Vahşenli Agopcan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Vahşenli Agopcan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Eylül 2014 Pazartesi

DEĞERLENDİRME


Bir Kalp Ağrısına Uzaktan Bakmak 4

DEĞERLENDİRME

“Ah İstanbul, İstanbul olalı, hiç görmedi böyle keder”
Sezen Aksu


Her üç romanda da sıradan insan diyebileceğimiz batılı kahraman yok. Belki romancıların çevresi o insanlardan oluştuğu için onlara sıradan gelebiliyor ama bize göre sıradan değil bu kahramanlar. Basbayağı beyaz.

Romancılar; sıradan insan kahramanların bu meseleyi anlatmakta yetersiz kalacağını düşündüler de, “başarılı” yazarlardan, akademisyenlerden, gazetecilerden kahramanlar tasarlayarak, konuyu onların diliyle, bize daha iyi anlatmayı mı hedeflediler, yoksa sıradan insanı tanıyamadıklarından mı böyle yaptılar? Bilemedim. Ya da kendi kişisel görüşlerini makaleden romana evirerek bize anlatmanın bir yolu muydu okuduklarımız. Onu da bilemedim.

Birinde olsa neyse, ama üç romanda da aynı şey olunca biz okuyucular için; dünyayı gezip bilmeden, Amerika’da, İngiltere’de üniversite okumadan bu meseleler anlaşılmaz, anlatılmaz, çözülmez gibi bir sonuç çıkıyor.

Ya da üç romanı da birbirine yakın yıllarda okuyanlar için; bu ülkede özellikle İstanbul’da, neredeyse tüm okumuşların, doğuyu, o uzak coğrafyayı dert ettiği, en azından bir kez olsun oraya gittiği gibi bir sonuç çıkıyor.

Yine okurun yanlış yönde bir soyutlamaya yanlış yönde bir sonuca varmasına neden olan başka bir benzerlik ise egemen kahramanların beyaz ya da mavi olmaları yanında onların hiç gülmüyor olmaları…

Basbayağı donuklar. Doğal değiller yani… Kahramanların hayatla sıradan hiçbir bağları yok. İnsani etkinliklere yüz vermiyorlar. Aralarında; güzel şarkı, türkü, arya söyleyen birileri, gitar, saz, dümbelek, piyano, keman, gırnata çalan birileri, iyi mantı yapan, iyi pilav pişiren, iyi midye dolması yapan, iyi balık pişiren, iyi meze ustası olan, iyi likör yapan, iyi şerbet yapan birileri, batının dışında, ülke içinde bile seyahat eden, müze gezen, resim yapan, dalan, kille uğraşan, gergef işleyen, örgü ören, yürüyen, yüzen, tenis oynayan, balığa çıkan bir roman kahramanı yok.

Yaşam sadece kariyer mi? Büyük meseleler karşısında endişelenmek, büyük makaleler, romanlar, köşe yazıları yazmak, büyük konuşmalar yapmak mı? Bunu mu anlamalıyız?

Romanlarda, bir aydın olma sorumluluğunu anlıyorum ama aydın olmanın sorumluluğunun; iyi kalpli, okumuş, yol gösteren, bilgili, kurtarıcı olan, beyaz adam çerçevesine sıkıştırılmış kahramanlar tasarlayarak ve onların üzerinden bir memleket meselesine bakmak olarak verilmesine itirazım var. Bu romantizmin ta kendisi sanki…

Ve bu romantizmin sadece kendine yönelik algılanmasına, kendine üstün bir kimlik oluşturup bir düş dünyası yaratılmasına, bir düşman bir öteki tasarlanıp kendini meşrulaştırma ihtiyacına, efsanelerden prenseslerden, krallardan, kraliçelerden rol çalınmasına, incitilmemek için bu denli gerçeklikten kaçılmasına itirazım var.

Yazarlardan birinin, bir iki kitap öncesi olan Veda romanından birkaç alıntı;
“Sokaklar İngiliz üniforması giymiş Rumlar ve Ermenilerle dolu..” (sf. 27) ,
“Müslüman Osmanlıların omuzları düşük, yüzleri asık, başları öne eğikti, Rumlarla Ermenilerin yüzünde ise güller açıyordu” (sf. 43) ,
“Kadınları taciz edenler, işgalcilerin üniformalarını giyinmiş Rumlarla Ermenilerdir” (sf. 81),
“Hıristiyan tebaların her biri, kendi kilisesine ait olan devleti şakşaklamıştı….” (sf 194)
“İngiliz üniforması giymiş birkaç Rum ve Ermeni…” (sf. )
“İşgalcilerin yanı sıra Ermeniler, Kürtler, Çekezler, Rumlar….” (sf. 297) ,
"Hıristiyan azınlıkları, yüzyılların öcünü almak istercesine işgalcilerle işbirliği yapıyor. Müslümanları her fırsatta ihbar ediyor…” (sf. 9)
“Maliye Nezareti’ndeki Yahudi dinine mensup maliye memurları hiçbir şey olmamışçasına vazifelerine devam etmekteydiler.” (sf. 12),
“…ve Allahtan Yahudiler Osmanlılara hâlâ sadıktılar. “ (sf. 12)

Bir sonraki romanın kahramanlarında bir düzeltmeye gidilse de- bir birey üzerinden aklama yapılmaya çalışılsa da – sık sık başvurulan bu toptancı yaklaşım bende ciddi endişe oluşturacak çağrışımlar yaratıyor.
İçerikten söz edersek, bu bakış açısı ile, doğuda kızları ne okutursak okutalım çocukları telef ederiz. İkincisi biçim olarak bakacaksak, makalede gider bu dil. Romanda birey değil midir anlatılan.

En Uzun Gece’den bir alıntı; köylü yaşlı bir kadın misyondakilere –Yelda, Zerrin, Jacques’a - konuşuyor,
“Şimdi bakın, bunlar yalancıdır, ben size işin aslını söyleyeyim. Başlık parası alır kızın babası burada. Mal gibi satar yani… Köylünün gencinde para olmaz, nereden olsun… Para ya ağa oğlunda ya ihtiyardadır. Ağa oğlu ağa kızı alır. Köyün kızı köyün ihtiyarına kalır. Kız genç… İçi fıkırdar, semaver gibi kaynar, eti soğumuş ihtiyarı netsin, gönlünü bir gence kaptırır kaçar… Bunlar da onları bulup vurur… Sonra da kasıla kasıla namus davası derler. “ (sf. 261)

Bu yaşlı kadın şehrimizden bir yerden olsa, “aydın çevreler”, “bürokrat çevreler”, “tüccar çevreler” üzerine anlatacağı şeyler bu kadarcık mı olurdu bilemem.

Yazarların belirttiği üzere; Doğu, gerçekten memur babalarımızın, asker babalarımızın zorunlu şark hizmeti yaptığı, kaymakam babalarımızın, genç subaylarımızın idealleri uğruna gittiği o uzak ülke. Anlaşılan hep uzak ülke olarak kalmış. Ve bu kahramanlara da hâlâ çok uzak bir ülke. Belki eskilerden bile daha uzak… Çok uzak

Bu nedenle batılı kahramanların bölgede kalış zamanları da birbirine benziyor. Anladığım ve okuduklarımdan çıkarabildiğim kadarıyla; Ömer Eren, üç dört hafta civarı, Yelda ise üç beş hafta kalıyor bölgede. Nevra, çocukluğunun dışında bir günlük görüşme gerçekleştiriyor, o da hapishanede, o da büyük şehirde. Doğu’da bu kadar zaman çok az.

Ve bu nedenle coğrafya betimlemeleri zayıf kalıyor.
Sadece o coğrafyanın köyleri, dağları, patika yollarına değil, Bodrum’un köylerine köylülerine de uzağız sanki.

Coğrafyadan söz edeceksek;
Mehmed Uzun’un betimlemelerini arıyor insan.
Ya yedi iklim dört bucak; Balkanlar’dan başlayıp tüm Anadolu’yu, Kafkas’ları, Mezopotamya’yı, Arabistan çöllerini kocaman bir bahçeymiş ve bu bahçe avucunun içiymiş gibi ayrıntılı anlatan Yaşar Kemal’in bölgeyi anlatışını.
Mıgırdıç Margosyan Usta’nın bölgeden bir kentin elli yıl öncesinin yaşantılarında anlattığı medeniyeti.
Ben; Yaşar Kemal’i Osman Şahin’i Mehmet Uzun’u, Bekir Yıldız’ı, Mıgırdiç Margosyan’ı Murathan Mungan’ı, Enver Gökçe’yi, Ahmed Arif’i yeniden yeniden, bir daha okudum. Hep okurum zaten onları. Yine bu yazı için de okumaktan çok hoşlandım.
Adnan Gerger’in, Dağların Ardı Kimin Yurdu’ nu iki gecede bitirdim.
Yakın zamanda Mesut Özcan’ın, Dersim Ağıtları’nı okuyacağım.
Kardeş Türküler’i bir daha bir daha bir daha dinledim.
Bir de asla vazgeçemeyeceğim Erkan Oğur ile İsmail Hakkı Demircioğlu’nu, en eski kasetlerinden başlayarak içercesine dinledim.
Mahsun’un filmi hatırladım. Belki çok naif kalıyordu ama ne kadar içtendi. Kimseyi dövmeden, hırpalamadan bir şey anlatmaya çalışıyordu.

O coğrafya; çok bulutlu çok parçalı çok zengin.
Hiç mi türküsü yok bu halkın hiç mi masalı efsanesi, manisi. Hadi onların yok sanılıyor, o coğrafyadaki diğer halkların da mı yok. Ermenilerin, Süryanilerin, Keldanilerin….

“Ahçik’i yolladım Urum iline/ Eser bad-ı sabah zülfün teline”

O coğrafyada bir halkı, tek başına anlatmaya kalkmanın sancıları bunlar. Oralarda Hıristiyanlar var. Hem de kadim zamanlardan kalma Hıristiyanlar. Süryaniler, Ermeniler var. Yahudiler var. Sabetayistler var. Sonra Araplar var. Sünni ve Alevi Kürtlerle, Sünni ve Alevi Türkler var. Zazalar var. Keldaniler var. Bir kısmının kendisi kalmasa da kültürü var. Bu kültürü betimlemekte “Bizans Bahçeleri” demek yetmiyor. Ya da “Mezopotamya’yı özlemek” olmuyor. Oralarda halktan kimseler yaşadıkları yere, Mezopotamya demiyor, turist rehberlerinden başka. Biraz oryantalizm var sanki.

Aslında o bölgede; Türk, Kürt, Alevi, Sünni, Ermeni, Rum, Çingene bilmez insanlar, Saatçi Manuel Amca’yı bilirler, Dişçi Abid’i, Terzi Haçik’i ve okuyan, yakışıklı oğlu Garabet’i, Kiğam Usta ve karısı Bayzar’ı, Ani Teyzeyi, Gazel Teyzeyi, Kurdikgil’i, Halo’yu, Hilloş’u, Hıdo’yu, Fatik Yengeyi bilirler. Emo’yu, Zülal’i, Bakkal Simo’yu, Harikçi Efe’nin karısı Zülfinaz’ı, annesi Cıcığ Ana’yı bilirler. Zımpat’ı bilirler mesela. Bir küçük bölgeye klarnet gibi müthiş bir enstrümanı hediye edip, gönül rahatlığıyla ebediyete göçen Vahşenli Agopcan ustayı hatırlarlar. Özellikle çocuklar olarak, oruç tutulan bayramlar kadar yumurta boyanan bayramları, cacık bayramlarını bilirler. Bu kadar bayramın olmasına hangi çocuk itiraz eder ki. Bölgede eskisi kadar zengin olmasa da bir renklilik var. Görmek için bölgede, adı anılacak şehirlerde kasabalarda yaşamanın yararı var sanki.

Anadolu’nun çoğu yerinde Rındamın’ı da bilirler, “Bu dağda ceyran gezer/tellerin tarar gezer/ben yara neynemişem/ yar menden kenar gezer”i de. Aynı şarkının farklı dillerdeki ifadesidir ve her dilde güzel bir şarkı olduğu için, herkes kendi dilinde de söylensin ister.

Bu satırları yazarken bölgeden Samo’nun bestesi geliyor kulağıma, “Derdimi kimlere desem/ Başım alıp nere gitsem/Bu dert beni öldürecek/Candan mı yardan mı geçsem.” Sami Hazinses’in hayatı kadar hüzünlü olan şarkısı…

Yemeklerden hiç söz etmiyorum. Of ki of…

Töre cinayetleri, kuma, aşiret düzeni, kızların okutulmaması, yoksulluk, kan davası. Bunlar sorun. Gerçek ciddi, insanların hayatını karartan sorun.

Ama metropol şehirlerde kaç tane kız çocuğu cinselliği nerde ve nasıl deniyor? En olmaz yerde yaşanan cinsellikle ilgili öyle bir zavallılık var ki bunu görmüyoruz. Almanya’da jetonlu tuvaletlerde, bir jetonluk zamanlarda yaşıyormuş bunu çocukların bir kısmı. Şimdi var mı bilmiyorum ama bir zamanlar metropol şehrimizin metropol ilçesinin caddelerinin arka sokaklarda yetişkin erkeklere pazarlanan sahipsiz erkek çocukları vardı. Ya Avrupa’dan Tayvan’a, kız çocuklarının bekâretini bozmaya uçak kaldıran çok ciddi saygın adamlarını kim biliyor?

Kadın cinayetleri; dünyanın her yerinde her sınıfta her ırkta görülen ve soykırım kadar ciddiye alınması gereken bir konu. Dünyada şiddet arttıkça özellikle savaş gibi, ülkeler arasındaki gerginlik gibi “kurumsal” şiddet arttıkça kadına yönelik şiddet de artıyor. Devletlerin göz yumması ile de süren bir şey. Çocuklara yönelik şiddet de böyle. Ve maalesef giderek artıyor. Çünkü medeniyet öldü. Şimdi sadece kapitalizmin sefaletine teslim olmuş bir dünya var. Şiddetin gün be gün arttığı bir zamana mahkûmuz. Ya hep birlikte çıkacağız ya hep birlikte batacağız.

İster namus cinayetleri diye çevrilsin ister töre cinayetleri “kadın cinayetleri”ni belli bir coğrafyaya, belli bir halka, belli bir etnisiteye bağlamak ne büyük insafsızlık ne büyük önyargı ne büyük ayrımcılık. Farkında olmadığımız ayrımcılığımız burada başlıyor olsa gerek…

Kuma konusu da öyle. İki yüzlülüğe tapan bir yaşam biçimine alıştırıldık hepimiz. Altmışlık yetmişlik adamların on yedi on sekiz yaşlarındaki sevgilileri, metresleri, dostlarını göremiyoruz… Bunlar metropol bir kent düşünüldüğünde ne kadar sıradan değil mi? Ne kadar olağan?

Acıyı ve kurtuluşu neden o kadar uzağımızda arıyoruz ki? Kapitalizm her yerde kapitalizm değil mi? Bu insansal sorunları yaşamamıza neden olan bu sistem değil mi?

Docent Dicle Koğacıoğlu “Çok acı var dayanamıyorum” diye attı kendini köprüden. Konusu kadın cinayetleriydi. Onun makalesi çok anlamlıydı. Namus cinayetlerinin, kanunlarca, çaktırmadan desteklendiğini ve tüm suçu töreye atarak devletin kendini bu suçların işlendiği alandan kendini ayrıştırmasını anlattığı, "tradition effect: framing honor crimes ın Turkey" adlı makalesi. İnternette var. Meraklısı ararsa bulur. Ben aydın olmaktan bu tür makaleleri anlıyorum.

Büyük şehirlerin büyük evlerinde yaşanan, toplumsal ekonomik düzeyi yüksek ve okumuş kadınların suskun kaldığı, çoğu kadın gibi itiraf edemediği, şikâyette bulunamadığı bu nedenle engellenemeyen, önlenemeyen, bilinmeyen pasif, sinsi bir çeşit aile içi şiddetten kimse söz bile edemiyor. Ve okumuş yazmış kudretli kadın; kendi gördüğü şiddet ortaya çıkmasın, toplum önünde rezil olmasın diye başka kadınların yaşadıklarına da sessiz kalıyor. Ya da bu alanda bir şey yapacaksa önce şiddete maruz kalanı küçümseyerek işe başlıyor.

Ve işte, kadınları, kız çocuklarını bu bakış açılarıyla anlama olanağımız yok.

Tuzlada can veren onca tersane işçisini, kot kumlama işçilerini, denetimi yaptırılmamış ocaklarda göçük altında kalan işçileri göremiyoruz. Oysa onların da büyük bir kısmı bölgeden çalışmaya gelmiş ya da bir düzen tuttururum diye göçmüş, evini getirmiş genç insanlar. Ya büyük şehirlerdeki Heja’lar? Arabalarla önlerinden geçip gidilen, görülmeyen Heja’lar.

Büyük şehirlerin; modern kadın satıcıları, büyük uyuşturucu baronları, ultra modern rüşvet dağıtan şirketleri…

Daha dün, yakılarak öldürülen şair babasının ismi, katilleri ile aynı listede olmasın diye yazı yazdığı için büyük şehrin büyük üniversitesinden atılan bir genç kadın karşımızda dururken…

Olağanlarımız ve sıradanlıklarımızın ayrıntıları farklı, şiddeti aynı. Ama biz birilerini işaret ediyoruz. “Öteki”nin olağanını yargılamayı seviyoruz sanki…

Doğulu roman kahramanları, özellikle bir halkı temsil ettiği varsayılan karakterler çocuk –kuzu- kadın, hem çocuk hem kadın. Yani bu toplumun en kanamalı grupları. Çok etkileyici hatta vurucu sözcükler ve konular bunlar. Vicdana, vicdanlarımıza çok yakın duruyorlar. Bunlar sattıran konular…

Ama dikkat etmeli; “kuzucuk”, “kedicik”, “annesinin mikisi”, “annesinin pisisi”, “pisicik”, “minik kedicik”, “kuzu” burada sakilleşiyor.

Oysa artık biliyoruz ki, “kuzu”yu iki şekilde tanıyor bu toplum; birincisi “kuzu şiş kebap” diğeri “Anayasacılığı” değil de üniversitelilerin yağdırdığı yumurtalar yüzünden, Burhan Kuzu. Şaka yaptım Burhan Bey, şaka, şaka

Çözüm bir derneğin kızları okutması mıdır?
Çözüm AB projeleri midir? AB araştırmaları mıdır?

Doğunun kızları? Okuma yazma oranı sadece doğuda mı düşük? Ya da okullaşma oranı? Okullardaki kalite? Büyük şehirlerdeki okullaşma oranının ne kadar düştüğünü gören var mı?

Doğunun ezilen kadınları? Bölgeye ve kadına böyle bakmak da çok problemli. Ve bir de, Nevra’nın gidip Zeliha Bora’ya birkaç saatlik bir söyleşide akıl vermesiyle olmuyor. Sıdıka Avar bunu yaptı. Gidip oralarda yaşadı. At sırtında köy köy, mezra mezra dolaştı. Belki bir kısım kız çocuğunun eğitimle hayatı değişti ama bu kez de insanlar kendi kültürüne yabancılaştı.

Bu yaklaşım- Doğu’daki kızlara, bu denli ezik gözüyle bakılması- batının kızlarını da problemli gösteriyor. Hep özel hep özel olmaya çalışan, bunun için ruhunu satmaya razı gelen ama ruhu da bir türlü doymayan hep sevgiye aç, nevrotik bir kadın tipi çıkıyor. Yaşayamayan bir kadın tipi. Mükemmel ama donmuş…..Şükür ki, tüm sıkıntılarımıza, takıntılarımıza karşın bir çoğumuz böyle değiliz…

Bu yazıda; hem doğudan hem batıdan bir şeyler almış bir kadın olarak, “bir kalp ağrısı”na uzaktan bakmamızın bir yararı olmadığını, özürlük, eşitlik, kardeşlik ile güzel şarkılar, güzel aşklar ve güzel yemeklerle, bu yemekleri birlikte yediğimiz güzel dostlar olmadan yaptıklarımızın bir anlamı olmadığını kendimce anlatmayı istedim.

... 15 Ekim 2011

20 Kasım 2011 Pazar

GANİ DAYI-GIRNATA

Klarnet;
Bildiğim kadarıyla bölgede Elazığ'ın dışında sadece; Eğin, Ağın, Arapgir üçgeninde çalınan bir enstürman. Ona enstürman denir mi? Bilmiyorum. O bizlerin yürek sesidir.
İç sesimizdir. Ruhumuzun en derinlerinden gelen ezgilerimizdir. Kimselere söylemediklerimizdir.
Başka hiç bir çalgı bizim duygularımızı o kadar iyi anlatamaz. Efkarımızı, coşkumuzu, acımızı, özlemimizi, aşkımızı, ayrılığımızı anlatamaz.
Çaremizi ve çaresizliğimizi de.

Elazığ müziğinin Diyarbakır, Urfa müziğine benzerliğini söylerler hep, ama oralarda klarnet bizim kadar yaygın kullanılır mı bilmiyorum.
Çocukluğumun en büyülü çalgısıydı. Hâla da öyledir. Duyduğumda, diğer tüm seslere kapanır kulağım.

Tahsin Dedem de çalarmış.
Horoş'da ve başka bir çok köyde. Belki Cücügen’de de çalmıştır.
Tahsin Dedemin bir kardeşi - Veysel Amca- keman, bir kardeşi- Muhittin Amcam- davul çalarmış.

Dedeme yetişip dinleyemedim ( Belki bebekken çaldığını duymuşluğum vardır )
Ama Gani Dayı'yı dinledim Vahşen'de bir düğünde. Sonra çocukluğumun son deminde, Ankara'da evimizde.
Bu nasıl bir müzik?
Bu nasıl bir çalgı?
Bu nasıl bir ses?


Bizim için; klarnetin yeri açık havalardır.
"Elektirirğin olmadığı zamanlarda; "lüks" hatta “löküs”denilen ve ışığı bir fenerden çok daha parlak olan bir cihazın aydınlattığı, harman yerleri, gece bahçeleridir.
Köyden köye gelin almaya yaya gidilen devirlerde, renk renk, desen desen giyinmiş genç kız ve gelinlerden oluşan düğüncülerin, dönüşte gelinin bineceği süslenmiş atın yanıdır.
Klarnetin yeri patika yollardır, dağlardır, meşeliklerdir, çaylardır, yazılardır, gözelerdir.
ve en çok bağlardır.
Tarlada çalışan da, damda hamur yuğuran da, çeşme başında ayran soğutan da, ahırda inek sağan da duyabilsin diye açık havalardır.
Fırat'la Murat dinleyebilsin diye.
Munzur’la Beydağı duysun diye.
Keklikler dinleyebilsin diye.
Börtü böcek, çemen çiçek açsın diye.
Topraklarımızdan bolluk bereket eksik olmasın diye.
Üzümlerimiz, incirlerimiz, dutlarımız ballı olsun diye.
Desenlerimiz, renklerimiz solmasın diye.
Klarnetin yeri açık havalardır.


Bugünlerde de Mediterraneo'da, Nicos'un kemanını dinlerken, aynı geniş, uçsuz bucaksız insanlığı dinliyorum.
Tahsin Dedemle Gani Dayı'nın klarnetini dinlemiş gibi oluyorum
Vahşenli Agopcan ustayı dinliyorum.
İnsanlığın en insancıl, en meleksi sesini duyuyorum.
Helal olsun sizlere.
Helal hoş olsun


Not; Bu yazıyı yazarken İsmail N. Beydemir’in, makalesinden yararlandım. Kendisine saygılarımı sunar teşekkür ederim.