Vedat Türkali etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Vedat Türkali etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Eylül 2014 Pazartesi

BENZERLİKLER ve ORTAK NOKTALAR


Bir Kalp Ağrısına Uzaktan Bakmak 3

BENZERLİKLER, ORTAK NOKTALAR;

“Mavi patiskaları yırtan gemilerinle”
Vedat Türkali

1. Üç romanın batıdaki kahramanlarının hepsi İstanbul’da oturuyor.
Yelda, Selim, Ömer Eren, Elif Eren, Nevra Tuna,


Peki bölge kahramanları hangi şehirde oturuyor?
Bilinmiyor……….
Köylerin adı söyleniyor ama kasaba ve şehirlerin adı telaffuz edilmiyor.
Zeliha Tuna, Zelal, Mahmut, Jiyan, Rojda, Zerrin, Heja, Mor Saçlı kadın. İsimsiz şehirlerde, isimsiz kasabalarda yaşayan insanlar sanki.


2. Batılı kahramanların çoğu yurt dışında eğitim almış.


Yelda, Amerika iktisat, Selim, İngiltere Oxford tarih, Nevra, Amerika iktisat,


3. İstanbul’lu kahraman ve karakterlerin neredeyse hepsi, yurt dışında, batı ülkelerinde uzun sürelerde ikamet etmiş ya da etmekte;


Ömer Eren, Elif Eren, Danimarka’da yaşamış. Oğulları Deniz, Norveç’de yaşıyor. Yelda, Amerika’da öğrenci ve hoca olarak yaşamış. Sevgilisi Selim, Peru, Moğolistan, Bolivya, Gine, İngiltere, babasının görevi ve eğitim nedeniyle yaşamış ve bulunmuş. Selim’in ayrıldığı karısı Fahrünisa İngiltere’de okumuş. Nevra eğitim nedeniyle Amerika’da bulunmuş. Nevra’nın ayrıldığı kocası Murat ve oğlu Cengiz Hollanda’da yaşıyor. Nevra’nın kardeşi Orhan Amerika’da yaşıyor.

4. Batılı kahramanlar çok başarılı, çok zengin, çok yetkin;

Selim; Diplomat çocuğu, öğretim görevlisi, uluslararası dergilerde makaleleri yayımlanıyor.
Yelda; İstanbul’da Bizanslılardan daha çok bina yapmış müteahhit bir babanın çocuğu, iktisatçı, Amerika’da üniversitede hocalık yapmış bir genç kadın.
Nevra; Kaymakam çocuğu, gazeteci. Köşesi var.
Ömer Eren; Satış rekorları kıran kitapların yazarı.
Elif Eren; Profesör. Nobel alamasa da Avrupa yılın bilim kadını ödülü almayı bekliyor. Uluslararsı konferanslarda ilgiyle izleniyor.


5. Batılıların hepsi; zekâ, mesleki ve akademik başarı, kariyer ve hatta Nobel konusunda iddialı. Takıntılı bile denebilirler.

a. Yelda ve Selim’de; ZEKÂ

”Yelda ve Selim’in ilişkisinde; “…zekâ, sürekli biçim değiştiren mitolojik bir yaratık gibidir.” (sf. 13)
“Birbirlerini zekâlarıyla yaralayıp zekâlarıyla iyileştirirler” (sf. 13)
“Kendi zekâlarına olan hayranlıkları diğer insanlara karşı duyulan gizli bir küçümsemeyi besliyordu” (sf. 13)
“Beni insan zekâsından nefret ettirdin” -der Yelda- (sf. 13)
Gülmüştü Selim; “ zekâsının kabul edilişindeki güçlü ton, ….” (sf. 13)
Selim; “…zekâsı bu konuda bütün sorgulayıcılığından vazgeçer, defalarca yalan söylediğini gördüğü Yelda’nın…” (sf. 14)
“…o alaycı, güçlü ve zeki adamın yalanlarla örülmüş kabukları kaldırıldığında ” (sf. 15)
Yelda, “Zekâsından umulmayan bir saflıkla gerçekten de bir masal istiyordu“(sf. 15)
Yelda “Daha doğuştan kendisine bağışlanmış bütün olumlu ayrıcalıkları, güzelliği, zekası, çalışkanlığı,….” (sf. 21)
“Birbirinin zekâsına hayran kalıp her seferinde aşık olmak için doğru seçtiklerine daha bir inanırlardı” (sf. 51)
“Bunu sadece kendi zekâlarına değil birbirlerinin zekâlarına da bir borç olarak görürlerdi” 51
“ …zekâ oyunları yapıp, dürüstlükten sapmaları aslında bütün zekâlarına ‘başkalarından farklı’ olduklarına dair’ besledikleri inanca rağmen…” sf. 51
“Aralarına çektikleri setin daha incelikli, daha zekice nedenleri olmasını istiyorlardı.” (sf. 51)
“Kadınlar arasında zekâlarına güzelliklerine bilgilerine sosyal sınıflarına servetlerine yeteneklerine göre bir ayrım yapmadığı belliydi “ –Yelda Taner için tanımlıyor- (sf. 103)
Yelda, “Yolunu zekâsının ve kendine güvenin açtığı.. “ (sf 108)
“zekâsı kendi zekâsına yakın bir erkekle karşılaştığını ‘ düşünmüştü.” (sf. 111)
“..ve sonunda onlardan daha güçlü olduğu bir yeri zekâyı keşfetmişti..” (sf. 111)
“O günden sonra zekâ onun için erkekleri terbiye ettiği bir kırbaç haline gelmiş….kendisine ve zekâsına hayran kalmıştı.” (sf. 111)
“…her seferinde biraz daha zeki bir erkek arayıp her seferinde kendi üstünlüğünün kabulünü sağlamıştı” (sf. 111)
“sadece bedenleriyle değil bütün ruhları, zekâları ve ihtiraslarıyla katıldıkları sevişmelerden sonra…” (sf. 113)
“Selim’in zekâsının üstünlüğünü hiç korkmadan hiç çekinmeden…” (sf. 113)
“onun kim olduğunu, zekâsını, kadınlığını bilen biriyle konuşmalıydı” (sf. 148)
“…ne ruhu, ne zekâsı, ne bilgileri ne şakaları adamı etkilemiyordu” – Yelda Taner için kullanıyor- (sf. 193)
“…ama Taner beğenmediği, sevmediği hatta kızdığı, zekâsını küçümsediği kaba bulduğu biriydi…” (sf. 220)
“Yelda geri gelirse gelen kadın nasıl biri olacaktı, o zeki gururlu, hiç kimsenin karşısında eğilmeyen….” –Selim düşünüyor- (sf. 222)


b- Nevra Tuna’da; MESLEKİ BAŞARI

“Her kılığa girmeye her bedeli ödemeye hazırdım, yeter ki o beni içeri sokabilsin ve ben bu röportajı kotarayım” (sf. 8)
“…bu röportajın sonunda Türkiye genelinde ben de önemli bir gazeteci olarak tanınırım artık” (sf. 9)
“Bu görüşmeyi gerçekleştiremeyecek olursam işimi kaybedebilirim.” (sf. 13)
“Gazetenin beşinci sayfasındaki röportaj köşemi podyumlardan inerek televizyon ekranlarından fırlayarak medya dünyasına fırtına gibi giren uzun saçlı uzun bacaklı genç kadınlara kaptırmamak için son şansım bu “ (sf. 13)
“Ne büyük bir yazıktır ki ben de bir zamanlar uzun saçlı uzun bacaklı bir sarışınken gazete köşeleri, oraları yıllar önce parsellemiş usta yazarlara aitti sadece.” (sf. 13)
“…köşemi elimde tutabilmem için ağzımla kuş tutmam gerekiyor. İşte bugün ben ağzımla o kuşu tutmak için buradayım. Sırf bu nedenle, aylardan beri yırtınıp durdum bu görüşmeyi ayarlayabilmek için ”(sf. 13)
“Yerimde kalabilmek için olağanüstü bir iş çıkarmamın şart olduğunun bilincindeyim çünkü işimi kaybetmeye gücüm yok.” (sf. 13)
“Bir yıldız gibi parlayacağım. Herkes bu röportajdan söz edecek. Önümüzdeki yılın gazetecilik ödülünü büyük bir ihtimalle ben alacağım. Belki başka iş teklifinin de önünü açacak bir yazı dizisi. Kara talihimin bir yerde bir gün bir vesile ile değişmesi şart. Evime döndüğümde aynadaki mutsuz ve yorgun yüzüme bakıp ‘ Yine olmadı, bunu da başaramadın işte Nevra’ dememeliyim.” (sf. 14)
“Başaramamaktan bıkkınım çünkü. Kaybetmekten bıkkınım. Evliliğini elleriyle bozan…” (sf. 14)


c. Ömer Eren; BAŞARI-KARİYER

“İsterdim, ama cesaretim var mı? Yok olmaya değil yok sayılmaya hazır mıyım?.. on beş yılda tuğla tuğla ördüğüm kariyerimin sıfırlanmasına…“ (sf. 33)
“Geçmişi reddetmedim ben, inkâr etmedim. Ama orada da takılıp kalmadım; piyasa değeri olan yeni bir yol, yeni bir yöntem aradım. Satış rekorları kıran, mutlu bir şaşkınlık içindeki yeni baskılarını yetiştirmekte zorlandığı o ara romanı yazdım Karşı Taraf….eleştirmen olsaydım, yekten, “ruhsuz ve derinliksiz” olarak niteleyeceğim bir kitaptı.” (sf. 123)
“Aşk dozunu artırıp, biraz gerilim, biraz gizem, mistizm ekledim. Çok sattım.” (sf. 124)
“İmza günlerinde önümde uzanan çoğu kadın hayran okur kuyruğunun uzunluğunu ölçerek…müşteri memnuniyetini gözeterek” (sf. 257)


Elif Eren; NOBEL-BAŞARI

“Nobel alan ilk Türk kızı olacaksın, diye şakalaşırdı hocalar. Neden olmasın! Alayım da görün siz” (sf. 19)
“Artık Nobel hayalleri kurmayacak kadar olgunlaşmış olması yanında…” (sf. 21)
“Nobel değil, ama daha alçakgönüllü bir ödül, örneğin bir Avrupa Bilim Kadını ödülü getirebilir bunlar ” (sf. 24)
“Nobel alacak halin yok, hiç değilse” sf 67
“Senden Nobel beklemedik” (sf. 172)
“Alacağım ödüllerin hayalini kurmaktan başka ne yapıyorum ben” (sf. 173)
“Önceki gün uluslararası sempozyumun en ilginç sunumlarından birini yapan..Yılın bilim kadını ödülüne bir adım daha yaklaşan ben” (sf. 176 )
“Başarı toplumda saygınlık sağlar” (sf. 189)
“Cafcaflı bir metin sunup camiadaki yerimi sağlamlamak, hedeflediğim yerlere, unvanlara adım adım yükselmekti amacım” (sf.194)
“Keşke adada kalsaydım ya da pek önemli olmayan bu ikinci toplantıya katılmasaydım….varlığımı birkaç meslektaşa daha duyurmak için değer miydi” (sf. 269)
“Bugün elli iki yaşımı bitiriyorum. Kopenhag’dayım,. Biyokimya profesörüyüm. Yılın Avrupa Bilim Kadını ödülüne adayım. Nobel değilse bile…” (sf. 270)


6. Batılı kadın kahramanların; kadınlığı, kendi kadınlıklarını, diğer kadınları algılamalarında bir benzerlik var sanki;


a. Yelda

“Daha doğuştan kendisine bağışlanmış bütün olumlu ayrıcalıkları, güzelliği, zekâsı çalışkanlığı …………onun ruhunun derinliklerinde ancak Olimpos tanrıçalarında rastlanabilecek bir kendini beğenmişliğe dönüyor, bunu saklamasını sağlayacak bir zekâsı olmasına rağmen kendine duyduğu hayranlık gizlendiği yerde çocukluğundan beri her gün biraz daha büyüyerek bütün ruhunu sarıyor ve onun en büyük zaafını oluşturuyordu” (sf. 21)
“…erkeklerin kendisinden başka bir kadını beğenme ihtimalinden bile çılgına döner…” (sf. 21)
“…farkına varmadan adamın ayağa kalkmasını beklemişti ama adam kalkmamıştı, bir an sıkıntılı bir sessizlik olmuştu. Adam konuşmaya niyetli gözükmüyordu, bu davranış, erkeklerin kendisine her zaman ilgi göstermesine alışık olan Yelda’yı huzursuz etmişti” (sf. 23)
“Yelda daha masaya otururken o geceki rakibinin çift cepli haki gömleğinin açık düğmelerinden göğüs dekoltesi cömertçe gözüken Beatrice …” (sf. 25)
“…Dar, siyah bir tişört, dizlerinin altında biten sımsıkı bir siyah tayt, yumuşak tabanlı koşu ayakkabılarını giyindi. Aynada kendine baktı, gözlerinin altı uykusuzluktan ve yorgunluktan biraz harelenmişti ama vücudu siyah bir jaguar gibi esnek ve diri gözüküyordu. En kederli anında bile kendi vücudunu beğendiğinde ancak bir kadının gülümseyebileceği gibi gülümsedi…” (sf. 72)
“Taner hiçbir şey söylemeden arabayı hareket ettirip bir u dönüşüyle barakalara doğru sürdü. ‘Hayvan’ diye düşündü Yelda gülümseyerek, ‘terbiye edilmesi gereken sevimli bir hayvan” (sf 106)
“Selim kendisine ihanet ettiğinde bile aklına gelmeyen korkunç bir endişeyi hayatında ilk kez hissetti, ‘çekiciliğimi kayıp mı ettim, artık çekici bir kadın değil miyim?’ sorusu zihninde uğulduyordu” sf.147
“….üstelik de kendisiyle asla kıyaslanmayacak kadınlarla onu aynı sınıftan görmesi Yelda’yı şaşırtıyor…..” (sf. 192)
“…kendisinin onun için aslında ulaşılmaz bir kadın olduğunu anlatmak istiyordu..” (sf 192)
“Birlikte olduğu erkekten bir başkasıyla yatan kadınların birçoğu gibi ‘aldattığı’ erkeği küçümsüyor ..” (sf. 198)

b. Nevra Tuna;

“Ben de bir zamanlar uzun bacaklı uzun saçlı bir sarışınken…” (sf. 13)
“…doğulu bir kadın olmanın tüm ezilişlerini ve zorluklarını yaşamış olan arkadaşıma…” (sf. 63)
Nevra; Ferdi’nin kendisine nasıl kur yaptığını Zelha’ya anlatıyor, ”Beyaz şarap sevdiğimi öğrenmiş her seferinde en iyi marka buz gibi bir şarap açtırıyordu benim için. Doğum günümde kapıdan zor sığan upuzun saplı güller yollamıştı, her gülün sapına küçücük bir hediye paketi bağlamış…” (sf. 94)
“”…evimi temizlemeye gelen kadın, beni hiç ilgilendirmeyen saçma sapan rüyalarını ve kaynanasının bel ağrılarını anlatsın karşıma geçip…” (sf. 12)
“ …sen nereden bileceksin bir kadına nasıl kur yapılacağını. Aşiretlerde kadınlara kur mu yapılır.” (sf. 93)
“bizim flörtlerimiz fingirdeşmelerimiz, evlenmeden, imam nikâhı filan kıymadan birlikte yaşamalarımız ne kadar da uzaktır size” (sf. 94)
Boşandıktan sonra neden kocasının soyadını taşıdığını soran Zeliha Bora’ya “ Tuna hem kulağa hoş geliyor hem de yazılarımın sonunda, imzaya yakışıyor” (sf. 87)
Kendi kendine, “…ona kıyasla ne şanslı olduğumu fark ettiğim için, bir sızı gibi ince bir utanç duyuyorum yüreğimin derininde. Benim şikâyete hakkım yok. Ben şehir kızıyım, kuma nedir bilmeyen…” (sf. 172)
“..Minik bir elmas yüzük…Hindistan’a seyahat bileti…Armani’nin vitrininde görüp hayran olduğum ve iç çekişlerle seyrettiğim kadife ceket. Bunların üçü de büyük bir fedakârlık gerektiren armağanlar olurdu bütçemiz için…” (sf. 65)
“Ne var ki ben çalışan bir kadınım ve asla saçını süpürge eden kadınlar takımından olmadım” (sf. 66)
“..Evlenirken annesinin koluma taktığı altın bilezikle, Murat’ın parmağıma taktığı nikah yüzüğünün dışında Tuna ailesinden hiç hediye görmüş müydüm bunca yıldır? Eline bir buket çiçek alıp gelmişliği var mıydı kocamın evine?.. Bir sürpriz yapmışlığı, sevgililer gününü kutlamışlığı?..” (sf. 68)
“Erkeğine güzelliğinden başka hiçbir şey sunmayan, bakımlı, makyajlı kadınlardan olmayacaktım…” (sf. 73)
Ferdi için, “…beni kocamdan, oğlumdan, evimden, işimden, arkadaşlarımdan ettikten ve yapayalnız bıraktıktan sonra, ne hali varsa görsün…” (sf. 97)
“ Kalbimi kırma Zelo, metres dediğin erkeğin parasını yer. Metrese katlar, yatlar, kürkler, mücevherler alınır. Oysa ben onun bana kitap, CD ve çiçeğin dışında armağanlar getirmesine izin vermiyordum. Birlikte bir yolculuğa dahi çıkmadık. Kısacası metreslikten bile nasibimi almış değilim. …” (sf. 103)

c. Elif Eren;

“Orta halli, üç çocuklu, dar gelirli öğretmen ailesinin pek de güzel olmayan ortanca kızı…” (sf. 19)
Ömer karısı için düşünüyor, “Başka ilişkiler, başka kadınlar…..uzun ayrılıklar, kitap yazıyorum bahanesine sığınıp fazla ayak altında olmayan bir sahil kasabasında tek başına geçirdiği kaçamak tatiller, inzivalar….Hepsi çerezlerden, mezelerden sonra sofraya gelen ana yemeğin garnitürü gibiydi….gözünün önüne büyük bir kayık tabakta kızarmış bir hindi geliyordu. Lezzetli garnitürlerle süslenmiş, çekiciliğini ve lezzetini o garnitürlerden alan, yılbaşı sofralarının olmazsa olmazı bir hindi” ( sf. 31)
Ömer karısını düşünüyorken, “Elif’in…. bilimsel çalışmalarına ve başarılarına sığınıp kocasının uzaklığını, yokluğunu, kaçamaklarını kabullenişine…” (sf. 32)
“Aynadaki aksini beğendi: Gençliğimden beri ne kadar yorgunsam ne kadar mahzunsam o kadar iyi görünürüm”(sf. 174)
“…üzerine tam oturan, sıkmadan saran, markalı- o bilinen sıradan markalardan değil ama- pahalı blucinini giyerken, yaş ellilere varmışken-varmış da ne. Aşmışken- hâlâ ince kalmaktan, cevval ve hareketli olmaktan duyduğu memnuniyetle gülümsüyor….Deniz şişmanlamış, hantallaşmış; sağlığa da göze de zarar bir beden,belleğine takılıp kalmış dizelerdeki gibi: ‘Hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten.’ Oğlunun bedeninden utandığını bilincine çıkarınca kendine yabancılaşıyor, kendini sevmiyor. İnceyim, zarifim bakımlıyım üstelik Profesör Elif Eren’im de ne işe yarıyor bütün bunlar?” (sf. 175)
Kocasının zaman zaman kendisini aldattığını biliyor………Aslolan benim. Her gidişte döndüğü kadın benim. Hayır doğru değil bu, hiç kopmaz, ayrılmaz ki benden, dönsün.” (sf. 175)
Yıllarca direnmiş, geçici ilişkilerle aşınacağına sağlamlaşmış, perçinlenmiş bağ artık tutkulu bir aşk, bir karasevda olmasa da güvenli bir sığınak gibi geliyor Elif’e, Ömer Eren’in karısı olmak, kadını olmak” (sf 176)
Elif Norveçte gidip bulduğu oğlunun balık festivaline hazırlanmasını küçümseyip onlara görünmeden gitmek için eve döndüğünde hazırlanırken; “ dar pantolonunun bel kısmından hafifçe taşan etler canını sıkıyor. Hemen rejime başlamam gerek, belde toplanmaya başlayan yağlar bu yaşta iyiye alamet değil.” (sf. 195)
“Yıllardan beri Ömer yanında olmadan, ondan çiçek gelmeden geçirdiği ilk doğum günü olacak” (sf. 272)
Karnını poposunu toplayan, olduğundan ince görünmesini sağlayan özel kilotlu çorabını, göğüslerini daha dolgun gösteren özel kesim sutyenini aynanın karşısında çıkardı. ….aynada çıplak bedenini seyrederken…içine giydiği sutyenden parlak ipek jarse bluza kadar her şey kadınlığını sergilemek, erkeği tahrik etmek için seçilmemiş miydi…bu yaşta bile hiç de fena olmayan memelerinin başları görünsün diye. (sf. 284-285)
Kocasının doğum günü için arayıp da bulamaması karşınında; “Aramış demek ki. Aramış işte yaşasın. Telefonu uzun uzun çaldırmıştır. Belki de birkaç defa. Kimse cevap vermemiştir. Merak etmiş midir?” (sf. 286)


7. Çocuklarda ve ana babalıklardaki benzerlik.

Üç romanda da söz konusu edilen evlat; erkek çocuğu;
Heja, Deniz, Cengiz.
Heja ölüyor. Deniz kaçıyor. Cengiz babasıyla Hollanda’ya yerleşiyor.

Bir de Heva var. Anne karnında ölen Umut. Üstelik o da oğlan.
Nevra’nın annesinin karnında ölen de oğlan. Başka bir Cengiz.
Annesi parçalanıp ölen de bir oğlan, Björn
Nevra’nın bir kardeşi var o da oğlan. Orhan
Orhan da mutsuz Deniz gibi, o da kendini yurt dışına atmış durumda..
Tümceler alt alta sıralandığında ortaya çıkan sonuç bile ayrı bir inceleme istiyor.
Çocuk hayatın tazelenen, yenilenen yönüdür diye biliyorum da oğlan çocuk neyi simgeliyor onu bilmiyorum.
Bu kadar oğlan çocuğu telefi pek de iyiye alamet gelmiyor bana. Balinalar gibi, bir sınıf kendini mi bitiriyor ne?
Ya da bilmediği dağlara ve gecelere zorla yollanan gençlerin kendilerinden bile gizlemeye çabaladıkları can korkusunun uzak, çok uzak aynalara yansıması mıdır? Bilmiyorum.


Ana babalıklar ise aşağıda;

a. Yelda;

“ Onu da götüreceğim, sadece annesini düşünüyorum, oğlunu bırakmak istemezse ne yaparım, gerçi o kadını da götürürüm olmazsa diyorum ama bilmem ki gelir mi…” (sf. 190)

Yelda, on iki yaşındaki Heja’yı İstanbul’a götürmek ve ona annelik yapmak istiyor. Kuzu’yu korumak, ona sahip çıkmak istiyor. Ama Heja’nın annesine; “Heja’nın annesi” bile demiyor. Kadının adını söylemiyor. Bilmiyor. “Mor saçlı kadın” diyor. Kadını oğluyla birlikte götürmeyi planlıyor ama o kadın bunu bilmiyor ve hâlâ mor saçlı kadın o…
Mor saçlı kadın (sf. 7-73-127-295-298-301)

b. Nevra Tuna;

“…oğlumun beni pek de ilgilendirmeyen okul haberlerine…” (sf. 72)
“İlki bitirirken o korkunç sınavlara sokmak istemedik oğlumuzu, dil öğrensin ve iyi eğitim görsün diye… yani sırf onun iyiliği için… zaten ben de çalışıyordum, yeterince zaman ayıramıyordum Cengiz’e…” (sf. 85)
“Ayrıldığımızda on yaşındaydı. Yakında on beşine basacak. Koca oğlan oldu artık. Anneden çok babaya ihtiyaç duyacağı yaşa geldi…” (sf. 87)
“… Burada olsaydı okuldan eve döndüğünde bomboş bir ev bulacaktı, okula gidip gelmesi İstanbul trafiğinde saatler sürecekti. Oysa orada okuldan çıkınca spor kulübüne gidiyor, tenisini oynuyor, yüzüyor, akranlarıyla bir arada oluyor. Babası eve dönerken uğrayıp oğlunu alıyormuş kulüpten. Eve birlikte dönüyorlarmış. Hiç yalnızlık çekmiyor böylece, trafik derdi yok, anarşi korkusu yok. Küçücük medeni bir şehir Amsterdam” (sf. 87)
“Ben hiç öğretmedim Cengiz’e böyle oyunlar. Masallarını bile babası okurdu uyumadan önce. Sadece kendisiyle dolu, kendine dönük, kendi dünyasıyla haşır neşir bir annenin elinde büyümüş benim zavallı çocuğum. Oğlumu, kendi çocukluğumun oyunları, renkleri ve anılarıyla tanıştırmaya üşenmişim. Ne kadar pişmanım şimdi…” (sf. 104)

c. Ömer Eren,

“Ama ben sana hep Oğul dedim, kediye de kedi dediğim gibi” (sf. 41)
“Oğlunun erkenden yağ bağlamış, hantallaşmış bedenine “ (sf. 42)
“Oğlum bilim adamı olacak” (sf 62)
“En iyiyi yapmak için her şeyin var. Her imkân tanındı sana. …hiçbir halt olamadığına göre, git bari insanlığın acısının fotoğrafını çek. Irak’ta bir savaş muhabirliği işi ayarladım senin için.” (sf. 62)
“Kendini canlı canlı gömdüğün o adada o köylü kızıyla” (sf. 62)
“Bisiklete binmeyi bile zor öğrenmiştin çocukluğunda. IQ’nun deha sınırında olduğunu söyleyen o salak psikolog gelip de görsün dehayı…” (sf. 62)
“Anladık Nobel alacak halin yok, hiç değilse şu dünyanın acılarına fotoğraf makinenle tanıklık et bari …bu kadar acımasız değildi ama benzer bir cümle…gözden çıkarıldığının bir ifadesi.” (sf .67)

Elif Eren;

“Çocuk küçüktü. Neyse ki rahat, uyumlu bir çocuk yoksa işimiz vardı” (sf..25)
“Surat asma, karnen kötü demedim. Ama biyolojin, kimyan daha iyi olabilirdi. Fiziğin de mesela 9 yerine 10 olabilirdi, biraz daha dikkat etseydin sınav sonuçlarına” (sf. 61)
“Bu benim oğlum mu? Bu sakalı bir karış uzamış, hantallaşmış, yaşlanmış, balıkçı kılıklı, Norveç köylüsü benim oğlum mu?. Uzun sürmüş bir kâbus bu” (sf. 85)
“Sesindeki belirgin küçümsemeyi ….” (sf.170)
“…bu şişman bu hantal beden…” (sf. 171)
“Oğlunu taşımaya hazır mı? Başarısız beceriksiz yenik oğlunu; bu saçı sakalı karışmış, özensiz, pırıltısız, şişko adamı” (sf. 171)
“Seni ezdiğimizi, hava attığımızı falan hiç hatırlamıyorum” (sf. 172)
“Senden Nobel beklemedik” (sf. 172)
“Deniz şişmanlamış hantallaşmış; sağlığa göze zarar bir beden” sf. 175
Bu aptal ada, ölüp giden o aptal kızcağız, dünyadan habersiz köylüler, budala oğlumun, önüne serilen fırsatları elinin tersiyle itip kendini bu mezara diri diri gömmesi” -Iraktaki savaştan kaçıp hayatının aşkını bulan oğlu Deniz için düşünüyor bunlrı- (sf. 192)

Deniz Eren;

“küçümsediğiniz yok saydığınız, bana değil kendinize yakıştıramadığınız Kuzeyli küçük aptal köylü kızıydı.” (sf. 44)
“Hiç sormadınız ki bilesin nasıl yaşadığımla değil hangi başarıya imza attığımla ilgiliydiniz.” (sf. 45)
“…savaşın ortasına göndermiştin ya beni, savaş muhabirliği yapayım diye, o çöllerde, savaş alanlarında çok kan vardı… ”Yaptığım işten nefret ediyordum” –babasına söylüyor- (sf. 42-43)
“Annem, çok hoşlanmadığı, küçümsediği, huzursuzluk duyduğu kimselerin adının sonuna ‘ciğim’ ekler. Onun dilinde sevgisizliği maskeleyen, araya mesafe koyan hain bir ektir ‘ciğim’. Ben de ‘ciğim’ oldum demek!.” (sf. 59)
“Ulla beni sevdi sadece o sevdi.” (sf. 62)
Ama oğlunu savaş muhabirliğine yollarken, kaçıp geldiğimde dudağını küçümseyerek büküp, ‘Bu iş de mi olmadı’ derken “ (sf. 63)
“Hep eleştiren hep daha iyisini isteyen hep başarı bekleyen annesi” (sf. 67)
“Başaramamış yükselememiş bir evlat yerine ölü bir evlada razılardı.” (sf. 68)
“Evdekileri memnun etmek, onların gözüne girmek için çok çalışıp, çok ezberleyip alınan yüksek notların, taktir değil de teşekkür aldığı için burun bükülmesinin ….önce anlamına varamamış sonra haksız ve acımasız bulmuş..” (sf. 68)
“Bunu gerçekten istediğine emin misin anne? Ünlü yazar Ömer Eren ile yılın bilim kadını olmaya aday Profesör Elif Eren yaşam özürlü oğullarını taşımaya hazırlar mı?” (sf. 171)
“’Savaş yayılıyor, işler ciddileşiyor, oralar artık çok tehlikeli, hemen dön’ demelerini boşuna bekledi ….Ama ‘dön’ demediler, eve çağırmadılar….’Gayret Deniz! Önemli işler yapıyorsun, işte benim oğlum bu’ dedi babası. ‘Dikkatli ol pisicik, fırsat buldukça sık sık telefonla ara’ dedi annesi “( sf. 72 )
“Babam neleri kimleri harcadı kendinden neler verdi çoksatar yazar Ömer Eren olmak için” (sf. 189)

Mahmut; Ömer Eren’i Zelal’e anlatırken;

Kendisi de yaralıdır oğlu bırakıp gitmiştir adam olmamıştır “ (sf. 218 )

Sevginin mantığı olmaz biliyorum ama. Buradaki evlat sevgisinde de anlamadığım bir şey var. Hani sevgi karşındakinin bütünlüğüne akan bir duygudur diye hissederim ben. Onu seversin onu sayarsın. Korksan da onun kendini cesaretle yaşamasına izin verirsin. Uzaktan kollarsın… Kadın erkek sevgisine başka şeyler karışır. Orada bu kadar sade değildir hiçbir şey ama çocuk sevgisinde, kardeş, arkadaş, dost sevgisinde böyle bir şeydir sanki. Bu kadar basittir. Yani saygıyı içerir. Onun bütünlüğüne ve kendi tercihlerini yaşamasına saygıyı… Onun serpilip gelişmesini gülümseyerek izlemeyi içerir.

Kadın erkek sevgisi demişken; Selim ve Yelda aşıklar. Selim her zaman çapkın. Yelda da gidip Taner ile sevişiyor. Ömer ile Elif hâlâ birbirlerine aşık ve Ömer her zaman çapkın. Bir de bölgeye gittiğinde orada özel bir kadınla karşılaşıyor, Jiyan. Jiyan ile sevişiyor. Elif Kopenhag’da doğum gününde kocası aramadı diye İngiliz meslektaşını yemeğe davet edip, ona kur yapıyor. Adam eşcinsel. Olmasa oradan da bir ilişki çıkardı sanki. Nevra kocası varken Ferdi ile cilveleşiyor. Cinsel özgürlüğe hiç söyleyecek bir şeyim yok ama aşk başka bir şey sanki.

Ve Selim, romanın başında Yelda’ya “Geleyim mi oraya?” diye sorduğunda verilen yanıt; “…Hem neyim olarak geleceksin buraya? Buradaki insanlara ne diyeceğim?” gibi bir tümce oluyor. Bu bir köylü kadın değil… Sonra da gidip Taner ile birlikte oluyor.

Bir de, şimdi Jiyan var. Karısını yılbaşı hindisine, birlikte olduğu diğer kadınları hindinin yanındaki garnitüre benzeten Ömer için Jiyan’ın anlamı ne?

Ömer Eren’in “Bırak kadınlara akıl vermeyi, doğum kontrolünü falan kadınım; bana, bize bir çocuk doğur. Yitik oğlumun yerine koyacağım bir Kürt Türk çocuğu; aşkın ortak dilinin, umdun, geleceğin çocuğu” (sf . 241) dediği Jiyan bu. Garnitürden bu kadarını beklemek biraz fazla değil mi?

Selim de Yelda’ya “ sana bir Heja yapacağım” demişti. (sf. 315) Bir ilginç benzerlik daha.


8. Batılı kahramanlar bölgeden insanlara karşı hem çok “iyi kalpliler”, “yol göstericiler”, “eğiticiler” hem de onlara karşı kızgınlık, kırgınlık ve yargılama gibi bir özelliğe sahipler. Bir iktidar dili ve yaklaşımı söz konusu gibi. Burada da bir benzerlik var sanki…


a. Yelda;

İyi kalpliliği Heja’ya bir anne gibi bağlanması, onu korumak istemesi.

Diğerleri için bir anlayış bile söz konusu değil.
“İçeri girdiğinde onu önce Rojda görmüştü, orada olmaktan, yabancıların arasında, onlardan biriymiş gibi İngilizce konuşarak sohbet etmekten Yelda’ya acıklı görünen bir sevinç duyduğu diğerlerinden daha fazla gülmesinden, daha coşkulu konuşmasından fazlasıyla rahat davranışlarından anlaşılıyordu.” (sf. 24)

“Yelda genç kızın öfkesinin altında kendi ırkının erkeklerinin cinayetlerinden duyduğu utancın saklı olduğunu da sezmişti” -Zerrin için - (sf. 40 )

a. Nevra Tuna;

“Öğretmen olmak istiyorsan hâlâ olabilirsin Zelo” (sf. 40)
“bir açık üniversiteye yazılabilirsin ”(sf 40)
“ adına bir harf eklemekle mi başladık seni sen olmaktan çıkarmaya, acaba.” (sf. 51)
“ Bir farkımız da bu, Zelha ile. Koskoca bir imparatorluk artığı olmanın genlerime işlemişliğinden olabilir mi, hoşgörüm.” (sf. 126)
“Çocuklarının suçunu örtbas etmeye çalışan bir ana gibi, Kürtler için hayıflanmak da bana düştü hep.” (sf. 126)
“ Ermenilerle birbirinizi yemişsiniz, bu da Türklerin suçu olmuş! Ermenilerden boşalan yerlere güle oynaya konaklayan Kürtlerin vebali de Türklerde…” (sf. 128)
“Meclise milletvekili olarak girdin ya Zelo, insaf et.” (sf. 130)
“Seni piyon yapmalarına müsaade etme.” (sf. 182)
“Doğu’nun ezilen kadınlarını kurtarmaya çalış..” (sf. 185)
“Cehalet, Doğu’nun kırsalına kapkara bir örtü gibi yayılmış…” (sf. 191)
“Bir devlet isyankar çocuklarını yirmi sekiz kere bağışladıysa, yine bağışlamasını bilir…” (sf. 195)
“Yazılarımı hiç mi okumadın. Defalarca yazdım, devlet Kürt vatandaşlarının hepsine okumayı yazmayı öğretebileydi, ana dilinde eğitim vermesine, şarkısını söylemesine, kitabını yazmasına, televizyonunu kurabilmesine imkan tanınsaydı…” (sf. 196)

b. Ömer Eren;

“Halk yüzlü, halk giysili, halk kokulu yolcuları” –Bu nitelemeyi daha bölgeye gitmeden Ankara terminalinde Anadolu yolcuları için kullanıyor (sf. 10)
“Sadece kendilerinin mazlum ve mağdur olduğuna inanıyor bunlar.” (sf. 49)
“O kadar savundum haklarını. Anadil manadil konusunda, bir de Doğu’daki faili meçhullerle ilgili yazılar yazdım diye az kaldı başım belaya girecekti. Avrupa Birliği normları, Avrupa “ ne der” kaygısı, sivil toplumun tepkisi olmasaydı, açılan davalardan mahkûm bile ederlerdi.” (sf. 49 )
“Az laf etmedik, az yazı yazmadık bu yakmalar yıkmalar için. Ama unuttuk işte, unuttum” (sf. 131)
“Bunların haklarını korumak için göze alınan onca bela; “vatan haini” ilan edilmek, şu maddeden bu maddeden yargılanmak, daha neler neler, hiçbiri makbule geçmiyor. Ne güveniyorlar sana ne de teşekkür ediyorlar; onların gözünde işbirlikçi Batılı Türk olarak kalıyorsun” (sf. 146)
“…yöresel yemekler sahiden güzel, rakı da hiç fena değil.” (sf. 155)
Öve öve bitiremediğiniz mesire yeriniz burası mıydı diye düşünüp küçümseyeceğini, benzer yerlerle kıyaslayacağını biliyor Ömer’in. Soğukpınar’ın üç kavak bir söğütlük zavallı bir yer olduğunu; bu topraklarda iyinin de güzelin de ölçüsünün değiştiğini; devlerin gözünde cüceler ülkesinin ölçülerine indiğini kahrolarak isyan ederek biliyor…(sf. 249)
“…tek balığın alabalık olduğu…” (sf. 250)

9. Batılı kahramanların hepsi de bütün bu yol göstericilikleri, eğiticilikleri, ağabey ya da ablalıkları yanında kendilerine kurdukları hayattan çok mutsuzlar, çok, çok. Problemleri de çok sanki. Kendi çıkmazları çok ağır. Çaresiz gibi bir şeyler…

a. Yelda;

“Nasıl olduğunu anlayamadan ilişkileri yeniden başlamış ve çok kısa bir süre içinde Yelda’nın içindeki öfke ve kuşku, kıskançlık krizleri, kavgalar, hakaretler, tehditlerle ortaya çıkmıştı, her sözden, her şakadan alınır olmuş, Selim’in de karşısındaki kadının yaşadığı yıkımın ağırlığını anlayamaması, şefkatini her zamanki gibi saklaması Yelda’nın her seferinde biraz daha fazla yaralanmasına yol açmıştı, neredeyse her karşılaşmaları Yelda’nın zapt edemediği acısının aralarına girip, onları biraz daha ayırmasıyla son bulmuştu.
Yelda belki acıya dayanabilirdi ama acı çeken bir kadın olmaya, kendisine aldırmadığını düşündüğü biri için her gece ağlamaya, onu biraz daha görmek için yalvaracak hallere gelmeye dayanamazdı.
Sonunda bir gün Selim’e geldi
- Ben gidiyorum, dedi. Daha fazla dayanamayacağım, bunu burada senin bulunduğun şehirde halledemeyeceğim…
Avrupa Birliği’nin “töre cinayetlerini” araştırmak için kurduğu misyona Selim’e haber vermeden başvurup işe kabul edilmişti. ‘Ben gidiyorum’ dedikten üç gün sonra yola çıkmıştı “ (sf. 167-168)

c. Nevra Tuna;

“…Evime döndüğümde, aynadaki mutsuz ve yorgun yüzüme bakıp, ‘Yine olmadı, Bunu da başaramadın işte, Nevra,‘ dememeliyim. Başaramamaktan bıkkınım çünkü. Kaybetmekten bıkkınım. Evliliğini elleriyle bozan, kendi hataları yüzünden önce kocasını, sonra gül gibi işini, daha sonra da çocuğunu kaybeden bir budalayım ben. Hiçbir şeyin sonunu getiremeyen bir beceriksizim. Değil bir kocayı, bir sevgiliyi dahi elinde tutmayı beceremeyen kocaman bir aptalım. Bugünü de yüzüme gözüme bulaştırırsam… bin bir takla atılarak, nice ipler çekilerek kotarılmış bu görüşmeden yüzümün akıyla çıkmazsam, TEM otoyolu üzerinde yer alan upuzun binanın yedinci katındaki, kaçak apartmanlara bakan, ‘Türkiye gerçeği’ manzaralı odamdan bilgisayarımı söküp, tek tük kişisel eşyamı toplayıp çıkmak zorunda kalırsam, son bir yıldır beni hayata teyelleyen yegâne ilmeği de çözmüş olmayacak mıyım? Ne kalacak geriye bana tutunmam için? Ne? Tanrım bana yardım et ki, kiminin gözünde terörist, kiminin indinde azize olan bu doğulu kadın, bu köylü kızı, bu son yılların, durumdan vazife çıkartılarak yaratılan parlak yıldızı, gelsin ve konuşsun benimle. Konuşsun ve kaderimi değiştirsin” (sf. 14)
“…Demin dedin ya Zelha, kaset boşa dönüyor diye… benim hayatım bu işte. Boşa dönüp duruyor, boşa, boşa, boşa… ben hiç fark etmiyorum. Hep bir ümitle bekliyorum. Hep bekliyorum ama hep boşa dönüyor.” Sf. 170

c. Ömer Eren;

“beni bekleyen ne var ki İstanbul’da… Elif’ten başka! O da zaten deneyleriyle, öğrencileriyle, yabancı dergilere yazdığı bilimsel makaleleriyle meşguldür. İşsiz insanların işidir beklemek. Elif’in işi hep başından aşkındır. (sf. 15)
“ İçinde kara bir boşluk ve boğuntuyla yeniden kaçmak için eve; hep orada, hep sevgili, hep ölçülü, hep uzak karısına; övgü ve dostluk gösterilerinin ardına saklanmış ‘biz senin cemaziyülevvelini biliriz’ sırıtmalarını görmezden gelerek, edebiyat çevrelerine, kimi nerede, hangi havalarda, hangi dünyalarda bulacağını bilememenin korkusuyla eski yol arkadaşlarına dönmek. Yollar, ülkeler, şehirler, oteller, denizler, limanlar, insanlar; hep, ‘yaşantı olsun’ diye. İçine yapışmış boşluk ve anlamsızlık duygusuyla” (sf. 9-10)
“kendi topraklarım kurudu, kendi insanlarım değişti. Belki de onlar değil ben değiştim. Onlara, kendime yabancı kaldım….” ( sf. 121)

Sanki sistem, bu kahramanları bir hayli kuşatmış, kıstırmış, hırpalamış. Ama sanki onlar kendilerinin farkında değil ve başka hırpalanmışların peşindeler


.............