7 Mayıs 2025 Çarşamba

O Son Görüşme/Öykü

O SON GÖRÜŞME Kış akşamı... Ankara caddeleri ıssız... Korona zamanları... Acayip bir rüzgâr... Üç gündür kontrollü yasak nedeniyle ayak değmediği için üst üste yağan yığılan kar, sıfırın altına düşen sıcaklıktan tozlaşmış. Tozlar. akşam üstü başlayan acayip rüzgârla oradan oraya savrulduğundan göz gözü görmüyor. Oğuz, Aydın, Rafet ve Halim... Havaya ve yasağa inat, sadece kendileri için açılmış bir küçük lokantanın loşluğunda oturmuş, huzur içinde demleniyorlar. Pandemi nedeni ile her yer kapalı. Her yer... Akşam alacasında, sokaklarda, insanlar yok denecek kadar az, arabalar tek tük, caddelerde ses soluk kesilmiş... DilTarih’ten yirmi küsur yıl önce mezun olmuş üç arkadaş; Oğuz, Halim ve Rafet, o kadar yıldır birbirinden kopmamış hiç. Ne olursa olsun beş altı ayda bir mutlaka bir araya gelmişler. Ölümleri, düğünleri atlamamışlar. Dertleşmeyi, paylaşmayı bırakmamışlar. Bu geceki de öyle bir yemek. Halim, Eskişehir’den, Rafet, Yozgat’tan, macera olsun diye sağlık kontrolü diye uydurup gelmiş. Gelir gelmez de yasağa yakalanmış, misafirhanede mahsur kalmışlar. Oğuz gitmiş kurtarmış. Ertesi sabaha da seyahat iznini halletmiş, evlerine dönebilecekler. Şehirdeki son akşamlarında bu kuytudaki lokantaya sığınmış, ısınmışlar... Şöyle çorbasından pilavına, salatasından kebabına güzel bir yemek yemiş, üstüne çay içip, şerbeti aka aka baklava yemekteler. Dışarıdaki havaya bakıp bakıp, "İyi ki buluşmuşuz birader" deyip deyip çayları tazeletiyorlar... Hepsine tatlı bir rehavet çökmüş... Ama muhabbet hâlâ çok iyi... Hatta dibi... Anılar, özellikle okul ve kazı anıları, misaller, meseller, söylenceler, gençlikten kalma şiirler gırla... Ah o şiirler! O asi yıllar, aşklar ayrılıklar, hasretler... Kimse yerinden kalkmak istemiyor... Kalkıp, gündelik sıkıntıları yüklenmek o yük altında bastırılmak, hayatın tatsız, sorumluluk dolu koşturmasına katılmak istemiyor. Sanki hâlâ öğrenciler. Oğuz'un telefonu, tam da bu zamanda çalıyor. Açıp, kısa bir süre dinleyip, ciddiyetle; "Ablalardan birini bul hemen!" diyor. “Ben de geliyorum.” Ve gitmek için hızlıca toparlanıyor. Halim’in ağzından bir, “Haydaaa!” nidası fırlıyor ama o saatten sonra kimse oralı olmuyor. Telefon gelmiş bir kere. Bu gidişler biliniyor. Büyü bozulmuş... Masadakiler bu telefonların aciliyetini çok yaşamış.Aydın ondan da önce ayaklanmış.Tadı kaçıyor hepsinin. Bir telefon ile tutkulu gençlikleri, öğrencilik şımarıklıkları ellerinden alınmış ansızın. Yapacak bir şey yok. Halim ile Rafet de kalkmak için yetkiniyor. Oğuz telefonunu, arabanın anahtarını, çakmağını, sigara paketini toparlama derdinde. Aydın çoktan paltosunu sırtına geçirmiş. Neredeyse koşacak. Oğuz,aceleyle istediği hesabın parasını ve gece onda kalacakları için evin anahtarını masaya koyup bir kuru, “Hoşçakal,” ile çıkıp gidiyor. Aydın topuklamış bile. Kalanlar, masada, muhabbetin ortasında aniden terk edilmenin burukluğu içindeler. Halim bir yandan ağır ağır atkısını boynuna sararken, “Haydaaa!” demeyi sürdürüyor ve ekliyor. "Rafo senin de dikkatini çekti mi? Bu Oğuz geçenlerde, bir telefonda daha, "Bir kadın bulun," diye yanıtlayıp kalktı hemen.” Rafet, dalgacı, “Ne oluyor sence?” "Ne bileyim arkadaş." "Hani diyorum?" “Ne diyorsun?" "Hani?" “Ulan Rafo! Yine dalga derdindesin. Kız meselesi olsa böyle mi söyler oğlum? Sen iyice yaşlandın. Uçuyorsun! İçme bu kadar. İçme!" "Tamam ya! Tamam! Gidelim biz de o zaman. Ayaklarım çok şişmiş zaten. Biraz uzanalım." Ramazan gözünü yoldan ayırmadan bir yandan yüz yirmi, yüz kırkla sürdüğü arabaya hâkim olmaya, bir yandan, "Ambulans nerede kaldı? Ardımızdan yetişmeliydi" derdindeyken Furkan’a da laf anlatmaya çalışıyordu. Furkan da mübarek, yola çıktıklarından bu yana dur durak bilmeden söyleniyordu. "'Kadınlardan çağırın' dedi yine değil mi?” "Ne diyecekti başka baboş?" “Şimdi bu havada, başka işimiz yok, o baş belası kadınlardan bulup getirmeye uğraşacağız değil mi?” “Aman korkma! Sana bırakmam hiç. Aradım ben.” “Sanki başka işimiz yok?” Artık sahiden sabrı tükenmekte olan Ramazan, her tepesi attığında tizleşen sesiyle, "Bana bak! İşimiz neymiş bizim?” "Abi bak bu kadınlar sonradan çok başa bela oluyor!" "Oluyorsa oluyor! Bize ne abicim." "'Oluyorsa oluyor!' diyorsun da hiç denk gelmedin mi bunlara? Adamı perişan ediyorlar... Hiç susmuyorlar hiç durmuyorlar... 8 Mart yaklaşıyor ya, bak gör, erkeklerden daha beter zorluk çıkarıyorlar. Böyle kadın olmaz olsun." "Ya ne saçma saçma konuşuyorsun. O baş belası kadınlar olmasa o kadar işi nasıl çözecektin geçen yıl?” “Niye ki daha önce biz çözmüyor muyduk?” Ramazan dehşetle, “Çözüyor muyduk? Çözüyor muyduk? Allahtan kork! Bu kadarını mı? Bu kadarını öyle mi?” “Belki yapardık?” “Boş boş konuşuyorsun... Rıfat’la mi çözeceksin? Hayrullah’la mı? Kiminle? Görmüyor musun sahiden? Çatır çatır rüşvet yemelerini görmüyor musun? Onu bunu gammazlamalarını görmüyor musun? Akşama kadar acayip acayip videolar izlemelerini görmüyor musun? Bunları böyle yetiştirdiler. Her türlü dalavera ile yükselmeden başka bir şey bilmez onlar... Sıksa, Oğuz komiserimin başını da yiyecekler de yiyemiyorlar. Onların derdi iş yapmak değil açık aramak. Hâlâ öğrenemedim deme bana.” “Abi kusura bakma da sen de Oğuz Komiser de şunu öğrenemediniz, bir anlarlarsa çevirdiğimiz dolabı… O zaman gammazı görün siz?” Ramazan durdu, sustu, duramadı. Derin bir nefes alıp yavaş yavaş normale döndürmeye çalıştığı sesiyle devam etti, “Bak güzel kardeşim? Senle ben, geçen yıl, o ablalar sayesinde çözdüğümüz cinayetlerden aldık o üç ikramiyeyi. O kadınlar sayesinde sen, ilk kez karını çocuklarını tatile götürebildin. İlk kez deniz gördü yavrular. Hanımın gönlünü aldın lan! Seni boşayacak olan hanımının gönlünü aldın da kurtuldun evden atılmaktan... Neyse yahu! Hadi koçum! Ara şu ambulansı bir daha! Kız ağır yaralıymış. Ölecek şimdi. Ölmese de donar bu havada, hadi koçum!” Furkan ikiletmeden aradı. Hoperlörü açık bıraktı. Ramazan, verilen yanıtları açık seçik duydu. Ambulans da ekip de yola çıkmış, olay mahalline yaklaşmışlardı. Belki de onlardan önce varırlardı. İkisinin de içi rahatladı. Az ileride, gecenin karanlığında dağınık bir demet gibi çıktı önlerine, konumu verilmiş yerleşim yeri. Ufacık bir köyden mahalle yapılmış, inşaatı, karanlığı, ıssızlığı, sessizliği bol bir alandı vardıkları. Söylediklerinden ve yaptıklarından bir şekilde, haksızlık ettiğini fark etmiş olmalıydı ki Furkan şimdi telaşla, "Abi bak! Bak şurada! Aha orası da ışıkları yanan muhtarlık binası gibi! Hemen sağımızda! Yavaşla! Yavaşla! Yanaş! Ben şimdi konuşur alır, gelir hallederim. Tamam! Tamam! Bak çıkmışlar yola, oradalar! Yanaş yanaş abi! Alıp geliyorum hemen!" Furkan, muhtar ve yanındaki kadınla iki dakikada konuşup geri geldiğinde ilk baştaki o tepkileri veren kendisi değilmiş gibi sevinçliydi; “Senden telefon gidince hemen hazırlanmış bizi beklemişler. Muhtarın arabasıyla önümüze düşecek, bizi kısa yoldan götürecekler. Bak sağa işaret verdi! Gidiyorlar! Hadi hadi!” Muhtarın arabasının ardında biraz gitmişlerdi ki Furkan heyecanla, “Ya abi! Bak bana kızıyorsun da şu izbelik yerde bile bu kadınlardan var... Ne ara bu kadar çoğalıp yayıldılar. Korkulur bunlardan. Göreceksin bizim hanımları bile ayartırlar bu gidişle. Başımıza bela olacaklar.Göreceksiniz.” Ramazan sabırsızca ve dikkati yolda, “Hiç de olmayacaklar. Sen de göreceksin. Onların derdi sadece kendilerini korumak.” Furkan uzata uzata, “Diyorsun?” “Ne bu? Çocuklarından mı öğreniyorsun? Televizyondan mı? Bu nasıl konuşma aslanım? Bak belki şimdilik anlamıyorsun ama ben anladım, Oğuz ağabeyin ablasının sayesinde çok iyi anladım. O bize anlattı. Kadınlar korkmadan yaşamak istiyor. Bir de adalet istiyorlar.“ “Başka dertleri yok yani.” “Başka hiç bir dertleri yok. Ya başka dertleri ne olsun istiyorsun oğlum? Ayrıca çoğu ablayı da tanıyorum artık. Bak bu abla hemşire emeklisi. Burada da oturmuyor. Ankara’dan, merkezden gelme. Bu havada bu salgında, ‘Yatağım da pek sıcak,’ dememiş. ‘O kadar yolu nasıl giderim?’ dememiş. Uçmuş, bizden önce gelmiş." "Başka dertleri yok da niye bize öğretmiyorlar? Niye bizi karıştırmıyorlar?" Ramazan yine cırtlaklaşan bağırtısıyla, "Acaba neden? Neden acaba? Neden? Senin kot kafandan olmasın. Senin gibilerin dar kafasından olmasın. Beni konuşturup duruyorsun kaza yapacağım şimdi.” “Tamam abi! Geldik abi! Şuradalar!” Ambulans da olay yeri inceleme de onlardan az önce varmıştı. Sağlık ekibi karlar üzerinde yolunmuş, atılmış kızıl güller gibi yatan yaralı genç kadına doğru koşuyordu. Olay yeri birimi ilk inceleme ve fotoğraf çekimini yaparken bir yandan da sağlık ekibinin kalan delilleri bozmadan yaralıyı almasını sağlamaya çalışıyordu. Muhtarla birlikte gelen kadın, sakin bir biçimde arabadan inip yanlarına gelerek kimliğini gösterdi. “Merhaba ben emekli hemşire Gülsüm... Eğer izin verirseniz?” Furkan, Ramazanın yanıt vermesine fırsat vermeden atılarak, “Dikkat edin ama! Delilleri bozmayın.” Ramazan bir, “La havle!” çekti. Gülsüm sesini çıkarmadan başını salladı, sırt çantasından hijyenik tulumunundan başlayıp tek tek; galoş, bone ve eldiven çıkardı ve sihir yaparmış gibi bir dakikada giyindi. Galoşu araç içinde giymek için elinde tuttu. Giyindikten sonra Furkan’a dönüp gülümseyerek, “Biliyorum çocuğum,“ deyip, onlarla birlikte, ambulansa taşınmakta olan yaralının yanına doğru koştu. Bu sırada Oğuz ve Aydın da yetişmiş, doğrudan ambulansın yanına gelmişlerdi. Gülsüm bir yandan kendini sağlık ekibine tanıtırken bir yandan ambulansa binmeye çalışıyordu. Yaralının içeri taşınmasına nezaret eden acil doktoru, kadının ne dediğini, nereden çıktığını, ne olduğunu anlamamış, yarı şaşkınlık yarı kızgınlıkla, “Bu da kim?” dercesine bir Oğuz'a bir Ramazan’a bakıyordu. Ramazan başıyla işaret vererek, “Ablamız hemşire.” “Yasak olduğunu biliyorsunuz.” Kadın temkinli ve sabırlı bekledi. Acil doktoru, yaralı kızın ve onunla aynı yaşlarda olan beti benzi solmuş gencecik hemşirenin hâli karşısında anlık bir kararla, izin verdi. Kadın çevik bir adımla, alelacele attı kendini aracın içine. Her iki hemşire de daha hekimin ağzından çıkarken, talimatı yakalamaya ve uygulamaya başladılar. Gülsüm, “ismi ne? İsmi ne?” Tabletten yaralının kimliğini incelemekte olan Furkan aracın dışından, ‘Ne yapacaksın?’der gibi asabiyetle yanıtladı. “Şule!” Gülsüm, usulca, duyulur duyulmaz bir sesle, müdahale etmekte oldukları kan içindeki yaralıyla konuşmaya başladı. Oysa yaralı genç kadın çoktan kendinden geçmişti. “Korkma Şule! Korkma kızım! Buradayız!” Doktor şaşkınlıkla kadının deneyimindeki mükemmelliği izliyordu. Hem konuşuyor hem neye gereksinim duysa ondan önce algılayıp uzatıyordu. Kadın sanki karşılıklı oturmuşlar dertleşiyorlar gibi güzel güzel konuşuyordu yaralıyla. “Şule! Yanındayız Şule! İyileşeceksin. Okuluna, işine gideceksin. Sabahları güzel uyanacaksın. Şarkılar söyleyeceksin. Arkadaşların seni saracak.” Biteviye ve şefkatle konuşması da sadece hastayı değil tüm ekibi sakinleştiriyordu. “Uyu şimdi Şule. Yanındayız. Güvendesin.” Ama her zamanki gibi o kadar kan kaybeden bedende olan oluyordu. Yaralının kalbi duruyordu. Kalbi duruyordu. Kalbi duruyordu... Durdu! Doktor telaşlandı. Kendince telaşını ekibe belli etmemeye çalışarak, onların anladığının da farkında olarak uğraşmaya devam etti. Uğraştı. Bir daha! Bir daha! Bir daha uğraştı, olmadı. Makineyi bıraktı, doğrudan kendisi girişti. Kalp masajı sırasında da Gülsüm konuşmayı bırakmadı. Kalp duyardı. Biliyordu. Kalp duyardı. Duysun istiyordu. Genç hemşire de ona uymuş o da sakin tutmaya çalıştığı sesiyle, “Hadi Şule! Bak biz buradayız, yanındayız. Sana ben bakacağım. Söz veriyorum. İzin alıp hastanede sana ben bakacağım.” Genç hemşire ağlıyordu. Onların gayreti doktorun umutsuzluğunu azaltmasa da masajı bırakmasını, teslim olmasını engelledi... Kalp söylenenleri duydu sonunda... Yapılanları anladı. Gençti, tazeydi, güçlüydü. Dayandı. Uzun uğraşlardan sonra birden yanıt verdi. Usul usul normale döndü. Gencecik hemşire sevinçle Gülsüm’ün elini tuttu. Üçü de ter içinde kalmıştı. Gülsüm’ün gelişini tepkiyle karşılamış olan hekim onun o kadar çaba göstermesi karşısında dayanamayıp, “Siz benden önce anlamışsınızdır da yine de söyleyeyim, artık hayati tehlikesi görünmüyor gibi.” Soğuk, mekanik, profesyonel tavrı gitmiş, duyguları olan bir hekim gelmişti. Daha iyimser bir hava gelmişti hepsine. Ambulans sürücüsüne bile. Şimdi ikinci bir kriz gelmeden onu tam teşekküllü bir hizmete kavuşturma zamanıydı. Doktor gayretle, şevkle; “Hadi arkadaşlar hadi! Hastaneye yetişmemiz lazım.” Neşeyle ekledi “İşimiz bu! Hayat kurtarmamız lazım. Hadi! Hadi!” Ekibin profesyonel üyeleri ortalığı toparlayıp harekete hazır hale gelirken Gülsüm son hızla yaralı fidanın giysilerini inceliyordu. Saçlarına bakmıştı önce, sonra eteğine, bluzuna, ellerine, ayaklarına, tırnaklarına, kolyesi, yüzüğü, küpesi, ojesi, tokası, çamaşırı, südyeni, askısı, rengi, çorabı, ayakabısı, ayakkabısının altı, boydan boya kana batmış mantosu. Yaralı kızı zerrece incitmeden ama onları sonuca götürecek hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan ve onu izleyenlerin şaşkınlık içinde bırakacak kadar hızla çalışarak tek tek bakmıştı her yanına ve aynı hızla sirenlerini en yüksek volümde açıp hareket etmeye hazırlanan ambulanstan kendini atarcasına inmişti. Nefes nefeseydi araçtan indiğinde. Bir dakika sürmemişti incelemesi. Çünkü Oğuz’un onlara tanıdığı süre, azami iki dakika kadardı. İner inmez de bir kuytuya çekilip büyük bir dikkat ve ciddiyetle aklında tuttuklarını telefonuna yazıyor, aldığı sonuçları değerlendirmeye çalışıyordu. Telefonunun ekranına baktı baktı, ‘Evet!’ sonuç bir anlam ifade ediyordu. Hem de çok net bir anlam. Kendi kendine, “Ah be yavrum bir telefona bakardı! Bir telefona! Bu kadar korkuyla o son görüşmeye gideceğine... Offff! Nasıl bu kadar geç anladın bu alçağı? Nasıl?“ Kendi kendine konuşa konuşa olay yerinin aydınlattığı alanın dışındaki loşlukta onu bekleyen Oğuz’la Ramazan’ın yanına gitti. Furkan’la muhtar yol çatına, gelmekte olan savcının aracına yol göstermeye gitmişlerdi. Aydın hem rahat konuşsunlar diye hem de ajansa haber geçmek için uzaklaştı. Oğuz can sıkıntı ve kötü bir haberi vermenin rahatsızlığıyla, “Telefonu yok! Telefonunu almış ya da almışlar.” Gülsüm, “Telefondaki bilgileri evdeki bilgisayarında varmış. Bilgisayarı kaptırmayın komiserim. Deliller oradaymış.” Oğuz hemen telsizden bildirdi. Gülsüm ona, telefonuna işaretlediklerinden bakarak, yavaş yavaş, tek tek anladığını anlattı. Yaralı kızın saçlarına baktığında yaralı kızın polisi neden aramadığını anlamıştı. Ailesinin ve sosyal çevresinin, bilgisinin olmadığını belirlemişti. Dış kıyafetinden bunu test etmişti. İstemediği bir ilişkiye zorlandığını yönündeydi ojesinin rengi. Südyeninin rengi ya da askısı, failin arkadaş, tanıdık çevresinden olup olmadığı ayak tırnakları ise iş çevresini, işvereni işaret ediyordu. İç çamaşırından telefon ya da bilgisayarında, sosyal medyasında, failin profilinin olduğu, yine bilgisayarında fail ile yaşadıklarının ipuçlarını başına bir iş getirirse yazılı olarak saklamış. olduğunu anlamıştı. Ayakkabısına baktığında ise failin üzerinde bıraktığı işareti anlamıştı. Failin giysisinde ve vücudunda saldırının işaretini bırakmıştı. Üçü de kederlenmişti. Gülsüm, “Herşeyi yapmış bir tek telefon etmemiş. Hâlâ bu kadar kötülük olmaz diye düşünmüş olmalı.” Ramazan, “Vücuduna iz bırakacağına keşke vurup öldürseymiş.” İkisinin de suskunluğu karşısında hırsla devam etti. “Madem ölüme gideceği ihtimali var, öldürmeye de hazırlıklı gitsinler bâri abla.” Gülsüm’ün onaylamayan bakışları karşısında, “Ben hemen öldürsün demiyorum. Öldürmeye teşebbür ettiğinde hazırlıklı olsun, kendini savunsun diyorum.“ Oğuz düşünceliydi. Onların dediklerini duyup duymadığı belli değildi. Birden, büyük bir öfkeyle, Ramazan’a, “Bu o şerefsizin işi. Göreceksiniz bak! Haberlere bir bakalım, tek tek ama, tek tek. Dosyasına da satır satır. Kesinlikle o çıkacak. Artık eminim. Bir sıçradı iki sıçradı ama bu sefer kurtulamayacak bu alçak. Babası, arkası ne kadar sağlam olursa olsun. Ben üzerine gideceğim. Bu sefer adaletten kurtulamayacak.” “İnşallah Amirim.” “Bu savcı, ben daha tanışmadım ama hiç bir konuda yasalardan taviz vermiyormuş. Umarım onun hakkından bu savcı gelecek. “ Gülsüm’e, “Abla çok teşekkür ederim. İnan bunu yapandan adalet önünde birlikte hesap soracağız. Sana söz veriyorum o alçak ceza almadan kurtulamayacak.” “Keşke! Neyse, dosyası eksiksiz olacarak tamamlanacak en azından. Bugün olmazsa yarın ama mutlaka cezasını bulacak. O anlamda içimiz rahat.” Derin bir nefes alarak devam etti. “Biz kadınlar olarak da sizi asla unutmayacağız.” “Yapmayın hocam. Görevimiz bu.” “Yok öyle değil işte!” Durdu, “Hiç öyle değil!” İçtenlikle, ”Gönlümüzde hep yeriniz olacak Oğuz komiser. Hep yeriniz olacak!“ Oğuz mahcubiyetinden konucu acilen değiştirerek, “Siz neyle geldiniz? Vakit çok geç oldu. Sizi evinize bırakalım. “ “Çok sağ olun. Muhtar beyle eşi davet etti beni. Zaten yasağı deldim geldim. Bir de giderken delmeyeyim. Ben şimdi bir avukat arkadaşlarımızı arayacağım. O gider bulur hastanede Şule’yi.” Ramazan; “Abla, sen yarın sabah toplarsın bütün kadınları.” Gülsüm ilk kez gülümsedi, muzip “Bizim dilimizde toplamak yok ama haklısın, toplaşırız biz yarın.” Muhtarla savcının arabası gelmişti. Oğuz’lar savcıya doğru yönelirken, Gülsüm de muhtarın arabasına bindi gitti. ... *Bu öyküyü; 10 ekim 2022’de, Bursa’da, uzaklaştırma kararına rağmen eve gelip, kapıyı içeriden kitleyip eşini balkondan atmaya, öldürmeye çalışan failin elinden kadını kurtarmak için üçüncü kattaki balkona tırmanan ve balkon demirinin kopması üzerine düşüp yaralanan ve kaldırıldığı hastanede hayatını kaybeden polis memuru Sami Altuntaş’ın onuruna adamak istedim. Biz kadınların kalbinde her zaman yeri var. *2025 Mart ayında, bu ülkede, on beş kadın cinayeti, otuz şüpheli kadın ölümü istatistiklere geçti. Bu öyküyü, şüpheli kadın ölümleri açığa çıkarılsın diye kaleme aldım. *’DilTarih’i özellikle birleşik yazdım. Ankaralılar Dil Tarih Coğrafya Fakültesine, “DilTarih,” der sadece.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder