Fukara Tahir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fukara Tahir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Eylül 2014 Pazartesi

Kalbim daha ne kadar... şiirler


1.
GİTMEK

Ben hep haklı gidiyorum kimden gidersem
ayaz gecelerin parlak ıssızlığına
kara denizlerde gemiler batırarak.
Dudaklarım jilet kesiği

Ben hep sessiz gidiyorum kimden gidersem
iliklerime kadar yorgun
kemiklerime kadar tükenmiş
boğazıma dizdiğim sözcükleri boş sokaklara döküp adımlayarak

Ben hep suçlu gidiyorum kimden gidersem
çocukları uğursuz gölgelere bırakmış bir annenin ruh yangını
nereye gitsem cehennemi arayarak.

Kalbim, kan çanağım; anla artık!

İşte hayat, bu
Ve bazen sadece gitmek tazeliyor onu...

Güven Tunç
17 ekim 2014


2.
DUDAK TİRYAKİSİYİM HAYATIN

.
.
....
Ben bir ringde yenilmiş, düşmüş yatıyorum.
Şah damarımda
bir doğum
ateşle damıtıyor kendini...

7 kasım 2014

Şiir tamamı Suje'de

MUHAMMAD ALİ'Yİ HATIRLA TÜRKİYE

"Muhammad Ali'yi iki kere hatırla Türkiye;
Küçük Asya'm,
büyük felaketim.
Zehir zıkkım sevda.
İki, üç.
Daha fazla hatırla..."
diye başlıyor şiir,
 gerisi suje'de


4.
SOFYAN VELVELELİ

 Gecen güzel geçsin Mustafa'm.
 Bu deprem uğultusu şehirde
 savrulup duruyor eylül, caddelerde.
 Gece janjanlı.
 Hastane loş.
 Tek erkek evlat.
 Yaslı bir babanın başındasın.
 Teselli ikramiyesi; acısı dinmiş,
 panik yok
 Eskilerden bulup bulup anlatıyor.
 İkinizde de mırıl mırıl bir iyimserlik.
 Gecen güzel geçsin Mustafa'm

 Gece çıplak
 Uğursuz bir rüzgârın gazabından
 ve karanlıktan korkar el ayak,
 çekilip gitmiş sokaklardan.
 Ama barlar kalabalık.
 Cam kırığı yürekleriyle tanışlar avare.
 Sen daha çok evde.
 Başucunda kuruyemiş ve kitap.
 Pencerenin alnacında  ıhlamur.
 Az ilerde kasım soygunu leylak ve iğde.
 Bu şifalı kokular nereden geliyor?
 Ellerinden ellerinden geliyor aydınlık
 Mutfakta misafirleri bekleyen bir çaydanlık.
 Derken çalan telefon.
 Gelecek olan;
 Soğuk kuzey ülkesinden sıcak bir afet,
 Bir içim su
 Bir top alev.
 Bu nasıl şey Zeus?
 Büyün randevular iptal.
 Gecen güzel geçsin Mustafa'm.


 Mezopotamya’nın en güzel bahçesi; Anadolu.
 Delirmiş bir ilkbaharda günün sonu.
 Umudun kibar yolcusu.
 Cömert ve güzel başını omzunda dinlendiren bir kadın.
 Selametle  uykuya dalan bir çocuk daha, Asya.
 En kadim türküler sofrada.
 En sadesiyle dostlar.
 En kralıyla muhabbet.
 En temiziyle vicdan.
 Bir de uzaklardan dalgasıyla deniz.
 Daha ne olsun be ahbap.
 Gecen güzel geçsin Mustafa'm.

 Biz belki varız belki yok.
 Belki yakınız belki uzağız çok.
 Belki Paristesin belki Atina, Beyrut, Ankara, Havana, Halep.
 El ele tutuşuyor insanlar komşularıyla bir uzaylı gibi yabancı ve mahcup.
 Ama gençler farklı.
 Gülerek, ağlayarak, öpüşerek, koşarak
 Kocaman ateşler yakıp üzerinden atlayarak.
 Şiirler, şarkılar haykırarak
 Bu yorgun dünyanın en güzel gününü kutluyor.
 En güzel gününü.
 Savaşın süngüsü düşmüş.
 Koşun, koşun
 Savaşın süngüsü düşmüş.
 Büyük kötülüğün kocaman kara gölgesi kalkmış yaşamın üzerinden.
 Gecen güzel geçsin Mustafa'm.
 Gecen güzel geçsin kardeşim.



5.
...
Kendini poyrazlarla bir tutan kadın
Bu dünyanın meltemi de var
Sıva paçanı
......



10 Şubat 2012 Cuma

ÖNSÖZ "BİR AŞK BİR HAYAT BİR ŞEHİR"




BİR AŞK BİR HAYAT BİR ŞEHİR - ANKARANIN MEKANLARI ZAMANLARI İNSANLARI



Kavafis’in “Bu şehir arkandan gelecektir.” dizesindeki gibi,

her nereye gitsem ardımdan gelen Ankara için…





BU KİTABIN ÖYKÜSÜ

11 Temmuz 2009’da, saat 11 00’de, emekli olduğum ‘Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu'ndan çalışma arkadaşım olan Mustafa ile Sakarya Caddesi'nde bulunan, kuzenine ait; "Baydın Terzihanesi”de buluşuyoruz.

"Tavukçu" Lokantasının sahibi İsmail Bey’i, Mustafa tanıyor. Aynı memleketliler.

Terzihaneden çıkıp, Sakarya’nın cumartesi kalabalığının başımızı döndürmesine aldırmayıp, Ziya Gökalp’in bir yakasından, tıkış tıkış arabalar arasından diğer yakasına koşturuyor ve İnkılâp’ın başındaki "Ayhan" Mağazasını geçip, Tavukçu'ya varıyoruz.

Randevusuz gitmişiz. Neyse ki İsmail Bey yerinde. Nevzat Bey ve başkaları da var. Mustafa beni tanıştırıyor. İsmail Bey ve yanındakilere, yazarlarından biri olduğum ; "Şehrin Zulası- Ankara Kalesi" kitabını göstererek yeni çalışmama ilişkin hayalimi açıklıyorum. Sorulara örnek olsun diye de, "Annesinin ona söylediği bir ninniyi" soruyorum.

İsmail Beyin yüzü birden değişiyor.

"Anneli" bir tümceye başlamışken devamını getiremiyor. Gözyaşları sel. Erken kaybedilmiş, çok iyi bir anne için dökülen gözyaşları bunlar.

Karşımdaki birinin gözleri yaşarırsa ben dayanamam, boğazıma bir şeyler gelir tıkanır, gözlerim yanar, dolar, boşalır. Ben de bırakıyorum gitsin.

Mustafa benden beter.

Hep birlikte ağlıyoruz.

İşte böyle başlıyor bu çalışma.

Bu çalışmayı neden yapıyorum? Çünkü kalbim kanıyor. Çünkü hayatın gelip tıkandığı noktayı çözemiyorum. Çünkü asi çocuklar gibi sokaklarında şarkılar söylediğimiz bu şehrin, insanlarının, yaşantıların, acısıyla tatlısıyla, bir zamanlar ne kadar sahici olduğunu anımsamaya ihtiyacım var.

Ankara’yı, eskileri, çok eskileri bilenleri bulup sormaya çalışıyorum. Özellikle Yenişehir’i bilenleri. Ve özellikle terk edip gitmemiş olanları, hâlâ Ankara’da yaşayanları. Sayı bir hayli yüksek. Ne kadar güzel ki hâlâ yüksek. Ben de; Ankara’yı bir vitrin camından her gün her gün izleyenlerle başlıyor ve ağırlıkla onlarla çıkıyorum yola. Sonlara doğru başka Ankaralılar da katılıyor.

Ben soruyorum onlar yanıtlıyor. Onlar anlatıyor ben not tutuyorum.

Görüştüklerimin çoğu erkek ve çoğunun doğum tarihleri, 1930’un rakamları ama hiçbiri delikanlı ruhunu kaybetmemiş. Duruşlarıyla, umutlarıyla bana güç bana şevk veriyorlar. Hanımefendiler ise zaten genç.

Özellikle ses alma cihazı kullanmadığım görüşmelerimizde, bir deftere, onlar söylüyor ben yazıyorum. O kadar incelikle ve noktalı virgüllü konuşmaya dikkat ediyorlar ki, birçok cümle bizzat kendilerinin güzel cümleleri olarak yer alıyor. Bir şey katamıyorum. Aksine o güzel tümcelerinden benim kelime dağarcığı gelişiyor. Öyle durumlar için, öyle sözcükler kullanıyorlar ki, bilmediğime duymadığıma çok hayıflandığım oluyor. Dilde zenginleşiyorum.

Bir örnek olarak, sorduğumda pek de açıklayıcı yanıtlar alamadığımdan, sormaktan vazgeçtiğim bir soru var; “O dönemlerdeki aşkları”. Bu soruma net yanıtlar alamıyorum. Çünkü hem görüşmelerimiz farklı kuşaktan farklı cinsiyetten olsa gerek biraz mesafeli hem zaman gelmiş geçmiş, aşklar acılar küllenmiş hem onlar, “eski terbiye“ denilen, her şeyin bugünkü gibi söze dökülmediği bir geleneğin çocukları. Ancak o dönemdeki gençleri genel anlamda konuşabiliyoruz. Bakışmanın el ele yürümenin bile çok önemli bir olay olduğu o dönemlerde, genç erkeklerin flört davranışlarını, “meslek erbabı” hanımlardan öğrendiği anlatılıyor. Bu ve başka birçok deyim ve birçok tümce dağarcığıma ekleniyor.

Vazgeçtiğim bir başka soru ise “ninniler” oluyor. Çoğu kendisine uyurken söylenen ninniyi hatırlayamıyor. Çünkü bebekler. Nasıl hatırlasınlar? Yanlış bir soru seçtiğimi fark edip çark ediyorum.

Bu çalışma çok yazarlı bir kitap oluyor. Burada, bu kitapta öyküsü, anıları aktarılan her insan, kendi öyküsünü anlatıyor ben sadece derliyorum. Ve görüşme tarihine göre bir sıralama ile bu kitabı oluşturuyorum.

Çalışma için birçok soru hazırlamışım. Söyleşinin kapısını aralamak amacıyla hazırlanmış mütevazı sorular. Gün oluyor tüm soruları soruyorum gün oluyor bırakıyorum, öylesine doğal akıp gidiyor anlatılanlar, sadece not tutuyorum.

Bazen yazmayı bırakıyorum. Sadece iki kişi arasında kalıyor söylenenler. Sır gibi

Bu bir Ankara kitabı olduğu kadar ‘Ankaralılar’ kitabı da oluyor. Belki daha çok onların. Kibar, mütevazı ve çalışkan insanların kitabı.

İnsana ve eğitime pek çok yatırım ve bağış yapan ve bu hizmetlerinden dolayı aday gösterilip TBMM “Üstün Hizmet Ödülü” alan Ayhan Sümer Bey; bu yaptıklarını sorduğumda, “İnsanları yaşadıkları ülkelere yaşadıkları şehirlere bir takım borçları vardır. Sizin bu çalışmanızın temasına uygun değil o nedenle bu konulara girmedik “ diyerek geçiştiriyor.

Çocukluğumdaki gibi, şehir tanımına uygun, mahallelerin, her mahallede, okulun, çocuk parkının, sağlık ocağının, yazlık kışlık mahalle sinemalarının, özgür çocukların, elmaları çalınacak bahçeli evlerin, o evlerdeki huysuz ve tatlı ihtiyarların, yaz akşamları sokağa yayılan kızartma kokularının, kahkahaların olduğu bir şehri ararken onların anlattıklarında çok daha iyi ve güzel bir Ankara buluyorum.

Benim çocukluğumun Ankarası güzel bir şehirdi.

Onların Ankarası çok daha güzel.

Umudun, akasyaların ve sinemaların şehri.

Medeni insanların.

Bir de bugün hayal edemesek bile pırıl pırıl derelerin.

Bugün bozkır şehri dediğimiz Ankara; kıyılarında piknikler yapılan, kuş seslerinin dinmediği, kocaman balıkların tutulduğu, suyundan bir içenin bir daha içtiği o güzel derelerin, çayların şehri.

O zamanın Ankarası; Ulus, Hisar, Anafartalar Caddesi, Samanpazarı, Dörtyol, Cebeci’den oluşuyor. Sonra; Sıhhiye, Yenişehir, Kızılay. Daha sonra Bahçelievler, Yenimahalle Kavaklıdere, Cinnah geliyor.

Şimdiki hali ise tarif edilemez.

Şehrin büyümesine itiraz eden bir kitap değil bu. Ama çirkinleşmeden, tarihi yapıları koruyarak, şehir estetiğine saygı duyularak, öyküleri çiğneyip geçmeden, eskileri incitmeden, kentli haklarını görmezden gelmeden büyümeyi savunan bir kitap.

Eskiye bakınca; Palabıyığın Meyhanesi, Arnavudun Lokantası, Kürdün Meyhanesi, Acemin Bahçesi, Madam’ın Yeri, bugünkü isimlerden çok daha hayattan, insani ve tanıdık geliyor. Sinemaların pastanelerin isimleri de öyle. Onları dinleyince hiç yabancılık çekmiyorum. Sanki oralarda yemek yemiş, bir filme içlenmiş, bir pastanede gizlice buluşmuş gibi hissediyorum.

“Fukara Tahir”i bir kez daha hatırlıyorum.

Kendi bankalarının, işletmelerinin içini boşaltan modern hırsızların pespayeliklerine inat; yakışıklı, çapkın ve chevrolet tutkunu bir gangsteri, "Necdet Elmas”ı öğreniyorum.

“Hamiyet”in, Esenpark’da mikrofonu bırakıp şarkıya asıldığında, sesinin Sıhhiye’den duyulmasını, insanların durup o sesi dinlemesini gözümün önüne getirebiliyorum.

“O yılların Ankara’sında yaşanan en önemli olaylar neydi?” diye sorduğumda, birbirinden habersiz, olarak anlattıkları; “uçak kazası” ve “sel baskını” olaylarını, tüm dramatik örgüsü ve karakterleriyle birebir yaşamış gibi oluyorum.

Bu çalışmada hedef olmamasına karşın anlattıklarında; bugün bir marka yaratmak için boş yere etek dolusu para döken işletmeler için dikkatle bakarlarsa çok büyük öneriler, önemli öğütler, yaşanmışlıklar, duruşlar, anlayışlar ve yüksek bir ahlak görüyorum.

En çok kendim olmak üzere biz Ankaralılara biraz kızıyorum. Kızıyorum, övünerek “AST” demeyi pek sevdiğimiz, Ankara Sanat Tiyatrosu’na en son ne zaman gittik? Ankara Sanat Sevenler Kulübünden, Sanat Sevenler Derneği’ne ondan da Sanat Kurumu’na evrilen bir büyük örgütün nerede ve hangi koşullarda olduğunu biliyor muyuz? Hangi şehir tam ortasında yer alan güzel, kocaman bir parkı bu denli görmezden gelen bir kibire saplanır? Gençlik Parkı’nı bu denli sahipsiz bırakabilir?

Dediğim gibi en çok kendime kızıyorum.

Özetle; Etlik’te bağı olan da bu kitapta yer alıyor, Etlik Bağları’ndan elma çalan da. “Hacettepe’de adam keserler, sakın gitmeyin” diye korkutulan da, Hacettepe’de elektrik direğine adam bağlayan da bu kitapta yer alıyor.

Ve teşekkürlerim;

Tavukçu Lokantasından Nevzat Gülay’a

Yusuf Yıldırım’a ulaşmamı sağlayan, Emekli-Sen başkanı ve üyelerine şükranlarımı sunuyorum.