlünü biraz olsun teselli edebiliyormuş. Kızlar bu durumdan hem mutlu hem de mutsuz oluyorlarmış. Her kız Çoban Oğlan kendisi ile göz göze geldiğinde gülümsediği hatta konuştuğu için havalarda uçuyor ama bunu başka kızlara da yaptığı için diğer kızlara ve çobana öfke duyuyormuş.
Derken bir gün Çoban, çeşme başında bir kıza rastlamış, adı Gülbahar… Kız akıllıymış. Ona yemekler yapıyor, götürüyor, ona içlikler dokuyormuş. Ama en çok Ceran’ın hikâyesini anlattırıp onu dikkatle dinliyormuş. Başka kızlara gülümsemesine aldırmıyormuş. Onun yüreğini anlıyormuş gibi davranıyormuş. Nihayetinde Çoban’la Gülbahar anlaşmışlar.
Dedesiyle nenesi araya girmişler. Kız babası da “Daha iyisine mi vereceğim?” demiş tutmuş, vermiş kızı. Çoban oğlan Gülbahar ile nişanlanmış. Nişanda her ikisinin elleri kınalanmış.
Gülbahar nişandan sonra kimsenin nişanlısına azık hazırlamasını istemiyormuş. Kızların nişanlısına bir şey yapmasından ya da onu elinden almalarından korkuyormuş. Kendi elleriyle hazırlayıp götürüyormuş azığını. Neler, ne yemekler, ne etler, ne börekler, tatlılar yapıp götürüyormuş dağlara, nişanlısına. Neredeyse kendi ellerliyle yediriyormuş. Kendilerini kaptırıp kurtlardan kuzulardan utanıp öpüşüp koklaşıyorlarmış. Artık azık zamanları sevdalık zamanları olmaya başlamış. İkisi de mutluymuş.
Düğünü kırk gün kırk gece tutmasalar da üç gün üç gece sürdürmüşler. Yörede, nahiyede, yedi dağın, yetmiş yedi köyünde, inlerinde ve mezralarında Çoban’ı tanıyan kim varsa çıkmış, gelmiş. Yemekler yenmiş, akşam sofraları şenlenmiş, oyunlar oynanmış, yıldızlar altında damlara serilen döşeklerde uyunmuş, çobanı kutlayıp gitmişler. Çoban evlendikten sonra da sürüsünü hünerle otarmaya devam etmiş, coşkuyla köylüye yardıma koşmayı sürdürmüş.
Yıllar yıllar geçmiş aradan. Ceran’ı bir kez daha, ömrünün içinde bir kez daha görmüş çoban. Güneşli bir günde, dağ taş yeşermiş, sular yürümüş, ovalar şenlenmişken. Bir tek çoban varmış yorgun, bezgin, ıssız. Uzun zamandır böyleymiş. Karısının bakışlarının Ceran’a benzemediğini fark etmiş zamanla. Onu kalben anlamadığını, anlayamayacağını fark etmiş. Fark etmiş etmesine de kıyıp söyleyememiş. Öylece yaşayıp gidiyorlarmış. Çoban Oğlan Ceran’ın bakışını unutamıyormuş bir türlü. Geceleri rüyasına rüyasına giriyormuş o bakışlar. Uyuyamıyor, yemek yiyemiyormuş uzun zamandır. O da dağlarda uyukluyormuş. Sabah erkenden malları toplayıp kırlara sürüyor, sonra da bir kuytu bulup uyukluyormuş. O gün de erkenden yollara düşmüş, köyden epey uzak yazılara gelince bırakmış, sürü yayılmış, Alabaş ile Delibaş sakin beklemekteymiş. Çoban da gözlerini kapatmış. Çok geçmemiş ki birden sanki karanlık bir gecede tüm aydınlığıyla ortalığı bir yıldız ışıtmış, sanki çöl ortasında buz gibi bir su kaynamış gibi tuhaf hava oluşmuş bulundukları yerde. Küçük bir ceranceran sürüsü ağmış, geliyormuş yine suyun başına. Çoban araladığı kirpiklerinin arasından kederle onları izliyormuş. Güzelim sürüye kaç kez umutla bakmış, kaç kez hüsranla başını eğmiş. İşte öyle umutsuz, düşsüz bakıyormuş. Bir de ne görsün? Aradığı, hasretini çektiği Ceran’ı orada, onların arasındaymış. Fırlamasıyla aralarına dalması bir olmuş. Öyle hızla hareket etmiş ki kimse onun kalktığını bile hissetmeden sürünün içine girmiş. O güne kadar bir insanın bir ceranı elle yakaladığı görülmemiş. Ya Çoban çok hızlıymış ya Ceran kaçmak istememiş. Diğer ceranlar koşup ormanı bulmuşken Çoban’ın eli Ceran’ın boynunda, Ceran hareketsiz, öylece kalmışlar. Nefes nefeseymiş ikisi de. Kendilerini birbirlerinin gözlerinden alamıyorlarmış. Sanki başka âlemlerdeymişler de bu dünyaya dönemiyorlarmış. Çoban ağlamış, Ceran ağlamış.
Çoban, “Seni yıllarca aradım.” diye ağlamış. “Seni çok aradım. Neredeydin?”
Ceran ona bakmış bakmış, ansızın dile gelmiş.
“Ben çok geldim, sen beni göremedin, peşimden gelemedin.”
“Şimdi gördüm bak. Gördüm ya seni...”
“Artık çok geç.” demiş sürmeli gözlü Ceran ve devam etmiş çaresizlikle.
“O kadar çok gelip geri döndüm ki... O kadar çok gelip ağlaya ağlaya geri döndüm ki…”
Çoban acıyla yüzüne bakarken, Ceran sürdürmüş.
“Ceranceran Padişahı çok kızdı. Artık benim insan olmama, sana yoldaş olmama asla izin vermez.”
Ceran o güzel gözlerinden yaşlar aka aka dönmüş gitmiş…
Onun gittiğini gören Çoban ise orada öylece kalmış…
Not: İtiraf ediyorum aslında burada biraz bilerek oynama yaptım yazarken. Bildiğim kadarıyla ceranceran Anadolu yaban koyununun ismi. Gerçekten cerana benzer ve sanırım ceranın atası. O kadar zarif ve güzel. Benim burada anlattığım ise yaban keçisi. Ama anlattığım coğrafyada geyik olarak söylenir. Yakınında ise Hızır'ın Davarı olarak bilinir...
Etiketler:
bibi,
Ceranceran,
Çemişgezek,
Çerçi,
Çoban masalı,
Eğin Ağın Arapgir,
Hızır'ın Davarı,
Hızır'ın Malları,
Oskar'ın Deresi,
Sal köprü,
Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı,
Yedi Dağın çobanı
20 Kasım 2011 Pazar
GANİ DAYI-GIRNATA
Klarnet;
Bildiğim kadarıyla bölgede Elazığ'ın dışında sadece; Eğin, Ağın, Arapgir üçgeninde çalınan bir enstürman. Ona enstürman denir mi? Bilmiyorum. O bizlerin yürek sesidir.
İç sesimizdir. Ruhumuzun en derinlerinden gelen ezgilerimizdir. Kimselere söylemediklerimizdir.
Başka hiç bir çalgı bizim duygularımızı o kadar iyi anlatamaz. Efkarımızı, coşkumuzu, acımızı, özlemimizi, aşkımızı, ayrılığımızı anlatamaz.
Çaremizi ve çaresizliğimizi de.
Elazığ müziğinin Diyarbakır, Urfa müziğine benzerliğini söylerler hep, ama oralarda klarnet bizim kadar yaygın kullanılır mı bilmiyorum.
Çocukluğumun en büyülü çalgısıydı. Hâla da öyledir. Duyduğumda, diğer tüm seslere kapanır kulağım.
Tahsin Dedem de çalarmış.
Horoş'da ve başka bir çok köyde. Belki Cücügen’de de çalmıştır.
Tahsin Dedemin bir kardeşi - Veysel Amca- keman, bir kardeşi- Muhittin Amcam- davul çalarmış.
Dedeme yetişip dinleyemedim ( Belki bebekken çaldığını duymuşluğum vardır )
Ama Gani Dayı'yı dinledim Vahşen'de bir düğünde. Sonra çocukluğumun son deminde, Ankara'da evimizde.
Bu nasıl bir müzik?
Bu nasıl bir çalgı?
Bu nasıl bir ses?
Bizim için; klarnetin yeri açık havalardır.
"Elektirirğin olmadığı zamanlarda; "lüks" hatta “löküs”denilen ve ışığı bir fenerden çok daha parlak olan bir cihazın aydınlattığı, harman yerleri, gece bahçeleridir.
Köyden köye gelin almaya yaya gidilen devirlerde, renk renk, desen desen giyinmiş genç kız ve gelinlerden oluşan düğüncülerin, dönüşte gelinin bineceği süslenmiş atın yanıdır.
Klarnetin yeri patika yollardır, dağlardır, meşeliklerdir, çaylardır, yazılardır, gözelerdir.
ve en çok bağlardır.
Tarlada çalışan da, damda hamur yuğuran da, çeşme başında ayran soğutan da, ahırda inek sağan da duyabilsin diye açık havalardır.
Fırat'la Murat dinleyebilsin diye.
Munzur’la Beydağı duysun diye.
Keklikler dinleyebilsin diye.
Börtü böcek, çemen çiçek açsın diye.
Topraklarımızdan bolluk bereket eksik olmasın diye.
Üzümlerimiz, incirlerimiz, dutlarımız ballı olsun diye.
Desenlerimiz, renklerimiz solmasın diye.
Klarnetin yeri açık havalardır.
Bugünlerde de Mediterraneo'da, Nicos'un kemanını dinlerken, aynı geniş, uçsuz bucaksız insanlığı dinliyorum.
Tahsin Dedemle Gani Dayı'nın klarnetini dinlemiş gibi oluyorum
Vahşenli Agopcan ustayı dinliyorum.
İnsanlığın en insancıl, en meleksi sesini duyuyorum.
Helal olsun sizlere.
Helal hoş olsun
Not; Bu yazıyı yazarken İsmail N. Beydemir’in, makalesinden yararlandım. Kendisine saygılarımı sunar teşekkür ederim.
Bildiğim kadarıyla bölgede Elazığ'ın dışında sadece; Eğin, Ağın, Arapgir üçgeninde çalınan bir enstürman. Ona enstürman denir mi? Bilmiyorum. O bizlerin yürek sesidir.
İç sesimizdir. Ruhumuzun en derinlerinden gelen ezgilerimizdir. Kimselere söylemediklerimizdir.
Başka hiç bir çalgı bizim duygularımızı o kadar iyi anlatamaz. Efkarımızı, coşkumuzu, acımızı, özlemimizi, aşkımızı, ayrılığımızı anlatamaz.
Çaremizi ve çaresizliğimizi de.
Elazığ müziğinin Diyarbakır, Urfa müziğine benzerliğini söylerler hep, ama oralarda klarnet bizim kadar yaygın kullanılır mı bilmiyorum.
Çocukluğumun en büyülü çalgısıydı. Hâla da öyledir. Duyduğumda, diğer tüm seslere kapanır kulağım.
Tahsin Dedem de çalarmış.
Horoş'da ve başka bir çok köyde. Belki Cücügen’de de çalmıştır.
Tahsin Dedemin bir kardeşi - Veysel Amca- keman, bir kardeşi- Muhittin Amcam- davul çalarmış.
Dedeme yetişip dinleyemedim ( Belki bebekken çaldığını duymuşluğum vardır )
Ama Gani Dayı'yı dinledim Vahşen'de bir düğünde. Sonra çocukluğumun son deminde, Ankara'da evimizde.
Bu nasıl bir müzik?
Bu nasıl bir çalgı?
Bu nasıl bir ses?
Bizim için; klarnetin yeri açık havalardır.
"Elektirirğin olmadığı zamanlarda; "lüks" hatta “löküs”denilen ve ışığı bir fenerden çok daha parlak olan bir cihazın aydınlattığı, harman yerleri, gece bahçeleridir.
Köyden köye gelin almaya yaya gidilen devirlerde, renk renk, desen desen giyinmiş genç kız ve gelinlerden oluşan düğüncülerin, dönüşte gelinin bineceği süslenmiş atın yanıdır.
Klarnetin yeri patika yollardır, dağlardır, meşeliklerdir, çaylardır, yazılardır, gözelerdir.
ve en çok bağlardır.
Tarlada çalışan da, damda hamur yuğuran da, çeşme başında ayran soğutan da, ahırda inek sağan da duyabilsin diye açık havalardır.
Fırat'la Murat dinleyebilsin diye.
Munzur’la Beydağı duysun diye.
Keklikler dinleyebilsin diye.
Börtü böcek, çemen çiçek açsın diye.
Topraklarımızdan bolluk bereket eksik olmasın diye.
Üzümlerimiz, incirlerimiz, dutlarımız ballı olsun diye.
Desenlerimiz, renklerimiz solmasın diye.
Klarnetin yeri açık havalardır.
Bugünlerde de Mediterraneo'da, Nicos'un kemanını dinlerken, aynı geniş, uçsuz bucaksız insanlığı dinliyorum.
Tahsin Dedemle Gani Dayı'nın klarnetini dinlemiş gibi oluyorum
Vahşenli Agopcan ustayı dinliyorum.
İnsanlığın en insancıl, en meleksi sesini duyuyorum.
Helal olsun sizlere.
Helal hoş olsun
Not; Bu yazıyı yazarken İsmail N. Beydemir’in, makalesinden yararlandım. Kendisine saygılarımı sunar teşekkür ederim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)