Ververan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ververan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Eylül 2022 Cumartesi

BURADAYIM MARO /ÖYKÜ

“Mayram buradan gideli Harput ververan oldi…”* Nihayet, uzun uzun akşamların, beklediği saatleri gelmiş… Vakit gece yarısına yakın. Saat on birde, saat onda uyku ilacını alıp bir saat beklemesi gereken, doksan yaşındaki annesini nihayet yatırmış. Anne yatıp uykuya geçince ev sakinlemiş sanki genişlemiş… Kendi kendine kalabildiği saatler bunlar. Kendi tercihinin beş uzun yıllık yaşanmışlığı… Salonu, hem penceresini hem de balkon kapısını açıp havalandırmış. Açtığı pencerenin önünde durup, uzun senelerdir ilk kez bu denli temiz olan Temmuz havasını derin derin içine çekmiş. Yaz kış ana caddeden geçen arabaların egzoz dumanından bu yıl eser kalmamış. Benzin fiyatları, yeniden hortlayan kovid, arabaların geçişini çok, çok azaltmış. Bir de serinletici bir gece mavisi esintisi... Güzelim havadan neredeyse başı dönecek gibi olmuş. Salonda biraz dolanmış… Birkaç derin güzel nefes almış vermiş. İçi genişlemiş. Umuda benzer bir duygu gelmiş geçmiş içinden. Ne hoş bir duygu… Gençlik gibi bir şey… Keşke yapabilse de bu güzel duygudan, bir kolye yapıp göğsünün üzerinde her dem taşıyabilse… Kim taşıyabilmiş? Mutfağa gidip, kıştan, limon ve mor reyhan ile kurup, altı, yedi ay beklettiği likörün büyük cam kavanozunu alt dolaplardan birinden kucaklayarak dikkatlice çıkarmış. Beş litrelik kavanozun kapağını ilk kez ve zorlanarak açmış. Tadına bakmış. Boğazından, hafif yakarak, biraz tatlı biraz ekşi ama yağ gibi bal gibi kayarak geçen bu tada bayılmış… Tek damlasını dökmemeye gayret ederek bir kadeh doldurmuş. Rengine uzun uzun bakmış, koklamış, ağzının içinde dolandırarak bir yudum daha almış. Memnun mesut, salona dönmüş. Büfenin üzerinde, günlerdir açılmayı bekleyen, bir türlü vazgeçemediği küçük, eski hatta hurda sayılabilecek bilgisayarını alıp sehpaya taşıyıp, açmış. Bütün kitaplarını yazdığı emektarı bu onun. Kadehini, bir yudum daha alıp, bilgisayarın yanına bırakmış. Bir hoşluk devam etsin diye hazırlık yapmış kendince. Şimdi, bir eski dost gibi bir sırdaş gibi, bütün duygularına tanık bütün yaşanmışlıklara aşina bir makinenin, kapağını açmış, önünde oturuyor. Uzun uzun boş ekrana baktı… Bir yudum daha aldı… Tüm hayali, umudu, neşesi, renkliliği kaybolmuş, çorak, tek tük güzel haberin olduğu sosyal medyaya girmeyi istemedi canı. Heves kırmayan bir şeyler arıyordu bu gece. Rüyamsı bir kıpırtı… Bir ışık… Düşündü düşündü bir şey bulamadı. Çoğu zaman, ekranın o karanlık aynasında kendine bakıp bakıp, açmaktan, yazmaktan vazgeçip kalkarken bilgisayarın başından, bu sefer kalkmadı. Bloğuna bakmıyordu epeydir. Bir dönem heyecanla, istekle yazıp yazıp yayımladığı bloğuna. Genç olmanın, kendini hayatın içinde hükümran hissetmenin, sokakta ses çıkarmanın, çocuk kahkahalarıyla gülen bir yüreğin, şarkılarla ağlayan bir gönlün, istekle koşan bir canın içinden dökülen sözcüklerle yazılmış yazılarının olduğu bloğuna. Bir kırılma noktasını geçmişti ömrü… O ise, bu keskin kırılmayı böyle yaşıyordu… Kederle… Ölümcül… İlk zamanlar, her gün her ayrıntısına kadar şevkle baktığı, incelediği bloğu onun için artık, eski kalp atışlarının defnedildiği, kendi sessizliğinde sırlarıyla uyuyan bir antik mezarlığa benziyordu. Bazen, sadece kendine, “Ölmedim daha… “ diyebilmek için yazılar yazıp ekliyor, kitaplarıyla ilgili çıkan yazıları paylaşıyor ama eski tadı, o eski ruhu bir türlü yakalayamıyordu. Yine de kalbini isteklendirmek, heveslendirmek gerekiyordu. Yaşamak için isteklenmek gerekiyordu… Onun için yazmaya çalışıyordu. Onun için bloğa arada bir giriyor, istatistiklere bakıyor, kimler, hangi ülkelerden bakmış, hangi yazıları okumuş diye göz atıyordu. Romanı bile o kırılma noktasından önce başladığı için bitirebilmişti. Kaplumbağa hızıyla… Her satırında, içini derin derin kazıyarak. Kanatarak. Aklına başka bir şey gelmediğinden, eski yazılarını okumayı da canı istemediğinden, bloğunun istatistiklerine baktı ilgisizce. Dünyanın orasından burasından birkaç kişi girecek, birkaç yazı okuyacak da kendisi de o rakamlarla oyalayacak gönlünü... Beş on taneyle kalmamıştı bloğa bakanlar bugün. Grafik eğrisinde fırlamıştı yine ok. Ve tabii ki yine Fransa’ydı… Hem her şeye karşın her yerden okunsun istiyordu yazdıkları hem bu Fransa işi… Fransa işini kafasına takmak istemiyordu. Fransa’dan bu kadar okunmak onu canlandırmak, neşelendirmek yerine yoruyor, korkutuyor, sindiriyordu sanki… Rusya’dan okuyorlardı yazılarını, bir o kadar Amerika’dan, Almanya’dan. Kanada’dan, Hollanda’dan, Avustralya’dan, Tunus’tan, Mısır’dan, Hindistan’dan hatta Endonezya’dan okuyanlar, bakanlar oluyordu. Ayda yüz, yüz elli kişi ve okunan da taş çatlasa otuz, kırk yazı… Ama bu, Fransa’dan bakan, her kim ise, bloğa bir girdi mi bütün yazılara tek tek göz atıyor, tek tek okuyordu. Yüz küsur yazıyı, sabırla tek tek okuyordu. Her seferinde her yazıyı tek tek okuyordu… Pazar günleri giriyordu. Çalışıyor olmalıydı. Sabahtan gece yarılarına kadar bakıyordu. Okuduğu yazıları yeniden yeniden okuyordu ama ses çıkarmıyordu. Yorum yapmıyordu. Sonuçta hepi topu bir takipçisi ve üç beş yorumu vardı bloğunun. O da arkadaşıydı zaten. Son altı yedi aydır, her ay rastladığı bu veri, son iki aydır onda, aynı kişi tarafından izlendiği kanısını yaratıyordu artık? Biri sanki onu arıyordu. Biri onu adım adım araştırıyordu. Sanki onu yakından, derinden tanımaya çalışıyordu. Görülmediğinden, bilinmediğinden emin biri, onu izlemeye çalışıyordu sanki. Ah! Bu ilgi… Bu tanıma çabası … Onu nasıl da yıldırıyordu… Düşünceli düşünceli likörden bir yudum aldı. Bilgisayarın başından kalktı. Yemek masasının etrafında hafif adımlarla üç beş tur attı. Sonra döndü geldi, oturdu yine. Dikti gözlerini ekrandaki rakamlara… Fransa rakamlarına… Daldı gitti… Boş boş bakarak oturdu, oturdu, oturdu. “Maro?” Sanki olmaz bir ismi anmış bir ismi çağırmış gibi ürktü. Gecenin çoktan yarıyı geçtiği, caddenin, apartmanın sessizleştiği bu saatte yüksek sesle konuşmuş gibi telaşlandı. Omuzlarını içeri çekerek çevreyi dinledi. Annesinin odasından ses gelip gelmediğine kulak kabarttı. Lezzetiyle bile başını döndüren, hepi topu üç beş yudum içtiği likörün kadehini, isteksizce kendinden uzağa itti. Fısıldamamıştı bile. Dilini yakması muhtemel bu ismin, aklından bir an bile geçmesi, onu böylesine darmadağın etmişti. Maro mu? Nasıl ama? Hem de hayali bir karakter? Hem de kendisinin yarattığı bir hayali karakter? Aslında şaşkınlığı kendineydi… İlk kez gördüğünde bile hisseder gibi olmuştu, aslında Fransa ismini… Öylesine bir takılma değildi bu… Sadece kendini eğlendirmek için yazdığı en saçma yazıya bile bakılmış, incelenmişti. Şimdi anlıyordu ki sanki yazılarından, onun nasıl biri olduğu gerçekten anlaşılmaya çalışılmıştı. Mercek altına alınmıştı resmen. Dikkatlice bilgisayarı kapattı, kaldırdı. Kadehi, mutfağa götürüp içindekini, acıyarak lavaboya boşalttı, Babasından kalma tek kadehi sabunla yıkadı, kuruladı, gümüşlüğe kaldırdı. Az çok yatağa girme saati civarı olmasına karşın odasına tıkılıp yatmak istemedi. Uçup kaçan uykulara alışkındı da bu gece dirliği de uçup gitmişti. Salona dönüp uykusu kaçtığı zamanlarda yaptığı gibi pencerenin yanındaki koltuğa kuruldu. Caddeyi seyrederdi, öyle zamanlarda. Geçen arabalar, çöp kamyonları, gece nöbetinden çıkmış sağlık çalışanları, hayalleri çiğnenmiş gençler, karşı apartmanın arsız kedisi, başıboş sokak köpekleri… Sakince izlerdi onları… Şimdi izleyemiyordu. Sakinliğini engelleyen bir şey vardı içinde… Çok güçlü bir şey… “Maro…” Son romanına yarattığı kahramanlarından, Maro. Romanda, doğduğu topraklardan, ailesinden, eğitiminden, sevdasından koparıp zorla Fransa’ya gönderdiği Maro. Ağlaya ağlaya, o kadar yolu, aç susuz yürüttüğü, günlerden sonra denize vardığında bir vapura bindirip memleketinden uzaklara, çok uzaklara gönderdiği, o güzel o hayat dolu kız. Gönderip de ne olduğunu merak etmediği o çocuk. “Maro…” “Ben ister miyim ki insanlar bunları yaşasın?” “Ben ister miyim ki gencecik yaşında bir genç kız, bunları yaşasın? İlk aşkından; ilk öpücüğü tattığı gün, hem de… Benim de içim kanamaz, vicdanım sızlamaz mı? Sanırım biliyorsun yanıtı… ” “Maro! Maro! Yaşadıysan yüz yirmi küsur yaşlarında olman lazım. Bu yaşlarda biri, bilgisayar üzerinden neden peşime düşsün? Neyi merak ediyorsun acaba?” “Beni mi? Atlarını mı? Hasso’yu mu?” “Belki Maro’nun torunun çocuğu Maro’sundur…” “İnsan yazdığı, yarattığı karaktere karşı, bu kadar sorumluluk taşıyabilir mi? Bu yükü kaldırabilir mi?” “Beni de merak etme ne olur… Öyle beklediğin gibi kudretli beklediğin gibi hareketli, sosyal, konuşkan biri değilim ben. Müjgan değilim. Romana ilk başladığım zamanlardı o. Şimdi suskun ve yorgunum. Bir romanı yazmaya yetiyordu gücüm. Onu kullandım sonuna kadar. Başka gücüm yok.” “Gerçekten Müjgan değilim ben… Olsam olsam bir hayal olurum… Ve ben bir hayal olmaya doğru giderken, sen de tüm gerçekliğinle karşıma çıkıyorsun…” “Sana verecek bir umdum, bir heyecanım, sana edecek bir, ‘merak etme artık her şey güzel olacak, artık kimse yerinden yurdundan olmayacak, artık dünyada barış olacak…’ gibi bir tümcem yok.” Kendiyle mi Maro ile mi olduğunu bilmeden, kâh yatağına gidip uzanarak kâh huzur bulmayıp salondaki koltuğa kendini atarak gece dörde kadar aralıklı olarak konuştu konuştu durdu. Annesi tuvalete kalkmasa daha çok konuşurdu. “Kızım yatmadın mı sen daha?” “Yok yok! Yattım da sen kalkınca bakayım dedim. İyi misin?” “İyiyim.” “Uyumadın mı sen daha?” “Uyudum uyudum.” Annesi yeniden yatınca, onu huzursuz etmemek için odasına girermiş gibi yapıp salona, pencerenin önündeki koltuğa gitti yine. Pencereyi açtı. Boş caddenin sessizliğini dinledi uzun süre… Sükûnet bulamadı. Koltuktan ağır ağır kalktı, pencereyi kapattı, terliklerini sürüye sürüye, odasına gitti. Odanın penceresinin kalın perdesini çekmeden, yan sokağın karanlığına bakan camdaki yansımasını gördü. Farkında olmadan durdu, baktı. Romanda yazdığı bütün kadın karakterlerinin bileşimi gibiydi camdaki görüntüsü… Dalga dalga değişiyordu. Bir kadın beliriyordu hemen ardından bir başkası. Tüm ruhuyla cama bakarken an be an o da değişiyor o da dönüşüyordu sanki. Bütün kadın karakterleri giyinip soyunuyordu ardı ardına. Zihni değişiyordu… Duyguları değişiyordu… Kalbinin ritmi değişiyordu… Usulca çekti perdeyi… Yatak yerine, bir bardak su alıp mutfaktan, salonda yöneldi bir kez daha. Pencerenin önünde durdu. Sanki kendine meydan okuyordu. “Buradayım Maro” dedi kendi kendine, “Buradayım… Hayal olsan da gel… Hayal olsam da gel… Kimseye göstermediğim kederimi mi göreceksin. Gör… Buradayım… Rabiya’yı da al gel istersen… Dertleşiriz belki… Ağlarız belki birlikte… Sonrasında güleriz belki... Belki çocukların gülebilmesini konuşuruz. Umut ederiz bir şeyleri… Her ne için arıyorsan, buradayım… Yastan ve senin hatırından susuyorum. Susmam artık... Konuşurum. Konuşuruz... Buradayım Maro… Buradayım… Varım… Bekliyorum… ” … *Dersim dört dağ içinde” türküsünden dizeler.