25 Temmuz 2025 Cuma

Güzel Ablalar Ülkesi

GÜZEL ABLALAR ÜLKESİ Gülcan sabah erkenden kalkmış mutfağa dalmıştı. Ev ahalisi ayaklanmadan, yemeklerin bir kaçını ocağa koymuş olmayı istiyordu. Yoksa yetiştiremezdi. Göz açıp kapayıncaya kadar öğlen oluyordu. Üstüne üstlük bir de bugün Seher Anne’nin banyo günüydü. Ve en önemlisi Yurdagül ile Şefik Almanya’dan geliyordu. Buzluktan çıkarıp erisin diye dolabın içine aldığı kemikli eti defalarca yıkadı, önce onu koydu bol suyla kaynasın diye. Biraz tuz biraz karabiber biraz pul biber, inmeye yakın da biraz tereyağı biraz zeytinyağı… Üç saatte ancak olurdu. Sevmiyordu düdüklüyü… Böyle ağır ağır daha lezzetli oluyordu. Ocağın bir gözüne de çay suyunu oturtu. Sonra sıra geldi akşamdan ayıklayıp balkonun serinine koyduğu yeşil fasulyeye. Tencerenin altına bol soğan ile bol domatesi döşedi, üzerine bol suyla yıkadığı fasulyeleri bastıra bastıra sonra azıcık toz şeker azıcık tuz, bir de bolcana zeytinyağı… Onun da kapağını kapattı… Bir çalım kabakları yıkıyordu ki küçük kız girdi mutfağa. -Anne biz çıkıyoruz. -Sana da günaydın Elif Hanım. -Özür dilerim anneciğim, babam yine benimle geliyor, gerginim biraz. Gel seni bir öpeyim Gülcan Sultan. -Haklısın be çocuğum. Gel ben de seni öpeyim. Ama biraz idare et işte. Anne kız sarılıp öpüştüler. Gülcan gülerek, -Nerede seninki? -Giyiniyor. -Oturun, bir şeyler yiyin de öyle gidin. Babanın şekeri düşer yollarda. -Yok yok! Hem sana ayak bağı olmayalım hem de Jale’yi de alıp gideceğiz, o bir şeyler hazırlamıştır. -Öğlene eve yetişin ama. Darılır bak halan. -Ben bugünlerde çok izin aldım, verirler mi bilmem? Ama akşama kesin buradayım. -Babanı tembihle sen, babanı. Kaptırıp gitmesin öyle. Hava da sıcak zaten. -Kimmiş benden söz eden bakayım? Gülcan endişeyle, -Gözünü seveyim Faruk öğlene evde ol. Yurdagül neyse de enişteye ayıp olur. -Tamam Gülcan ya! Sen de telaşlı bir kadın oldun çıktın başımıza. -Öyle mi Faruk Efendi? -Öyle Gülcan Hanım, öyle. -Aldın mı her şeyi Faruk Efendi? -Aldım aldım. -Ağır taşıma, yorulunca ver, Elif taşısın. -Kaç kızım kaç, bu kadın beni kundaklara saracak neredeyse. Baba kız gülerek çıkıyorlardı ki, Gülcan arkalarından seslendi. -Elif, babana sahip çık kızım. Kocasının kızına, -Aşk olsun, bu da bana yapılır mı yani? diye şikayetlendiğini duyamadan, şerit şerit soyduğu kabakları çay kaşığı ile oymaya koyuldu. Gülcan kabak dolmasını da ocağa koyduktan sonra mutfağı topladı, tıkırtılarını duyduğu Seher Anne’ye bakmaya gitti. Yaşlı kadın uyanmış, her zamanki gibi abdest almış, odasındaki aynanın önünde takma dişini yapıştırıyordu. -Anne günaydın. -Günaydın. -Banyonu kahvaltıdan önce yapmak ister misin? -Bilmem ki? Hâlim pek yok gibi. -Tamam, kahvaltıdan sonra yaparız o zaman. -Bakarız. -Ama bugün yapmamız şart. Bir hafta oldu. Hem bugün Yurdagül’le eniştem geliyor… Aslında sen de haklısın. İnsanın gözü kesmeyince zor… -İnan gözüm kesmiyor bazen. -Ama girip çıkınca da ne kadar rahatlıyorsun. Ferahlıyorsun… Hadi! Gözünü karart da on dakikada girip çıkalım, misler gibi. -Tamam. Kahvaltıdan sonra söz. -Söz mü? -Söz Vallahi. -Peki, o zaman gel kahvaltımızı edelim. Kaynana gelin, balkonda sakin sakin kahvaltılarını ettiler. Gülcan sık sık ama telaşsızca gidip yemeklere bakıp geldi. Yemekleri ocağa koyunca rahatlamıştı. Diğer hazırlıklar çok da önemli değildi. Kahvaltı bitip sofrayı toplayınca, Gülcan kayınvalidesini balkonda kendi haline bırakıp yine mutfağa gitti. Salata yapacağı malzemeleri çıkarıp yıkadı, süzülsün diye bıraktı. Karpuz kesip soğusun diye dolaba koydu. Şefik Enişte seviyor diye bir gün önceden pişirip dolaba koyduğu sütlacı çıkardı. Pişmiş olan zeytinyağlı fasulyeyi tenceresinden boşalttı. Salondaki büfeden, keten masa örtüsünü, yemek tabaklarını, bardakları, çatal kaşığı çıkardı ama tozlanmasın diye sofrayı kurmadı. Gülcan’ın yanına gelip başucunda durduğunu fark eden Seher Anne tespihini masanın üzerine usulca bıraktı. -Vakti geldi mi? -Sana bağlı, kendini iyi hissediyorsan yediklerini sindirdiysen girelim. -Tamam kızım, girelim de çıkalım. -Sen biraz daha otur ben havlularınla çamaşırlarını çıkarayım, suyunu doldurayım. -İyi o zaman. Seher Hanım banyosunu yaptı. Üstünü giyindi, saçlarını taradı. Yeniden balkona oturdu. Banyo iyi gelmişti. Sabaha göre daha neşeliydi. Kızı ile damadının geliyor olmasının daha farkınaydı ve bundan dolayı da daha memnun görünüyordu. Gülcan balkona güzel bir sofra kurdu, salatayı yaptı, kabak dolması için yoğurda sarımsak kattı. Tam ekmeği dilimliyordu ki kapı çaldı. Koşarak gidip açtı. Yurdagül ve Şefik Enişte karşısındaydı. Yurdagül daha kapıdan adımını atmadan, endişeyle, -Ağabeyim nerede? -Korkma korkma! Buralarda. Gelir şimdi. Yurdagül ile Şefik, ellerini yüzlerini yıkayıp öyle vardılar Seher Anne’nin yanına. Balkona ilk çıkan Şefik, yaşlı kadından önce sofrayı gördü, gayri ihtiyari bir ıslık, fırlayıp gitti ağzından. -Şunlara bak şunlara Yurdagül, of of offff! Karısının sert bakışı karşısında toparlandı. Kaynanasının elini öptü. Hatır gönül, şuradan buradan derken vakit geçti. Gülcan’ın ısrarıyla Faruk’u beklemeyip sofraya oturdular. Yurdagül; -Bak doğruyu söyle Gülcan, ağabeyim gözaltında falan değil, değil mi? Bak onsuz boğazımdan geçmez. -Yok yok! Merak etme. -Ben ediyorum yine. Sen bize bir şey demiyorsun. Saklıyorsun hep. -Dur arayalım da konuş, için rahatlasın. Telefonla aradılar. Faruk telaşla ve bin bir özürle geleceğini söyleyerek hemen kapattı. Yurdagül rahatlamıştı, -Ay her duyduğumda deli oluyordum kız Gülcan. İkide bir giriyor. İkide bir giriyor… Her duyduğumda tansiyonum fırlıyor. Kaç kere hastaneye götürüp serum bağlattılar. -Sen gel bir de bana sor. Sabahlara kadar parmak kadar kızla oralarda merakla, endişeyle bekle... Kimse bir bilgi de vermez. Avukat arkadaşlarımız bir şey yapamaz. Öyle öyle günler geçer… Sonra bir çıkar, aç bilaç, perişan… Öyle her şeyi yemez içmez, bilirsin, saçı sakalı birbirine karışmış, üstü başı dökülmüş, zayıflamış, tükenmiş çıkar gelir. -Derdi ne bu ağabeyimin? -Derdi ne olacak? Derdi sosyal medya. Emekli olduktan sonra bir sardı feyse, tivite… Elif de kendi arkadaşları da kaç kez uyardı, ‘Yapma, etme’ diye. Sabahtan akşama, akşamdan sabaha o bilgisayarın başında, öylece ona buna yazdı durdu. Şefik, -Yazınca ne oluyor sanki? Yazmayla bir şey olsa biz de yazalım… Bak ne oldu sonuçta hepimiz çok üzüldük. Ne hakkı var sizleri bu kadar üzmeye? -Ne yapsın enişte? Gücü yetmiyor bir şeye, o da onlara sardı işte. -Onlara niye sarıyor kızım? Saracak şey mi yok? Kaç yıldır çağırıyoruz, ‘Gelin, buraları gezin görün’ diye… Offfff! Gülcan ya, bu haşlamaya ne koyuyorsun da bu kadar lezzetli oluyor. Yurdagül kocasına sitemle; -Çeneni sil, çeneni… Sonra Senem Hanım’a duyurmamaya çalışarak Gülcan’a, -Ne yaptınız peki? -Biz bir şey yapmadık kendisi yaptı. -En sonunda kendisi akıllandı da duruldu herhalde. -Pek öyle olmadı Yurdagül. -Nasıl yani, vazgeçmedi mi huyundan? -Korkma korkma, vazgeçti. -Ay çok şükür… Kız bu annem neden böyle dalgın dalgın oturuyor? -Hem kulakları duymuyor hem demans başlangıcıymış, artık böyle… Sabah iyi kahvaltı etti. O artık ikiden üçten önce yemez. Yemese de Faruk’la oturur genelde sofraya. Şimdi siz varsınız diye oturdu ama dikkatini odaklayamıyor artık. -Vah anacığım vay. Yanıma alıp götüreyim desem. -Yok yok, oralarda yapamaz. Burada iyi. Onun burada bir düzeni var. -Yük olmuyor sana değil mi? -Yok yok, kendisi yapıyor her işini. Yapmaya gayret ediyor. Buna da şükrediyor kadıncağız. Şefik, -Ne diyorsun be kızım şükredilmez mi? Hey koca Seher Hanım az çektirmemişti bana kız isterken. -Ya öyle enişte… Biraz daha dolma alır mısın? Sen de alsana Yurdagül, bak dereotunu az koydum sevmezsin diye. Yurdagül sabırsızlıkla; -Nerede kaldı bu ağabeyim? -Sabah da tembihledim ‘öğlene dön’ diye. -Başına bir şey gelmesin kız yine? -Yok yok, gelmez, bugün bir şey yok. -Nasıl yani? Yine hangi işlere bulaşıyor bu çocuk? Şefik çatalı bırakmış, ağzına bir kaşık dolusu zeytinyağlı fasulye atarken, -Merak ettim ne yapıyor bu bizim kayınço? -Aslında şöyle oldu. Çocukları kaçırıyorlar ya… -Eeeee -İnanılmaz sayılarda çocuk kaçırılıyor, istismar, çocuk gelinler. Yani sıkıntı çok… Küçücük yavrular neler yaşıyorlar. -Bunun ağabeyimle ne ilgisi var anlamadım. -Anlatıyorum… Bir akşam, çocuklarla ilgili kadın yürüyüşü oldu. Ben de o yürüyüşe giderken o da bilgisayarın başından kalksın diye onu da götürdüm. Elif kendisi gelmedi, babaannesini bekledi, tek babası bilgisayarda bir şey yapmasın diye… Şefik; -Sonra… Çok heyecanlandım çabuk anlat. -Biz alana gittik, bizimki, o kalabalığı, o meşaleleri o yürüyüş ruhunu görünce baktı baktı, sonra herkesin arasında bir ağlama tutturdu ki görmeyin gitsin. Zor susturdum. -Gerçekten mi? -Gerçekten. Ama ona söylerseniz beni öldürür. -Hâlâ anlamadım ne olduğunu. -Neyse işte biz o akşam yürüdük, derdimizi ifade ettik, çocuklarımızın korunması gerektiğini haykırdık, çocuk haklarını hatırlattık, protestomuzu yaptık… Yürüyüş bitti biz de geldik… Geldik ama bizim Faruk sus pus. Üç gün ne internete girdi ne evden dışarı çıktı ne bizimle konuştu. -Sonra… -Ya bir kesme, anlatıyor işte kız… Anlat sen, anlat. -Konuştu en sonunda, hem de asabiyeti gitmiş, yumuşamış, ipek gibi olmuş bir halde konuştu. ‘Burası güzel ablalar ülkesiymiş Gülcan, biz kadrini, kıymetini bilememişiz… Ne varsa bu güzel ablalarda varmış. Dünya değişecekse, daha iyi bir dünya olacaksa sadece ve sadece bu güzel ablalar sayesinde olacak.’ dedi… Elif’e de bana da ‘Nereye giderseniz beni de götürün n’olur’ diye tembih etti. ‘Artık internetten kimseye laf söylemeyeceğim yeter ki siz, beni yanınıza alın’ diye söz verdi. Başta söylediklerinden bir şey anlamadım. Sonra… Sonra düşününce anladım ki, Farukçuğum, kendini yenilemeyen, ütopya geliştiremeyen, insanların derdini anlamayan adamlardan kopmuş ama bu sefer de kendini çok yalnız ve çaresiz hissetmiş. Bizi öyle görünce de yalnız olmadığını anlamış. -Şimdi ne yapıyor peki? -Şimdi komşularda ne kadar yoğurt kabı varsa topluyor, şehrin her yanı inşaat, gelirken görmüşsünüzdür, oralardan da toprak alıyor. Nereden buluyorsa organik nohut fasulye bulmuş, onlardan üçer üçer ayırıp bir güzel ekiyor. -Ay ne yapıyor onları, kız Gülçin? -Ne yapacak? Elif’in ne kadar tanıdığı ‘Güzel abla’ varsa, onların kapısına bırakıyor. Yurdagül mutlu, -Ağabeyimin ne yaptığını anlamadım ama içim, öyle bir ferahladı öyle bir ferahladı ki anlatamam. O mutlu olsun bize yeter. Gülçin sütlaçları servis ederken, -Bu Faruk da böyle bir insan işte… Başka insanların karnı toksa doyuyor, başka insanlar iyiyse iyi, mutluysa mutlu, esense esen oluyor. Yurdagül, -Öyledir benim ağabeyim. Şefik, -O ablalar o yoğurt kaplarını alınca ne diyormuş? -Kalp kalbi anlıyor enişte... Yaşlı genç, okumuş okumamış, kalp kalbi anlıyor. -Gerçekten güzel ablalar ülkesi olmuş burası yav… Güzel ablalar ülkesi… Gülcan boşalmış tabakları toplarken, -Faruk çok haklı… O güzel ablalar, çocuklar için daha iyi bir dünya yaratacağımızın umudunu veriyor hepimize. Daha güzeli var mı şu dünyada. ... yersizyurtsuz.com sitesinde, SUJE'de yayımlanmıştı bir zamanlar.

23 Temmuz 2025 Çarşamba

Bir Sabah Vakti/öykü

Troyasanat Dergisi.
BİR SABAH VAKTİ Umut, babasına kıyamamış sabah erkenden uyanıp, okula gitmeden, siparişlerden bir kaçını almak için beş numaranın bayram hediyesi olarak verdiği bisikletiyle Kolej’den Kızılay’a doğru gelmişti. Bir an önce alışverişi tamamlayıp Sıhhiye’ye, Atatürk Lisesi’ne koşacaktı. Önce belediyenin marketinden üç numara için ekşi mayalı ekmek, yedi numara için de bir koli yumurta almıştı. Poşetleri gidona asmış, indi bindi olmasın diye bisikletin yanında yürüyerek geri dönmeye hazırlanıyordu. Şehre herhangi bir katkısı olmayan köprünün altına sığdırılmış marketten, dönüş yolunda ilerdeki markete gitmek için karşıya geçiyordu ki, o kadar dikkatine rağmen Mithatpaşa’dan inip Ziya Gökalp’e dönen bir araba nasıl çılgın bir hızla geliyorsa hakimiyetini yitirip onu sıyırıp bisikletine langadak çarptı. Umut son anda bırakmasa, kendisi de bisikleti gibi asfalta dağılacaktı. Öyle bir hız. Çocuk hem korkudan hem de bisikletini ve aldıklarını yerle bir olmuş halde görünce dondu kaldı. Bisikleti sanki yakın bir arkadaşıydı ve yerde öylece, yararlı yatıyordu. Kırılan poşetinden sarı sıvı olarak sızan yumurtalar, kaldırıma fırlamış ekmek poşeti sabahın tüm güzelliğini paramparça etmişti. İçinde hızla bir dehşet duygusu yükseliyordu. Gözlerini onlardan alamıyordu... Aklını başına toplayamıyordu. Gözlerini onlardan alamıyordu, ki bu yüzden kızgınlıkla ona doğru gelen adamı fark etmedi. Adam bu kez de hakimiyetini yitirdiği bir öfkeyle, önce arabasından inmiş, çarpma sırasında bisikletin değdiği yerlerine bakmış, gıcır gıcır arabasındaki minicik çiziği görmüş, sunturlu bir küfür etmiş üzerine doğru geliyordu. Tam Umut’un karşısına gelmiş, kendisine şaşkın şaşkın bakan çocuğa elini kaldırmıştı ki olaya şahit olanlardan genç bir kadın hızla koşup an farkıyla aralarına girdi. Adamın son anda yana savurduğu eli az kalsın kadının yüzünün tam ortasına geliyordu. Ki omzuna geldi zaten. Kadın bunu dert etmeden ama çok kızgın, “Ne yapıyorsun sen?” dedi, “Ne yapıyorsun?” Adam küçümseyen hatta aşağılayan bakışlarla kadının üzerinden Umut’a ulaşmaya çalışıp, “Çekil be kadın görmüyor musun arabamı mahvetti?” “Hata sende! Öyle araba mı sürülür? Eziyordun çocuğu?” “Sen ne karışıyorsun? Sana mı kaldı hata bulmak?Defol git! Beni kızdırma! Bak sonra fena olur!” Adam çocuğa doğru halmle yaptıkça kadın ringdeymişcesine, pençeleri oğlan çocuğuna doğru gitmesin diye önüne geçiyor, bırakmıyordu. Adam, çıldırmışcasına, kadını ve çevrede izleyenleri de işin içine katıp, “Ulan sülalenizi satsanız bu arabanın tekerini alamazsınız. Bir tek tekerini alamazsınız. Ne konuşuyorsunuz?” Kadın bir yandan arkasında öylece durmakta olan Umut’a adamın ulaşmasını engellemeye çalışıyor bir yandan çevrede toplanmış olan üç beş kişiye yalvarırcasına sesleniyordu. “Lütfen biriniz polisi arayın. Lütfen?” Hiç kimse yanıt vermedi. Vermedikleri gibi arama girişiminde bulunmadılar. Şahit yazılmak vardı sonuçta. Bu arada Umut kendine gelmişti. Sebep olduğunu düşündüğü bu tazsız olayı yatıştırmak gayretiyle atıldı, “Abi vallahi baktım ben yola, sen çok hızlı geldin. Benim suçum yok.” “Çıkmayacaksınız sokağa. Çıkmayacaksınız efendim! Oturun evinizde. Ne işiniz var sokaklarda? Çıkıp başımıza bela oluyorsunuz.” Adam çevredekilerin mırıldanmanın, söylenmenin ötesine geçmeyen tepkisizliğinden ve kendi söylediklerinden cesaret aldı. Zorla tuttuğu ağzından salyaları akarak küfürler savuruyor, resmen kadını itmeye çalışıyordu. Gerçekten vuracak mıydı bilinmez, kulağının dibinde güzel bir koku, yumuşak bir ses ansızın durdurdu onu; “Beyefendi! Beyefendi!” Usulca döndü. Bir yandan davranışının engellenmesinden öfkeli diğer yandan leylak kokusundan ve kibarca seslenişten etkilenmiş, ikircikli. “Ne var?” gibisinden baktı. Yaşlı kadın ile yüzyüze geldi. Bu arada tartıyordu karşısındaki kadının gücünü. Gününü ve arabasını mahveden sümüklüden ve onu cezalandırmasına, ağzını burnunu kan içinde bırakmasına, yerlerde sürüklemesine engel olan aşüfteden acısını çıkaramama ihtimalinin sinirinden titreyerek, “Ne var?” Karşısında yaşlı bir kadın, hükümet kadın dedikleri gibilerdendi. İyi giyimli, egemen, üst rütbeden... Hafife almamalıydı. Yaşlı kadın aynı yumuşak tonla, Umut’a duvar olan gençten kadını gözleriyle işaret ederek, sadece adamın duyacağı ses tonuyla sordu, “Tanımadınız mı?” “Bunu mu? Ne tanıyacağım bunu hanım?” Adam bir türlü yaşlı kadını tersleyememenin sıkıntısı içinde ne diyeceğini bekliyordu sabırsızlıkla. “Gerçekten tanımadınız mı?” “Ya ablacığım neyini tanıyacağım bu.... “ dedi, sustu. Aslında yaşlı kadın genç kadını tanıyor, tanınmış bir kişi olduğunu biliyordu ama bir türlü çıkaramıyordu. Çıkaramamanın, adama hemen bir şey bulup söyleyememenin, çocuğu kurtaramamanın zihnindeki bulanıklığıyla uğraşıyordu. Ne olduğunu anlamadan birden dudaklarından dökülen, “Bu hanım emniyet amirinin karısı.” sözleri, kulaklarına ulaştığında hayretler içinde kaldı. Nereden çıkmıştı şimdi bu? Ama bu genç kadın sahiden şöhret sahibi bir kadındı da emniyet amirinin karısı nereden çıkmıştı şimdi? Elleriyle kafasını tuttu. Adam iyice kuşkulu, inanmamazlıkla ama artık daha sakin, ve iki adım geri çekilerek, “Bu mu? Bu şekilsiz mi?” Yaşlı kadın için artık tüm dönüş yolları kapanmıştı. Sabah sabah böylesi bir tuhaflık... Olacak şey değildi yani. Kuşkuya yer bırakmadan güvenli bir duruşla sürdürmek zorundaydı. Çevrede kulaklarını dikmiş onları izleyen kalabalığın duymamasına dikkat ederek, “Bu tabii. Hem kendisi hem kocası çok mütevazıdır. Sakın sizi yanıtmasın.” Adam bıkkın, “Ya ablacığım ben bu arabaya bir yalı parası saydım?” “Tamam da sen bilirsin yani” Tartışmayı, kavgayı sürdürmeyi gözü yemiyordu artık adamın. Durdu. Düşündü. Aklına ne geldiyse telaşla saatine baktı. “Gecikiyorum. Gecikiyorum ben. Allah kahretsin randevuyu kaçıracağım.” Yaşlı kadın, “Çocuğa bisikleti ve korkusu için biraz para ver, işi hemen kapat bence. ” “Bir de para mı vereceğim?” “Burada çok kamera var.“ Adam zavallıca, “Ah Ablacığım! Arabam değerinden ne kadar düştü biliyor musun?” Yaşlı kadın yolun karşına çekilmiş ikisinin konuşmasını izleyen topluluk içinde elini, kaldırıma çökmüş Umut’un omzuna koymuş genç kadını işaret ederek, “Bilmem ki!” Adam gittikçe çoğalan kalabalıktan, işin uzamasından rahatsız olmuş, canı sıkıla sıkıla cebinden bir tomar dolar çıkardı. Kıyamadan bir tanesini çekti. Yaşlı kadının gözlerine baktığında yetmediğini anladı. Bir tane daha çekip yaşlı kadına uzattı. Yaşlı kadın parayı aldı, herkesin gözü önünde Umut’un yanına gidip çevreden birinin verdiği suyu çekinerek içmekte olan çocuğun eline tutuşturmaya çalıştı. Çocuk almak istemedi. Genç kadın da almasını isteyip, ısrarlı davranınca aldı çocuk. Giysileri sahiden sıradandı genç kadının. Aslında yaşlı kadın da ender olarak böyle şık, alımlı giyinirdi. Saçlarda drapeler, kokular, ipek fularlar. Bugün bir sınıf arkadaşları kahvaltısı için böyle güzel giyinmiş çıkmıştı. Adam ağzının içinde söylenerek, söverek arabasına bindi. Sinirinden hâlâ titriyordu. Arabasını çalıştırdığında ortalığa bir ses bombası düşmüş gibi oldu. Kulakları tırmalayan bir ses bir şiddet bir korku. Çakarları çalıştırmıştı son ses. Ve hızla uzaklaştı. Onun gidişiyle çevredekiler, tepkisizliğin uykusundan uyanıp hareketlenmişlerdi. Artık herkes konuşkan, cesur, yardımseverdi. Elbirliği ile dağılmış poşetleri ve bisikleti toparlayıp Umut’a teslim ettiler. Esnaftan biri adamın arkasından, “Az ilerde çevirme var. İnşallah çakarını görür de çevirirler,” diye bağırdı. Umut, iki kadının şefkatiyle kendine gelmiş, toparlamış biraz, ağır ağır Kolej’e, mahallesine doğruyola çıktı. İki kadın, çocuğun arkasından uzun uzun bakıp, Kızılay, Güvenpark’a doğru yöneldiler. Bir kaç adım sonra birbirinden bağımsız olarak yanyana yürüdüklerini fark ettiler. Yaşlı olanı daha genç olanına laf attı. “Sahiden ben sizi nereden tanıyorum? Siz çok meşhur birisiniz. Onu biliyorum. Biliyorum da çıkaramıyorum.” Genç kadın gülerek, “Kesinlikle meşhur değilim.” Durdu. Yaşlı kadını üzmemek için açıklamak gereği duydu. “Şöyle! En çok, ama en çok yüz kişinin izlediği bir youtube kanalım var, o kadar.” “Aaaa! İlginç! Hiç tahmin etmezdim youtuber olacağınızı. Öyle bir tipiniz yok yani.” “Asla değilim. Sadece, artık, Ulus gibi giderek eski bir şehire dönüşen Yenişehir’i yani Kızılay’ı, sokak sokak anlatmaya...” Yaşlı kadın heyecanla kesti sözünü, “Şimdi oldu! Ya ben sizi çok izliyorum!” “.....” “Sizi çok izledim. Çok... Çok... Selanik’te İnkılap’ta, Bayındır, Konur ve Karanfil’de yaşayan eski insanları bulup konuşturuyorsunuz. Kendinizi çok göstermediğiniz için yeterince tanınmıyorsunuz ama. Ben çok izlediğim için yüzünüzü tanıyorum.” Durdu, nefes aldı, coşkuyla, “Ahmed Arif’in oturduğu evi, Ruhi Su’nun oturduğu sokağı, Kartal Tibet’in tiyatrosunu, AST’ı, Asaf Çiğiltepe’nin ilk oyunda seyircilere söylediklerini... Daha neler neler...” “Bu sadece şehri seviyorum. Bir de çocukluğumu...” “Ben de sizin gibi kız kardeşlerimi.” Kolkola girip yürüdüler. Sevgi Soysal mavi gökyüzü, bembeyaz bulutların arasından bir yerlerden, uzatıp başını, göz kırptı onlara, görmediler ama kalplerine ansızın dolan neşeyle güldüler gülüştüler. (Tamamen kurmacadır)