22 Ağustos 2024 Perşembe
Susun Ne Olur Beş Dakikacık Susun Dinleyin/Öykü
SUSUN! NE OLUR BEŞ DAKİKACIK SUSUN! DİNLEYİN!
Şaheste, ayakları birbirine dolana dolana merdivenlere koşup, yürüyen olmasına aldırmadan, basamakları nefes nefese atlayarak inip, kalkmak üzere olan metroyu yakaladığında, neredeyse kalbi göğsünden çıkacak gibiydi. Bir yer bulup oturdu. Elleriyle başını tuttu. Beyni sanki patlayıp etrafa dağılacaktı. Gözleri yanıyor, kulakları uğulduyordu. Aksine vagon da doldukça doluyor, insanlar üzerine üzerine geliyordu. Özellikle konuşmalar, gülüşmeler, ayarsız sesler onu boğuyordu. Metro hareket edip rayların üzerinde yağ gibi kaymaya başlamış ve ilk durağı yeni geçmişti ki bilincinde olmadan,
"Susun! Allah aşkına bir susun. Ne çok konuşuyorsunuz."
diye bağırdı avaz avaz.
Vagondakilerde önce bir şaşkınlık ardından derin bir suskunluk oldu. Birbirine bağlantılı diğer vagonlardaki insanlar da bağırtıyı duymuş, konuşmayı anlayamamış ama kulaklarını dikmişti... Başlar o yana dönmüş, ses tonları inmişti bir kere.
Şaheste'nin yanında yöresinde olanlar, bu azarlamayı, saçı başı dağılmış, gözleri fincan gibi açılmış bir kadının hezeyanının verdiği rahatsızlık olarak kabul edip yeniden günlük konuşmalara döneceklerdi ki yeni bir bağırtıyla uyarıldılar...
"Susun! Bak çocuğu duyamıyorum ben! Çocuk korkuyor. N'olur susun!"
Rahatı bozulmuş olanlardan bir adam, kalabalığın sözcüsü olmak ve makbul, muteber, muktedir görünmeyen bir kadın tarafından azarlanmaya karşı bir hamle yapmak amacıyla, atıldı.
"Ne çocuğu be? Ortada çocuk mocuk yok! Kimi duyacaksın?"
"Okulda o. Şimdi bıraktım. Çok ağladı. Onu duymam lazım. Söz verdim."
Adam fare yakalamış kedi iştahıyla tribünlere seslendi,
"Ne saçmalıyor bu. Okuldaki çocuğun sesini burada mı duyacakmış?"
"Susarsanız duyarım, n'olur. Anası bana emanet etti de gitti... Onu dinlemek istiyorum. N'olur susun."
"Deli bu arkadaşlar. Herkes işine baksın."
Şaheste elleri hâlâ başında, bir yandan saçlarının dağılmasına aldırmayıp başını ovarak, uğultuyu gidermeye çalışıyor diğer yandan da huzursuzca bir oturup bir kalkmaya yelteniyor ama kalkamıyordu.
"Çocuğu duyamıyorum. Annesi gitti, annesini de duyamıyorum. Allah aşkına susun. N'olur dinleyin."
Yanındaki orta yaşlı kadın, adamın aksine onu sakinleştirmeye çalışıyor, omzunu tıp tıplayarak herkesin kızmadığını ona anlatmaya çabalıyordu.
Şaheste, ağladı ağlayacak,
"Ne yapacağım ben şimdi? Aleyna'm ağlar da beni çağırırsa ne yapacağım? Bana seslenirse nasıl duyacağım onu?"
Ortalardan biri öne atılıp,
"Kes artık! Esas senin konuşman rahatsız ediyor herkesi," diye histerik bir tepkiyle bağırınca, bir başkası gayet soğuk
"Beni hiç rahatsız etmiyor konuşması… Biraz saygılı olun lütfen. Bir kadına böyle davranamazsınız,"
diyerek, oluşabilecek diğer olumsuz tepkilere karşı bir hamlede bulundu
Olayın başından bu yana sahanlıktan olanları izleyen Melisa, insanların arasından yavaşça geçerek Şaheste'nin yanına geldi, ardında da onu bir ömür boyu izlemek isteyen Alican… Melisa çevredekilere,
"Belki bir şey söylemek istiyor. Bir dinleyelim isterseniz."
Şaheste'yi sakinleştirmeye uğraşan kadın, kalkıp yerini Melisa'ya bıraktı.
"Gel kızım, otur. Belki sen çözersin. Belli çok derdi var."
"Ne derdi olacak?" diye tısladı biri.
Bu kez Alican horozlandı.
"Ne var bir beş dakikacık sussak? Çok mu zor bir insanın küçücük bir isteğine uymak?"
Vagondakilerin bir kısmı Şaheste'nin hâli karşısında Alican'a hak verirken bir kısmı da kadının sözlerinin altında bir hikâye olduğunu düşünüp, meraktan susmuş, kulak kesilmişti ki, en arka vagonlardan bir genç daha harekete geçti. Ama oldukça yavaş... Tereddütle, dalgın, düşünceli... Eren... Ağır ağır, sanki kafasındaki bir veriyi işler gibi ağır çekim ilerliyordu…
Yine inenler binenler oldu. Binenler tuhaf bir durum olduğunu anlayıp, tepki verebilmek için suskunlukla birinin, bir hareket yapmasını ya da konuşmasını beklediler.
Melisa yanına oturmuş olduğu Şaheste'ye,
"Korkmayın. Biz yanınızdayız. Yalnız değilsiniz."
Şaheste, bitkin, yorgun… Arandı tarandı telaşla arkasına sakladığı çantasını el yordamıyla buldu. İçinden mendilini çıkardı. Yüzünü gözünü sildi. Karşı koltuklardan biri bir pet şişe su uzattı. Melisa aldı açtı, uzattı. Elleri titriyordu Şaheste’nin. Melisa’nın ısrarıyla titreye titreye bir kaç yudum aldı. Suyun birazıyla da mendilini ıslatıp, yeniden silindi. Melisa,
“ Neyiniz var?. Size yardım edebiliriz.”
“Korkuyorum. Ya çocuğa bir şey olursa? Duyamazsam.”
"Korkmayın biz buradayız. Sizi yalnız bırakmayız."
"Öyle bir şey değil ki bu, hepimiz korkmalıyız.”
"Hah!"dedi biri... "Olağan paranoyalar," diye sürdürmeye kalktı... Ama vagondakiler onunla aynı fikirde değil gibiydi. Tümcenin sonunu getirmedi.
“Neden ki?”
diye atıldı yeni binenlerden biri, alaycı. Şaheste, içtenlikle,
“Senin çocuğun var mı? Duyabiliyor musun? Dinle bak, duyabiliyor musun?
Adam sus pus oldu. Mahcubiyetle, iki elini birleştirerek minnet ve müteşekkir işareti yaptı.
Çocuğu olanlar huzursuzlandı. Biraz da kızdılar içlerinden. Durduk yerde…
Eren, Şaheste’nin olduğu vagonun sahanlığına varmıştı en sonunda. Ağzı açık olanları izleyebiliyordu sadece. Şaşkındı çok. Toparlanamıyor, olanları anlamlandıramıyordu.
Melisa durumu çözmüştü. Anlatmasını sağlarsa vagondaki suskunluğu garantilemiş oluyordu. Vagon sessiz olursa o bağırmaz, kimse de ona kötü davranmaz, kötü söz söylemezdi.
Sesinin en alt tonuyla,
"Metro ile mi geldiniz okula… Servisi yok muymuş?"
"Bozulmuş. Bugünü bulmuş kahrolası. O kadar gün içinde, bu günü bulmuş."
"İyi ya işte, yetişmişsiniz, ne güzel."
"Bildiğim yerler değil buralar yavrum. Çok uzak."
"Neden bu karar uzağa yazdırdınız ki. Yok mu mahallesinde bir okul?"
"Burak Canberk'i mahalledeki okuldan kaçırdı, bunu kaçırmasın diye ta buralara getirdi yazdırdı anası… Çok ağladı Aleyna’m. Alıp geri götüreyim, dedim. Öğretmeni bırakmadı. Proje ödevi mi ne varmış."
"Niye ağlıyor ki çocuk?"
"Yavrum, annesi için mi korksun kendisi için mi korksun Canberk için mi?"
Melisa aynı ağır tondan ve şefkatle ama cevabından korkarak,
"Korkacak bir şey mi var?"
Şaheste kendi kendine konuşur gibi sürdürdü.
"Ah kafam. Boş verecektim ödevi mödevi… Ah bir duyabilsem..."
"Annesi babası yok mu?"
"Annesi dün, akşam otobüsüyle gitti. Bana emanet etti çocukları."
"Terk mi etti yoksa?"
Melisa kendi sorduğu sorudan kendisi rahatsız oldu. Özel hayata giriyordu belki yanıtı. Şaheste kendinden beklenmeyen bir toklukla
"Eder mi hiç o, kızım?”
Yanıt beklemeden,
“Etmez!... Etmez!”
Karşı koltuktakilerde duysun istiyordu,
“Çocukları için ölür Açelya.”
Sesi gittikçe yükseliyordu
“Ölür de... “
Artık bağıra bağıra söylüyordu,
"Ölmeye gitti zaten…”
“Yok artık!”
diye fırladı biri yerinden.
Bir diğeri
“Dinlemeyeceğim artık seni. Halisünasyonlarını anlatıyorsun sabahtan beri. Biz de saf saf dinliyoruz.”
Yeni binenlerden biri
“Halisinasyon ne ki?”
İnmeye hazırlananlardan biri
“Ablacığım işe giderken şu yaptığın işe bak. Tüm motivasyon gitti.”
Eren yetişti yanlarına…
“Doğru söylüyor. Bütün söyledikleri doğru.”
Daha çok Melisa ve Alican’a konuşmuştu ama kulak kesilen bütün vagon da duymuş oldu.
Eren daha metroya binerken, komşuları Saheste Teyzesini görür gibi olmuş, onun orada olma olasılığını hiç aklı almamış, o nedenle peşinden de gitmemişti. O, "Susun! Çocuk! Korku!" içerikli çığlığı duyup da bilincine varana kadar bir süre beklemiş sonrasında, uykusuzluk ve yorgunluktan yanılma payı bıraksa da harekete geçmişti. Aynı çığlık dün akşam, apartmanlarında da duyulmuştu aslında. Annesiyle babası bakmaya gittiği için başını dersten kaldırmamıştı. Sabah erkenden yarı zamanlı çalıştığı markete gidecek, öğlen de sınavına yetişecekti. Annesiyle babasının eve dönüşünü bile duyamamış, kitap elinde uyumuş kalmıştı. Yemin edebilirdi ki dün gece duyduğu aynı sözler aynı acılı, çaresiz çığırtıydı az önce kulağına ulaşan. Ne âlâkâydı. Ne âlâkâ? Evinden bile çıkmayan kadın... Ama gerçekten oydu. Apartmanlarının dört numarasındaki Şaheste Teyze. Melisa'nın uzattığı şişeden su içiyordu yine, ıslattığı mendiliyle yüzünü gözünü siliyordu. Bir de minnetle, bir Melisa'ya bir Alican'a bakıyordu.
Şaheste gelip önünde eğilen Eren'i görünce tanımadı önce, afalladı birden, sonrasında bıraktı makaraları, yaşlar ardı ardına süzülsün diye gözlerinden..
"Eren! Eren'im!"
Ortalık büyük bir kabahat işlemiş gibi sus pus oldu. Vagondakiler ses çıkmasın diye nefes bile almayacak duruma geldi. Durağa gelindi, inenler binenler oldu. Dehşetengiz suskunluk bir türlü bozulmadı. Donmuş gibiydi insanlar.
Ama karşı koltuklarda oturanlardan biri merakına yenilip, duyulur duyulmaz bir sesle,
"Ne diyorsun teyzeciğim? Ne oldu annesine?"
Aslında çevrenin merakına tercüman olmuştu. Melisa da çok merak ediyordu, soramıyordu.
Şaheste artık Eren’e anlatıyordu sadece.
“Babası olacak adam, gelip Canberk’i kaçırdı ya, yatılı yurda verecekmiş hap kadar çocuğu… Görümcesi söylemiş, hani şu esmer olan,‘Gel al çocuğunu, kurtar,’ diye aramış, gizlice. Açelya dün akşam otobüse bindi gitti. Sabaha varmıştır. Sonrasını bilmiyorum.
“Geçen sefer yaralamıştı, bu sefer öldürür kesin.”
Melisa dayanamadı,
“Deli mi bu kadın?”
“Deli değil yavrum, kadın o… Kimse duymadığı bir kadın. Kimse onu duymuyor. Kimse kimseyi duymuyor.”
Vagonun sonlarından bir genç kadın katıldı Şaheste’nin sözlerine,
“Haklısınız kimse kimseyi duymuyor…Dinlemiyor.”
Artık değil vagonda, tüm metroda kimsenin konuşası yok. Acı gibi zehir gibi bir suskunluk… Sanki az önce sirenler çalarak bir itfaiye, bir polis aracı bir ambulans geçmiş son sesiyle, aralarından. Her insanda az çok ama mutlaka bulunan bir yara deşilmiş bir kahır hissiyatı gelmişti herkese.
Metro bu havada Kızılay son durağına yol aldı. Durağa gelince tüm yolcularla birlikte Şaheste, Eren, Melisa, Alican da indi.
Eren önce Şaheste’yi karşı taraftan aynı hattaki metroya bindirip Aleyna’nın okuluna götürdü, kapı güvenliğine emanet etti, her teneffüs çocuğu göstermeye söz aldı, gelip alacağına söz verdi, sonra aradı Açelya’yı, Canberk’in peşinde olduğu bilgisini aldı… Yarım saat izin alıp erken gitmeyi umduğu okula ve sınava, cebindeki son parayı denkleştirip taksiyle ucu ucuna yetişti.
Metrodan diğer inenler biraz buruk, sersemlemiş, dışa kapalı hâldeydiler. İşte, okulda, kahvede, çarşıda, ara ara durup sanki bir ses duyacakmış gibi ortalığı dinlediler… Sadece soranlara anlattılar usulca, akşamı dar ettiler.
Konservatuarda keman öğrencisi olan idil metroda yaşadıklarını okulda, kantinde anlattı arkadaşlarına, tanınmış ve tatlış bir kadın piyano öğretmeni bunu duydu, o akşam hikâyesinde paylaştı. Meşhur bir tiyatrocu arkadaşı gördü paylaşımını sonra yurt dışında yaşayan sinema oyuncusu profilinde, sonra iyi kalpli bir rock şarkıcısı durumunda, onun popcu arkadaşı derken, paylaşanlar çoğaldı, yayıldı gitti.
Melisa ve Alican metrodan iner inmez daha vakit öğlen olmadan bu olayın kısa filmini çekmeye karara verdiler. “Susun! Susun! Çocukları ve kadınları dinleyin” olacaktı adı.
Metroda o günü yaşayıp birkaç gün aynı saatte okula, işe, kahveye, çarşıya gidenler bu olayı anımsayıp sessizleşti. Olay birkaç güne unutulur giderdi ama iyi kalpli o rock şarkıcısı, Melisa ve Alican’dan habersiz aynı isimle bir şarkı yaptı.
Eren sınav sonrası pürtelaş, metroyla, Şaheste Teyzesini ve Aleyna’yı alıp eve getirmişti. Komşular başlarına toplanıp sormuşlardı. Ölümü göze alarak, uzak, başka bir şehre oğlunu aramaya gitmiş bir gencecik Açelya’yı duymak için televizyonlarını kapattıran Şaheste’ye kızmayı çoktan bırakmışlardı. Onu da çok merak etmişlerdi. Onun sesini duymak için neler vermezlerdi. Onların aralarında apartman yöneticisi olan kadın da vardı. Sonradan oturmuş bu öyküyü yazmıştı. Bir de gitti çocukların haklarıyla ilgili gönüllü çalışan avukat arkadaşına anlattı. O da bir afiş yapmayı tasarladı.
Bir de o gün aynı saatte o metroda olan gencecik bir şair şiirini yazınca… Olanlar oldu.
Artık hilafsız her Çarşamba metroda saat on ikide Kızılay yolcusu olan her insan beş dakikalığına sustu… Hele sosyal medya, kim ne bulursa artık, şarkı, şiir, film, öykü, afiş… Her Çarşamba sayfasında paylaştı beş dakika… Ev kadınları bıraktı o saatlerde, hem kendi kalplerini hem komşu kadınları dinlediler, bir derdi var mı diye.
Açelya, ablası derneklerde gönüllü çalışan Oğuz Komiserin gönderdiği, devre arkadaşının yardımıyla, ölmeden, yaralanmadan Canberk’i aldı geldi sağ salim.
Ama bir tane değildi ki…
Öyle olduğu için, bir görüldü ki her Çarşamba saat on ikide yapılan şey, tüm dünyaya yayıldı, tüm dillerde söylendi, sosyal medyanın tüm kanalları karardı, tüm metrolarda susuldu. Tüm mutfaklarda işe beş dakika ara verildi.
Böylece yavaş yavaş çocukların ve kadınların sesi duyulur oldu..Sonra da tehlike altındaki grupların ve bireylerin. Tehlike altında kim, kimler varsa onların.
Dünya çiçek açtı sanki.
Dünya çiçek açtı.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder