EDEBİYAT/ELEŞTİRİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
EDEBİYAT/ELEŞTİRİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
8 Eylül 2014 Pazartesi
GİRİŞ
Bir Kalp Ağrısına Uzaktan Bakmak- Giriş
"bu şehir o eski istanbul mudur"
attila ilhan
Son birkaç yıl içinde okuduğum Türkçe romanların bir kaçında, daha doğrusu tam üç tanesinde, birçok ortak yan olduğunu fark ettim.
Bu farkındalığım; en son elime aldığım, Oya Baydar’ın “Kayıp Söz” romanını okuduktan sonra oluştu. Ondan önce, birkaç tanesiyle birlikte bitirmiş olduğum diğer iki kitaptaki ortak noktaları, onun romanının katılımıyla gördüm, anladım ve ayırdım… bu üç kitap, okuduğum diğerlerinden ayrıştılar birden.
İlginç olan; birbirleriyle çok benzemeyen ve belki de birbirleriyle benzemeye, benzetilmeye ciddi itirazı olan üç yazar; sözünü ettiğim romanlarındaki seçtikleri konu, mekân, coğrafya kadar, yarattıkları kahramanlar, yaşantılar ve meseleye yaklaşımları ile birbirlerine bir hayli benzemişlerdi.
İşte bu yazıda; bu konuyu tartışmayı istiyorum. Farkındalığımı paylaşmayı istiyorum.
Sanırım bu üç romanda da, yazarları; bir aydın sorumluluğuyla, çok temel bir toplumsal yaraya parmak basmayı, okuyucuların dikkatini konuya çekmeyi ve bir duruş bir cesaret sergilemeyi amaçlıyordu.
Belki içlerinden gelen, karşı konulmaz bir itkiyle belki muhitlerinin; “yazmalısın yazmalısın“ baskısıyla, parmaklarını meseleye basmak durumunda kalmış olabilirlerdi. Ama bu, cesaretlerini görmeyi engellememeliydi.
Romancı aydındır, toplumsal sorunlara el atmasından daha doğal ne vardır diye bir soru olacaktır elbet. Ama benim bu soruya verecek yanıtım yok. Bu beni ve bu yazının çerçevesini aşan bir soru.
Başka romanlarını, yazılarını okuduğum, izlediğim, görüşlerini ve yaklaşımlarını az çok bildiğim bu üç romancının, birbirinden epey farklı yerlerde durduğunu düşünürdüm. Öyleydiler. Üçünün de en azından dörder kitabını, ikisinin birçok gazete yazısını okumuştum. Farklıydılar. Ama ya bu romanlarındaki yaklaşımları… Benzerlikleri? Bana bir hayli ilginç geldi.
Yazımın konusu olan bu üç romandan ikisinin yazarı, “Taraf” adlı bir gazetede yazdılar ve sonradan, 2009 yılı içinde, birbirlerine, “Pavyondaki Namuslu Kadının Huzursuzluğu” ve “Pavyondaki Kadının Vedası” gibi metaforlar üzerinden yürütülen bir tartışmanın tarafları olarak da anımsandılar. Tartışma konusuysa hepten gözden kaçmış, cinsiyetçi bir başlığın, seslenişin ardında kalmıştı. Ve anladığım kadarıyla bir liberal aydının sağlam bir solculuk tartışması yapmaya olan kabarmış iştahı ile “soldan” bir aydının böyle bir tartışma konusundaki isteksizliğiydi… Yani biri liberal biri solcu olarak bile bir ayrılığa sahiptiler. Üçüncü romanın yazarı ise bana göre daha “Osmanlı” bir yerde duruyordu.
Merak ediyorum. Bu kadar ortaklaşmayı sadece ben mi gördüm? … Yani o kadar dergi çevreleri, eleştirmenler dururken bana mı kaldı şimdi, bu farklılıklar içindeki ortaklıkları görmek?
Bu korkuyla romanlara dönüp yeniden yeniden baktım. Hatta yazarlardan iki tanesinin daha önceden okumuş olduğum başka kitaplarına yeniden döndüm, göz gezdirdim. Birinin, bu kitapta yazmayı isteyip de randevu alamadığı için, yazılardan, haberlerden yarattığını karakterin, gerçek kahramanın konuştuğu gazetecinin kitabını edinerek okudum. Diğer romancının bir önceki romanını “cezaevindeki ölümle sonuçlanan oruçları eleştiren” romanını anımsadım. Yok; artık sahiden kaçacak yerim yoktu. Mazeretim kalmamıştı. Gördüklerimi görmezden gelerek kıvırtamazdım. Kafama çok fazla soru takılmıştı. Sormalıydım. Bu yazıyı yazmalıydım.
Biraz iş güç biraz hastalık biraz başka şeyler, bu romanlarla ilgili izlenimlerimi kaleme almayı bir hayli geciktirdi. Uykusuz kaldığım gecelerde; belki kırk kez hayalimde yazdığım düşüncelerimi şöyle bir oturup da toparlayamadım. Yazıya dökemedim.
Şimdi tam sırası. Zamanım var. Artık isteğim de var hâlim de. Hatta heyecanlı bile sayılabilirim. Parmak uçlarım yansa da artık klavyeye dokunmalıyım.
Neyse uzatmayayım. Romanların adlarından ve yazarlarından başlayayım.
Okuma sırama göre romanlarım ve yazarları şöyle;
“En Uzun Gece”, Ahmet Altan
“ Bir Gün”, Ayşe Kulin
“Kayıp Söz”, Oya Baydar
Romanları azıcık özetlemek istiyorum. Öncelikle roman kahramanları ve karakterlerinden başlayayım. Onlar çok önemli. Çok… Onlardan başlamasam; özetler kuru kaçacak ve ben derdimi anlatamayacağım endişesi taşıyacağım. Çünkü roman kahramanları ve onların kişilikleridir, beni uzun, ve benim için meşakkatli olan bu yazıyı yazmaya zorlayan. Roman kahramanlarının üzerinden konuya yaklaşımdır dikkatimi çeken. O kahramanlar üzerinden konuşanlarla ilgili çıkmazlardır.
Yöntem olarak;
Birinci bölümde her romanın ayrı ayrı ve kendi başlığında alıp,
Kahramanları ve karakterleri kısaca tanıtacağım.
Kısa özetlerini yapacağım,
ve bu özetleri yaparken gözüme takılan bazı küçük ayrıntıları paylaşacağım.
İkinci bölümde ise;
Kahramanlar ve karakterler üzerinden gerçekleşen öyküleştirmedeki ortaklıklara bakacağım.
Yani derdimi anlatmaya çalışacağım.
Üçüncü ve son bölümde kısa bir değerlendirme olacak.
Meraklısı için bir şey yapacağım. Kitap tanıtım yazılarını –arka kapak yazılarını– da metne ekleyeceğim ama bu yazıların özetlerimle karışmaması için de metin sonunda, dipnot olarak vereceğim. Ve mümkünse onları özetlerden hemen önce ya da hemen sonra okumanızı önereceğim.
Ve yine bu yazıyı okuyan sizlerden, anılan kitapları eğer okumadıysanız okumanızı bekleyeceğim. Bu kitaplar okunmadan bu yazının anlaşılacağına ilişkin kuşkuyu ömrümce beslerim yoksa.
Hadi bakalım…Başlayalım..
Güven Tunç
15 Ekim 2011
Etiketler:
“ Bir Gün” Ayşe Kulin,
“En Uzun Gece” Ahmet Altan,
Bir Kalp Ağrısına Uzaktan Bakmak,
EDEBİYAT/ELEŞTİRİ,
Nevra Tuna,
Ömer Eren Elif Eren,
Yelda Selim,
Zeliha Bora
BENZERLİKLER ve ORTAK NOKTALAR
Bir Kalp Ağrısına Uzaktan Bakmak 3
BENZERLİKLER, ORTAK NOKTALAR;
“Mavi patiskaları yırtan gemilerinle”
Vedat Türkali
1. Üç romanın batıdaki kahramanlarının hepsi İstanbul’da oturuyor.
Yelda, Selim, Ömer Eren, Elif Eren, Nevra Tuna,
Peki bölge kahramanları hangi şehirde oturuyor?
Bilinmiyor……….
Köylerin adı söyleniyor ama kasaba ve şehirlerin adı telaffuz edilmiyor.
Zeliha Tuna, Zelal, Mahmut, Jiyan, Rojda, Zerrin, Heja, Mor Saçlı kadın. İsimsiz şehirlerde, isimsiz kasabalarda yaşayan insanlar sanki.
2. Batılı kahramanların çoğu yurt dışında eğitim almış.
Yelda, Amerika iktisat, Selim, İngiltere Oxford tarih, Nevra, Amerika iktisat,
3. İstanbul’lu kahraman ve karakterlerin neredeyse hepsi, yurt dışında, batı ülkelerinde uzun sürelerde ikamet etmiş ya da etmekte;
Ömer Eren, Elif Eren, Danimarka’da yaşamış. Oğulları Deniz, Norveç’de yaşıyor. Yelda, Amerika’da öğrenci ve hoca olarak yaşamış. Sevgilisi Selim, Peru, Moğolistan, Bolivya, Gine, İngiltere, babasının görevi ve eğitim nedeniyle yaşamış ve bulunmuş. Selim’in ayrıldığı karısı Fahrünisa İngiltere’de okumuş. Nevra eğitim nedeniyle Amerika’da bulunmuş. Nevra’nın ayrıldığı kocası Murat ve oğlu Cengiz Hollanda’da yaşıyor. Nevra’nın kardeşi Orhan Amerika’da yaşıyor.
4. Batılı kahramanlar çok başarılı, çok zengin, çok yetkin;
Selim; Diplomat çocuğu, öğretim görevlisi, uluslararası dergilerde makaleleri yayımlanıyor.
Yelda; İstanbul’da Bizanslılardan daha çok bina yapmış müteahhit bir babanın çocuğu, iktisatçı, Amerika’da üniversitede hocalık yapmış bir genç kadın.
Nevra; Kaymakam çocuğu, gazeteci. Köşesi var.
Ömer Eren; Satış rekorları kıran kitapların yazarı.
Elif Eren; Profesör. Nobel alamasa da Avrupa yılın bilim kadını ödülü almayı bekliyor. Uluslararsı konferanslarda ilgiyle izleniyor.
5. Batılıların hepsi; zekâ, mesleki ve akademik başarı, kariyer ve hatta Nobel konusunda iddialı. Takıntılı bile denebilirler.
a. Yelda ve Selim’de; ZEKÂ
”Yelda ve Selim’in ilişkisinde; “…zekâ, sürekli biçim değiştiren mitolojik bir yaratık gibidir.” (sf. 13)
“Birbirlerini zekâlarıyla yaralayıp zekâlarıyla iyileştirirler” (sf. 13)
“Kendi zekâlarına olan hayranlıkları diğer insanlara karşı duyulan gizli bir küçümsemeyi besliyordu” (sf. 13)
“Beni insan zekâsından nefret ettirdin” -der Yelda- (sf. 13)
Gülmüştü Selim; “ zekâsının kabul edilişindeki güçlü ton, ….” (sf. 13)
Selim; “…zekâsı bu konuda bütün sorgulayıcılığından vazgeçer, defalarca yalan söylediğini gördüğü Yelda’nın…” (sf. 14)
“…o alaycı, güçlü ve zeki adamın yalanlarla örülmüş kabukları kaldırıldığında ” (sf. 15)
Yelda, “Zekâsından umulmayan bir saflıkla gerçekten de bir masal istiyordu“(sf. 15)
Yelda “Daha doğuştan kendisine bağışlanmış bütün olumlu ayrıcalıkları, güzelliği, zekası, çalışkanlığı,….” (sf. 21)
“Birbirinin zekâsına hayran kalıp her seferinde aşık olmak için doğru seçtiklerine daha bir inanırlardı” (sf. 51)
“Bunu sadece kendi zekâlarına değil birbirlerinin zekâlarına da bir borç olarak görürlerdi” 51
“ …zekâ oyunları yapıp, dürüstlükten sapmaları aslında bütün zekâlarına ‘başkalarından farklı’ olduklarına dair’ besledikleri inanca rağmen…” sf. 51
“Aralarına çektikleri setin daha incelikli, daha zekice nedenleri olmasını istiyorlardı.” (sf. 51)
“Kadınlar arasında zekâlarına güzelliklerine bilgilerine sosyal sınıflarına servetlerine yeteneklerine göre bir ayrım yapmadığı belliydi “ –Yelda Taner için tanımlıyor- (sf. 103)
Yelda, “Yolunu zekâsının ve kendine güvenin açtığı.. “ (sf 108)
“zekâsı kendi zekâsına yakın bir erkekle karşılaştığını ‘ düşünmüştü.” (sf. 111)
“..ve sonunda onlardan daha güçlü olduğu bir yeri zekâyı keşfetmişti..” (sf. 111)
“O günden sonra zekâ onun için erkekleri terbiye ettiği bir kırbaç haline gelmiş….kendisine ve zekâsına hayran kalmıştı.” (sf. 111)
“…her seferinde biraz daha zeki bir erkek arayıp her seferinde kendi üstünlüğünün kabulünü sağlamıştı” (sf. 111)
“sadece bedenleriyle değil bütün ruhları, zekâları ve ihtiraslarıyla katıldıkları sevişmelerden sonra…” (sf. 113)
“Selim’in zekâsının üstünlüğünü hiç korkmadan hiç çekinmeden…” (sf. 113)
“onun kim olduğunu, zekâsını, kadınlığını bilen biriyle konuşmalıydı” (sf. 148)
“…ne ruhu, ne zekâsı, ne bilgileri ne şakaları adamı etkilemiyordu” – Yelda Taner için kullanıyor- (sf. 193)
“…ama Taner beğenmediği, sevmediği hatta kızdığı, zekâsını küçümsediği kaba bulduğu biriydi…” (sf. 220)
“Yelda geri gelirse gelen kadın nasıl biri olacaktı, o zeki gururlu, hiç kimsenin karşısında eğilmeyen….” –Selim düşünüyor- (sf. 222)
b- Nevra Tuna’da; MESLEKİ BAŞARI
“Her kılığa girmeye her bedeli ödemeye hazırdım, yeter ki o beni içeri sokabilsin ve ben bu röportajı kotarayım” (sf. 8)
“…bu röportajın sonunda Türkiye genelinde ben de önemli bir gazeteci olarak tanınırım artık” (sf. 9)
“Bu görüşmeyi gerçekleştiremeyecek olursam işimi kaybedebilirim.” (sf. 13)
“Gazetenin beşinci sayfasındaki röportaj köşemi podyumlardan inerek televizyon ekranlarından fırlayarak medya dünyasına fırtına gibi giren uzun saçlı uzun bacaklı genç kadınlara kaptırmamak için son şansım bu “ (sf. 13)
“Ne büyük bir yazıktır ki ben de bir zamanlar uzun saçlı uzun bacaklı bir sarışınken gazete köşeleri, oraları yıllar önce parsellemiş usta yazarlara aitti sadece.” (sf. 13)
“…köşemi elimde tutabilmem için ağzımla kuş tutmam gerekiyor. İşte bugün ben ağzımla o kuşu tutmak için buradayım. Sırf bu nedenle, aylardan beri yırtınıp durdum bu görüşmeyi ayarlayabilmek için ”(sf. 13)
“Yerimde kalabilmek için olağanüstü bir iş çıkarmamın şart olduğunun bilincindeyim çünkü işimi kaybetmeye gücüm yok.” (sf. 13)
“Bir yıldız gibi parlayacağım. Herkes bu röportajdan söz edecek. Önümüzdeki yılın gazetecilik ödülünü büyük bir ihtimalle ben alacağım. Belki başka iş teklifinin de önünü açacak bir yazı dizisi. Kara talihimin bir yerde bir gün bir vesile ile değişmesi şart. Evime döndüğümde aynadaki mutsuz ve yorgun yüzüme bakıp ‘ Yine olmadı, bunu da başaramadın işte Nevra’ dememeliyim.” (sf. 14)
“Başaramamaktan bıkkınım çünkü. Kaybetmekten bıkkınım. Evliliğini elleriyle bozan…” (sf. 14)
c. Ömer Eren; BAŞARI-KARİYER
“İsterdim, ama cesaretim var mı? Yok olmaya değil yok sayılmaya hazır mıyım?.. on beş yılda tuğla tuğla ördüğüm kariyerimin sıfırlanmasına…“ (sf. 33)
“Geçmişi reddetmedim ben, inkâr etmedim. Ama orada da takılıp kalmadım; piyasa değeri olan yeni bir yol, yeni bir yöntem aradım. Satış rekorları kıran, mutlu bir şaşkınlık içindeki yeni baskılarını yetiştirmekte zorlandığı o ara romanı yazdım Karşı Taraf….eleştirmen olsaydım, yekten, “ruhsuz ve derinliksiz” olarak niteleyeceğim bir kitaptı.” (sf. 123)
“Aşk dozunu artırıp, biraz gerilim, biraz gizem, mistizm ekledim. Çok sattım.” (sf. 124)
“İmza günlerinde önümde uzanan çoğu kadın hayran okur kuyruğunun uzunluğunu ölçerek…müşteri memnuniyetini gözeterek” (sf. 257)
Elif Eren; NOBEL-BAŞARI
“Nobel alan ilk Türk kızı olacaksın, diye şakalaşırdı hocalar. Neden olmasın! Alayım da görün siz” (sf. 19)
“Artık Nobel hayalleri kurmayacak kadar olgunlaşmış olması yanında…” (sf. 21)
“Nobel değil, ama daha alçakgönüllü bir ödül, örneğin bir Avrupa Bilim Kadını ödülü getirebilir bunlar ” (sf. 24)
“Nobel alacak halin yok, hiç değilse” sf 67
“Senden Nobel beklemedik” (sf. 172)
“Alacağım ödüllerin hayalini kurmaktan başka ne yapıyorum ben” (sf. 173)
“Önceki gün uluslararası sempozyumun en ilginç sunumlarından birini yapan..Yılın bilim kadını ödülüne bir adım daha yaklaşan ben” (sf. 176 )
“Başarı toplumda saygınlık sağlar” (sf. 189)
“Cafcaflı bir metin sunup camiadaki yerimi sağlamlamak, hedeflediğim yerlere, unvanlara adım adım yükselmekti amacım” (sf.194)
“Keşke adada kalsaydım ya da pek önemli olmayan bu ikinci toplantıya katılmasaydım….varlığımı birkaç meslektaşa daha duyurmak için değer miydi” (sf. 269)
“Bugün elli iki yaşımı bitiriyorum. Kopenhag’dayım,. Biyokimya profesörüyüm. Yılın Avrupa Bilim Kadını ödülüne adayım. Nobel değilse bile…” (sf. 270)
6. Batılı kadın kahramanların; kadınlığı, kendi kadınlıklarını, diğer kadınları algılamalarında bir benzerlik var sanki;
a. Yelda
“Daha doğuştan kendisine bağışlanmış bütün olumlu ayrıcalıkları, güzelliği, zekâsı çalışkanlığı …………onun ruhunun derinliklerinde ancak Olimpos tanrıçalarında rastlanabilecek bir kendini beğenmişliğe dönüyor, bunu saklamasını sağlayacak bir zekâsı olmasına rağmen kendine duyduğu hayranlık gizlendiği yerde çocukluğundan beri her gün biraz daha büyüyerek bütün ruhunu sarıyor ve onun en büyük zaafını oluşturuyordu” (sf. 21)
“…erkeklerin kendisinden başka bir kadını beğenme ihtimalinden bile çılgına döner…” (sf. 21)
“…farkına varmadan adamın ayağa kalkmasını beklemişti ama adam kalkmamıştı, bir an sıkıntılı bir sessizlik olmuştu. Adam konuşmaya niyetli gözükmüyordu, bu davranış, erkeklerin kendisine her zaman ilgi göstermesine alışık olan Yelda’yı huzursuz etmişti” (sf. 23)
“Yelda daha masaya otururken o geceki rakibinin çift cepli haki gömleğinin açık düğmelerinden göğüs dekoltesi cömertçe gözüken Beatrice …” (sf. 25)
“…Dar, siyah bir tişört, dizlerinin altında biten sımsıkı bir siyah tayt, yumuşak tabanlı koşu ayakkabılarını giyindi. Aynada kendine baktı, gözlerinin altı uykusuzluktan ve yorgunluktan biraz harelenmişti ama vücudu siyah bir jaguar gibi esnek ve diri gözüküyordu. En kederli anında bile kendi vücudunu beğendiğinde ancak bir kadının gülümseyebileceği gibi gülümsedi…” (sf. 72)
“Taner hiçbir şey söylemeden arabayı hareket ettirip bir u dönüşüyle barakalara doğru sürdü. ‘Hayvan’ diye düşündü Yelda gülümseyerek, ‘terbiye edilmesi gereken sevimli bir hayvan” (sf 106)
“Selim kendisine ihanet ettiğinde bile aklına gelmeyen korkunç bir endişeyi hayatında ilk kez hissetti, ‘çekiciliğimi kayıp mı ettim, artık çekici bir kadın değil miyim?’ sorusu zihninde uğulduyordu” sf.147
“….üstelik de kendisiyle asla kıyaslanmayacak kadınlarla onu aynı sınıftan görmesi Yelda’yı şaşırtıyor…..” (sf. 192)
“…kendisinin onun için aslında ulaşılmaz bir kadın olduğunu anlatmak istiyordu..” (sf 192)
“Birlikte olduğu erkekten bir başkasıyla yatan kadınların birçoğu gibi ‘aldattığı’ erkeği küçümsüyor ..” (sf. 198)
b. Nevra Tuna;
“Ben de bir zamanlar uzun bacaklı uzun saçlı bir sarışınken…” (sf. 13)
“…doğulu bir kadın olmanın tüm ezilişlerini ve zorluklarını yaşamış olan arkadaşıma…” (sf. 63)
Nevra; Ferdi’nin kendisine nasıl kur yaptığını Zelha’ya anlatıyor, ”Beyaz şarap sevdiğimi öğrenmiş her seferinde en iyi marka buz gibi bir şarap açtırıyordu benim için. Doğum günümde kapıdan zor sığan upuzun saplı güller yollamıştı, her gülün sapına küçücük bir hediye paketi bağlamış…” (sf. 94)
“”…evimi temizlemeye gelen kadın, beni hiç ilgilendirmeyen saçma sapan rüyalarını ve kaynanasının bel ağrılarını anlatsın karşıma geçip…” (sf. 12)
“ …sen nereden bileceksin bir kadına nasıl kur yapılacağını. Aşiretlerde kadınlara kur mu yapılır.” (sf. 93)
“bizim flörtlerimiz fingirdeşmelerimiz, evlenmeden, imam nikâhı filan kıymadan birlikte yaşamalarımız ne kadar da uzaktır size” (sf. 94)
Boşandıktan sonra neden kocasının soyadını taşıdığını soran Zeliha Bora’ya “ Tuna hem kulağa hoş geliyor hem de yazılarımın sonunda, imzaya yakışıyor” (sf. 87)
Kendi kendine, “…ona kıyasla ne şanslı olduğumu fark ettiğim için, bir sızı gibi ince bir utanç duyuyorum yüreğimin derininde. Benim şikâyete hakkım yok. Ben şehir kızıyım, kuma nedir bilmeyen…” (sf. 172)
“..Minik bir elmas yüzük…Hindistan’a seyahat bileti…Armani’nin vitrininde görüp hayran olduğum ve iç çekişlerle seyrettiğim kadife ceket. Bunların üçü de büyük bir fedakârlık gerektiren armağanlar olurdu bütçemiz için…” (sf. 65)
“Ne var ki ben çalışan bir kadınım ve asla saçını süpürge eden kadınlar takımından olmadım” (sf. 66)
“..Evlenirken annesinin koluma taktığı altın bilezikle, Murat’ın parmağıma taktığı nikah yüzüğünün dışında Tuna ailesinden hiç hediye görmüş müydüm bunca yıldır? Eline bir buket çiçek alıp gelmişliği var mıydı kocamın evine?.. Bir sürpriz yapmışlığı, sevgililer gününü kutlamışlığı?..” (sf. 68)
“Erkeğine güzelliğinden başka hiçbir şey sunmayan, bakımlı, makyajlı kadınlardan olmayacaktım…” (sf. 73)
Ferdi için, “…beni kocamdan, oğlumdan, evimden, işimden, arkadaşlarımdan ettikten ve yapayalnız bıraktıktan sonra, ne hali varsa görsün…” (sf. 97)
“ Kalbimi kırma Zelo, metres dediğin erkeğin parasını yer. Metrese katlar, yatlar, kürkler, mücevherler alınır. Oysa ben onun bana kitap, CD ve çiçeğin dışında armağanlar getirmesine izin vermiyordum. Birlikte bir yolculuğa dahi çıkmadık. Kısacası metreslikten bile nasibimi almış değilim. …” (sf. 103)
c. Elif Eren;
“Orta halli, üç çocuklu, dar gelirli öğretmen ailesinin pek de güzel olmayan ortanca kızı…” (sf. 19)
Ömer karısı için düşünüyor, “Başka ilişkiler, başka kadınlar…..uzun ayrılıklar, kitap yazıyorum bahanesine sığınıp fazla ayak altında olmayan bir sahil kasabasında tek başına geçirdiği kaçamak tatiller, inzivalar….Hepsi çerezlerden, mezelerden sonra sofraya gelen ana yemeğin garnitürü gibiydi….gözünün önüne büyük bir kayık tabakta kızarmış bir hindi geliyordu. Lezzetli garnitürlerle süslenmiş, çekiciliğini ve lezzetini o garnitürlerden alan, yılbaşı sofralarının olmazsa olmazı bir hindi” ( sf. 31)
Ömer karısını düşünüyorken, “Elif’in…. bilimsel çalışmalarına ve başarılarına sığınıp kocasının uzaklığını, yokluğunu, kaçamaklarını kabullenişine…” (sf. 32)
“Aynadaki aksini beğendi: Gençliğimden beri ne kadar yorgunsam ne kadar mahzunsam o kadar iyi görünürüm”(sf. 174)
“…üzerine tam oturan, sıkmadan saran, markalı- o bilinen sıradan markalardan değil ama- pahalı blucinini giyerken, yaş ellilere varmışken-varmış da ne. Aşmışken- hâlâ ince kalmaktan, cevval ve hareketli olmaktan duyduğu memnuniyetle gülümsüyor….Deniz şişmanlamış, hantallaşmış; sağlığa da göze de zarar bir beden,belleğine takılıp kalmış dizelerdeki gibi: ‘Hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten.’ Oğlunun bedeninden utandığını bilincine çıkarınca kendine yabancılaşıyor, kendini sevmiyor. İnceyim, zarifim bakımlıyım üstelik Profesör Elif Eren’im de ne işe yarıyor bütün bunlar?” (sf. 175)
Kocasının zaman zaman kendisini aldattığını biliyor………Aslolan benim. Her gidişte döndüğü kadın benim. Hayır doğru değil bu, hiç kopmaz, ayrılmaz ki benden, dönsün.” (sf. 175)
Yıllarca direnmiş, geçici ilişkilerle aşınacağına sağlamlaşmış, perçinlenmiş bağ artık tutkulu bir aşk, bir karasevda olmasa da güvenli bir sığınak gibi geliyor Elif’e, Ömer Eren’in karısı olmak, kadını olmak” (sf 176)
Elif Norveçte gidip bulduğu oğlunun balık festivaline hazırlanmasını küçümseyip onlara görünmeden gitmek için eve döndüğünde hazırlanırken; “ dar pantolonunun bel kısmından hafifçe taşan etler canını sıkıyor. Hemen rejime başlamam gerek, belde toplanmaya başlayan yağlar bu yaşta iyiye alamet değil.” (sf. 195)
“Yıllardan beri Ömer yanında olmadan, ondan çiçek gelmeden geçirdiği ilk doğum günü olacak” (sf. 272)
Karnını poposunu toplayan, olduğundan ince görünmesini sağlayan özel kilotlu çorabını, göğüslerini daha dolgun gösteren özel kesim sutyenini aynanın karşısında çıkardı. ….aynada çıplak bedenini seyrederken…içine giydiği sutyenden parlak ipek jarse bluza kadar her şey kadınlığını sergilemek, erkeği tahrik etmek için seçilmemiş miydi…bu yaşta bile hiç de fena olmayan memelerinin başları görünsün diye. (sf. 284-285)
Kocasının doğum günü için arayıp da bulamaması karşınında; “Aramış demek ki. Aramış işte yaşasın. Telefonu uzun uzun çaldırmıştır. Belki de birkaç defa. Kimse cevap vermemiştir. Merak etmiş midir?” (sf. 286)
7. Çocuklarda ve ana babalıklardaki benzerlik.
Üç romanda da söz konusu edilen evlat; erkek çocuğu;
Heja, Deniz, Cengiz.
Heja ölüyor. Deniz kaçıyor. Cengiz babasıyla Hollanda’ya yerleşiyor.
Bir de Heva var. Anne karnında ölen Umut. Üstelik o da oğlan.
Nevra’nın annesinin karnında ölen de oğlan. Başka bir Cengiz.
Annesi parçalanıp ölen de bir oğlan, Björn
Nevra’nın bir kardeşi var o da oğlan. Orhan
Orhan da mutsuz Deniz gibi, o da kendini yurt dışına atmış durumda..
Tümceler alt alta sıralandığında ortaya çıkan sonuç bile ayrı bir inceleme istiyor.
Çocuk hayatın tazelenen, yenilenen yönüdür diye biliyorum da oğlan çocuk neyi simgeliyor onu bilmiyorum.
Bu kadar oğlan çocuğu telefi pek de iyiye alamet gelmiyor bana. Balinalar gibi, bir sınıf kendini mi bitiriyor ne?
Ya da bilmediği dağlara ve gecelere zorla yollanan gençlerin kendilerinden bile gizlemeye çabaladıkları can korkusunun uzak, çok uzak aynalara yansıması mıdır? Bilmiyorum.
Ana babalıklar ise aşağıda;
a. Yelda;
“ Onu da götüreceğim, sadece annesini düşünüyorum, oğlunu bırakmak istemezse ne yaparım, gerçi o kadını da götürürüm olmazsa diyorum ama bilmem ki gelir mi…” (sf. 190)
Yelda, on iki yaşındaki Heja’yı İstanbul’a götürmek ve ona annelik yapmak istiyor. Kuzu’yu korumak, ona sahip çıkmak istiyor. Ama Heja’nın annesine; “Heja’nın annesi” bile demiyor. Kadının adını söylemiyor. Bilmiyor. “Mor saçlı kadın” diyor. Kadını oğluyla birlikte götürmeyi planlıyor ama o kadın bunu bilmiyor ve hâlâ mor saçlı kadın o…
Mor saçlı kadın (sf. 7-73-127-295-298-301)
b. Nevra Tuna;
“…oğlumun beni pek de ilgilendirmeyen okul haberlerine…” (sf. 72)
“İlki bitirirken o korkunç sınavlara sokmak istemedik oğlumuzu, dil öğrensin ve iyi eğitim görsün diye… yani sırf onun iyiliği için… zaten ben de çalışıyordum, yeterince zaman ayıramıyordum Cengiz’e…” (sf. 85)
“Ayrıldığımızda on yaşındaydı. Yakında on beşine basacak. Koca oğlan oldu artık. Anneden çok babaya ihtiyaç duyacağı yaşa geldi…” (sf. 87)
“… Burada olsaydı okuldan eve döndüğünde bomboş bir ev bulacaktı, okula gidip gelmesi İstanbul trafiğinde saatler sürecekti. Oysa orada okuldan çıkınca spor kulübüne gidiyor, tenisini oynuyor, yüzüyor, akranlarıyla bir arada oluyor. Babası eve dönerken uğrayıp oğlunu alıyormuş kulüpten. Eve birlikte dönüyorlarmış. Hiç yalnızlık çekmiyor böylece, trafik derdi yok, anarşi korkusu yok. Küçücük medeni bir şehir Amsterdam” (sf. 87)
“Ben hiç öğretmedim Cengiz’e böyle oyunlar. Masallarını bile babası okurdu uyumadan önce. Sadece kendisiyle dolu, kendine dönük, kendi dünyasıyla haşır neşir bir annenin elinde büyümüş benim zavallı çocuğum. Oğlumu, kendi çocukluğumun oyunları, renkleri ve anılarıyla tanıştırmaya üşenmişim. Ne kadar pişmanım şimdi…” (sf. 104)
c. Ömer Eren,
“Ama ben sana hep Oğul dedim, kediye de kedi dediğim gibi” (sf. 41)
“Oğlunun erkenden yağ bağlamış, hantallaşmış bedenine “ (sf. 42)
“Oğlum bilim adamı olacak” (sf 62)
“En iyiyi yapmak için her şeyin var. Her imkân tanındı sana. …hiçbir halt olamadığına göre, git bari insanlığın acısının fotoğrafını çek. Irak’ta bir savaş muhabirliği işi ayarladım senin için.” (sf. 62)
“Kendini canlı canlı gömdüğün o adada o köylü kızıyla” (sf. 62)
“Bisiklete binmeyi bile zor öğrenmiştin çocukluğunda. IQ’nun deha sınırında olduğunu söyleyen o salak psikolog gelip de görsün dehayı…” (sf. 62)
“Anladık Nobel alacak halin yok, hiç değilse şu dünyanın acılarına fotoğraf makinenle tanıklık et bari …bu kadar acımasız değildi ama benzer bir cümle…gözden çıkarıldığının bir ifadesi.” (sf .67)
Elif Eren;
“Çocuk küçüktü. Neyse ki rahat, uyumlu bir çocuk yoksa işimiz vardı” (sf..25)
“Surat asma, karnen kötü demedim. Ama biyolojin, kimyan daha iyi olabilirdi. Fiziğin de mesela 9 yerine 10 olabilirdi, biraz daha dikkat etseydin sınav sonuçlarına” (sf. 61)
“Bu benim oğlum mu? Bu sakalı bir karış uzamış, hantallaşmış, yaşlanmış, balıkçı kılıklı, Norveç köylüsü benim oğlum mu?. Uzun sürmüş bir kâbus bu” (sf. 85)
“Sesindeki belirgin küçümsemeyi ….” (sf.170)
“…bu şişman bu hantal beden…” (sf. 171)
“Oğlunu taşımaya hazır mı? Başarısız beceriksiz yenik oğlunu; bu saçı sakalı karışmış, özensiz, pırıltısız, şişko adamı” (sf. 171)
“Seni ezdiğimizi, hava attığımızı falan hiç hatırlamıyorum” (sf. 172)
“Senden Nobel beklemedik” (sf. 172)
“Deniz şişmanlamış hantallaşmış; sağlığa göze zarar bir beden” sf. 175
Bu aptal ada, ölüp giden o aptal kızcağız, dünyadan habersiz köylüler, budala oğlumun, önüne serilen fırsatları elinin tersiyle itip kendini bu mezara diri diri gömmesi” -Iraktaki savaştan kaçıp hayatının aşkını bulan oğlu Deniz için düşünüyor bunlrı- (sf. 192)
Deniz Eren;
“küçümsediğiniz yok saydığınız, bana değil kendinize yakıştıramadığınız Kuzeyli küçük aptal köylü kızıydı.” (sf. 44)
“Hiç sormadınız ki bilesin nasıl yaşadığımla değil hangi başarıya imza attığımla ilgiliydiniz.” (sf. 45)
“…savaşın ortasına göndermiştin ya beni, savaş muhabirliği yapayım diye, o çöllerde, savaş alanlarında çok kan vardı… ”Yaptığım işten nefret ediyordum” –babasına söylüyor- (sf. 42-43)
“Annem, çok hoşlanmadığı, küçümsediği, huzursuzluk duyduğu kimselerin adının sonuna ‘ciğim’ ekler. Onun dilinde sevgisizliği maskeleyen, araya mesafe koyan hain bir ektir ‘ciğim’. Ben de ‘ciğim’ oldum demek!.” (sf. 59)
“Ulla beni sevdi sadece o sevdi.” (sf. 62)
Ama oğlunu savaş muhabirliğine yollarken, kaçıp geldiğimde dudağını küçümseyerek büküp, ‘Bu iş de mi olmadı’ derken “ (sf. 63)
“Hep eleştiren hep daha iyisini isteyen hep başarı bekleyen annesi” (sf. 67)
“Başaramamış yükselememiş bir evlat yerine ölü bir evlada razılardı.” (sf. 68)
“Evdekileri memnun etmek, onların gözüne girmek için çok çalışıp, çok ezberleyip alınan yüksek notların, taktir değil de teşekkür aldığı için burun bükülmesinin ….önce anlamına varamamış sonra haksız ve acımasız bulmuş..” (sf. 68)
“Bunu gerçekten istediğine emin misin anne? Ünlü yazar Ömer Eren ile yılın bilim kadını olmaya aday Profesör Elif Eren yaşam özürlü oğullarını taşımaya hazırlar mı?” (sf. 171)
“’Savaş yayılıyor, işler ciddileşiyor, oralar artık çok tehlikeli, hemen dön’ demelerini boşuna bekledi ….Ama ‘dön’ demediler, eve çağırmadılar….’Gayret Deniz! Önemli işler yapıyorsun, işte benim oğlum bu’ dedi babası. ‘Dikkatli ol pisicik, fırsat buldukça sık sık telefonla ara’ dedi annesi “( sf. 72 )
“Babam neleri kimleri harcadı kendinden neler verdi çoksatar yazar Ömer Eren olmak için” (sf. 189)
Mahmut; Ömer Eren’i Zelal’e anlatırken;
Kendisi de yaralıdır oğlu bırakıp gitmiştir adam olmamıştır “ (sf. 218 )
Sevginin mantığı olmaz biliyorum ama. Buradaki evlat sevgisinde de anlamadığım bir şey var. Hani sevgi karşındakinin bütünlüğüne akan bir duygudur diye hissederim ben. Onu seversin onu sayarsın. Korksan da onun kendini cesaretle yaşamasına izin verirsin. Uzaktan kollarsın… Kadın erkek sevgisine başka şeyler karışır. Orada bu kadar sade değildir hiçbir şey ama çocuk sevgisinde, kardeş, arkadaş, dost sevgisinde böyle bir şeydir sanki. Bu kadar basittir. Yani saygıyı içerir. Onun bütünlüğüne ve kendi tercihlerini yaşamasına saygıyı… Onun serpilip gelişmesini gülümseyerek izlemeyi içerir.
Kadın erkek sevgisi demişken; Selim ve Yelda aşıklar. Selim her zaman çapkın. Yelda da gidip Taner ile sevişiyor. Ömer ile Elif hâlâ birbirlerine aşık ve Ömer her zaman çapkın. Bir de bölgeye gittiğinde orada özel bir kadınla karşılaşıyor, Jiyan. Jiyan ile sevişiyor. Elif Kopenhag’da doğum gününde kocası aramadı diye İngiliz meslektaşını yemeğe davet edip, ona kur yapıyor. Adam eşcinsel. Olmasa oradan da bir ilişki çıkardı sanki. Nevra kocası varken Ferdi ile cilveleşiyor. Cinsel özgürlüğe hiç söyleyecek bir şeyim yok ama aşk başka bir şey sanki.
Ve Selim, romanın başında Yelda’ya “Geleyim mi oraya?” diye sorduğunda verilen yanıt; “…Hem neyim olarak geleceksin buraya? Buradaki insanlara ne diyeceğim?” gibi bir tümce oluyor. Bu bir köylü kadın değil… Sonra da gidip Taner ile birlikte oluyor.
Bir de, şimdi Jiyan var. Karısını yılbaşı hindisine, birlikte olduğu diğer kadınları hindinin yanındaki garnitüre benzeten Ömer için Jiyan’ın anlamı ne?
Ömer Eren’in “Bırak kadınlara akıl vermeyi, doğum kontrolünü falan kadınım; bana, bize bir çocuk doğur. Yitik oğlumun yerine koyacağım bir Kürt Türk çocuğu; aşkın ortak dilinin, umdun, geleceğin çocuğu” (sf . 241) dediği Jiyan bu. Garnitürden bu kadarını beklemek biraz fazla değil mi?
Selim de Yelda’ya “ sana bir Heja yapacağım” demişti. (sf. 315) Bir ilginç benzerlik daha.
8. Batılı kahramanlar bölgeden insanlara karşı hem çok “iyi kalpliler”, “yol göstericiler”, “eğiticiler” hem de onlara karşı kızgınlık, kırgınlık ve yargılama gibi bir özelliğe sahipler. Bir iktidar dili ve yaklaşımı söz konusu gibi. Burada da bir benzerlik var sanki…
a. Yelda;
İyi kalpliliği Heja’ya bir anne gibi bağlanması, onu korumak istemesi.
Diğerleri için bir anlayış bile söz konusu değil.
“İçeri girdiğinde onu önce Rojda görmüştü, orada olmaktan, yabancıların arasında, onlardan biriymiş gibi İngilizce konuşarak sohbet etmekten Yelda’ya acıklı görünen bir sevinç duyduğu diğerlerinden daha fazla gülmesinden, daha coşkulu konuşmasından fazlasıyla rahat davranışlarından anlaşılıyordu.” (sf. 24)
“Yelda genç kızın öfkesinin altında kendi ırkının erkeklerinin cinayetlerinden duyduğu utancın saklı olduğunu da sezmişti” -Zerrin için - (sf. 40 )
a. Nevra Tuna;
“Öğretmen olmak istiyorsan hâlâ olabilirsin Zelo” (sf. 40)
“bir açık üniversiteye yazılabilirsin ”(sf 40)
“ adına bir harf eklemekle mi başladık seni sen olmaktan çıkarmaya, acaba.” (sf. 51)
“ Bir farkımız da bu, Zelha ile. Koskoca bir imparatorluk artığı olmanın genlerime işlemişliğinden olabilir mi, hoşgörüm.” (sf. 126)
“Çocuklarının suçunu örtbas etmeye çalışan bir ana gibi, Kürtler için hayıflanmak da bana düştü hep.” (sf. 126)
“ Ermenilerle birbirinizi yemişsiniz, bu da Türklerin suçu olmuş! Ermenilerden boşalan yerlere güle oynaya konaklayan Kürtlerin vebali de Türklerde…” (sf. 128)
“Meclise milletvekili olarak girdin ya Zelo, insaf et.” (sf. 130)
“Seni piyon yapmalarına müsaade etme.” (sf. 182)
“Doğu’nun ezilen kadınlarını kurtarmaya çalış..” (sf. 185)
“Cehalet, Doğu’nun kırsalına kapkara bir örtü gibi yayılmış…” (sf. 191)
“Bir devlet isyankar çocuklarını yirmi sekiz kere bağışladıysa, yine bağışlamasını bilir…” (sf. 195)
“Yazılarımı hiç mi okumadın. Defalarca yazdım, devlet Kürt vatandaşlarının hepsine okumayı yazmayı öğretebileydi, ana dilinde eğitim vermesine, şarkısını söylemesine, kitabını yazmasına, televizyonunu kurabilmesine imkan tanınsaydı…” (sf. 196)
b. Ömer Eren;
“Halk yüzlü, halk giysili, halk kokulu yolcuları” –Bu nitelemeyi daha bölgeye gitmeden Ankara terminalinde Anadolu yolcuları için kullanıyor (sf. 10)
“Sadece kendilerinin mazlum ve mağdur olduğuna inanıyor bunlar.” (sf. 49)
“O kadar savundum haklarını. Anadil manadil konusunda, bir de Doğu’daki faili meçhullerle ilgili yazılar yazdım diye az kaldı başım belaya girecekti. Avrupa Birliği normları, Avrupa “ ne der” kaygısı, sivil toplumun tepkisi olmasaydı, açılan davalardan mahkûm bile ederlerdi.” (sf. 49 )
“Az laf etmedik, az yazı yazmadık bu yakmalar yıkmalar için. Ama unuttuk işte, unuttum” (sf. 131)
“Bunların haklarını korumak için göze alınan onca bela; “vatan haini” ilan edilmek, şu maddeden bu maddeden yargılanmak, daha neler neler, hiçbiri makbule geçmiyor. Ne güveniyorlar sana ne de teşekkür ediyorlar; onların gözünde işbirlikçi Batılı Türk olarak kalıyorsun” (sf. 146)
“…yöresel yemekler sahiden güzel, rakı da hiç fena değil.” (sf. 155)
Öve öve bitiremediğiniz mesire yeriniz burası mıydı diye düşünüp küçümseyeceğini, benzer yerlerle kıyaslayacağını biliyor Ömer’in. Soğukpınar’ın üç kavak bir söğütlük zavallı bir yer olduğunu; bu topraklarda iyinin de güzelin de ölçüsünün değiştiğini; devlerin gözünde cüceler ülkesinin ölçülerine indiğini kahrolarak isyan ederek biliyor…(sf. 249)
“…tek balığın alabalık olduğu…” (sf. 250)
9. Batılı kahramanların hepsi de bütün bu yol göstericilikleri, eğiticilikleri, ağabey ya da ablalıkları yanında kendilerine kurdukları hayattan çok mutsuzlar, çok, çok. Problemleri de çok sanki. Kendi çıkmazları çok ağır. Çaresiz gibi bir şeyler…
a. Yelda;
“Nasıl olduğunu anlayamadan ilişkileri yeniden başlamış ve çok kısa bir süre içinde Yelda’nın içindeki öfke ve kuşku, kıskançlık krizleri, kavgalar, hakaretler, tehditlerle ortaya çıkmıştı, her sözden, her şakadan alınır olmuş, Selim’in de karşısındaki kadının yaşadığı yıkımın ağırlığını anlayamaması, şefkatini her zamanki gibi saklaması Yelda’nın her seferinde biraz daha fazla yaralanmasına yol açmıştı, neredeyse her karşılaşmaları Yelda’nın zapt edemediği acısının aralarına girip, onları biraz daha ayırmasıyla son bulmuştu.
Yelda belki acıya dayanabilirdi ama acı çeken bir kadın olmaya, kendisine aldırmadığını düşündüğü biri için her gece ağlamaya, onu biraz daha görmek için yalvaracak hallere gelmeye dayanamazdı.
Sonunda bir gün Selim’e geldi
- Ben gidiyorum, dedi. Daha fazla dayanamayacağım, bunu burada senin bulunduğun şehirde halledemeyeceğim…
Avrupa Birliği’nin “töre cinayetlerini” araştırmak için kurduğu misyona Selim’e haber vermeden başvurup işe kabul edilmişti. ‘Ben gidiyorum’ dedikten üç gün sonra yola çıkmıştı “ (sf. 167-168)
c. Nevra Tuna;
“…Evime döndüğümde, aynadaki mutsuz ve yorgun yüzüme bakıp, ‘Yine olmadı, Bunu da başaramadın işte, Nevra,‘ dememeliyim. Başaramamaktan bıkkınım çünkü. Kaybetmekten bıkkınım. Evliliğini elleriyle bozan, kendi hataları yüzünden önce kocasını, sonra gül gibi işini, daha sonra da çocuğunu kaybeden bir budalayım ben. Hiçbir şeyin sonunu getiremeyen bir beceriksizim. Değil bir kocayı, bir sevgiliyi dahi elinde tutmayı beceremeyen kocaman bir aptalım. Bugünü de yüzüme gözüme bulaştırırsam… bin bir takla atılarak, nice ipler çekilerek kotarılmış bu görüşmeden yüzümün akıyla çıkmazsam, TEM otoyolu üzerinde yer alan upuzun binanın yedinci katındaki, kaçak apartmanlara bakan, ‘Türkiye gerçeği’ manzaralı odamdan bilgisayarımı söküp, tek tük kişisel eşyamı toplayıp çıkmak zorunda kalırsam, son bir yıldır beni hayata teyelleyen yegâne ilmeği de çözmüş olmayacak mıyım? Ne kalacak geriye bana tutunmam için? Ne? Tanrım bana yardım et ki, kiminin gözünde terörist, kiminin indinde azize olan bu doğulu kadın, bu köylü kızı, bu son yılların, durumdan vazife çıkartılarak yaratılan parlak yıldızı, gelsin ve konuşsun benimle. Konuşsun ve kaderimi değiştirsin” (sf. 14)
“…Demin dedin ya Zelha, kaset boşa dönüyor diye… benim hayatım bu işte. Boşa dönüp duruyor, boşa, boşa, boşa… ben hiç fark etmiyorum. Hep bir ümitle bekliyorum. Hep bekliyorum ama hep boşa dönüyor.” Sf. 170
c. Ömer Eren;
“beni bekleyen ne var ki İstanbul’da… Elif’ten başka! O da zaten deneyleriyle, öğrencileriyle, yabancı dergilere yazdığı bilimsel makaleleriyle meşguldür. İşsiz insanların işidir beklemek. Elif’in işi hep başından aşkındır. (sf. 15)
“ İçinde kara bir boşluk ve boğuntuyla yeniden kaçmak için eve; hep orada, hep sevgili, hep ölçülü, hep uzak karısına; övgü ve dostluk gösterilerinin ardına saklanmış ‘biz senin cemaziyülevvelini biliriz’ sırıtmalarını görmezden gelerek, edebiyat çevrelerine, kimi nerede, hangi havalarda, hangi dünyalarda bulacağını bilememenin korkusuyla eski yol arkadaşlarına dönmek. Yollar, ülkeler, şehirler, oteller, denizler, limanlar, insanlar; hep, ‘yaşantı olsun’ diye. İçine yapışmış boşluk ve anlamsızlık duygusuyla” (sf. 9-10)
“kendi topraklarım kurudu, kendi insanlarım değişti. Belki de onlar değil ben değiştim. Onlara, kendime yabancı kaldım….” ( sf. 121)
Sanki sistem, bu kahramanları bir hayli kuşatmış, kıstırmış, hırpalamış. Ama sanki onlar kendilerinin farkında değil ve başka hırpalanmışların peşindeler
.............
11 Şubat 2012 Cumartesi
ŞEMS'İN BAŞI İÇİN
O Şems.
Ta kendisi.
Hoş geldi.
Sefaya değişmeyeceğimiz cefalar getirdi.
Aşık ve aşmış bir adam.
Kalplerimizi açmaya, bizleri daha insan yapmaya gelenlerden.
Şems o.
Cehennemi ateşlere kendini bilerek atan, hayallerini çığlık çığlığa yakarak ışıklara karışan bir deli köz. Ve bu nedenle ışığı hiçbir zaman cılız olmayıp her koşulda göz kamaştıran, büyüleyen ve yine bu nedenle de hep göz önünde olan adamlardan.
Tenin, bedenin ve terin bütün labirentlerinde, dehlizlerinde, uçurumlarında ve mağaralarında gezinip acılarlarından imbik imbik döktüğü yeteneğin, işçiliğin, yaratıcılığın, zevkin ve sabrın, işte o büyük aşkın meraklı ve cesur çırağı.
O göğsünü gagalayarak ve kanatarak ve kanına da kızılcık şerbetiymiş gibi bakarak bir de üstüne üstlük bir tül inceliğinde yüreklerimize dokunarak bizleri aşka çağıran bir divane.
Işığından, yeteneğinden, cesaretinden ve kudretinden ve öfkesinden ve sivri dilinden çekinip korksak ve yabancı bulsak ve hatta uzak, çok uzak dursak da bir şekilde içimize ağıp iç dünyamızı aydınlatan bir Şems o.
Yürek işçisi yani.
Ve Şems aşka ve ateşe bir kez daha dokunuyor.
Başına gelecekleri bile bile dokunuyor.
Birini korumak adına bir kez daha kendini açık ediyor.
Heyhat...
Ve sen.
Şems’in başını isteyen sen.
Bir kadını, bir erkeği severek öpmemiş, öpememiş, elini bir çocuğun başına şefkatle koymamış, kendine acımaktan başka bir duygusu kalmamış insan. O özgürlükten korkan, kaçan, sadece güce ve güçlüye tapan, tek olduğunda cılız çok olduğunda asabi ve saldırgan olan sen. Yalnızken ağlayabilen kalabalıklarda ise kendini kanıtlamak için bir garibanı ağlatana kadar uğraşan, yaşamak istediklerini başkaları yaşadığında sanki suç işlemişler gibi onları yargılayan, hesap sormaya koşan ikiyüzlüleşmiş insan, sen.
Ve bugün bir kez daha iştahla ve zalimlikle Şems’in başını istiyorsun.
"Bu kaçıncı ölümüm hain" der Pir Sultan. Ve sana rağmen ve belki senin için gelir yine.
Ve sen, kendi tüylerini parlatmaktan başka kimseyi iplemeyen aydın görünümlü şahin.
Ne diyeyim; sana dokunmayan yılan bin yaşasın.
Ama dokunacaklar.
Bir kez daha Şems’in başını istiyorlar.
Bir kez daha susuyorsun.
Susuyoruz.
Hani, Yılmaz Odabaşı’nın bir dizesi vardır ya; “Feride” şiirinde geçer, “Herkesin bir Feride’si vardır” diye. Bir kadın olarak bu çok sevdiğim şiirin şairine, o şiirdeki o dizesinde biraz bozulurum. Bir zamanlar, “Herkesin bir Yılmaz’ı vardır” diye bir yazı yazacaktım ve kendimce aşkı savunacaktım, kadın cephesinden aşkı anlatacaktım. Olmadı. Aştan ve anlatmaktan vazgeçtim.
Yazmadım.
Ama yaşananları görünce; herkesin her zamanın her coğrafyanın bir Şems’i varmış ve her zamanda da kıskanıp başını istenler çıkıyormuş gibi bir duyguya kapıldım. İnsanlığın bir dirhem ilerlemediğini aksine giderek öfkeli ve şuursuz bir kitleye dönüştürüldüğü kaygısını taşımaya başladım. Şems'in yanında durmak istedim. Kadını erkeği bir yana bırakıp aşkın yanında durmak istedim. Bu yazıyı erteleyemedim. Keşke birileri Şems'in tırnağı olabilse aşkta diye düşündüm. Ve onun şövalyeliğine bir kez daha tutuldum.
Bu günlerde Şems’i çok okuyorum ondandır belki onun için aşk için bu kadar endişelenmem. Ve bağırmak geliyor içimden sık sık. “Şems’i rahat bırakın. Hiç mi işiniz gücünüz yok sizin”
Şems’e dokunmayın sakın. Ona dokunursanız aşka dokunmuş olursunuz. Aşk olmadan bu dünya dönmez. Bereket olmaz. Kurur suyu toprağı.
Bana mı düşmeliydi bunları düşünmek? "Bana mı düşmeli bunları yazmak" diye düşünmüyorum artık. Evet bana düşüyor. Kesinlikle bana. Ev kadınından hallice bir yaşamda, yazmaya çalışan bana düşüyor. Diğerleri fazla meşgul. Neyle meşgul olduklarını bize pek hissettiremeseler de fazla meşguller.
Oy siz Şems’e hayran olun.
Sakın ola ki Şems’e dokunmayın. Beğenmiyorsanız daha iyisini yapın daha iyisini yazın. Daha iyisi olmasa da olur, herhangi bir işle aşkla uğraşın yeter. Aşkla.
Kalbinize ve vicdanınıza bir kez olsun bakın.
Vicdanınız rahatsızsa çocuklara iyi davranın.
Birini çok özlüyorsanız şiirler okuyun, şarkılar söyleyin, bağırın, gidin söyleyin.
İçiniz sıkılıyorsa yıldızlara bakın.
Bunalıyorsanız ister evinizi ister arabanızı ister çekmecelerinizi temizleyin.
Çok daha bunalıyorsanız gözyaşlarınıza güvenin, iyi ruh temizleyicileridir. Mektup yazın, çıkın dolaşın, doktora gidin.
Bir tek başkalarıyla uğraşmayın.
Başkalarıyla uğraşmak İnsanı uyutmaz, rahat bırakmaz, soluk aldırmaz, huzur bırakmaz.
Bir de Şems’e dokunmayın.
Daha doğrusu kimseye dokunmayın.
Ve Şems'in başı için Murathan Mungan’ı da rahat bırakın.
8 Şubat 2012 Çarşamba
DOKUNSAN KIRILAN DOKUNMASAN KURUYAN İNSANLAR
DOKUNSAN KIRILAN DOKUNMASAN KURUYAN İNSANLAR
(Yaşlılık Hikâyeleri)
Kitap, adını, Hasan Hüseyin’in incelikli bir dizesinden esinlenerek alıyor;
“İncecikti
gül dalıydı
dokunsan kırılacaktı
dokunmadım kurudu”
Ve bu isim de bu kitaba çok yakışıyor.
Kısa kısa alıntılarla kitabı biraz tanıyalım.
Evet, bu kitap biraz huzurevini anlatıyor.
“Çemişgezek Huzurevini”
“Tuvalet ihtiyacı dışında odasından çıkmayan Makbuş banyo yapmak yerine kolonyalı pamukla - aklına geldikçe-silinmeyi yeğlerdi” diye Makbuş’u,
“Sıcak su varken banyo yapmayıp, yokken ‘yapacağım’ diye kıyameti koparmayı yeğlerdi. Aklına estiğinde dalgalı gümüş kırçıllı saçlarını floresan sarısı renge boyardı” diye Menşure Hanımı,
“Arkaya yatırarak taradığı briyantinli saçları, özenli giyimi, ipek fular- mendilleri, ille de ‘rob döşambır’ı ….” diye anlattığı Ragıp Beyi,
“Refakatcısının desteğiyle yaşamını sürdüren, mamasını yerken bebekleşen, önlüklüyken yakalanmaktan hoşlanmayan…” özel bakıma muhtaç spastik engelli Erkan’ı anlatıyor.
Evet bu kitap biraz yaşlıları ve yaşlılığı anlatıyor;
“…kadın resmen peçetelere, karton torbalara, kutulara aşık, valla. Küçük tuvalet tavana kadar şişeyle dolu ama ‘birini ver; yağ şişesi yapayım’ desen vermez “ diye Dilbahar Hanımın çöp evini,
“Nesime benim çoraplarımı çıkarmama yardım ediyor ben de onun –kireçlenmiş kollarını kaldıramadığından- giyinmesine yardımcı oluyorum…….Günün en keyifli anı Nesime’nin alnına bir öpücük kondurmak ve ‘Allah rahatlık versin’ demek” diye Itır kokusundan yüreği dağlanan beyefendiyi,
“Pazar öğlen yemeğine çocukları ve torunları için kendi elleriyle yaptığı balık, çiğbörek, salata (yirmi çeşit ot-sebze-baharatlı) ve höşmerim yenirken başka şeylerle ilgilenen, sevimsiz- iştah kaçırıcı konular açan torunlarına bozulan, ağza alınan her lokmanın “iyi ki yaşıyorum” sevinciyle çiğnenerek yaşamın tadına varılması gerektiğini söylermiş” diye Faik Amcayı
Ama bu kitap çokça hayatı anlatıyor;
“Akşam olduğunda karpuzdan yaptığı fenerlerin içine yerleştirdiği yağ kandilleriyle aydınlattığı arka bahçedeki asmanın altında ‘Giritli gelin’ yengemin yaptığı mezelerin eşliğinde amcam ve dayımla kaşıklayarak rakısını içerken, bana da koklatırdı. İşte o yüzden arkadaş toplantılarında önümdeki sek rakı kadehini babamın ruhuna gideceğine inanarak koklarım” diye oğlunun ağzından Filinta Bahri’yi anlatıyor
Ama bu kitap çokça kadınları anlatıyor;
“Kendine bile hayrı olmayan bir adamın kahrını, tam otuz dokuz yıl çektim. Nihayetinde ölüm koparttı, beni ondan. Kokusuna bile katlanamadığım bir adamla bunca yıl” diye Süreyya Hanımı,
“Beşinci sınıftayken ısrarla babama ’Ayten, Öğretmen okulunun sınavına girerse, kazanır. Öğretmen olur! Eli ekmek tutar! Dediyse de ikna edemedi” diye Ayten Hanımı,
“Ben yıllarca hep birileri için yaşadım. Ve çok geç akıllandım. Şimdi kendi kahkaha sesimi duyunca sevindirik oluyorum. Çınlayan her kahkahamla yılların yorgunluğunu atıyorum da” diye Kehrüba Teyze’yi anlatıyor.
Ama bu kitap çokça aşkı anlatıyor;
“Bu gün çok akıllı bir kız tanıdım. Tarih 13. Şubat. 1954” diye kara kaplı defterine not düşen ve ne edip edip o kızla evlenen Çavuş Amca ile Zülfiye Teyzeyi anlatıyor.
Hayat gibi; renkli, kederli, sade, karmaşık, trajik öykülerden oluşan bir kitap.
Bir de komedisi var.
Ekşi sözlük yazarlarının babaanne küfürlerine güldüğüm kadar beni güldüren bir komedisi.
“Nasıl kızdırmaz; çok zengin olduğu halde elektrik gitmesin diye evini hala ‘gırgır’la süpüren, su harcamamak için bütün gün çişleri biriktirip, gece yatmadan önce sifonu bir defaya mahsus çeken, ….. telefonda en uzun 20 saniye konuşan, karanlıkta televizyon izleyen, bayramda gelen çocuklara şeker vermemek için kapı açmayan…..” diye uzun ve güzel bir komedisi.
Ellerine sağlık Şadiye.
Ne iyi yapmışsın.
13 Ağustos 2012
(Yaşlılık Hikâyeleri)
Kitap, adını, Hasan Hüseyin’in incelikli bir dizesinden esinlenerek alıyor;
“İncecikti
gül dalıydı
dokunsan kırılacaktı
dokunmadım kurudu”
Ve bu isim de bu kitaba çok yakışıyor.
Kısa kısa alıntılarla kitabı biraz tanıyalım.
Evet, bu kitap biraz huzurevini anlatıyor.
“Çemişgezek Huzurevini”
“Tuvalet ihtiyacı dışında odasından çıkmayan Makbuş banyo yapmak yerine kolonyalı pamukla - aklına geldikçe-silinmeyi yeğlerdi” diye Makbuş’u,
“Sıcak su varken banyo yapmayıp, yokken ‘yapacağım’ diye kıyameti koparmayı yeğlerdi. Aklına estiğinde dalgalı gümüş kırçıllı saçlarını floresan sarısı renge boyardı” diye Menşure Hanımı,
“Arkaya yatırarak taradığı briyantinli saçları, özenli giyimi, ipek fular- mendilleri, ille de ‘rob döşambır’ı ….” diye anlattığı Ragıp Beyi,
“Refakatcısının desteğiyle yaşamını sürdüren, mamasını yerken bebekleşen, önlüklüyken yakalanmaktan hoşlanmayan…” özel bakıma muhtaç spastik engelli Erkan’ı anlatıyor.
Evet bu kitap biraz yaşlıları ve yaşlılığı anlatıyor;
“…kadın resmen peçetelere, karton torbalara, kutulara aşık, valla. Küçük tuvalet tavana kadar şişeyle dolu ama ‘birini ver; yağ şişesi yapayım’ desen vermez “ diye Dilbahar Hanımın çöp evini,
“Nesime benim çoraplarımı çıkarmama yardım ediyor ben de onun –kireçlenmiş kollarını kaldıramadığından- giyinmesine yardımcı oluyorum…….Günün en keyifli anı Nesime’nin alnına bir öpücük kondurmak ve ‘Allah rahatlık versin’ demek” diye Itır kokusundan yüreği dağlanan beyefendiyi,
“Pazar öğlen yemeğine çocukları ve torunları için kendi elleriyle yaptığı balık, çiğbörek, salata (yirmi çeşit ot-sebze-baharatlı) ve höşmerim yenirken başka şeylerle ilgilenen, sevimsiz- iştah kaçırıcı konular açan torunlarına bozulan, ağza alınan her lokmanın “iyi ki yaşıyorum” sevinciyle çiğnenerek yaşamın tadına varılması gerektiğini söylermiş” diye Faik Amcayı
Ama bu kitap çokça hayatı anlatıyor;
“Akşam olduğunda karpuzdan yaptığı fenerlerin içine yerleştirdiği yağ kandilleriyle aydınlattığı arka bahçedeki asmanın altında ‘Giritli gelin’ yengemin yaptığı mezelerin eşliğinde amcam ve dayımla kaşıklayarak rakısını içerken, bana da koklatırdı. İşte o yüzden arkadaş toplantılarında önümdeki sek rakı kadehini babamın ruhuna gideceğine inanarak koklarım” diye oğlunun ağzından Filinta Bahri’yi anlatıyor
Ama bu kitap çokça kadınları anlatıyor;
“Kendine bile hayrı olmayan bir adamın kahrını, tam otuz dokuz yıl çektim. Nihayetinde ölüm koparttı, beni ondan. Kokusuna bile katlanamadığım bir adamla bunca yıl” diye Süreyya Hanımı,
“Beşinci sınıftayken ısrarla babama ’Ayten, Öğretmen okulunun sınavına girerse, kazanır. Öğretmen olur! Eli ekmek tutar! Dediyse de ikna edemedi” diye Ayten Hanımı,
“Ben yıllarca hep birileri için yaşadım. Ve çok geç akıllandım. Şimdi kendi kahkaha sesimi duyunca sevindirik oluyorum. Çınlayan her kahkahamla yılların yorgunluğunu atıyorum da” diye Kehrüba Teyze’yi anlatıyor.
Ama bu kitap çokça aşkı anlatıyor;
“Bu gün çok akıllı bir kız tanıdım. Tarih 13. Şubat. 1954” diye kara kaplı defterine not düşen ve ne edip edip o kızla evlenen Çavuş Amca ile Zülfiye Teyzeyi anlatıyor.
Hayat gibi; renkli, kederli, sade, karmaşık, trajik öykülerden oluşan bir kitap.
Bir de komedisi var.
Ekşi sözlük yazarlarının babaanne küfürlerine güldüğüm kadar beni güldüren bir komedisi.
“Nasıl kızdırmaz; çok zengin olduğu halde elektrik gitmesin diye evini hala ‘gırgır’la süpüren, su harcamamak için bütün gün çişleri biriktirip, gece yatmadan önce sifonu bir defaya mahsus çeken, ….. telefonda en uzun 20 saniye konuşan, karanlıkta televizyon izleyen, bayramda gelen çocuklara şeker vermemek için kapı açmayan…..” diye uzun ve güzel bir komedisi.
Ellerine sağlık Şadiye.
Ne iyi yapmışsın.
13 Ağustos 2012
21 Kasım 2011 Pazartesi
YENİ EDEBİYAT YENİ EDEBİYATÇILAR
uma, Eylül 5, 2008
Edebiyat; içimizdeki çocuğun çoşan, taşan şarkıları değil midir? Ne başı vardır ne sonu. Ne mantıklı bir sözü vardır ne izlenebilir bir ritmi. Yine de alır götürür insanı. İşinden gücünden eder, avare eder, deli eder, divane eder. Durduk yerde yoldan çıkarıp gülümsetir, neşelendirir. İnsanı insan eder.
Edebiyat içimizdeki yaşlı ve bilge insanın anlattıkları değil midir? En derin sesimizle kendimize anlattığımız büyülü ve bir o kadar gerçek masallar. Gökyüzünden üç elma düşer, Nuh tufanı sürükler, Kabil Habil'i öldürür, Ferhat dağları deler, Spartaküs kazığa geçirilir.
Edebiyat; içimizdeki kadının doğum çığlığıdır. Hayatın doğuşudur. Yoğun ve uzun bir sancıyla ama özlemle, aşkla, umutla beklenen bir hayatın doğuşunun çığlığı.
Ve edebiyat; içimizdeki eril güçtür. Hayatı oluşturan güç. O gücün verdiği güven. O güvenin tok sesi.
Son günlerde; edebiyattaki genç adamların alttan alta, derinden derine açtıkları bir tartışmanın bir yanında da “Medium is the message” - benim gibi İngilizce bilmeyenler için anlamı;"Medyum (ortam) mesajı belirler" -tümcesinden hareketle, eserin okuyucuyla buluşma yöntemleri ve bu yöntemlerin nasıl olması gerektiği, oluşturuyor.
Tüm derdi edebiyat olan bir yayım anlayışı artık pek yok. Herkes bir parça piyasayı kollamak zorunda. Edebiyatı kollar gibi olanlar da, öyle bağımsız yapılar değil, bir sermayedar, bir gazete, bir görüşle bağlantılı. Sadece edebiyat kaygısıyla hareket edebilecek yapılar çoktan dağıldı. Meydan da medyum da burası. Deniz çoktan bitti.
Bulaşanlar açısından çok muhafazakar olmaya ve boş yere onları eleştirmeye gerek yok ama bulaşan da pişman bulaşmayan da. Medyum hayli karışık.
Peki, bu genç adamlar seslerini nasıl duyuracaklar?
Ben üründen çok eser demeyi tercih ederek, eserlerini nasıl sergileyebileceklerini merak ediyorum.
Edebiyat adına da, genç insanlar adına da merak içindeyim.
Hangi koşullarda, ortam mesajı belirler?
Çoğunlukla ortam mesajı belirliyor, doğru. Ama her zaman mı? Her zaman mı?
Bundan beş on yıl önce şiirleri, öyküleri, romanı olan bir genç insan için; ülkemizde saygın bir yayınevinden bir kitap çıkarmak ve bunu saygın gazete eklerinden duyurmak yeterliydi.
Ama altmış yıl önce, Sovyet Rusya'da Yevgeni Yevtuşenko için bir milyon insana açık havada şiir okumaktı. Belki Şehrazat için hayatını koruma amaçlı her gece bir masal uydurmaktı. Bir dengbej'in bugün bile insanlık kadar eski söylenceler unutulmasın diye köy köy dolaşıp anlatmaktır.
Son dönemin çok satan çok önemli yazarlarına bakın. Dillerine, kurgularına, konularına, işleyişlerine bakın. hangi sesi duyuyoruz? hangi çığlığı?
Belki de medyum artık; kitap, dergi, gazete ve gazete eki değildir. Başka bir şeydir. Onu görecek genç adamlar ve genç kadınları beklemektedir. Onu oluşturacak inatçı, ısrarlı, asi genç kadınlarla genç adamları beklemektedir. İçindeki şarkıları, masalları, doğum çığlığını ve gücü susturmayan aksine bağıra cağıra söyleyen gençlere gereksinimi vardır belki.
Belki medyumu belirleyecek gençlere medyumu belirleyecek mesajlara gereksinim vardır bu zamanın.
Edebiyatın ne olduğunu, hayatla derdinin ne olduğunu bir kez daha tanımlamaya gerek vardır belki. Belki mesaja dönüp bakmaya gerek vardır.
Bazen zamanı dinlemek, geldiğini görmek vardır.
Edebiyat; içimizdeki çocuğun çoşan, taşan şarkıları değil midir? Ne başı vardır ne sonu. Ne mantıklı bir sözü vardır ne izlenebilir bir ritmi. Yine de alır götürür insanı. İşinden gücünden eder, avare eder, deli eder, divane eder. Durduk yerde yoldan çıkarıp gülümsetir, neşelendirir. İnsanı insan eder.
Edebiyat içimizdeki yaşlı ve bilge insanın anlattıkları değil midir? En derin sesimizle kendimize anlattığımız büyülü ve bir o kadar gerçek masallar. Gökyüzünden üç elma düşer, Nuh tufanı sürükler, Kabil Habil'i öldürür, Ferhat dağları deler, Spartaküs kazığa geçirilir.
Edebiyat; içimizdeki kadının doğum çığlığıdır. Hayatın doğuşudur. Yoğun ve uzun bir sancıyla ama özlemle, aşkla, umutla beklenen bir hayatın doğuşunun çığlığı.
Ve edebiyat; içimizdeki eril güçtür. Hayatı oluşturan güç. O gücün verdiği güven. O güvenin tok sesi.
Son günlerde; edebiyattaki genç adamların alttan alta, derinden derine açtıkları bir tartışmanın bir yanında da “Medium is the message” - benim gibi İngilizce bilmeyenler için anlamı;"Medyum (ortam) mesajı belirler" -tümcesinden hareketle, eserin okuyucuyla buluşma yöntemleri ve bu yöntemlerin nasıl olması gerektiği, oluşturuyor.
Tüm derdi edebiyat olan bir yayım anlayışı artık pek yok. Herkes bir parça piyasayı kollamak zorunda. Edebiyatı kollar gibi olanlar da, öyle bağımsız yapılar değil, bir sermayedar, bir gazete, bir görüşle bağlantılı. Sadece edebiyat kaygısıyla hareket edebilecek yapılar çoktan dağıldı. Meydan da medyum da burası. Deniz çoktan bitti.
Bulaşanlar açısından çok muhafazakar olmaya ve boş yere onları eleştirmeye gerek yok ama bulaşan da pişman bulaşmayan da. Medyum hayli karışık.
Peki, bu genç adamlar seslerini nasıl duyuracaklar?
Ben üründen çok eser demeyi tercih ederek, eserlerini nasıl sergileyebileceklerini merak ediyorum.
Edebiyat adına da, genç insanlar adına da merak içindeyim.
Hangi koşullarda, ortam mesajı belirler?
Çoğunlukla ortam mesajı belirliyor, doğru. Ama her zaman mı? Her zaman mı?
Bundan beş on yıl önce şiirleri, öyküleri, romanı olan bir genç insan için; ülkemizde saygın bir yayınevinden bir kitap çıkarmak ve bunu saygın gazete eklerinden duyurmak yeterliydi.
Ama altmış yıl önce, Sovyet Rusya'da Yevgeni Yevtuşenko için bir milyon insana açık havada şiir okumaktı. Belki Şehrazat için hayatını koruma amaçlı her gece bir masal uydurmaktı. Bir dengbej'in bugün bile insanlık kadar eski söylenceler unutulmasın diye köy köy dolaşıp anlatmaktır.
Son dönemin çok satan çok önemli yazarlarına bakın. Dillerine, kurgularına, konularına, işleyişlerine bakın. hangi sesi duyuyoruz? hangi çığlığı?
Belki de medyum artık; kitap, dergi, gazete ve gazete eki değildir. Başka bir şeydir. Onu görecek genç adamlar ve genç kadınları beklemektedir. Onu oluşturacak inatçı, ısrarlı, asi genç kadınlarla genç adamları beklemektedir. İçindeki şarkıları, masalları, doğum çığlığını ve gücü susturmayan aksine bağıra cağıra söyleyen gençlere gereksinimi vardır belki.
Belki medyumu belirleyecek gençlere medyumu belirleyecek mesajlara gereksinim vardır bu zamanın.
Edebiyatın ne olduğunu, hayatla derdinin ne olduğunu bir kez daha tanımlamaya gerek vardır belki. Belki mesaja dönüp bakmaya gerek vardır.
Bazen zamanı dinlemek, geldiğini görmek vardır.
KEMAL ORHAN PAMUK BEYİN YENİ ROMANI
Pazar, Eylül 28, 2008 ·
"Onun sayesinde, o günlerde İstanbul'da, başı açık güzel bir kadınla gezmenin bütün zevklerini ve gerilimlerini harikulade bir eğlenceymiş gibi yaşadım. Bir hastanenin kalemine girdiğimizde, bir devlet dairesine adımımızı attığımızda, bütün başlar ona çevrilirdi..............................Avrupa filmlerinden çıkma kibar centilmen havasıyla yaklaşıp 'Bir yardımım dokunabilir mi?' diyen genç doktorlar da vardı, beni fark etmediği için şakalar, kibarlıklar yaparak Füsun'a hafifçe asılan kaşarlanmış profesörler de...Bütün bunlar, örtülü olmayan güzel bir kadınla karşılaşınca devlet dairelerinde memurlar arasında yaşanan bir anlık telaş, hatta panik duygusu yüzündendi."
Yıl 1983 yer de İstanbul.
Kemal Orhan Pamuk Bey'in son romanı, "Masumiyet Müzesi" adlı kitabın, 477 sayfasının son ve 478 sayfasının ilk paragrafı olan bir bölümden küçük bir alıntı.
Yazar; bugünlerdeki sıkıştırılmış kışkırtılmış halimizden söz etmiyor, 1930'lardan 40'lardan da söz etmiyor. 1983 yılından söz ediyor. Hiç bir şehre böyle bir yaklaşım sergilemek istemediğim için isim vermiyorum ama taşradan değil, Anadolu'nun ücra köşelerinden değil İstanbul'dan söz ediyor.
Daha çok; 1975 ile 1984 yıllarını anlatan bu romanın, başka bazı satırlarında da böyle ifadelere rastlanıyor. O yıllarda kadınların başlarının açık ya da kapalı olmasının hayatta bir anlamı yoktu ki ifadede de bir anlamı olsun. Bu nasıl bir gözlem? Bir halkın yaşadıkları bir film afişi ya da bir plak kapağı kadar önemli değil midir ki böyle yanlışlar gayet sıradanmış gibi yapılıyor? O yıllarda geleneksel ailelerde bile, yaşlılardan başka başı kapalı olan kadın pek yok.
Mısır'da bile 1975 yılından sonra kapanmanın başladığını, Nasır'ın cenazesindeki fotoğrafları örnek göstererek anlatır kadınlar.
Bu acil konudan sonra, Orhan Pamuk isminin burada, bu klavyede neden Kemal Orhan Pamuk'a dönüştürüldüğü ile ilgili bir açıklama yapmak lazım herhalde. Açıklamayı yazının sonunda yapalım.
Roman konu edindiği yıllar, Türkiye'nin, zorluk olarak, belki bugünden daha az tehlikeli, ama görünürde daha özel bir süreçten geçtiği yıllar. Sağ sol çatışması. Kemal Orhan Pamuk'un o yıllardan gördüğü bütün manzara bu, sağ sol çatışması. İnsan; ülkesinin bu çok özel dönemine bu kadar yüzeysel bakarak, nasıl Kürt soruna, Ermeni meselesi konularına içerden ve derinden bakabilir ki?
Yazar romanda gerçekten bekaret konusunu sık sık dile getirmiş. Tartışmış mı ? Hayır. Kitabın bekaretle bir ilgisi yok. Bunu konuşabilmek için bu toplumu iyi tanımak gerekiyor. Uzak akraba kızlarının sorunları olarak baktığımızda, Sibel ile Nurcihan'ı hiç bir zarara uğramadan çekip alıveriyoruz. Onlar bizim sınıfımızdan çünkü. Füsun bile öyle. Bizim sınıfımızdan biri, ona aşık oldu çünkü.
Geçmiş zaman nostaljileri.
Bat dünya bat. Öldüğünle kalıyorsun Güldünya, öl.
Aşkın romanı olsaydı keşke.
Ya da masumiyetin.
".....Masumiyetse her şeyi bilmek ve yine de iyinin cazibesine kapılmaktır" diyor Clarissa P. Estes, "Kurtlarla Koşan Kadınlar" adlı kitabının 171. sayfasında. 172 ve 173'te ise daha açıklayıcı tanımları var masumiyetin. "Yalnızca başkalarına ya da kendine zarar vermekten kaçınmaya dair bir tutum değil, kendini ( ve başkalarını ) onarma ve yeniden kurma yeteneği olarak da değerlendirilir." Buradaki masumiyette bilme, farkında olma, idrak etme var. Romanın kahramanı Kemal'de, o bilmeyi çok göremiyoruz. Aksine hayatının kontrolünü kaçırmış bir adamın sürüklenişi. Füsun ya da romanın iddia ettiği gibi büyük bir aşk olmasa da, sürüklenecek bir adammış gibi Kemal. Bir çoğu gibi kadınlardan biri evde biri garsoniyerde biri burada olsun diyen adamlardan biri. Plan bozulunca iş değişiyor.
Neyse, gelelim Kemal Orhan Pamuk meselesine. Romanda iddia edilen büyük aşkı için; 5723 müze gezen Kemal Bey, o büyük büyük aşk için roman yazmayı da öğrenirdi, yazardı da. Ama o zaman roman tümüyle Orhan Pamuk'un sırtına binerdi. Orhan Pamuk, Kemal ile kendini ayırmak istiyor sanki. Çünkü Kemal'in aşkına inanmıyor gibi. Bugünün koşullarında çaresiz kalmış bir sınıfın can sıkıntısı ve hayata umtsuzca anlam katma çabasını zavallı buluyor olabilir. Bu zavallılığı, aşk adıyla kutsayarak kurtarmak istiyor ama olamadığını da başta kendisi görüyor. hataları Kemal'e pas etmek için kendini "romancı " olarak ayırmay çok özen gösteriyor. Ama olmuyor. Bunu yapmaya çalışırken, Kafka romanlarındaki gibi giderek Kemal'e dönüşüyor. Kemal Orhan Pamuk adlı bir yazarla karşılaşıyoruz.
"Onun sayesinde, o günlerde İstanbul'da, başı açık güzel bir kadınla gezmenin bütün zevklerini ve gerilimlerini harikulade bir eğlenceymiş gibi yaşadım. Bir hastanenin kalemine girdiğimizde, bir devlet dairesine adımımızı attığımızda, bütün başlar ona çevrilirdi..............................Avrupa filmlerinden çıkma kibar centilmen havasıyla yaklaşıp 'Bir yardımım dokunabilir mi?' diyen genç doktorlar da vardı, beni fark etmediği için şakalar, kibarlıklar yaparak Füsun'a hafifçe asılan kaşarlanmış profesörler de...Bütün bunlar, örtülü olmayan güzel bir kadınla karşılaşınca devlet dairelerinde memurlar arasında yaşanan bir anlık telaş, hatta panik duygusu yüzündendi."
Yıl 1983 yer de İstanbul.
Kemal Orhan Pamuk Bey'in son romanı, "Masumiyet Müzesi" adlı kitabın, 477 sayfasının son ve 478 sayfasının ilk paragrafı olan bir bölümden küçük bir alıntı.
Yazar; bugünlerdeki sıkıştırılmış kışkırtılmış halimizden söz etmiyor, 1930'lardan 40'lardan da söz etmiyor. 1983 yılından söz ediyor. Hiç bir şehre böyle bir yaklaşım sergilemek istemediğim için isim vermiyorum ama taşradan değil, Anadolu'nun ücra köşelerinden değil İstanbul'dan söz ediyor.
Daha çok; 1975 ile 1984 yıllarını anlatan bu romanın, başka bazı satırlarında da böyle ifadelere rastlanıyor. O yıllarda kadınların başlarının açık ya da kapalı olmasının hayatta bir anlamı yoktu ki ifadede de bir anlamı olsun. Bu nasıl bir gözlem? Bir halkın yaşadıkları bir film afişi ya da bir plak kapağı kadar önemli değil midir ki böyle yanlışlar gayet sıradanmış gibi yapılıyor? O yıllarda geleneksel ailelerde bile, yaşlılardan başka başı kapalı olan kadın pek yok.
Mısır'da bile 1975 yılından sonra kapanmanın başladığını, Nasır'ın cenazesindeki fotoğrafları örnek göstererek anlatır kadınlar.
Bu acil konudan sonra, Orhan Pamuk isminin burada, bu klavyede neden Kemal Orhan Pamuk'a dönüştürüldüğü ile ilgili bir açıklama yapmak lazım herhalde. Açıklamayı yazının sonunda yapalım.
Roman konu edindiği yıllar, Türkiye'nin, zorluk olarak, belki bugünden daha az tehlikeli, ama görünürde daha özel bir süreçten geçtiği yıllar. Sağ sol çatışması. Kemal Orhan Pamuk'un o yıllardan gördüğü bütün manzara bu, sağ sol çatışması. İnsan; ülkesinin bu çok özel dönemine bu kadar yüzeysel bakarak, nasıl Kürt soruna, Ermeni meselesi konularına içerden ve derinden bakabilir ki?
Yazar romanda gerçekten bekaret konusunu sık sık dile getirmiş. Tartışmış mı ? Hayır. Kitabın bekaretle bir ilgisi yok. Bunu konuşabilmek için bu toplumu iyi tanımak gerekiyor. Uzak akraba kızlarının sorunları olarak baktığımızda, Sibel ile Nurcihan'ı hiç bir zarara uğramadan çekip alıveriyoruz. Onlar bizim sınıfımızdan çünkü. Füsun bile öyle. Bizim sınıfımızdan biri, ona aşık oldu çünkü.
Geçmiş zaman nostaljileri.
Bat dünya bat. Öldüğünle kalıyorsun Güldünya, öl.
Aşkın romanı olsaydı keşke.
Ya da masumiyetin.
".....Masumiyetse her şeyi bilmek ve yine de iyinin cazibesine kapılmaktır" diyor Clarissa P. Estes, "Kurtlarla Koşan Kadınlar" adlı kitabının 171. sayfasında. 172 ve 173'te ise daha açıklayıcı tanımları var masumiyetin. "Yalnızca başkalarına ya da kendine zarar vermekten kaçınmaya dair bir tutum değil, kendini ( ve başkalarını ) onarma ve yeniden kurma yeteneği olarak da değerlendirilir." Buradaki masumiyette bilme, farkında olma, idrak etme var. Romanın kahramanı Kemal'de, o bilmeyi çok göremiyoruz. Aksine hayatının kontrolünü kaçırmış bir adamın sürüklenişi. Füsun ya da romanın iddia ettiği gibi büyük bir aşk olmasa da, sürüklenecek bir adammış gibi Kemal. Bir çoğu gibi kadınlardan biri evde biri garsoniyerde biri burada olsun diyen adamlardan biri. Plan bozulunca iş değişiyor.
Neyse, gelelim Kemal Orhan Pamuk meselesine. Romanda iddia edilen büyük aşkı için; 5723 müze gezen Kemal Bey, o büyük büyük aşk için roman yazmayı da öğrenirdi, yazardı da. Ama o zaman roman tümüyle Orhan Pamuk'un sırtına binerdi. Orhan Pamuk, Kemal ile kendini ayırmak istiyor sanki. Çünkü Kemal'in aşkına inanmıyor gibi. Bugünün koşullarında çaresiz kalmış bir sınıfın can sıkıntısı ve hayata umtsuzca anlam katma çabasını zavallı buluyor olabilir. Bu zavallılığı, aşk adıyla kutsayarak kurtarmak istiyor ama olamadığını da başta kendisi görüyor. hataları Kemal'e pas etmek için kendini "romancı " olarak ayırmay çok özen gösteriyor. Ama olmuyor. Bunu yapmaya çalışırken, Kafka romanlarındaki gibi giderek Kemal'e dönüşüyor. Kemal Orhan Pamuk adlı bir yazarla karşılaşıyoruz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)