ŞİİR/ÖYKÜ/DENEME etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ŞİİR/ÖYKÜ/DENEME etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Kasım 2011 Pazartesi

EYLEMLERİ, DEVRİMLERİ, ÜRÜNLERİ, DİRENÇLERİ HEDER EDEN ÜLKEM

Yıllar önce, bar kapısı beklerken bıçaklanıp öldürülen Eylem adlı bir oğlan için...

Çoğunun adını, o zehir gibi ablalarla ve abiler koymuştu. "Eylem" demişlerdi, "Ürün" demişlerdi, "Devrim" demişlerdi. Bebelere bu isimleri koydukları için de çok övünmüşler çok mutlu olmuşlardı o ablalarla abiler.
Sokakta, okulda, mahallede, bağda, bahçede, tarlada, fabrikada, kitapçıda, tiyatroda, sanki her yerde, hep o abilerle ablalardan vardı.
Genç bir ülkeydi o zaman buralar.
Yüzler gençti yürekler gençti
Bir dinamizm bir heyecan bir umut vardı.
Umut da umuttu o devirler. Şimdinin, çok satan kişisel gelişim mantrası haline getirilmiş, zavallılaştırılmış, "olumlu düşünce" ile bir alakası yoktu. Dünyaya güvenirdin, hayata güvenirdin, komşuna güvenirdin, dostuna güvenirdin, birlikte çalıştığın arkadaşına güvenirdin. İnsana güvenirdin insana.

O abilerle ablaların içlerinden, parlak bir ışık yansırdı sanki dışarıya. Ateş parçası gibiydiler, yerlerinde duramazlardı. En çok da gecekondularla fabrikalara giderlerdi. Okumuş yazmıştılar ama, isimlerini koydukları ya da isimlerin konulmasına vesile oldukları çocukların, yoksul, köylü, okumamış olan anneleri ve babalarıyla kardeş gibiydiler. Sahiden kardeş olmasalar da kardeşten öte gibiydiler. Her iki taraf için çok içten bir duygu ve inanıştı bu. Ama "gibi olmak" ile, "olmak" arasında fark vardı. Bunu, o zamanlar asla bilemezlerdi. Biri söylese kesinlikle inanmazlardı.
Böyle bir kardeşlik hiç bozulur muydu?

İnanmadıkları o kadar şey oldu ki...

İlk büyük kanlı darbeyi yediklerinde bozulmadı kardeşlikleri.
İlk savruluşlarında da.
Dışardan gelenler mahallelerde, fabrikalarda, gecekondularda hatta sokaklarda barınamaz oldu.
Gençlerden dönebilenlerin çoğu ailelerine, sınıflarına döndü.
Kalanlara, dönemeyenlere ise darbe; işten çıkarılmalar, aç ve açıkta kalmayla geldi. Hem de kitlesel.
Eylem'lere, Direnç'lere süt bile alınamaz oldu.

Ayrılık başlasa da gayrılık olmadı o sıralar.
Birlikte olmasa da kardeşçeydiler hala ve çok badire atlattılar. Birbirlerini görmeseler de izlediler . Sordular, soruşturdular, haberleşip selam yolladılar.

Yakalandılar.
Yasaklandılar.
Suçlandılar.
Ama sorgulanışlar, cezalar bile bozamadı dışarlıklıyla içerliklinin dostluğunu.

Yıllar yılları kovaladı.
Genç olmanın, ateşli olmanın, özgürlükçü olmanın, işçi olmanın, gecekondulu olmanın, hak aramanın bedelleri ağır ağır ödendi.
Uzun uzun hapisler yatıldı çıkıldı.

Hapisler tükenip de günlük hayatın gailesine düşünce, bu kadar uzun süren kardeşlik işte burada tavsadı. Yaşanamayanların yakalanması, kayıpların telafisi için girilen çabaların gücü karşısında, "gibi" kardeşlikler sökmedi, direnemedi. Unutulmaya, dağılmaya yüz tuttu gitti.

Zaman içinde ailelerine, gerçek sınıflarına dönen o abilerle ablalar; okullarına, fakültelerine de geri döndü. Okullarını bitirdi. Doktor oldu, mühendis, bankacı, hukukçu, gazeteci, öğretmen, inşaatçı, marketçi, siyasetçi oldu. İşlere girdi ya da işler kurdu. Aşık oldu. Evlendi, çocuk yaptı.

O abilerle ablalardan çoğu, çocuklarına Devrim, Eylem isimlerden koymadılar. Uygun zaman değildi, koyamadılar. Umut, Barış, Deniz gibi isimleri koyanlar çok oldu muhakkak. Ama daha çok; Ali, Ayşe, Ahmet, Mehmet gibi isimleri tercih ettiler. Bunlardan istemeyenler de yeni ismler türettiler. En çok da çiçek isimleri bulundu kızlar için.

Eylem'ler, Ürün'ler iyice azınlıkta kaldı.
Sokakta, sınıfta açıkta kaldı.
Biraz yalnız kaldı.

Salı, August 5, 2008 ·

SUS KALBİM

SUS KALBİM

Sus.
Bugün, konuşacak ve umut edecek hiçbir şey yok. Sus.

Bugün ben, işgalcilerine secde edecek kadar kendine yabancılaştırılmış halk, heykelleri yıkılan diktatör, hangi savaşa gittiğini ne zaferi kazandığını bilmez asker, 'Bağdat dün insanlık tarihinin dönüm noktalarından birini böyle yaşadı' başlığıyla, bikinili kızları savaş fotoğraflarının yanında sergileyen gazetenin, savaş karşıtı gazetecisi, savaşı durduramayan insan,

sömürgeleştirilen ülke, yağmalanan bir kentim.

Bugün ben, bu savaşın ölü çocuklarıyım.
Oğlu, savaşta ölünce ancak Amerikan vatandaşı sayılan Meksikalı anneyim.
Bugün ben, katliamı seyreden Birleşmiş Milletler, 'Irak'a Özgürlük' yalanının son karesi, şirketlere teslim olmuş dünya, insani kriterlerimin olduğunu söyleyen birliğim.
Petrolüm, bor madeniyim, nehir suyuyum.
Sapanı kırılmış oğlan, Filistin Oteli önünde vurulan kameraman, yönetimlerince milliyetçiliği kışkırtılıp bağımsızlığı parça parça pazarlanan Arap halklarıyım.

Bugün ben, nerede olduğu meçhul El Sahaf'ım. Onun konuşmalarını televizyonda Türkçe'ye çeviren kırık sesli delikanlıyım.

Çokça Bağdat biraz Gazze biraz Hiroşima'yım.
Nagazaki'ye atom bombası atan karanlık güçlerin yeni binyıldaki kimyasal silah arama bahanesinin rakamsal bir sonucuyum.
Bugün efkarlıyım.
Firdevs Meydanı'nda ne yapacağını bilmez, kendini oradan oraya vurarak dolaşan çaresiz vatandaşım.

Sus kalbim.
Bırak bugün kederimle kalayım.
Gönlüm avunmayıversin bugün de.

Beyhude tesellilerle yorma beni. Sus
Ne içimde çığlık çığlığa uçan bir martı istiyorum. Ne ağıt, ne ağlama.

Bir şey anlamaya, çözümlemeye de kalkışma.
Ne umudun teorisi ne teorinin umudu. Bugün sus.
Bırak suskunluğumla kalayım.
Bugün on nisan kalbim.
Bugün sus.
Sus.





10 Nisan 2003
Güven Tunç


5 Şubat 2012
Bu yazıyı Irak'ın İşgal edildiği gün, kendimi nereye vuracağımı bilmezken yazmıştım.
Bugün aynı büyük oyun İran ve Suriye üzerinden aynı Libya ve Mısır üzerinden de Arap Baharı adı altında başka oynanırken sessizce bakıyorum.
Bakıyorum bakıyorum bakıyorum.
Başka bakanlar var mı ona da bakıyorum.

İNSANLIK TÜRKÜLERİ VE BİR CÜMBÜŞÜN TELLERİNDE KARDEŞ OLABİLMEK

Çarşamba, August 19, 2009


Eskiden bizler için çok önemliydi vasiyet.

Hele malla mülkle bir alakası yoksa çok çok önemliydi.
İdam mahkumunun son arzusu gibi bir şey.Yapmasan olmaz. Bir başkasının ruhunu incittiğin için senin ruhun da sonsuza dek azapta kalır. Bu nedenle bir vasiyeti yerine getirmek, bir emaneti korumak için yıllarını hatta ömürlerini harcamış insanların öyküleri anlatılırdı çocuklara. Oğlanlar öyle olsun, kızlar öyle adamları beğenip varsın diye.

Biz belki; damlara serili yataklarımızda yıldızları seyrederken, anne babadan çok nene ve dedelerimizin uyumamızı sabırla beklerken anlattığı bu tür öyküleri dinlemiş olan son kuşağız. Eski insanlığı bilen son kuşak.

Cumhurbaşkanı da başbakan da, kararda imzası, yetkisi olan tüm bürokratlar da -kimi hiç yer yatağını görmemişse da- bu kuşaktan. Son kuşak.

Sonra dedeler neneler gitti, masallarla türküler gitti, hayatımızdaki değerler gitti başka değerler geldi. Kendimizi, hangi konumda olursak olalım kifayetsiz ve kuvvetsiz yapan bir hayat geldi. Kendimizi, "başarı" diye bir kavramla kandırabilmek geldi. Kibir geldi. Pek bir modern olduk sandık. Hayatımızdan aşk gitti, ilişkiler geldi. Dağınık bahçelerimiz gitti, bağlarımız gitti, anasının nikahına labratuvarda üretilmiş üç beş domates geldi. Çocuklarımızın oyun alanı olan mahalleler, sokaklar gitti. Daracık odalar bilgisayarlar geldi. Neyse uzatmayalım. Ama bir şeyler çok radikal ve çok hızlı değişti. Son kuşlar gibi eskiyi bilen ve hatırlayabilen son kuşak olarak kalacağız.

Eskiden yaz akşamları sokaklarımızda, tarlalarda, harman kaldırmalarda, düğünlerde, kına gecelerinde, kısır düğün denen genç erkeklerin eğlencelerinde dinleyebildiğimiz müzik, şimdilerde üç beş çok değerli insanın dilinde yada içinde, derinlerde.

Aram Dikran Usta bunlardan biriymiş. Ne yazık ki çok geç keşfettim.
O, Ortadoğu'nun, Mezapotamya'nın, insanlığın şarkılarını söylemiş.
Hangi dillerde söylerse söylensin, söylenen insanlığın şarkılarıysa, buralarda birbirimizi anlarız biz.
Çünkü bu coğrafyada şarkılar dil kadar gönülle söylenir. Hüzünle, coşkuyla, hasretle, umutla, kırıklıkla, acının ve insanın hayatın adaletsizliği karşısındaki çaresizliğinin bilgeliğiyle söylenir.

İnsan bu gönül dilini nece olsa anlar. Kazım'ın Hemşince söylediği türküler gibi, Feyruz'un Arapça söylediği türküler gibi.

Kim hangi türküyü beğenirse hangi dilden olursa olsun, alır kendi dilinde söyler. Kimse ses çıkarmaz. O türküler o koca coğrafyanın türküleri olur. Ortak türküler olur.

Aram Dikran'ın türküleri böylesine geniş bir coğrafyanın müziğidir. Kimseye yabancı gelmez.

Ama o bu topraklara yabancı ilan edildi.

Yetmiş yaşlarında yaptığı vasiyeti tutulmadı.

"Acıları unut. Unutmazsak kardeşlik mümkün olmaz" diyen bir gönül adamının vasiyeti tutulmadı.

Eyvah eskiyi bilen son kuşağa,
Eyvah ruhlarımıza.