Zeliha Bora etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Zeliha Bora etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Eylül 2014 Pazartesi

GİRİŞ


Bir Kalp Ağrısına Uzaktan Bakmak- Giriş


"bu şehir o eski istanbul mudur"
attila ilhan


Son birkaç yıl içinde okuduğum Türkçe romanların bir kaçında, daha doğrusu tam üç tanesinde, birçok ortak yan olduğunu fark ettim.

Bu farkındalığım; en son elime aldığım, Oya Baydar’ın “Kayıp Söz” romanını okuduktan sonra oluştu. Ondan önce, birkaç tanesiyle birlikte bitirmiş olduğum diğer iki kitaptaki ortak noktaları, onun romanının katılımıyla gördüm, anladım ve ayırdım… bu üç kitap, okuduğum diğerlerinden ayrıştılar birden.

İlginç olan; birbirleriyle çok benzemeyen ve belki de birbirleriyle benzemeye, benzetilmeye ciddi itirazı olan üç yazar; sözünü ettiğim romanlarındaki seçtikleri konu, mekân, coğrafya kadar, yarattıkları kahramanlar, yaşantılar ve meseleye yaklaşımları ile birbirlerine bir hayli benzemişlerdi.

İşte bu yazıda; bu konuyu tartışmayı istiyorum. Farkındalığımı paylaşmayı istiyorum.

Sanırım bu üç romanda da, yazarları; bir aydın sorumluluğuyla, çok temel bir toplumsal yaraya parmak basmayı, okuyucuların dikkatini konuya çekmeyi ve bir duruş bir cesaret sergilemeyi amaçlıyordu.

Belki içlerinden gelen, karşı konulmaz bir itkiyle belki muhitlerinin; “yazmalısın yazmalısın“ baskısıyla, parmaklarını meseleye basmak durumunda kalmış olabilirlerdi. Ama bu, cesaretlerini görmeyi engellememeliydi.

Romancı aydındır, toplumsal sorunlara el atmasından daha doğal ne vardır diye bir soru olacaktır elbet. Ama benim bu soruya verecek yanıtım yok. Bu beni ve bu yazının çerçevesini aşan bir soru.

Başka romanlarını, yazılarını okuduğum, izlediğim, görüşlerini ve yaklaşımlarını az çok bildiğim bu üç romancının, birbirinden epey farklı yerlerde durduğunu düşünürdüm. Öyleydiler. Üçünün de en azından dörder kitabını, ikisinin birçok gazete yazısını okumuştum. Farklıydılar. Ama ya bu romanlarındaki yaklaşımları… Benzerlikleri? Bana bir hayli ilginç geldi.

Yazımın konusu olan bu üç romandan ikisinin yazarı, “Taraf” adlı bir gazetede yazdılar ve sonradan, 2009 yılı içinde, birbirlerine, “Pavyondaki Namuslu Kadının Huzursuzluğu” ve “Pavyondaki Kadının Vedası” gibi metaforlar üzerinden yürütülen bir tartışmanın tarafları olarak da anımsandılar. Tartışma konusuysa hepten gözden kaçmış, cinsiyetçi bir başlığın, seslenişin ardında kalmıştı. Ve anladığım kadarıyla bir liberal aydının sağlam bir solculuk tartışması yapmaya olan kabarmış iştahı ile “soldan” bir aydının böyle bir tartışma konusundaki isteksizliğiydi… Yani biri liberal biri solcu olarak bile bir ayrılığa sahiptiler. Üçüncü romanın yazarı ise bana göre daha “Osmanlı” bir yerde duruyordu.

Merak ediyorum. Bu kadar ortaklaşmayı sadece ben mi gördüm? … Yani o kadar dergi çevreleri, eleştirmenler dururken bana mı kaldı şimdi, bu farklılıklar içindeki ortaklıkları görmek?

Bu korkuyla romanlara dönüp yeniden yeniden baktım. Hatta yazarlardan iki tanesinin daha önceden okumuş olduğum başka kitaplarına yeniden döndüm, göz gezdirdim. Birinin, bu kitapta yazmayı isteyip de randevu alamadığı için, yazılardan, haberlerden yarattığını karakterin, gerçek kahramanın konuştuğu gazetecinin kitabını edinerek okudum. Diğer romancının bir önceki romanını “cezaevindeki ölümle sonuçlanan oruçları eleştiren” romanını anımsadım. Yok; artık sahiden kaçacak yerim yoktu. Mazeretim kalmamıştı. Gördüklerimi görmezden gelerek kıvırtamazdım. Kafama çok fazla soru takılmıştı. Sormalıydım. Bu yazıyı yazmalıydım.

Biraz iş güç biraz hastalık biraz başka şeyler, bu romanlarla ilgili izlenimlerimi kaleme almayı bir hayli geciktirdi. Uykusuz kaldığım gecelerde; belki kırk kez hayalimde yazdığım düşüncelerimi şöyle bir oturup da toparlayamadım. Yazıya dökemedim.

Şimdi tam sırası. Zamanım var. Artık isteğim de var hâlim de. Hatta heyecanlı bile sayılabilirim. Parmak uçlarım yansa da artık klavyeye dokunmalıyım.

Neyse uzatmayayım. Romanların adlarından ve yazarlarından başlayayım.

Okuma sırama göre romanlarım ve yazarları şöyle;
“En Uzun Gece”, Ahmet Altan
“ Bir Gün”, Ayşe Kulin
“Kayıp Söz”, Oya Baydar

Romanları azıcık özetlemek istiyorum. Öncelikle roman kahramanları ve karakterlerinden başlayayım. Onlar çok önemli. Çok… Onlardan başlamasam; özetler kuru kaçacak ve ben derdimi anlatamayacağım endişesi taşıyacağım. Çünkü roman kahramanları ve onların kişilikleridir, beni uzun, ve benim için meşakkatli olan bu yazıyı yazmaya zorlayan. Roman kahramanlarının üzerinden konuya yaklaşımdır dikkatimi çeken. O kahramanlar üzerinden konuşanlarla ilgili çıkmazlardır.

Yöntem olarak;
Birinci bölümde her romanın ayrı ayrı ve kendi başlığında alıp,
Kahramanları ve karakterleri kısaca tanıtacağım.
Kısa özetlerini yapacağım,
ve bu özetleri yaparken gözüme takılan bazı küçük ayrıntıları paylaşacağım.
İkinci bölümde ise;
Kahramanlar ve karakterler üzerinden gerçekleşen öyküleştirmedeki ortaklıklara bakacağım.
Yani derdimi anlatmaya çalışacağım.
Üçüncü ve son bölümde kısa bir değerlendirme olacak.

Meraklısı için bir şey yapacağım. Kitap tanıtım yazılarını –arka kapak yazılarını– da metne ekleyeceğim ama bu yazıların özetlerimle karışmaması için de metin sonunda, dipnot olarak vereceğim. Ve mümkünse onları özetlerden hemen önce ya da hemen sonra okumanızı önereceğim.

Ve yine bu yazıyı okuyan sizlerden, anılan kitapları eğer okumadıysanız okumanızı bekleyeceğim. Bu kitaplar okunmadan bu yazının anlaşılacağına ilişkin kuşkuyu ömrümce beslerim yoksa.

Hadi bakalım…Başlayalım..

Güven Tunç
15 Ekim 2011

"BİRGÜN"

Bir Kalp Ağrısına Uzaktan Bakmak 2

2. BİR GÜN;

Kahramanlar ve karakterler;

((Nevra Tuna, Zeliha Bora, Dündar Leventoğlu, Sadık Ağa, Murat, Cengiz )


a. Nevra Tuna; İstanbul’da oturuyor. Çocukken babasının kaymakamlık görevi gereği doğuda bulunmuş.
Amerika’da iktisat okumuş. Bir evlilik yapmış ve boşanmış. Bir oğlu var. Başka bir erkeğe aşık olmuş ama adam, evli olduğu ve boşanmayı da ağzına alamadığı için ilişki bitmiş. Gazetecilik yapıyor. Uzun bacaklı, sarışın güzel kadın. Nevo
b. Zeliha Bora; Bölgede oturuyor. Siyasi güce sahip. Görüşleri ve eylemleri nedeniyle hapishanede. Eski milletvekili. Bir halkın en önemli temsilcilerinden biri. Kadın. Evli üç çocuğu var. Zelo
c. Dündar Leventoğlu. İdealist ve vatanperver bir kaymakam. Nevo’nın babası.
c. Sadık Ağa; Zelo’nun dedesi. Kasrikoğlu ailesinin başı. Bir çok köye sahip güçlü bir ağa. Bilge bir adam
d. Murat; Nevra’nın boşandığı kocası.
e. Cengiz; Nevra ile Murat’ın oğlu

Romanın özeti;
Gazeteci Nevra Tuna; çok önemli bulduğu bir röportaj için kılık değiştirerek ve bin bir zorlukla içerden adam ayarlayarak, hapishaneye girer ve Zeliha Bora ile görüşür. Bir halkın önemli siyasi temsilcilerinden biri olan Zeliha Bora ile görüşme başlar ve bir süre konuşulduktan sonra aralarında keskin bir fikir ayrılığı olur ve sert bir tartışma gerçekleşir. Bu gerginlik nedeniyle tam görüşme bitecektir ki, bu iki kadının bir zamanların –otuz beş yıl öncesinin- birbirini çok seven çocukluk arkadaşı olduğunu anlaşılır. Sarıcadam Köyünden aşiret kızı Zelo ile kaymakamın kızı Nevo.

Roman geriye dönüşlerle sürer.

Nevra’nın babası Dündar Levendoğlu bir ihtilal sonrası Zelo’ların köyünün bağlı olduğu kasabaya kaymakam olarak atanmıştır. Özel nitelikleri olan bir kaymakamdır. Tüm köyleri dolaşmış ağalarla muhtarlarla tanışmıştır. Varlıklı kimselerin verdikleri paraları bir çanakta toplayarak önem sırasına göre köy okullarını, sağlık ocaklarını onartmış, çocuklara aşı kampanyası ve sünnetler yaptırmıştır. Kaymakamın alçak gönüllülüğü, yöredeki de düğünlere derneklere de katılması onu halkın sevdiği ve saydığı biri haline getirmiştir.

Zelo’nun dedesi olan Sadık Ağa; teröristlere para verme suçlamasıyla ama aslında masum olarak işkence altında olan torunu Cengiz için kaymakamdan yardım ister. Aslında çocuk bir gün gözaltına alınmış ve günlerdir ondan bir daha haber alınamamıştır. Kaymakam gencin suçsuz olduğuna inandığı için yardım eder. Çocuğun işkenceden sağ çıkmasını ve ailesine kavuşturulmasını sağlar.

Bu yardımın karşılığı olarak; Zelo ve Kader Ana, kasabaya, kaymakamın evine - kaymakamın adını Cengiz koymayı istediği - sekiz aylık bebeği, karnında ölmüş olan Nevra’nın annesine, Nermin Hanıma ev işlerine yardıma gider.

Nevo ve Zelo çok iyi arkadaş olurlar. Kaymakamın ısrarıyla Zelo’yu, kasabadaki okula yazdırırlar. Bu nedenle hafta ortası Zelo, Nevo’larda Hafta sonu ise Nevo çiftlikte, Zelo’larda kalır.

Bir zaman sonra; Sonra kaymakam beyin tayini başka bir şehre çıkar. İki can arkadaş bu tayinden sonra ayrı düşerler. Mektuplaşmaya çalışırlar ama romanda Nevra’nın mektuplarının Zeliha’ya verilmediği sonucu, kopmuş oldukları anlatılır. Nevra’nın bir kardeşi olur. Orhan.

Bu arada Sadık Ağa’nın torunu ve Zelo’nun amcasının oğlu olan Cengiz, gördüğü işkence nedeni ile çökmüş bir durumdadır. Gündelik hayata dönemez, dağa çıkar. Dağda vurulup ölür. Ailesi mezarını bile bilmemektedir.

Zeliha ya da Zelha, azıcık büyüyüp genç kız olduğunda onu isteyen yaşlı adama varmamak için köyden sevdiği bir gence, Alişan’a kaçar. Alişan askerdeyken Zelo onun dayısının evinde kalır. Alişan askerden gelince Mersin’e giderler. Zelo burada hamile kalır ama çocuğunu düşürür, hastalanır. Alişan onun üzerine kuma getirmesi nedeniyle evi terk eder ailesine geri döner. Dedesi Sadık ağa ona sahip çıktığı için aileden herhangi bir şiddet görmez.

Aile Zelha’yı sonra Şiyar ile evlendirir. Evlendiklerinde Zelha on dokuz, Şiyar kırk yaşındadır. Kocası onu sever ve sayar. Zelo’da ona saygı duyar. Çocukları olur. Sadık, Daryal ve Helin. Şiyar, bölgede tanınan siyasi bir kişiliktir. Şiyar milletvekili seçildiğinde, Zelha ve Şiyar Ankara’ya gelir. Şiyar görüşlerinden dolayı tutuklanınca Zelha kocasının davasına sahip çıkmak zorunda kalır ve siyasete katılır. Sonra kendisi de milletvekili seçilir.

Nevra da evlenmiş ve tek çocuğu, oğlu Cengiz olmuştur. Onuncu evlilik yıldönümünde kocası ona romantik olmayan bir hediye aldı diye sinirlenmiş ve hediyeyi camdan dışarıya atarak kavga çıkarmıştır. Ertesi sabah kocası bir karar alarak evi terk etmiş, gidip, mükemmel bir iş teklifi almış olduğu Hollanda’ya yerleşmiştir. Nevra; oğlu Cengiz’i de daha sonra babasının yanına yollamış ve evliyken de ara ara gönlünün kaydığı bir adamla, Ferdi ile birliktelik yaşamaya başlamış. Adamın evli olması nedeniyle o ilişki de bitmiştir.

Nevra’nın babası, Sadık Ağa’nın dağa çıkan torunu Cengiz’e, bir teröriste yardım etmiş bir devlet görevlisi olarak mimlenmiş ve terfi ettirilmemiştir. Vali olamamıştır. Vali olamama karı kocanın arasını bozmuş ve Nevra, lise ikiye geçtiğinde, annesi ile babası boşanmıştır. Annesi daha sonra Söke’li bir toprak ağasıyla evlenip İstanbul’a, babası son görev yaptığı Urla’da emekli olup oraya, kardeşi Orhan‘da yatılı okullardan yurt dışına ve oralardan da, bir bilim adamı olarak “ Şansını insan kıymeti bilen bir ülkede denemek için” Amerika’ya yerleşmiştir.

Nevra; Ferdi’den ayrıldıktan sonra, çalışmış olduğu reklâm şirketinden de ayrılarak bir gazeteye geçmiştir. Gazetede ilk yıl, basılan Erzincan köyüne gitmiş olanları görmüştür. Son zamanlarda ise yine doğu bölgelerinde gitmektedir. Kırsal alanda yaşayan, yoksul kızlara okula gitmeleri için burs veren bir derneğin çalışmaları için; Kars, Erzurum, Doğu Beyazıt, Siirt, Urfa, Lice’yi dolaşarak o çocuklarla röportaj yapmıştır.

Nevo röportajın sonunda, Zelo’yu, bölgeden bir siyasi kimlik ve güçlü bir kadın olarak, “Barış için kızların okuması lazımdır kızları okutalım” diyerek ikna etmeye çalışmaktadır.



Gözüme takılan ayrıntılar ve soruları;

“Zelha’nın kozalak toplamaktan …” (sf. 31) “
….çiftlik yaşamını en ince ayrıntılarıyla…(sf. 37) “
”Teşkilatla ilgili şeyler oluyor…”( sf. 39)
“çiftlik evinin selamlık tarafında…” sf. 46
“ dağ yamaçlarında sapsarı katırtırnaklarını, dev papatyaları toplayarak…..Zelha’yla alt alta üst üste çimenlerde yuvarlanmak …” sf 88
“…anamın zorla giydirdiği şosonlarımla..” sf. 106
“Traş olmuş, entarisini çıkarıp kahverengi kostümünü…” sf 163
“Mis gibi bir ıhlamur kokusu vardı havada” sf. 165
“iki kupa köpüklü ayran..” sf. 166
“Yemek yerde yaygı üzerinde yenir diyi” (sf. 35)
“Eyi öyle ossun. Zaten herkescik öyle biliğ” (sf. 49)
“ Dayının evinde kaldımdı ya…” (sf. 51)
Zelha’nın ne “kozalağı” topladığına, “çiftlik”, “selamlık” sözcüğünün bölgede kullanılıp kullanılmadığına, ıhlamur, katırtırnağı ve dev papatyaların bölgenin ağaç ve çiçeklerinden olup olmadığına, “şoson” ve “kostüm” sözcüklerinin bölgede kullanılıp kullanılmadığına ve “diyi”, “biliğ”, “ossun” telafuzuna ilşkin kuşkularım var.

“Köprü” romanında anlatılan coğrafyadaki insanlar, İç Anadolu ile Ege karışımı bir şive ile konuşuyorlardı. O bölge, büyük nenenin memleketi olduğu için öyle konuşulmadığını biliyorum ama burası biraz uzak, burada bilemedim.