30 Ağustos 2025 Cumartesi
Anatolia Cafe/Sinopsis
Anatolia Cafe
Sinopsis
1.
Yıl 1911 veya 1912.
Sonbahar ayları.
Ağustos sonu Eylül başı gibi.
Hava; yola çıktıklarında çok sıcak ama uzun ve bilinmez yolculukta, soğuk hatta dondurucu.
Beş insan; on yedi, yirmi yaş arası genç, yoksul ve hülyalı erkeğin Amerika yolculuğu, macerası, yaşamı...
Agopcan ve iki kuzeni;Harput'tan/Vahşen/Ağın'dan yola düşüyor.
Efendi; Arapgir/
Alibeg; Mazgirt/Dersim.
Şükrü; Bitlis Vasili; Giresun'dan.
Önce Agopcan'ı ve yanındaki üç kişilik küçük grubu görürüz. Vahşen'den annelerinin hazırladığı yolluk torbaları ve bastırdıkları buruklukları ile önce Eğin'e oradan da katılan dört arkadaşıyla daha yola çıkar. Yayadırlar.
Alibeg annesinin ağıdı ve duasıyla yalnız çıkar yola. Eğin'e kadar yalnız yürür. Umudu orada bir yol arkadaşı edinmektir.
Efendi ise Arapgir'den yine Eğin üzerinden Giresun'a varmak için yola çıkar.
Hepsi yayadır.
Kalpleri umut ile korku arasında hülya ve heves ile keder arasında dalgalanıp durmaktadır.
Eğin kalabalıktır. Hanları doludur. Gelenlerin çoğu mintanlarının içine dikilmiş çaputlara sarılı paralarını harcamamak için sokaklarda gecelemektedir.
Eşkıyalara ve soyguncu çetelere karşı kafile olarak yola çıkmak isteyenlerin, iki üç gün bekledikleri bir yer haline gelmiştir küçük kasaba.
Agopcan, kuzenleri ve arkadaşları sekiz on kişiyi o gün bulur, buldukları gibi sabahına da yola çıkarlar. Efendi de onlarla gitmek ister ama kafileye kabul edilmeyeceği düşüncesiyle vaz geçer.
Efendi ile Agopcan musiki meraklarından dolayı köy düğünlerinden, davul çalmaktan, keman çalmaktan tanıştırlar.
Ancak bu yolculuk, dönemden kaynaklı ayrı durabildikleri ayrı gruplarla gidebildikleri bir süreçtir.
Efendi bir kaç gün bekler, bu arada Alibeg ile arkadaş olur. Birlikte kasabalarından gelenlerle altı kişilik bir kafile olarak yola düşerler.
Şükrü başka bir yoldan iki diğer yolcuyla birlikte katır sırtında, doğrudan gelir Giresun'a.
Vasili zaten Giresun'da yaşamaktadır.
.
2.
Trabzon'dan İstanbul'a giden yük gemileri bazen Giresun İskelesine de uğramakta, bekleyenlerden alabilmektedir.
İstasyon kalabalıktır. Kalabalık içinde kahramanlarımızı görürüz.
Bir an önce yola çıkma isteği ile sabırsız dolaşmakta, şehirde kaybolmaktan da korkmaktadırlar.
Efkarlı efkarlı tütün içenler de vardır aralarında, hayallere kapılıp sarhoş olan da.
Alibeg, Hozat'dan gelen bir arkadaşını bulmuştur. Efendi ile üç sıkı yoldaş olmuşlardır.
Vasili ön altı yaşlarında, anasız babasız bir garip balıkçıdır Giresun kıyılarında. Ve gemi bekleyen yaşıtlarını merakla izlemekte, ilgiyle dinlemektedir.
Bir beyin oğlu olan Şükrü ise , okuma hayaliyle Amerika'ya gitme niyetinde olduğundan kalabalığa karışmamakta hatta onları küçümsemektedir.
En paralısı odur.
Gemi nihayetinde gelir ve canhıraş bir telaşla kahramanlarımızın içinde olduğu kalabalık gemiye doluşur.
Vasili de aralarındadır. Nasıl olduğunu bilmeden bir hevesle kendini gemiye atıvermiştir.
Yük gemisi dört günde, deniz yolculuğuna alışmamış yolcularını, havasız bir ambarda, ayakta, kusa kusa içleri dışlarına çıkmış bir halde İstanbul'a ulaştırır.
3.
İstanbul'da Marsilya'ya giden yine yük gemisi daha büyük kalabalıklar arasında beklenilir.
Bir yandan şehrin büyüsü bir yandan bilinmezlik arasında dolanan kahramanlarımızı görürüz.
Çoğunun yolluğu tükenmiştir.
Yol parası dışında sadece kuru ekmeğe yetmektedir paraları.
Sokak çeşmelerinden suyu içmekte, sokaklarda uyumaktadırlar.
Bir iki kişi gemi yolculuğunun zorluğu ve İstanbul'un güzelliği nedeniyle Amerika rüyasından vazgeçer, ayrılır.
4.
Marsilya yolculuğu yine kötü koşullarda on beş on altı gün sürer.
Bu arada Agopcan ile Efendi ve Alibeg'im aynı küçük yöreden gelmekten kaynaklı küçük selamlaşmaları, birbirlerini anlamaları olur.
Gençtirler ve ailelerinden ayrılmışlardır.
Yol tüketicidir.
Yanyanadırlar artık. İyiliği birlikte kabul eder, kötülüğe birlikte karşı koyarlar.
5.
Marsilya'da da bir hafta bekleyip gemiye ancak binebilirler.
Yol yormuştur hepsini.
Artık Agopcan, Alibeg, Efendi ve arkadaşları aynı kafilenin çocukları olmuşlardır.
Vasili de katılmıştır yanlarına.
Bir buçuk aya yakın sürer yolculuk.
Parasını bol bol harcayıp tüketen Şükrü de katılır en son aralarına.
Bir de Hozat'tan tek başına yola çıkıp Marsilya'ya kadar kaçak gelmiş Maho.
Ellis Adasına vardıklarında, üstleri başları lime lime olmuş. Kusmaktan çiğerleri sökülmüş, gıdasızlıktan avurtları çökmüştür hepsinin.
Geminin isinden yüzleri, gözleri kararmıştır. . Soğuktan büzüşmüşlerdir.
işlemlerin kolay yapılabilmesi için Alibeg Baron, Efendi Abraham, Şükrü Toni, Maho ise Mike adını almış kayıtlara öyle yazılmışlardır.
6.
Onları Michigan'da Ford fabrikasında çalışır ve bekar evlerinde yaşar görürüz.
Amerika'daki hayata böyle başlar zamanla farklılaşırlar.
7.
Efendi orada gittiğinden on beş yıl sonra veremden ölür.
Agopcan 1950 yılında bir klarnet bir harman makinesi ile Vahşen Köyüne geri döner. Yıllarca düğünlerde klarnet çalar.
Şükrü orada evlenir. Çocukları olur. Topluma karışır gider.
Alibeg emekli olunca Mazgirt'e döner. İki tane yoksul kız çocuğu evlat edinir. Emekli maaşı onlara kalır.
Maho ondan önce 1924 yılında Hozat'a döner. 38 sürgünü olarak Afyon'a ikamet ettirilir. İngilizcesinden dolayı yapılmakta olan Afyon Havaalanında çalışır, yabancı personele çevirmenlik yapar.
Vasili ömrü boyunca sendikacılık yapar. İlk grevi bu dört arkadaşıyla,(Agopcan, Alibeg, Efendi ve Şükrü ile) organize eder. Doksan yaşında görevini yapmanın huzuruyla bu dünyaya veda eder.
7.
Yıllar yıllar sonra, Almanya Köln'deki 73 grevinde ise Vasili ve Alibeg'in de içinde olduğu, Amerika Detroit/Michigan'da, işten atılan ve işsiz bırakılan işçiler için düzenlenen "açlık yürüşüşü"nden söz edilir bol bol.
Çünkü bu bir sınıf filmidir.
Ve grevi yapanlar yine Anadolu ahalisindendir.
AÇIKLAMA
1. Konuya merakım ilk kez babadedemin de çaldığı klarnet gibi bir çalgının bizim küçük, özgün, büyülü yöremizden değil de Amerika'dan gelmiş olduğunu öğrenmemle başladı.
Elazığ/Ağın'dan İsmail N. Baydemir'in bir yazısından; Vahşenli Agopcan ustanın (ilk adı ya da soyadı konusunda bilgim olmadığından usta demeyi uygun bulmuştum) Amerika'ya gidip döndüğünde bir klarnet bir de harman makinesi getirdiğini öğrendim.
Dedeme de klarnet sesine de hayrandım.
2. Ververan romanını yazarken, Cevat Fehmi Başkut'un Harput'ta Bir Amerikalı tiyatro oyununun yer aldığı kitabını okumuştum.
Yeniden okudum.
İyice merak ettim.
3. 2024 yılında, araştırmacı/yazar arkadaşım, kardeşim Mesut Özcan, Dersim/Tunceli'nin Yüz Yılı (1900 2000) adlı içinde elliye yakın makale yüzlerce özgün fotoğraf ve belge olan 614 sayfalık büyük büyük boyutlu bir albüm kitap yayımladı.
Kitabı okuduğumda, kitapta hangi yazardan aldığımı hatırlamadığım kavram ile 'Anadolu Ahalisi"den yüz koca yıl önce ne çok işçi göçü olduğunu gördüm. Çok etkilendim.
Yakın coğrafyayı ve yakın tarihi bu kitap sayesinde derinden anlamaktan duygulandım. Gözümün önünden geçti çoğu şey...
Kitapta Mahmut Nayır’ın yazısından anladığım üzere, Harput ve Dersim'den 1890'larda tek tük başlayıp 1905 ile 1912 yıllarında büyük kafilelerle sürüp, 1928 tamamen biten Amerika'ya bir göç dalgası olmuş. Osmanlı İmparatorluğu ile Amerikan Hükümeti'nin anlaşmaları sonucu izin verilen misyonerlik faaliyetleri çerçevesinde misyonerlerin tanıtımı sonucu yoğun işçi göçleri oluyor. Önce yaya ve katır sırtlarında Trabzon limanına, oradan yük gemisiyle İstanbul'a, İstanbul'da bir kaç gün bekleyip Marsilya'ya, Marsilya limanından New York kıyılarına; Ellis Ada'sına...
Ellis Adası’nı hep filmlerden biliriz. Üçüncü mevki biletleriyle tüm yolculardan sonraya gemiden inmelerine izin verilen, İtalyan göçmenleriyle biliriz.
Oysa kitaptan anlıyoruz ki belki ilk gidenler Harput ve Dersim ahalisi.
Yine kitaptan anlıyorum ki Ford'u Ford yapan, karşısında bir dakika bile dayanmanın mümkün olmadığı ateş fırınlarında çalışan yedi bine yakın Anadolu göçmeni.
Dönenler oluyor, dönmeyenler, orada hasret içinde hastalanıp ölen oluyor. Dönenler aynı yoldan en son Trabzon Limanında gemiden inip yaya olarak Dersim’e kavuşmaya yola çıktığında, yollarını gözleyen haydutlar tarafından soyuluyor bazıları, bazıları öldürülüyor.
4.SETKAV arşivlerinde sürgün bir ailenin babasının, Amerika'da çalışıp döndüğünü ve İngilizce bilgisi nedeniyle havaalanında yabancı mühendislere çevirmenlik yaptığına rastlıyorum.
5. Son olarak da Facebook'tan, Nedim Hazar Bora adlı yüz yüze tanışmadığım bir arkadaşızımın, Almanya Köln'de bir müzikli oyun sahnelediğini gördüm.
Seksen doksan yıl sonra bu kez Almanya'da; yine çalışanlarAnadolu Ahalisi yine aynı marka, otomobil markası. Arkadaşımızın paylaştığı bir duyuru şöyle. "1973 yılında o zamana kadar seslerini pek çıkarmayan misafir işçiler beş gün boyunca Köln'de iş bıraktı. Almanya tarihine "Türk grevi" diye geçen eyleme başka milletlerden çalışanlar da katıldı. Davul zurna eşliğinde şarkılar söylendi, işçileri yatıştırmaya çalışan zamanın büyükelçisi yuhalandı, ardından istiklal marşı söylendi. Böyle bir cümbüş havasında geçen, binlerce çalışanın katılımıyla gerçekleşen grev, polis şiddetiyle sona erdi. Grevin sözcüsü Baha Targün ve arkadaşlarının hikayesi şimdi "Baha ve Çılgın 70'ler" (Baha und die wilden 70er) adıyla müzikal oluyor. Yönetmen Nedim Hazar Bora)
6. Yazmasam olmazdı diye düşündüm.
4 Ağustos 2025 Pazartesi
Uçacak Ninnisi/Gül Parlak
GİT KENDİNE BENZEYENLERLE YAŞA
"... Koltuğu pencerenin önüne çekip kedimi seveceğim."
"Anne senin kedin yok ki!"
"Edineceğim, hem yalnızlığıma iyi gelir hem geceleri ısıtır beni sıcacık."
Bir kadının bir adamın otoritesi altında, evde bile ne kadar görünmez olduğu ve otorite üzerinden kalktığında nasıl hayata döndüğü bu kadar mı güzel anlatılır?
Hem de kısacık bir öyküde? Öykünün giriş gelişmesinden söz etmiyorum bile.
Öykülerin giriş tümceleri ne kadar vurucu...
İsimleri de öyle.
Gül Parlak kısa ama vurucu öyküler yazıyor. Daha doğrusu laf kalabalığına kaptırmıyor kendini. Sağlam tanımlamalarla anlatıyor derdini;
"Ama Halil gitmişti işte. Üstelik yirmisinde, yirmi beşinde değil, kırkına geldiğinde. Kollarını, bacaklarını kılcal damarlarını, kemiğini, iliğini nesi varsa alıp gitmişti."
"Yarasa üstüne uydurulmuş parçalı kumaştan kendim için bir korku geceliği diktim. Uykusuz geceler boyunca giydim. Gündüz olunca sabahlığımı giydim, geçti."
"O kadar karışık, eğri büğrü yazının arasında incecik bir el yazısı gibiydi."
"Çalapverdi Köyü'nün çobanı ölüverdi. Lastik çizmelerinin dinlenme vakti gelmişti. Devriliverdiler iki yana."
Gül Parlak'ın, "Uçacak Ninnisi" adını verdiği kitabı, duygulu öykülerden oluşuyor.
Alaca kuşun civcivini kapmasıyla başlayan, annesi tarafından bacağı kırılan okul arkadaşıyla, kara gecede gözüne tutulan kamyon farıyla yakalanıp sofraya getirilen tavşanın gözlerine bakamamskla, tahta oyalarken dizleri kanayan küçük temizlikçi kızla, üç koca adamın sıkıştırıp dövdüğü gencecik oğlanla...yıl yıl kendinden, çocukluk neşesinden gençlik umudundan vaz geçen, bir adamın kederli öyküsüyle çağırıyor bizi insanı anlamaya. Ya da kaybolan ineğine ağlayan Gülayşe ile.
Doğayı, doğayla iç içe yaşayan insanları, köyleri kasabaları, insan ruhunu incelikle ve güzellikle anlatıyor. Yarasayı, ağaçkakanı, mazı meşesini, su kuyusunu, zeytin kırmayı, kırmızı gagalı dağ kargasını yakından ve bilerek hikayeleştiriyor.
Ne sevinçte ne üzüntüde abartı yok. Kalbinin görüp, duyup, hissettiğini güzel, temiz sözcükleriyle biz okurlarla paylaşıyor. Taraf olmamızı beklemiyor.
Gül Parlak bu ilk öykü kitabıyla; bir öyküsündeki son cümlesi gibi; "Kalbimizin köşesinde büyüyen dertleri ufaltıyor"
Yeşil yaprak biçimli ayracıyla hem de. Yüreğimize su serperek.
Yolu açık olsun.
UÇACAK NİNNİSİ - Gül Parlak
2025 Karaburun Sanat Kampı Ödülü
Mimas Yayınları/Temmuz 2025
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
