Önce Nazım Hikmet’in dizeleriyle bir merhaba diyelim Ankara Garı’na. ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’ kitabından dizelerle olsun merhabamız. Hani şu; Hatice Pirâye Pirâyende’ye, “dünyanın en güzel kadınına” ithaf ettiği ve “939’da İstanbul’da tevkifanede başladığı bu kitaptan gerçek, acı ama aynı zamanda da umudu görmemezlikten gelmeyen dizelerle…
“Haydarpaşa’dan 15;45’de kalkan katar
girdi sessizce Ankara Garı’na
Saat sekizi çeyrek geçiyordu
(beş dakika rotar).
Ankara Garı’na bahar:
İstasyon polisinde artan gizli bir telaşla,
üçüncü mevki bekleme salonunda köylü yapı işçileriyle
ve büfesinde göbekli bir marula benzeyen İstanbul hasretiyle gelir.
Ankara Garı temizdir, rahattır ve bilhassa yenidir.
Fakat mermerlerin aydınlığına rağmen
anlatılması öyle zor (yahut öyle kolay) bir şey vardır ki rüzgarında
bağrışılmaz, koşuşulmaz, yüksek sesle gülüşülmez Ankara Garı’nda.
O kadar ki
Kalkacak tirenlerini ses-büyütenlerle haykırdığı zaman
Boş bulunursa insan
Şaşırır, başka bir dünyadan sesleniyorlarmış gibi.
Mahkûmlar indi tirenden.
bavulları ve jandarmalarıyla.
Kelepçeleri vurulmuştu yine.
Yürüdüler ilgi uyandırmadan,
(yahut uyanan ilgiler belirtilmedi)
Yalnız, bir kadın bir kadına:
‘ – bunlar Alman casusu,’ dedi.
(sarışındı Süleyman)
Mahkûmlar yola koyuldular jandarma merkezine doğru
(aktarma tirenlerini orda bekleyecekler)
Bir köylü hamal taşıyordu bavullarını.
Issızdı caddeler:
belki erken
belki geç
belki ölü bir saat,
belki duvarların arkasına çekilmiş hayat.
Yığın yığın
kat kat
mermer
beton
ve asfalt.
……………
……………
………………
‘ – Süleyman,’ dedi mahkûm Halil,
‘şehirle bozkırın kavgasına bak.’
‘- Görüyorum,
Henüz ayakta olsa da bozkır yeniliyor.’
Durdu tesviyeci mahkûm Fuat,
okşadı ince bıyıklarını kelepçenin demiriyle,
bir tezgâha bakar gibi şehre baktı:
‘- Ben beğendim Ankara şehrini kardaşlar,’ dedi,
‘aklım ermez ama yapı işine
belli ki ter dökmüş bizim işçi milleti
temiz iş çıkarmışlar.”
Nazım’ın bu şiirde anlattığı Ankara Garı, o dönem yeni yapılmış hatta yeni bitmiş bir yapı. Ondan öncesi, küçük bir ‘Direksiyon Binası’ küçük birkaç ofis o kadar.
Nazım’ın gördüğü bina; Mustafa Kemal’in isteğiyle, daha otuzunda bile olmayan mimar Şekip Sabri Akalın tarafından tasarlanan ve yapımı 1935’de başlayıp 1937’ye kadar süren binalar topluluğunun Ankara Garı diye isimlendirdiğimiz, ‘Ankara Ana İstasyonu’ binası.
Mustafa Kemal’in Ankara’ya gelişinde, bugün Meteoroloji Genel Müdürlüğü olarak kullanılan ancak 1919’larda ‘Ziraat Mektebi’nde kalışı ancak binanın, o zamanki şehirden çok uzak ve çevresinin özellikle geceleri korunamaz oluşuyla, 15 Ekim 1920’de Ankara İstasyon’undaki “Direksiyon Binası’na taşınması.
Ziraat Mektebi’nde bir çok insanla kolektif bir hayat yaşanırken Mustafa Kemal’in bu küçük binaya yalnız gelişi, gündelik yaşamı sürdürmede bir yardımcıya ihtiyaç duyuşu. Belki o dönem soyadı kullanılmadığından belki garip bir yakınlık hissettiğimizden olsa gerek, onu hep ön adıyla anmayı, “Fikriye” demeyi pek sevdiğimiz genç hanımın yardım için çağrılışı. Fikriye’nin İnebolu üzerinden Ankara’ya gelişi. Mustafa Kemal’in yazılarını yazışı, çalışmaktan uyumaya zamanı olmayan paşasının kahvelerini yapışı, o küçük ve çok hareketli binada paşasını rahat ettirecek bir düzen kuruşu. Ve belki de kısa ömrünün en güzel günlerini burada geçirişi…
O küçük istasyon binasının da kurtuluş savaşının sevk ve idaresindeki büyük rolü, Mustafa Kemal’in hem konutu olup hem de başkomutanlık karargâhı oluşu. 23 Nisan 1920 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin oluşturulması ile bu günün ‘Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’ olarak kutlanması kararının alınışı, bir çok antlaşma metninin bu küçük, taş binada tasarlanışı, hazırlanışı.
Ankara’ya bu küçük taş bina da dâhil istasyon yapılmasının, demiryolunun Ankara’dan geçmesinin de bir hikâyesi, bir geçmişi olması...
İşte Ankara İstasyonu’nun da; İzmit’e kadar gelmiş olan demiryolunun, Anadolu’ya geçişte bir durağı olan Ankara’ya bağlanması, 1892 yılında 485 kilometrelik hattın tamamlanması sürecinde oluşturulması
Ankara’nın dört tarafına koyun ya da dana ciğeri asıp en geç çürüyen çiğerin olduğu yere, bugünkü Abidinpaşa semtine, havası latif diye konağını yaptırdığı rivayet edilen o dönemin ünlü Ankara valisi Abidin Paşa’nın, trenin Ankara’ya ulaşmasını istasyonda büyük ve kalabalık bir törenle karşılaması. Açılışta demiryolu inşaatında çalışan işçiler için değil ama yabancı mimar ve mühendisler için Macaristan’dan orkestra getirilmesi…
Bağdat Demiryolu için bir anlamı olmasa da, zamanı gelince bu küçük istasyonun, bu küçük taş binanın kurtuluş savaşının komuta edilmesinde, çok sınırlı bir güzergaha sahip demiryollarının ise gerek cepheye asker, silah, erzak sevk etmekte gerek gazilerin taşınmasında yani bir bağımsızlık savaşının kotarılmasında çok önemli bir rol oynaması…
Ve 1921 yılı ortalarında Çankaya’da bir bağ evine geçinceye kadar Mustafa Kemal’in işte bu mütevazı istasyonda, Direksiyon Binasında kalması…
1926 yılında ise Gazi Paşa Çiftlik Tren İstasyonunun Ahmet Burhanettin Tamcı tarafından tasarlanmasıyla inşa edilmesi. Bu istasyonun açılış törenine de katılan Mustafa Kemal’in yurt gezilerinden Ankara’ya dönüşlerinde o istasyonda inmesi ve oradan otomobille Çankaya’ya çıkması. İlk resmi Konuk olan Afgan Kralı’nın Gazi İstasyonunda karşılanması daha doğrusu birçok konuğunu da o istasyondan karşılanması ve yolculanması…
Bugün ise müflis iş adamları gibi eski defterleri karıştıra karıştıra bir hal olunmasının özelleştirme furyası ile AOÇ gibi bir arazinin parça parça dağıtılabilmesinin, Gazi Çiftliği İstasyon Binasının 2000 yılından itibaren lokantaya kiraya verilebilmesinin bağımsızlığımız kadar önümüzdeki yıllarda doğal ve kültürel hiçbir şey bulamayacak çocuklarımızla torunlarımıza da haksızlık olması.
Yeniden konumuza dönersek; Ankara’ya yeni bir gar tasarlayan genç mimar Şekip Akalın; bugün ‘Atatürk Konutu’ (Direksiyon Binası) ve ‘Sanat Galerisi’ adlarıyla yeniden işlevlendirilip isimlendirilerek kullanılan eski istasyon binalarını da koruyarak, Gar Gazinosu ve lokantası ile birlikte bir büyük kompleksi Ankaralılara hediye etmesi.
O dönemler Ankara Palas’daki eğlenceleri resmi bulanlar için Gar Gazinosu’nun iyi bir seçenek olması.
Yahya Kemal Beyatlı’nın; Ankara’nın İstanbul’a dönüşünü bu denli sevmesine karşın millet vekilliğinden vazgeçememesi. Yataklı trenlerle gidiş gelişi. Gar Gazinosu’ndaki masası sohbetleri…
Dario Moreno’nun da, Safiye Ayla’lar, Zeki Müren’ler gibi Gar Gazinosu’nda sahne alışı ama onun daha tanınmamış zamanlarının oluşu.
Ve sıranın anılara gelmesi;
Nimet Berkok Toygar ile Kamil Toygar tarafından “Ankara Mutfak Kültürü ve Yemekleri” adıyla derlenmiş kitapta, Süleyman Kazmaz’dan Bir Gar Gazinosu anısı; tarih 1947’ler gibi
‘Gar Gazinosu’nda sık sık tekrarlanan bir yöntem vardı. Kadehlerdeki içkiler sona yaklaşınca garson gelir,
- Sıcaklara başlayalım mı? Diye sorar; ardından bizim yemekler, etler, kızartmalar ya da kebaplar gelir; musiki, dans, gösteri ve pembe yolculuk. Zaman akıp gider…
Bir akşam yemek getiren garson gülerek bana baktı ve selam verdi. Sanat Okulu’ndayken öğrencim olduğunu söyledi. Hal hatır sorduktan sonra tatlı sert konuşmaktan kendimi alamadım.
- Niçin sanata devam etmedin?
Cevap yaygın bir olayla ilgili; para meselesi; burada daha çok kazanıyor; eline 200 lira geçiyor; meslekte bu kadar kazanamazmış. 1950 öncesi için hatırı sayılır bir para. O tarihlerde benim aylığım daha azdı. Bunu bilen öğrencim uyarıda bulunmak ihtiyacı duydu:
- Hoca sakın heveslenme; garsonluk zor iştir, sen yapamazsın.
Gülüştük; o işine döndü ben de pembe yolculuğa devam ettim’
Altan Öymen’den “Bir Dönem Bir Çocuk” adlı, (1930’larda 40’larda olup bitenlerin hikayesi olan) “anılı kitap” ından, Ankara İstanbul arası bir tren anısı.
‘ Ulus’taki ahşap evdeki günlerimizden ilk anılarım arasında bir de İstanbul yolculuğu var. Bir yaz sanırım 15-20 günlüğüne İstanbul’a gidip geldik. Trenle… Hatta o sözcüğü de galiba o zaman öğrendim ‘Ekspres’ trenle…
Zaten Ankara’dan İstanbul’a trenden başka bir şeyle gidilmezdi…………..Ankara’dan İstanbul’a doğrudan doğruya yapılan otobüs seferi yoktu.
Ankara’ya temelli taşınırken de trenle gelmişiz ama onu hiç hatırlamıyorum. O yazki gidişimizi ise hiç unutmuyorum. Çünkü gözüme kurum kaçmıştı. Kolay kolay da çıkmamıştı.
…………….
Ankara’dan İstanbul’a, İstanbul’dan Ankara’ya giden ekspres tren akşamları kalkardı. Adı “ekspres”ti ama, acele etmeden giderdi. Birçok istasyona uğrardı. Gece yarısı Eskişehir’de 15-20 dakika dururdu. Trenden inilir, simit yenir salep içilirdi.
Sabahın çok erken bir saatinde İzmit’e varılırdı. İzmit’ten sonra deniz görülürdü. İstanbul’a yaklaştıkça lokomotiften çıkan düdük sesleri, hedefe varmanın “zafer”ini ilan eder gibi sıklaşır ve tizleşirdi… Tren hattının kenarındaki apartmanlardan, düdük seslerini işitip balkonlarına çıkanlar olurdu. Bazıları sabah kıyafetleriyle… Trenden onlara onlardan trene el sallayanlar olurdu’
Yazarının daha çok, kız kardeşleri olan Rezzan Kellecioğlu- Bilgü Taşlıca’nın anılarını derleyerek onlara da kalem olan Prof. Dr. Siber Göksel olduğunu sandığım ‘Üç Kızkardeşin Eski Ankara Anıları SANDVİÇ NESİL’ adlı kitapta da bu ekspres trenlere özel vurgu yapılması
‘Ankara Ekspresi üzerinde mutlaka durmak gerekir. Kendi başımıza yolculuk yapacak hale geldiğimizde ve sonraları yıllarca hep ‘Yataklı Ankara Ekspresi’ ile seyahat ettik. O zamanın treni ‘Vagon lee cook’ çok güzeldi. Kompartımanlar maun rengi kaplamaydı, bir tarafta manzara tablosu bir tarafta ayna yerleştirilmişti. Bazen iki kompartıman arasında kapı olur, kalabalık aileler için o kapı istendiğinde açılırdı. Perdeler şık, bordo renkli kadifeydi. Kompartımanda iki yatak açılır, en üstteki üçüncü yatağın açılabilmesi de mümkündü. Kanepenin üzerine değil yatağa yatılırdı. O zamanlar yastıklar mutlaka kuştüyüydü. ….Sık yolculuk yapanlara meyve tabağı ikram edilirdi. O zamanlar kompartımanda buzdolabı yoktu. Tren çok rahattı ama hep rötarlıydı. ‘
Ankara Ekspresi dönemin insanlarında çok etkili olmalı ki, 1970’te Mahmut Esat Bozkurt’un bir eserinden aynı isimde bir film çekilmesi. Başrollerinde Ediz Hun, Filiz Akın ve Kadir İnanır’ın oynadığı bir casusluk filmi olması. Filmin 1971’de Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde en iyi film ödülünü alması. Filiz Akın en iyi kadın oyuncu ödülünü alması
Anılara devam edersek;
Adalet Ağaoğlu’nun –Denemeler, Değiniler, Söyleşiler- i içeren “Karşılaşmalar” adlı kitabından da bir, ‘Tren Yazısı’
‘Uzun zamandır Ankara’ya trenle gitmemiştim. Bu sefer, ansızın çok özlediğim bozkırdoğası içinden, kışın soluk akşamüstü ışığında geçmek, bu arada TCDD ‘nin Fatih Ekspres’ini de denemek üzere, gündüz trenini seçtim.’
Yazarın romanlarından kahramanlarının Kısmet ve Kardelen ile karşılaşma ve bugün nerede ve ne yapıyor oldukları üzerine düşünmesi ile tren yolculuğu devam etmesi…
‘Fatih Ekspresi’nde hizmet verenlerden biri, bildiğimiz yer süpürgesiyle vagonun bol toz içmiş lacivert taban halısını sakin sakin süpürüp duruyor. Havada uçuşan toz bulutundan yolcuların, kucaklarındaki yavruların büyük oranda pay aldıkları gözle de görülebiliyor. Beride iki hanım yolcu, ayakta durmuş, oturmakta olan başka iki hanım yolcuyla yüksek sesli bir sabah sohbetindeler. Sağda, solda, geride üç ayrı makamdan çocuk çığlıkları… Bebeklerin bir derdi olmalı, ama kimse ilgilenmediğine göre, herhalde yok; ben yanılıyorum.
Vagonumuzda bol kirli hava, bol gürültü vardı. TCDD’deki gizli işsizimiz, elde süpürge-faraş, yeri yeniden süpürmeye başlamıştı. Kimsenin, hiçbir şeye ses çıkarma özgürlüğü apaçık. Ben de, birkaç başka kişi gibi, bize kalan özgürlüğü kullandım; kendimi yemekli vagona attım. Orada, roman kişileri yerine gerçek hayattaki dostlarımla karşılaştım. Aradan geçen zamanın o kadar sarsıcılığına karşın, dostlarım neşeli sorgulayışlarından bir şey kaybetmemişlerdi. Belki asıl Kardelen onlardı.’
Ankara’da 1940’ların Hacettepe’sini ve civarını, yürekten gelen sesini satırlarında işiterek okuduğum, A. Erkan Fişenk’in ‘Bir Sokağın Hikâyeleri’ adlı kitabında, Hamamönü’den
Tandoğan’a demiryolundan yaya gitmenin nasıl bir şey olduğunu anlatması…
‘Bahçede babamın pantolonunu ütüleyen annem;
- Koş,dedi. Hemen ağabeyini çağır. Çabuk buraya gelsin. Bir iki dakika sonra ağabeyimle birlikte annemin yanında idik. Annem babamın pantolonunu ütülerken, pantolonun ceplerini boşaltmış bu sırada yere düşen bir yığın renkli kupon dikkatini çekmişti. Bunların ne olduğunu en iyi ağabeyim bilirdi.
- Bunlar Fişek fabrikasının Tandoğan’daki Tüketim Kooperatifinin fişleri dedi ağabeyim. Kocaman bir bakkal düşün anne. Orada para değil bu fişler geçiyor.
……………………………..
…………………………………
…………………………..
Ertesi gün evde bulabildiğimiz ne kadar tencere, file ve torba varsa yanımıza aldık. Hiç paramız olmadığı için Tandoğan’a demir yolundan yürüyerek gidecek ve yine demir yolundan yürüyerek dönecektik. En kestirme yol bu idi.
………………………
……………………..
Fişlerin hepsini kullandık. Taşıyabileceğimizin iki katı pirinç, un, şeker, makarna, yağ ve peynir almıştık. Çok güçlü olan ağabeyim bütün torba ve fileleri boynuna ve sırtına bağladı. Ellerinde peynir tenceresi ve makarnalar vardı. İçinde Vita yağı olan fileye oturtulmuş en büyük tencereyi de bana verdi. Bir saatte geldiğimiz Tandoğan’dan eve ancak iki saatte, her yüz adımda bir mola vererek döndük..’
Bir zamanlar Ankaralıların pek rağbet ettikleri Gençlik Parkı’ndaki çocuklar için tasarlanmış olan küçük trenin Eskişehir Cer Atölyesinde yapılmış olması.
Kayaş ile Sincan arasındaki banliyö treni. Bir zamanlar Sıhhiye’den binildiğinde, bu şehrin, sakinlerine doğuya yönünde Kayaş’a, batı yönünde ise Atatürk Orman Çiftliği’ne pikniğe gidebilme olanağı sunabilmesi…
Banliyö treninin iki ay önce durdurulması. Daha iyi bir hizmet için durdurulmuş olduğunun söylenmesi. Buna çok inanılmaması.
Hızlı trenlerin gelmesi. Hızlı tren seferlerinin yeterli deneme yapılmadan başlatılması sonucu kaza olması. Ve herşey gibi çabuk unutulması.
Hızlı trenlerle Eskişehir ve Konya’nın Ankara’ya kapı komşusu yapılması. Bu işin Ankaralı gezginlerin hoşuna gitmesi.
Babaları demiryolu çalışanı olan iki gencin hızlı trende tanışıp hızlı trende evlenmesi.
Hızlı trenin doğuya sefer yapabilmesi için alt yapı çalışmalarına hızla başlanması.
Hızlı trenler için yeni gar gerekecek mantığıyla Ankara Garı’nın zarar göreceği endişesi...
Ankara garı'nın uyanık bir müteşebbis tarafından otele ve lokantaya dönüşmesi endişesi...
Hatta öngörüsü...
Mimarlar Odasının mücadelesi.
Bu yazının veda zamanının, Edip Cansever’den, ‘Mendilimde Kan Sesleri’nden birkaç dize ile gelmesi;
‘Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler’
ANKARA YAZILARI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ANKARA YAZILARI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
10 Şubat 2012 Cuma
ANKARA GARI VE TRENLERİ ÜZERİNE BİR HERCAİ DERLEME
21 Kasım 2011 Pazartesi
BİR ŞEHRİ SEVMEK: ANKARA
Önce, semte adını veren Türkiye Kızılay Derneği’nin tarihi binasını yıktılar. Yerine, belki bir on yıl sonra, o güzelim meydanı küçültecek, acayip bir bina kondurmaya başladılar. İnsan inanmak istemiyor ama iş merkezi olarak kullanılacak olan bu yeni heyulanın, derneğe daha çok gelir getirmesi hesaplanarak, bir gecede boşaltılmış bina. Tarihi bina olarak korunma altına alınmasın diye…
Bu binanın yıkımından bir süre sonra, bir çok semti sakin sakin dolaşarak, tekrar yolcu alacağı Yıldırım Beyazıt Meydanına dönen, troleybüsler kalktı. E tabi, büyük kent, hız gerek.
Kavaklıdere’nin üzüm bağlarını söküp yerine iş merkezi inşa ettiler.
Yenimahalle’nin, Gaziosmanpaşa’nın iki katlı evleri, apartmanlar için yıkıldı tek tek.
Sonra, Güven Park’ın ağaçlarını naklettiler. O ağaçlar, sürgün olmuş memurlar gibi götürüldükleri yerde unutuldular. Metro için nakledildi bu ağaçlar. Bir park, bu nedenle tarumar oldu.
Sonra Ankara Üniversitesi’nin Cebeci’deki Hukuk Fakültesi’nin bahçesini, demir parmaklıklarla çevirdiler. Büyük olasılıkla gerekçe güvenlikti. Yazları; örgüsünü, gazetesini alıp, caddeden geçenleri seyrederek vakit geçiren ev kadınları ve yaşlılar için bir park olan, o güzelim bahçe onlara yasaklandı.
Sonra Tandoğan Meydanı’ndaki o güzelim heykeli kaldırdılar. Barışı, bereketi, ilkbaharı çağrıştıran bir heykeldi Ankaralılar için. Kaldırma gerekçesi, yine metro istasyonuydu. İstasyon yapıldı. Meydan, meydanlıktan çıktı. Bir de o heykelin sığabileceği büyüklükte bir alana, onu değil de kocaman bir sütlükle kocaman bir fincanı, heykel niyetine koydular.
Sonra, üst geçitler sardı her yanı. Meşrutiyet Caddesine, her sokağın başına bir üst geçit yaptılar. Çünkü,toplu taşım araçlarından olan otobüsler artık Atatürk Bulvar’ından değil, bu caddeden geçirilmeye başlanmıştı. Bahane yine trafiğin rahatlamasıydı. Yayalar, müteahhitlerinin, Ankaralı olmadığı umdukları bu üst geçitlerden geçmeyi kabullenmedi bir türlü. Can pahasına yoldan geçer oldular. Üst geçitler de, her gün tüm çirkinlikleriyle kendilerini anımsattılar.
Sonrasında, canım Atatürk Bulvarı’nı boydan boya, dökme demirden kalın zincirlerle ortasından kestiler. Yayalar üst geçitten geçmeliydi. Trafik akmalıydı, akmalıydı, akmalıydı.
Aynı binanın farklı cephelerinde yer alıp, binayı sevmeye neden olan Akün Sineması da Çağdaş Sahne gibi sessiz sitemsiz değişti. Ardından Cinnah Caddesi deşildi. Kuğulu’nun çevresi, E5 modeliyle düzenlendi. Asfalttan bir merkeze dönüştü Yenişehir. Kolejden, Sıhhiye’den Bakanlığa, Kavaklı’ya o güzelim caddeler; üst geçit, alt geçit, köprü gibi yapılarla demir ve betonla sıvandı.
Kitapçıların çoğu kapanırken fark edilmedi bile. Ne zaman ki, yerine ucuz, döküntü, işe yaramaz giyim ve elektronik mallar satan dükkanlar bir de çığırtkanlarıyla açıldı, o zaman anlaşıldı ki köşede bir kitapçı vardı.
Eski, tanınmış, iyi lokantalar vardı. Ve buralarda yılların alışkanlığıyla buluşan, görüşen gruplar. Lokantalar kapandı ya da taşındı, gruplar dağıldı. Ama bir tarz da geçip gitti. Görgülü, hayatı bilen, biraz çelebi insanların ayakları kesildi yavaş yavaş. Bu tarz; bu şehir için bu ülke için hatta hayat için elzemdi. Görgüsünü kaybetti şehrin merkezi.
Bir ara; Kızılay’da, tam ortada, yaya geçidinden geçmemiz engellendi. Konan bariyerlerle yayaların, yaya geçidinden geçmesi metazori önlendi. Gerekçe yine trafik ve trafiğin rahat akabilmesiydi. Burada üstgeçit de yapamadılar. O zaman alt geçit. Metro ve Ankaray’ın ana istasyonundan geçilecek. Vatandaşlar tepki gösterince, meşruiyet arayışına gidildi. Bu konuda seçim sandıkları bile kuruldu. Otobüslerle insanlar taşındı. Şimdi, çoğu insan inanmaz ya da anımsamaz ama parmaklara seçim boyası bile sürülmüştü.
Bir şehir trafik akışına göre düzenlenemez ki.
Dünyanın bir çok yerinde, seçilmiş veya atanmış kamu görevlilerinin, sorumluluk alanlarındaki işleri yaparken; yaşlı, engelli, çocuk, hasta, hamile vb. gibi özel ihtiyaç grupları ile sanat, kültür gibi alanlarda, yaşama anlam ve değer katan etkinlik gruplarını gözettiği varsayılmak durumundadır. Yani bu makamlar hizmet üretirken, özellikle bu grupların haklarını, olanaklarını öncelemek ve savunmak zorundadırlar. Bu sorumluluklarını başkalarına devredemezler. Yani bu konularda bir seçime veya ankete gidilemez. Halk böyle istiyor denemez.
O günlerde Ankaralıların mecbur edildiği, Kızılay’da metro istasyonuna inerek karşıdan karşıya geçme yöntemi; metroyu kullanamayan yaşlılar, uzak semtlerden, belki ayda bir merkeze inenler, hastalar, özellikle engelliler ve engelli aileleri için bir kabusa dönüştü. Ankaralıların hepsinin; sağlıklı, orta yaşlı veya genç, yönünü hemen bulabilen, metroya alışkın, yer altından geçmeye korkmayan, panik yapmayan, panik atak olmayan insanlar olduğuna ilişkin bir araştırma mı vardı ellerinde?
Bir şehir,tüm insanlarına, her köşesiyle kucak açtığı zaman sevilir, benimsenir,güzelleşir. Ona yabancılaştırılarak değil. Toplu taşım da önemli, trafik de, güvenlik de, hız da. Ama bir o kadar estetik , yayaların korunması ve arabalılar kadar, rahatlarının düşünülmesi, tarihi dokunun insan ruhunda yarattığı sükunet ve tabi ki özel ihtiyaç grupları.
Göz göre göre yıkıldı Yeni Sahne’miz
Bir gün torunlarımız bize soracak; Başta hizmet vermekle yükümlü olanların bilmesi gereken, insan hakları, yaya hakları, kentli yurttaş hakları neden bilinmedi ve uygulanmadı.
On dokuzuncu yüzyılda değil ikinci bin yılın başı gibi bir tarihte, bir şehrin merkezi insanı, sanatı, sanatçıyı, yayayı, çocukları, ev hayvanlarını böylesine dışlayabilir mi? Diye soracaklar.
Dudak uçuklatacak sayıda dershanenin, şehrin bu bölümünde yer almasının eğitime nasıl bir kalite ya da aile bütçesine ne kadar bir ağırlık getirdiğini de soracaklar belki ama, en çok konuyla ilgisi açısından trafiğin akışına nasıl bir kolaylık ya da zorluk kattığını merak edecekler.
Ben de şimdiden kendimize soruyorum.
Bir şehir meydanlarını; arabalara ve iş merkezlerine göre düzenleyebilir mi? En güzel en anlamlı alanlarını asfalta ve şekilsiz büyük binalara gark edebilir mi? İnsanı ötekileştirip trafik akışını gözetebilir mi?
Arabası olmayanları, arabasını kent merkezine sokmayacak kadar duyarlı olanları, otobüse binenleri böyle bunaltabilir mi?
Aksine.
Bir şehrin kalbi; üç tekerlekli bisikletleri, balonları, oyuncak bebekleri ve aileleri ile çocukları, beyaz bastonları, tekerlekli sandalyeleri, protezleri ile engellileri, bastonları ve anıları ile yaşlıları, kitapları, müzik çalarları, gitarları, şarkıları ve arkadaşlarıyla gençleri, özgürlük ve güvenlikleriyle kadınları, herhangi özel bir organizasyona gerek duymadan meydanlarında ve parklarında toplayabildiği zaman mutlu mutlu atar.
Yoksa bir şehir ne işe yarar?
Bu binanın yıkımından bir süre sonra, bir çok semti sakin sakin dolaşarak, tekrar yolcu alacağı Yıldırım Beyazıt Meydanına dönen, troleybüsler kalktı. E tabi, büyük kent, hız gerek.
Kavaklıdere’nin üzüm bağlarını söküp yerine iş merkezi inşa ettiler.
Yenimahalle’nin, Gaziosmanpaşa’nın iki katlı evleri, apartmanlar için yıkıldı tek tek.
Sonra, Güven Park’ın ağaçlarını naklettiler. O ağaçlar, sürgün olmuş memurlar gibi götürüldükleri yerde unutuldular. Metro için nakledildi bu ağaçlar. Bir park, bu nedenle tarumar oldu.
Sonra Ankara Üniversitesi’nin Cebeci’deki Hukuk Fakültesi’nin bahçesini, demir parmaklıklarla çevirdiler. Büyük olasılıkla gerekçe güvenlikti. Yazları; örgüsünü, gazetesini alıp, caddeden geçenleri seyrederek vakit geçiren ev kadınları ve yaşlılar için bir park olan, o güzelim bahçe onlara yasaklandı.
Sonra Tandoğan Meydanı’ndaki o güzelim heykeli kaldırdılar. Barışı, bereketi, ilkbaharı çağrıştıran bir heykeldi Ankaralılar için. Kaldırma gerekçesi, yine metro istasyonuydu. İstasyon yapıldı. Meydan, meydanlıktan çıktı. Bir de o heykelin sığabileceği büyüklükte bir alana, onu değil de kocaman bir sütlükle kocaman bir fincanı, heykel niyetine koydular.
Sonra, üst geçitler sardı her yanı. Meşrutiyet Caddesine, her sokağın başına bir üst geçit yaptılar. Çünkü,toplu taşım araçlarından olan otobüsler artık Atatürk Bulvar’ından değil, bu caddeden geçirilmeye başlanmıştı. Bahane yine trafiğin rahatlamasıydı. Yayalar, müteahhitlerinin, Ankaralı olmadığı umdukları bu üst geçitlerden geçmeyi kabullenmedi bir türlü. Can pahasına yoldan geçer oldular. Üst geçitler de, her gün tüm çirkinlikleriyle kendilerini anımsattılar.
Sonrasında, canım Atatürk Bulvarı’nı boydan boya, dökme demirden kalın zincirlerle ortasından kestiler. Yayalar üst geçitten geçmeliydi. Trafik akmalıydı, akmalıydı, akmalıydı.
Aynı binanın farklı cephelerinde yer alıp, binayı sevmeye neden olan Akün Sineması da Çağdaş Sahne gibi sessiz sitemsiz değişti. Ardından Cinnah Caddesi deşildi. Kuğulu’nun çevresi, E5 modeliyle düzenlendi. Asfalttan bir merkeze dönüştü Yenişehir. Kolejden, Sıhhiye’den Bakanlığa, Kavaklı’ya o güzelim caddeler; üst geçit, alt geçit, köprü gibi yapılarla demir ve betonla sıvandı.
Kitapçıların çoğu kapanırken fark edilmedi bile. Ne zaman ki, yerine ucuz, döküntü, işe yaramaz giyim ve elektronik mallar satan dükkanlar bir de çığırtkanlarıyla açıldı, o zaman anlaşıldı ki köşede bir kitapçı vardı.
Eski, tanınmış, iyi lokantalar vardı. Ve buralarda yılların alışkanlığıyla buluşan, görüşen gruplar. Lokantalar kapandı ya da taşındı, gruplar dağıldı. Ama bir tarz da geçip gitti. Görgülü, hayatı bilen, biraz çelebi insanların ayakları kesildi yavaş yavaş. Bu tarz; bu şehir için bu ülke için hatta hayat için elzemdi. Görgüsünü kaybetti şehrin merkezi.
Bir ara; Kızılay’da, tam ortada, yaya geçidinden geçmemiz engellendi. Konan bariyerlerle yayaların, yaya geçidinden geçmesi metazori önlendi. Gerekçe yine trafik ve trafiğin rahat akabilmesiydi. Burada üstgeçit de yapamadılar. O zaman alt geçit. Metro ve Ankaray’ın ana istasyonundan geçilecek. Vatandaşlar tepki gösterince, meşruiyet arayışına gidildi. Bu konuda seçim sandıkları bile kuruldu. Otobüslerle insanlar taşındı. Şimdi, çoğu insan inanmaz ya da anımsamaz ama parmaklara seçim boyası bile sürülmüştü.
Bir şehir trafik akışına göre düzenlenemez ki.
Dünyanın bir çok yerinde, seçilmiş veya atanmış kamu görevlilerinin, sorumluluk alanlarındaki işleri yaparken; yaşlı, engelli, çocuk, hasta, hamile vb. gibi özel ihtiyaç grupları ile sanat, kültür gibi alanlarda, yaşama anlam ve değer katan etkinlik gruplarını gözettiği varsayılmak durumundadır. Yani bu makamlar hizmet üretirken, özellikle bu grupların haklarını, olanaklarını öncelemek ve savunmak zorundadırlar. Bu sorumluluklarını başkalarına devredemezler. Yani bu konularda bir seçime veya ankete gidilemez. Halk böyle istiyor denemez.
O günlerde Ankaralıların mecbur edildiği, Kızılay’da metro istasyonuna inerek karşıdan karşıya geçme yöntemi; metroyu kullanamayan yaşlılar, uzak semtlerden, belki ayda bir merkeze inenler, hastalar, özellikle engelliler ve engelli aileleri için bir kabusa dönüştü. Ankaralıların hepsinin; sağlıklı, orta yaşlı veya genç, yönünü hemen bulabilen, metroya alışkın, yer altından geçmeye korkmayan, panik yapmayan, panik atak olmayan insanlar olduğuna ilişkin bir araştırma mı vardı ellerinde?
Bir şehir,tüm insanlarına, her köşesiyle kucak açtığı zaman sevilir, benimsenir,güzelleşir. Ona yabancılaştırılarak değil. Toplu taşım da önemli, trafik de, güvenlik de, hız da. Ama bir o kadar estetik , yayaların korunması ve arabalılar kadar, rahatlarının düşünülmesi, tarihi dokunun insan ruhunda yarattığı sükunet ve tabi ki özel ihtiyaç grupları.
Göz göre göre yıkıldı Yeni Sahne’miz
Bir gün torunlarımız bize soracak; Başta hizmet vermekle yükümlü olanların bilmesi gereken, insan hakları, yaya hakları, kentli yurttaş hakları neden bilinmedi ve uygulanmadı.
On dokuzuncu yüzyılda değil ikinci bin yılın başı gibi bir tarihte, bir şehrin merkezi insanı, sanatı, sanatçıyı, yayayı, çocukları, ev hayvanlarını böylesine dışlayabilir mi? Diye soracaklar.
Dudak uçuklatacak sayıda dershanenin, şehrin bu bölümünde yer almasının eğitime nasıl bir kalite ya da aile bütçesine ne kadar bir ağırlık getirdiğini de soracaklar belki ama, en çok konuyla ilgisi açısından trafiğin akışına nasıl bir kolaylık ya da zorluk kattığını merak edecekler.
Ben de şimdiden kendimize soruyorum.
Bir şehir meydanlarını; arabalara ve iş merkezlerine göre düzenleyebilir mi? En güzel en anlamlı alanlarını asfalta ve şekilsiz büyük binalara gark edebilir mi? İnsanı ötekileştirip trafik akışını gözetebilir mi?
Arabası olmayanları, arabasını kent merkezine sokmayacak kadar duyarlı olanları, otobüse binenleri böyle bunaltabilir mi?
Aksine.
Bir şehrin kalbi; üç tekerlekli bisikletleri, balonları, oyuncak bebekleri ve aileleri ile çocukları, beyaz bastonları, tekerlekli sandalyeleri, protezleri ile engellileri, bastonları ve anıları ile yaşlıları, kitapları, müzik çalarları, gitarları, şarkıları ve arkadaşlarıyla gençleri, özgürlük ve güvenlikleriyle kadınları, herhangi özel bir organizasyona gerek duymadan meydanlarında ve parklarında toplayabildiği zaman mutlu mutlu atar.
Yoksa bir şehir ne işe yarar?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)