8 Eylül 2014 Pazartesi

"Bir bir giden güzel insanlar" M. Mahzun Doğan - Başkent Gazetesi

Her insan ömrü, nice öyküyle örülür. Çocukluk yıllarının unutulmazlarından ilk gençlik yıllarının heyecanlarına… Umutlardan, hayallerden hayal kırıklıklarına… Tutkulu aşklardan ayrılıklara… Yaşamı zenginleştiren dostluklardan yiten arkadaşların olmadık zamanlarda göz önüne geliveren yüzlerine… Nice an, nice ayrıntı, nice anı…
Her insan ömrü nice öyküden oluşur da, bazılarının öyküleri, yalnızca doğdukları yıla bağlı olarak toplumsal sürecin “zor yılları”na denk gelir ve onların öyküleri bir ülkenin, hatta dünyamızın tarihinde bazı dönemlerin özetine dönüşüverir.
***Güven Tunç’un “Sen Çok Yaşa Babaanne” kitabı (*), tam da böyle kadın öyküleriyle buluşturuyor okuru. 1920’lerin sonlarında ya da 1930’lu yıllarda doğmuş “güzel ve cesur” kadınların öyküleriyle…
Kitabın yazım sürecinde Güven Tunç’a yaşadıklarını anlatırken artık yetmişli yaşlarının sonlarında ya da seksenli yaşlarının başında olan kadınlar onlar.
Kitabın yazım sürecinde Güven Tunç’a yaşadıklarını anlatırken artık yetmişli yaşlarının sonlarında ya da seksenli yaşlarının başında olan kadınlar onlar.
İkinci Dünya Savaşı yıllarının Türkiye’sinde, o ekmeğin karneyle alındığı günlerde küçük birer kız çocuğuydular.
1950’lerde başlayan göç dalgasının ve büyük kentlerin varoşlarında kente ve yaşama tutunma çabalarının bir parçasıydılar.
Sonra anne oldular.
“Sanki bu dünyanın gördüğü en umutlu yıllar”ı, 1960’lı yılları yaşadılar.
İkinci Dünya Savaşı’nı yaşamamış ama savaşa karşı çıkan, savaşsız bir dünyanın kurulabileceği umudunu büyüten ’68 kuşağını tanıdılar. O rüzgârı gördüler.
Ve 12 Mart 1971’i… Rüzgâra kelepçe vurma darbesini. “Üç fidan”ın darağacına gönderilmesini…
Bu kelepçe vurma çabasına rağmen, “asi ve hülyalı” bir kuşağın, “dünyayı değiştireceğine inanan” bir kuşağın daha büyümesini…

Bu kuşağın da, hayallerinin de biçilmek, tırpanlanmak istenmesini...
1970’li yılların ikinci yarısında öldürmelerin, suikastlerin, katliamların birbirini izlemesini gördüler… Kaygılı, endişeli yıllar yaşadılar…
Derken 12 Eylül 1981 darbesi… Büyük bir insan avı başlatıldı. Gözaltılar, tutuklamalar, işkenceler, idamlar…
Bunları da yaşadılar.
Güven Tunç, işte o yıllarda anne olarak oğullarını, kızlarını endişeyle izleyen, onlara kol kanat germeye çalışan, korumaya çalışan cesur ve acılı annelerin öykülerini, kendileriyle konuşarak, anılarını dinleyerek kaleme almış kitabı.
O dönemlerdeki “annelik halleri”ni taşımış sayfalara.
***
Güven Tunç, dinleyip anlattığı her bir annelik öyküsünün girişine dizeler de almış.
“Yalnız Kaldığında Ağlardın” başlıklı anlatının girişinde şu dizeler var:
“Saçlarımı okşamadın diye / Küsüp oturduğum oldu duvar diplerine / Başımı koyup dizlerine / Ağlayamadım / Çocukluğumun yufka yüreğiyle”.
“Yavruyu Sakladım” başlıklı anlatının alnındaki dizeler de şöyle:
“Kıvırcık saçlı sarışın çocuk / Oturmuş mahpushane kapısına / Dökmüş önüne çillerini / Parmaklarının ucunda özlem / Saymayı öğreniyor.”
“Pişe Pişe Sümer Ana oldum” anlatısının giriş dizeleriyse şöyle:
“Bir kadın / Tutmuş ellerinden çınar ağacını / Dallarında kuş cıvıltısı / Ardında şehrimin çocukları / Sokağımızda dolaşıyor / Akdeniz doluyor odama”.
“Dilber Abla, Kahve Tarandı!” başlıklı anlatıyı başlatan dizelerde ise “Sevdiğim / Kız kardeşim / Dostum / Yaşamak / Anımsanmaktır / Çocuğunun / Gamzesine koy beni” deniyor.
Dizeler, bilinen, tanınan şairlerden ya da bir şairden değil. Şairlik iddiasında bulunmadan şiiri seven ve şiirler yazan, zaten kitabı falan da olmayan bir avukata ait. Hıdır Özcan’a…
***
Hıdır Özcan…
Gazeteci Tayfun Talipoğlu’nun ölüm haberini aldığında, güzel insanların bir bir gittiğini yazmıştı sosyal paylaşım ağında.
Ertesi gün ise onun da kalbi duruverdi…  O da katılıverdi bir bir giden güzel insanlar kervanına…  Nice insanın belleğine güzel anılar bırakarak…

27 Mart 2017


(*) Güven Tunç, “Sen Çok Yaşa Babaanne”, Anlatı, Ürün Yayınları, Birinci Basım: Ocak 2013, Ankara.


ŞEHİRDE VE GECEDE


 

Havada kar sesi var.”



Üç çocuk...
Üç küçük çocuk…
Ancak ve ancak el dokuması ipek bir kumaşın veya Küçük Asya’ya, Balkanlar’a Mezopotamya’ya, Akdeniz’e özgü antik, atlas bir kilimin motifleri kadar ayrı olabilen ailelerden, aşiretlerden ya da sülalelerden, aynı kökboyalı iplikle dokunmuş üç yakın şehirden, kasabadan, köyden, biri kız ikisi oğlan, üç hülyalı çocuk…

Bir sabah uyanır uyanmaz aynı saniyelerde yataklarından deli gibi fırlayıp evlerinin kapılarına koştular. Büyülenmiş gibiydiler. Ana babaların, dedelerin, halaların, nenelerin, yengelerin, evlerinde büyük küçük, az çok kim varsa, o delice seğirtmelerini kim gördüyse, onlardan en azından bir iki tanesinin şefkatli girişimlerini, sert otoritelerini dinlemediler. Sokağa, bahçeye açılan kanatlı kapıları, büyük bir güç sarf ederek sonuna kadar açıp ileri atıldılar ama kala kaldılar. Burunları, bütün o uçsuz bucaksız coğrafyaya yağmış olan, boyları hizasındaki kara gömüldü… Hele kız olanın boyunu da aşıp geçti, kapının önündeki yığıntı. Üzerine yıkılıverdi ve her yanını kar içinde bıraktı. O daha ileri atılayım diye çabalarken evdekiler yetiştiler. Tüm direnmesine karşın önce o içeri alındı. Saçları, gecelik entarisi, elleri, çıplak ayakları ıslanmış ve buz gibi olmuştu. Bağırdı, kapının koluna sarıldı, ısırdı, edepsizce tükürdü, salya sümük ağladı. Aileden iki genç ve güçlü kadın onu içeri zorla sokabildiler.

Oğlanlara da öyle oldu sayılır. Birbirlerinden ve kızdan habersiz ancak gelenekten, görenekten, terbiyeden, haberli olan oğlanlar, daha ağır başlı davranarak ve ikna olmuş görünerek ama ayakları da geri geri giderek, evdekilerce gömüldükleri kar yığınının altından sökülerek içeri alınmalarına ses çıkarmadılar. Huysuz olanı bile öyle davrandı. Kafası meşgul ve dalgındı. Dalgın olduğu için de munis. 

Üç çocuk...
Üç güzel çocuk…
Duydukları bir sesle, sanki sadece onlar için özel olarak yapılmış bir çağrıyla uyandırılmışlardı… Kalplerinin işaret ettiği yöndeki, kulaklarında bir parça tınısı kalan o sesleri yitirmemeye, yeniden bulmaya, ulaşmaya koşmuş, aradıklarına yaklaşamadan da tüm dünyanın kar altında kaldığını görmüşlerdi.

Bütün gece yağan kar, çatıların tepesinden, bahçelerin ötesini, dağların doruklarından, düzlüklerin ta ilerisini kaplamıştı. Ufka kadar görünebilen bütün bir çevre, tüm sesleri silen, beyaz, kalın bir tül altında kalmıştı. Bulutlar yere inmişti sanki.

Bu üç mahmur çocuk, gece boyunca yağan karın sessizliğinde, derin uykularının arasında evlerinin kapılarının ya da pencerelerinin baktığı dağdan sanki bir tayın kişnemesini, bir kuzunun melemesini, bir ceylanın ayak sesini bir çocuğun acemice söylediği sıcak bir melodiyi, bir ıslığı duymuşlardı… O sesin ardından gitmek, kulaklarına fısıldanmak istenen bir büyük sırrı çözmek için karşı konmaz bir istekle ve silkinerek uyanıp kapılara koşmuşlardı…

Bir bütünlüğü olmayan, ha bire parçalanıp bölünerek kendini gizleyen düş parelerine göre, bütün bir gece sanki yataklarında değil de dağlardaydılar. Üşümeden, ıslanmadan, acıkmadan, yorulmadan, özlemeden ve hatta korkmadan oralardaydılar. Ayakları yere basmadan geziyor, yorulmadan dolaşıyor ormanın bütün varlıklarıyla, onların dillerinden anlaşabiliyorlardı. Cesur, kahraman ve çok güçlüydüler.

Ormanın şarkılarını söyleyen kendileriydi belki, meleyen, kişneyen de kendileri. Kendileri değilse de tanıdık bir çocuktu. Onlara başka dünyaların öykülerini anlatan, hiç duymadıkları şarkıları söyleyen bir yabani taydı, yeni doğmuş kuzuydu, belki de bir oğlaktı. Ormana kaçmış geri dönmeye çalışan bir sıpaydı. Sonbaharda sapanla vurup ardından da kanadındaki yaraya dayanamayıp akranlarından gizli gizli yarasını onarıp yeniden saldıkları kuştu. Belki, belki de bir çiçekti. Fısıltıyla açan bir kardelen... Erken açmış çiğdem. Çağıldayan dereydi. Mutlaka tanımaları, bilmeleri gereken biriydi, bir şeydi işte... Onlara, yalnızca onlara bir şey söyleyen, onlardan, sadece onlardan bir şey isteyen bir içli sedaydı. Belki uzun gecelerin başlangıcında nenelerinin anlattığı bir masaldan arta kalmış, geri dönememiş oralarda çaresiz dolaşan bir peri kızının suretiydi… Ak sakallı Hızır’dı… İyi kalpli bir devdi…


Üç çocuk…
Bu üç tatlı çocuk…
Evlere sokulur sokulmaz ocağın, sobanın, mangalın, evde ne yanıyorsa onun yanına koyuldular. Ayaklarına çorap, patik üstlerine hırka, yelek, kazak ne bulunursa giydirildiler. Yorganların, battaniyelerin altına tıkıldılar. Boğazlarına, o anda ocakta kaynayan çay, çorba, süt, artık ne varsa,  Allah ne verdiyse, o akıtıldı. Ana babaları azarladı, ebeleri, abaları, dedeleri korudu.

Üç çocuk…
Gün içinde evdekileri daldalayıp daldalayıp yüksek pencerelere tünediler, yüksek katlara çıktılar ve karşılara baktılar. Yaşlı adamların, yaşlı kadınların yaptığı gibi oturup uzun uzun karşılara baktılar. Derin derin iç geçirdiler. Gurbet yolu bekler gibi, “Ah” ettiler. Efkârlandılar... Ne yemek akıllarına geldi, ne içmek ne çiş ne oyun ne yaramazlık. Kimseler, onları yerlerinden kıpırdatamadı. Ağızlarından bir tek laf alamadı. Söylediklerini duyuramadı. Anneleri, inatlarına isyan edip yakalarını bıraktı. Kardeşleri, abileri, ablaları onları oyuna da işe de ikna edemeyince kendilerini terkedilmiş hissedip küsüp uzaklaştılar. Onlarsa, kızarmış yanaklarıyla öylece susup durdular.

Oğlanlardan biriyle kızın şehri, Munzur’a bakıyordu. Biri kuzeyden biri güneyden de olsa ikisi Munzur’a baktılar. Diğer oğlan ise Karacadağ’a… Karacadağ’dan Zozan’dan Nemrut’dan, Ağrı’dan Munzur’dan, Bey Dağı’ndan başlayıp evlerinin önüne kadar inen ve yüksekliği kapı açtırmayan kar örtüsüne, dalıp dalıp gittiler…

Evlerin ahalisi çatılardan, damlardan, kapılardan kar küredi, çatısı olmayan dam loğladı, atı olan atını yemledi, köyde olan da malını… Kimi odun taşıdı bahçeden kimi su kimi müştemilattan ya da varsa tandırdan ekmek… Yapılması mutlak olan ve gözlerde büyüyen işler çar çabuk bitti. Evlerdeki diğer çocuklarının oluşturup bazı komşu çocukların ve yetişkinlerin de katıldığı kartopu savaşları, kızak kayışlar da tükendi, gitti. Yorgunlukla, üşümüşlükle birlikte evlere kapanıldı.

Geniş bakır tencerelerde buharı tüten çorbalar, duruma göre yahniler, pilavlar pişirildi. Sofralar kuruldu kaldırıldı. Soba küllerinde ayva, patates közlendi. Boğaz gailesi de işler de bitti. Kalakaldılar.

Aile bireyleri, alçalıp alçalıp külrengi haliyle üzerlerine kapanan gökyüzünün ağır kederiyle, içlerine, içlerindeki ülkelere çekildiler. Sedirlere, o yoksa birer mindere sinip karşıları izleyen çocuklarının yanına eklendiler. Küçük mavi ışıltıların, kızıllara dönüşüp kaybolarak dans ettiği uzak, yakın, sonsuz, karanlık görünen beyazlığı seyrettiler. Dağlardan gelen ulumalara mahalle aralarından duyulan köpek ürümelerine ürpererek tanık oldular. Adını, cismini bilmedikleri bir kişi ya da nesnenin özlemiyle elleri böğürlerinde oturup karşılara daldılar.

Kalın kar örtüsü; yeşil tanımlanan bir yerden farklı olarak, beyaz masalsı bir cenneti, kor ateş
Diye tanımlanan bir yerden farklı olarak da, ıssız, dingin bir cehennemi sermişti gözlerinin önüne… Koskoca bir sessizlik… Kalplerinin ritmini, hasretlerinin ince sızısını duyuran bir sessizlik.Kimsesiz bir sessizlik çöktü evlerinin, köylerinin, şehirlerinin üzerine. Zamanı durduran, içlerindeki saati susturan bir sessizlik… Sanki tüm dünya, tüm yaşam, geçmiş, gelecek kar altındaydı…

Üç çocuk…
Üç lâl çocuk…
Minik kalplerinin, engin ruhlarının anlayışıyla, bir boşluktan başka bir görüntüsü olmayan karşıları seyreden büyüklerin, kendileri gibi hüzünlü gözleriyle karşılaşınca şaşırmadılar…
Bu topraklarda, bu kılıcın, kanın, topun, tüfeğin, cesaretin, sürgünlüğün ve hainliğin her türlüsünün yaşandığı bu geniş topraklarda karın her nesneyi kapatmasıyla, unutuş perdesi usulca, çok usulca, hiçbir canlıya sezdirmeden, bir tek damla kan sızdırmadan kendini eritiyordu. Kim bilir kaç bin yıllık geçmişle dün, aynı oranda, kimde ne nişan bırakmışsa ona, bağırarak değil zor duyulur fısıltılarla yaklaşıyordu. Bazılarına istedikleri olayları anlatıyordu bazılarına kendi geniş, büyük, gizemli torbasında ne varsa onu. Unutuş perdesi bazıları için tümden eriyip kalkıyor, yok ediyordu kendini, bazılarına da ancak kaldırılabildiği kadarını. Kar; bugünü örterken, geçmişten anlatılamayanın, yazılamayanın ve bilinemeyenin hayal perdesini açıyordu perde perde, ağır ağır, tek tek… Yaşlılar; başları önlerinde, elleri böğürlerinde, kulaklarına fısıldanan geçmişten hüzünlü türkülerle kalakaldılar. Evlerdeki sesler de eriyip yok oldu. Akşam, bu evlere de mahpushaneler gibi erken indi. Gece bastırdı. Deli bir ayaz, alıcı kuşlar gibi gelip bölgenin üzerine çöktü

Ailelerin ya genç babaları ya da genç yetişkin erkekleri bahçeleri, kapıları, malları, kilitleri kontrol edip geldi bir çalım. Son sofralar kuruldu. Çıralar idare lambaları yakıldı. Radyosu olan açtı. Evin büyükleri ile büyümeye yüz tutan çocuklar, ajansa dikkat kesildiler. Kadınlar, kızlar “Radyo Tiyatrosu’ndan” önce bulaşıkları yıkamaya, ortalığı toplamaya, ocakların, mangalların üzerine cezveleri sürmeye, karyolası olan yatakları açmaya, olmayan yatak sermeye koşturdular. Küçük çocuklar, “gelmedi” diye tuttursalar da yatmadan önce, çiş yapmaya gönderildiler. Radyosu olmayanlar da büyük küçük toplanıp ağzından bal damlayan bir erişkin kadının sihirli masallarını, araları süsleyen zengin manileri dinleyip, erkenden yatmaya yönelik sıkıntılarını başlarından uzaklaştırmaya çalıştılar.

Üç çocuk…
Üç masum çocuk…
Akşama kadar yarı aç yarı tok oturup, anneleriyle didişmelerinin verdiği yorgunluktan olsa gerek, uyuyakaldıkları pencere önünden uyandırılmadan yataklarına taşındılar. O gece aynı çağrıları duymasalar da uyur uyanık birkaç kez karanlıkta pencere önüne gittiler. Hiçbir şey seçemediler. Bilindik orman uğultular onları korkutmaya yetti. Üşümeyle, titremeyle yataklarına döndüler. Düşsüz, deliksiz uyudular.

Kara kış uzun sürdü, kar kırk gün kalkmadı. İnat etti, gitmek için Cemrelerin havaya, suya, toprağa düşmesini bekledi.

Üç çocuk…
Üç delibozuk çocuk…
Kırk gün ne yapıp edip pencerelere, kapılara yakın durdular. Gözlerini, kulaklarını dağlardan,uzaklardan ayırmadılar.

Üç çocuktan…
Üç söz dinlemez çocuktan, oğlanlardan biriyle kız, bir yıl sonra okula başladı. Öbür oğlan ise diğer yıl. Okumayı çabuk söktüler. Dersleri sevmeseler de sorun yaşamadılar. Zekiydiler. Yazları büyük bir zevkle aylaklık etmeyi sürdürdüler. Ağaçlara tırmandılar. Dere kenarlarına koştular. Kimi sokaklarda, oyun parklarında, apartman arkalarında oynadı kimi havuzlu bahçelerde, uçsuz bucaksız ovalarda, dağ eteklerinde. Oyunlara dalıp babalarından önce eve gitmeyi unuttular. Dizleri kanayıp durdu yaramazlıklarından… Bazı çocuklara kardeşliğe benzer duygular beslediklerini fark edince coştular. Arkadaşlığı keşfetmiş olduklarını sonradan anladılar. Gün geldi o arkadaşların anneleri tarafından annelerine şikâyet edildiler. Küstüler, barıştılar... Geceleri yıldızlara dalıp bin bir çeşit hayal kurdular. Üniversiteye kadar okulların açılma günlerini sevmediler.

Nice yaz nice kış geçti.

Üç çocuk…
Üç kabına sığmaz çocuk…
Geçirdikleri kışı, gördükleri düşü unuttular…

Üçüne de benzer çağlarına denk düşen ama hepsine de erken zamanlarda ağabeylerinden, okula giden dayılarından, amca çocuklarından, ablalardan biri, bir kitap verdi… Kimine Reşat Nuri, Muazzez Tahsin, Kerime Nadir, Halide Edip, Kimine Balzac, Hugo, Stendall, Kimine Gorki. Sefiller’le Hıçkırık, Suç ve Ceza ile Çalıkuşu aynı zamanda ellerine konan kitaplardı.

İlk kitaplarını ellerinden bırakamadılar. Nefes nefese bitirdiler. Hemen başka kitapların peşine düştüler. Ama öyle kolay değildi başka bir kitaba ulaşmak. Gizli kutularda saklanan mücevherler gibiydi o zamanda kitaplar… Çok az ve çok değerli. Başka kitapların izini sürmekte hep ısrarcı oldular. Ama okudukları ilk kitabı hiç ama hiç unutmadılar. Ve bu ilk kitaplarını biraz çaresizlikten biraz içlerinde açtığı ufuktan olsa gerek bir kez daha bir kez daha okudular.

Daha ilk okudukları kitaptan başlayıp; büyüleyici bir dünyanın içine sürüklendiler. Başka yaşamları başka dünyaları keşfettiler. Kahramanlara özendiler, karakterlere üzüldüler. En çok da karlı dağları anlatan kitapları sevdiler. Karlı dağlardan gelen bir sesin, bir insanın, yaralı bir hayvanın, kaçak bir askerin,  yakışıklı bir eşkıyanın hikâyesini, gözlerini kırpmadan tükettiler. Heyecanlı serüvenlerin peşine düştüler. Aşkı okudular, aşka düştüler… En ufak bir gerilimde kalpleri duracak kadar çok çarptı… Kitabın bir sayfasında bıçak çekildiyse, yaralanıp, günlerce kanadılar. Kahramanın başı ağrıdıysa yataklara düştüler.., Ölüme gidenlerin arkasından ölümü düşündüler uzun uzun. Ayrılıkları, gözyaşlarını, hasretlikleri ve zulmü sevmediler… Sonu iyi biten kitaplara başka türlü bağlandılar. Çocuktular, bütün çocuklar gibi her şeyin sonunun iyi olacağına, açlığın, acının, yokluğun bir daha yaşanmayacağını inanıyorlardı…  Onlara göre acıya, ayrılığa tanık olan, yaşayan, dinleyen son kuşaktılar… Artık hiçbir çocuk ağlamayacak, aç kalmayacak, ayrılmayacak, kaybolmayacaktı…

Kitap; nasıl bir işti ki başka hayatları, başka dünyaları, o dünyaların insanlarını, yaşadıklarını, acılarını, sevinçlerini gelip onlara anlatıyordu. Onları da ortak ediyordu tüm zamanlara tüm yaşanlara. Onları kanatlarına alıp, uzun, güzel yolculuklara çıkarıyordu. Ne büyülü bir şeydi ki, hep okumak, okumak hep başkalarının heyecanlı maceralarına, yaşantılarına tanıklık etmek isteği hissediyorlardı.

Anlatılan acılardan, arzulardan, mutluluklardan, dostluklardan, aşklardan, isyanlardan kendi yaşadıklarını anlamlandırdılar, kendi duygularını isimlendirdiler. Kılavuz edindiler. Deneyim saydılar. Ve birçok hayatı denemeyi hayal ettiler... Bir roman gibi yaşamayı düşlediler... Kitapları yazılan yerlerde yaşamayı özlediler… Kahraman olmayı dilediler…

Bu üç meraklı çocuk… Zamanla, nerelere, hangi şehirlere dağılmış olurlarsa olsunlar kitapları bırakamadılar. Uzun çok uzun yıllar kitapları o kitapları yazanları izlediler. Yine benzer zamanlarda İnce Memet’i, Yer Demir Gök Bakır’ı, Cemile’yi, Bereketli Topraklar Üzerinde’yi, Lüzumsuz Adam’ı, Parasız Yatılı’yı, Yılanların Öcü’nü, Kaçakçı Şahan’ı, Reşo Ağa’yı hatmettiler… Bunlar yetmezmişcesine, Koca Nazım’ı, Enver Gökçe’yi, Ahmet Arif’i, Behcet Necatigil’i, attila ilhan’ı, Mayakovski’yi, Lorca’yı keşfettiler. Sonra geldi yeniler… Yeni yazanlar… Yeni okunacaklar…

Üçü de daha ilk günden okumayı çok sevdi… Okudular… Çok okudular… Ders arasında, ders sırasında, tatilde, gün ortasında, gecede, evde, misafirlikte, bahçede, bağda... Bazen gizleyip saklayarak, bazen bir söğüt ağacının altına uzanarak serüvenlerin peşine düştüler, en önemli buldukları en sevdikleri bir işi gerçekleştirdiler, okudular. Okuduklarında ara ara, o kış düşünü anımsatır imgelerle karşılaşır gibi olsalar da bir türlü neyi çağrıştırdığını çıkaramadılar.

Okuma büyüsüne öyle bir kaptırdılar ki, kendileri de bir şeyler karalamadan duramaz oldu… Yazdıklarını yeterli bulamadılar ama. Neden yeterli bulamadıklarını çözemediler. Vazgeçemediler de. Ders kitaplarının, kullanılmış defterlerin arasında sürüp durdu acemi karalamaları… 

Okudukça, yaşadıkları yerler daraldı gözlerinde. Küçücük kaldı. Dağlar ufaldı, ovalar nehirler, sokaklar, kısaldı. Evler basıklaştı. Renkleri soldu. Her şey azaldı sanki. Sıradanlığın içine sıkıştı kaldı hayatları.

Dünyanın merkezi saydıkları doğdukları, yaşadıkları, okullarında okudukları farklı şehirlerinin, mahallelerinin köyün dünyanın merkezinden çok uzak, küçücük bir parçasından biri olduğunu algıladılar. Başka yerlere başka şehirlere meraklandılar. Uzaklardan gelenleri ilgiyle dinlediler. Gidenlerin, giden otobüslerin, trenlerin, kamyonların, göçenlerin, ardından özlemle baktılar. Hep gitmek istediler.

Nerde olurlarsa olsunlar, “Gitmek”  düşüncesini hep yanlarında götürdüler.

Üçünün de hayali bir şekilde oldu sonunda. Onlar da doğdukları şehirlerden gittiler. Birçok yer gördüler. Birçok şehir tanıdılar.

Bu üç çocuktan ilk olarak kızın babası gelmiş, bir yıllığına memlekete bıraktığı ailesini alıp başka bir diyara götürmüştü. Denize kıyısı, yazlığa sineması olan bir kasabaya… Kız ilk okula orada başlamıştı. İlkokul üçüncü sınıfta, bozkırdaki o büyük şehre taşındılar ve orada kaldılar.
Oğlanların gitmesi biraz zaman aldı. Bir vakit sonrası oğlanlardan biri yatılı ortaokul için çıktı köyünden. Şehir şehir sürdü bu yatılı okul serüveni. Daha sonrasında ise diğer oğlan… Lise sırasında oldu bu gidiş. Mesafece yakın kalben uzak bir şehre götürmüştü babası…

Zamanla büyük şehirler, diğerleri gibi oğlanları ve yeni kurdukları ailelerini de çekti. Evlerden bakıldığında, dağların, ovaların, bağların görünmediği kadar büyük olan şehirler... Sokak lambalarının yıldızların yerini alıp geceleri aydınlattığı ama her kapının tanıdık olmadığı büyük şehirlere gittiler. Oğlanlar da, kızın daha çocukken geldiği bozkırın büyülediği büyük şehre gelip yerleştiler.

Üç çocuk…
Pervasız çocuk…
Diğer bütün pervasız çocuklar gibi, pervasızca yola çıkmış abileri ve ablaları gibi, masallardaki gibi, türkülerdeki gibi kitaplardaki gibi büyük düşler kurdular… Herkes için mutluluk kurabilecekleri bir dünya umdular... Gençlik yelkenlerini özgürlük rüzgârlarıyla doldurup açıldılar hayata… Her gün tazelenen sıcacık bir somun gibiydi büyük umut... Umutlu düşlerin peşinden koştular…

Üç asi çocuktular.
Koşa koşa büyüdüler. Okudular. Aşık oldular, özlediler, kavuştular, ayrıldılar, terk ettiler, terk edildiler, dostluklar kurdular, dostlukları bitirdiler, yollara yolculuklara çıkıp döndüler, zorluklara göğüs gerdiler, kolaylıkları kutladılar, dinlenmeye gereksinimleri olmadan koşturdular. Yalnızlığı da tattılar, dayanmayı da, hayal kırıklığını da, coşkuyu da. En çok bir isyana muhabbet duydular. Ama en çok bu muhabbetleri yüzünden cezalandırıldılar.

Bir gece, üçünün de yirmili yaşları ile yeni yeni tanıştıkları bir yılın gecesiydi… Bütün ülkedeki çocukların sevdalarını, hayallerini, umutlarını tanklarla kırdılar… Kurtların önüne atıldı gençlikleri… Kitapları yakıldı…

Ülkedeki bütün çocukların gözlerini bağlayıp kitaplarını ellerinden zorla, zorbalıkla aldılar. Kitapları çocuklardan, kitapları işçilerden, evlerden, kitaplıklardan, okullardan, üniversitelerden, fabrikalardan aldılar. Yaktılar. Yangın yeri oldu yaşadıkları yerler. Dumanı tüm dünyadan görüldü.

Bu üç çocuk…
Üç kırık çocuk…
Gençtiler, yaşananlardan olgunlaştılar…

Zaman bazen hızlı bazen yavaş geçti.

Aynı büyük bozkır şehrinde birbirlerinden habersiz uzun süre yaşadılar.  Eskiden daha sakin, mutlu, ışıklı olup, zincirlenen caddelerinin, kocaman pespaye tabelaların, çirkin çirkin binaların, üst geçitlerin, kalabalığın egemen kılındığı ve giderek de kararan bu şehirde kaybolmayıp bir düzen tutturdular. Birçok kez kırılıp kırılıp durdu hayat… Hayatları… Yeniden yeniden başladılar…

Kendilerince hayata anlam katan işlerin ucundan tutup çabaladılar. Oğlanlardan biri güçsüzlerden yana oldu, diğeri sessizlerden yana, kız da kalkınmacı oldu…

Oğlanlar evlendi bir aile, bir ocak, bir düzen kurdular kendilerine, kız evlenmedi. Yeterince düzen içinde olduğunu düşünüyordu.

Kız edepsizliğini, asiliğini çoktan susturmuştu. Oğlanlardan huysuz olanı iyice pervasız olmuştu. Diğerinin kırık gülüşleri kendisiyle büyümüştü.

Üç laftan anlamaz çocuğun üçü de, karalamaları yazmaya dönüştürüp bir şekilde sürdürdü serüveni.

Bir yere varmayı değil içlerindeki sesi bulmayı, dünyayı anlamayı, değişimi kavramayı arzulayarak yazdılar. Edebiyat çevrelerinin içinde pek bulunamadılar. Bulunmadılar, işleri vardı. Koşturmaları çoktu. Başka kaygıları söz konusuydu. Yazmak daha çok bireysel serüvenleri gibiydi ilk zamanlar. Hele oğlanlardan biri tüm ısrarlara karşın dostlarının dışında kimseyle paylaşmaya yanaşmıyordu. Oysa en çok onun en büyük tutkusuydu yazmak.

Gerçekten yazmaya başladıkları zaman romanlara, şiirlere, öykülere özgü mekânların, karakterlerin, kahramanların olmadığını anladılar. Nasıl bakıldığıyla ilgiliydi… İşte o zaman, doğdukları, çocukluklarının geçtiği köyleri, şehirleri, kasabaları özlemeye başladılar. Bir merak gelişti… Kim olduklarının peşine düştüler. Toprak çekti. Belki asıl yazılacak yerler oralardı. Renk, zenginlik, hikâye bu büyük yoran, tüketen şehirde değil, oradaydı. Bir ayakları geçmişte kaldı bir ayaklarını geleceğe attılar.

Oğlanlardan biri bu kara şehirden bıktı. Yoruldu. Bırakıp gitmeyi düşledi ciddi ciddi. Gitmek, hep vardı hayallerinde. O şehirden gidemedi bir türlü. Oysa gidebilse, “şehir, arkasından gitmeyecekti.”

Kız uzun süre yazmayı bıraktı. On yıl yazmadı. Kitaplara sığınmak hissettiğinde de eski kitapları bulamadığını fark etti. İçinde kendini kaybettiği kitapları yazılmıyordu artık.  Ne yazarlar o kadar ulaşılmazdı ne kahramanlar. Hayalleri kırıldı. Ayda bir iki kitaptan fazlasına bakmadı…Bıraktı…

Oğlanlar okumayı da yazmayı da sürdürdüler.


Üç çocuktan…
Üç orta yaşlı çocuktan…
Kırklı yaşlarına bastıklarında, hayata bütün dişleriyle sımsıkı tutunanı bile, bir ağır hüzün bastı.

Üç çocuk…
Doğdukları şehirlere ve zamanlara benzeyen bu üç olgun çocuk…
Günün birinde yaşamakta oldukları bu büyük şehirde, farklı zamanlarda karşılaştılar. Birinin birine işi düştü, başka bir zamanda ise diğeri, öbürünü tanıştırdı.

Olgunlaşmışlardı. Ses tonları kalınlaşmıştı. Orta yaşın güvenli vurgular yerleşmişti konuşmalarına… Büyük şehir çoğaltmıştı sözcükleri… Ama hala acemiydi söyledikleri şarkılar… Şarkılarda bir şey vardı… Çok eskileri, kimsesizlikleri, nedensiz coşkuları, karlı dağları anımsatıp anımsatıp unutturan bir esinti… Ne kendini ele veren ne tam kapatan bir görüntü... Bir kıpırtı sadece… Bir soluk imge… Bu imgenin peşine düşüp arkadaş oldular.

Arada bir görüşüp dertleşir oldular. Fıkralar anlatıp birbirlerini güldürür oldular. İşlerinden, memleket meselelerinden, dünya hallerinden, hayatın gelip tıkandığı yerden söz etmeyle başladıkları konuşmalara yazdıklarını, yazacaklarını birbirlerine okur, anlatır oldular. Olmayacağını bile bile yazmaya yönelik ortak hayaller kurdular. Hayallerinden sarhoş oldular.
Yazdıklarını yayımlamayana, “yayınla artık” diye söylemeyi sürdürür oldular…

Karlı bir akşam ilk kez gittikleri bir lokantada buluştuklarında, canlı müzik yapılan bir yer olduğunu görünce rahat sohbet edemeyeceklerini anlayıp biraz huzursuz oldular. Oysa ne güzel çalıp ne güzel söylüyordu sahnedekiler. Kaptırdılar onlar da… Vazgeçtiler kalkmaktan. Biraz konuşup biraz dinlediler. Onlara da istek parçaları soruldu.

            Oğlanlardan biri,

           “Altun hizmav mülayim
            Seni Hak’tan dileyim.
            Yaz günü temmuzda
Sen terle men sileyim “
diye başlayıp “seni gördüm beg oldum” diye devam eden bir türküyü istedi.

Oğlanlardan diğeri,
             “Şu yangında har olsaydım
              Ağlayıp bizar olsaydım
              Belki yaslanırdın bana
Mahpusta duvar olsaydım”

Kızsa,
“Bir gülün çevresi dikendir hardır
Bülbül gül elinden ah ile zardır
Ne de olsa kışın sonu bahardır
Bu da gelir bu da geçer ağlama“ yı istedi


O akşam eve döndüklerinde üçü de nedenini bilmedikleri bir istekle bir yazının, bir dizenin ardına düştü.

Üç çocuktan…
Büyümüş, kamil olmuş ama iyi ki çocuk kalmış bu üçünden biri, o akşam bir yazıyı tamamladı

Bu üç çocuktan birinin o karlı gece tamamladığı on satırlık o yazı, dünyanın tüm asi ve aşık çocukları tarafından anlaşıldı… Sevildi… Ezberlendi… Elden ele, dilden dile yayıldı…
O dizeler yıllarca dünyanın bütün sokaklarda okundu, durdu…




7 Eylül 2014 Pazar

- çocuklar ve barış içinde hayat için küçük bir güzelleme çabası - hakukabenimhaklarım

Hakuka;
Hakko ya da Hakuğa olarak da söylenir.
Bir evin duvarının dibinde, kapısının önünde kaynayan bir pınardır.
Siteye bu ismi verirken; hem çocukların hem de sayfanın böyle küçük ama capcanlı ve büyüyebilen, akan, kendi şarkılarını neşeyle söyleyebilen bir ifadesi olsun istedim.
Ve bu küçücük gözeden çıkan suyun; engellenmezse bir çaya, oradan bir büyük nehre karışmasını, denizlere ve okyanusa kavuşmasını, her insanı her canlıyı kucaklamasını görmeyi arzu ettim.
Ve çocuğu; sadece bir birey olarak değil de akan bir su gibi, değdiği dokunduğu her şeyle ailesiyle, yoksa yuvasıyla, komşusu, mahallesi, büyükleri küçükleri, şehri, kültürü ve dünyası ile kabul ettim.

Hakuka aynı zamanda Hak Hukuk Adalet sözcüklerinin kısaltılmış halini de çağrıştırıyordu.

Bu nedenle adını Hakuka olarak seslendirdim.


 eğitim amaçlı bir site değil. Eğitimi çok başarılı yapan gruplar ve okullar var.
Hakuka hak savunuculuğunda da çok iddialı değilim. Çok iyi çalışan dernekler ve hayatını vakfetmiş insanlar var.

Burada daha çok ; dünyadaki eşitsizlik nedeniyle, sürekli ayrımcılıkla karşılaşan başta çocuklar olmak üzere kadınların, engellenen bireylerin, yaşlıların ve tüm insanların, derelerin, ağaçların,  hayvanların ve tüm canlıların sadece kendileri olmaktan gelen özgürlüklerine ve onurlarına vurgu yapmak istiyorum.
Çocuklara ve özellikle kız çocuklarına yönelik bir parça pozitif ayrımcılık yapmıyor değilim.

Hakuka için; yaşama ve insan olmaya küçük bir güzelleme çabası diyelim.

Güven Tunç
hakukabenimhaklarim


3 Eylül 2013 Salı

"SEN ÇOK YAŞA BABAANNE"


Önsöz


Hani; Bora Ayanoğlu’nun; hem yazıp hem bestelediği bir şarkısı vardır ya,
güzelim bestecinin, o güzelim İstanbul şehrinde, bir zamanlar her gün önünden geçtiği, o güzelim Cibali Tütün Fabrikası’nın, o güzelim işçi kadınlardan aldığı ilhamla yazdığı o güzelim şarkısı,
70’li yılların başında, Alpay tarafından yorumlanarak dilimize yerleşen ve bazılarımızın hâlâ dilinde olan şarkısı vardır ya;
işte o;
“Fabrikada tütün sarar,
Sanki kendi içer gibi
Sararken de hayal kurar
Bütün insanlar gibi
Bir evi olsun ister
Bir de içmeyen kocası
Tanrı ne verirse geçinir gider
Yeter ki mutlu olsun yuvası”

Bu kitap için, çocukları için, bu coğrafyanın hiç bitmeyen sancılı zamanlarının önemli bir dilimi için konuşan, bu güzel ve cesur kadınların öykülerinin aktarıldığı bu yazım süreci içinde bana hep bu şarkı eşlik etti…
Aslında onlar, bu şarkıdaki gibi, 1970’lerin değil, on beş, yirmi yıl öncesinin, 1950’lerin, telaşlı, heyecanlı genç kızlarıydılar.
Şimdi, yaş olarak, yetmişlerinin sonlarıyla, seksenlerinin başlarını süren bu güzel kadınların bir kısmı; 1929 doğumlu, bir kısmı 30’lu, 32’li, bir kısmı 34’lü ya da 36’lıydı. Doğumları; İsa’nın doğumuna gore belirlenmiş dünya zamanının, yine sancılı bir dönemine denk geliyordu. İkinci Dünya Savaşı.
Biz bugün öyle algılamasak, onları hep bugünkü gibi kır saçlı, hafif unutkan, çift gözlüklü halleriyle yaşamış sansak da; onlar da, bir zamanların minicik minicik bebekleriydiler.
Sonra çocuk oldular, genç oldular, masum oyunlar oynadılar, hisli hayaller kurdular, kimbilir kimler için gecelerce uykusuz kaldılar, gizli saklı nameler yazdılar. Kına gecelerinin, nişanların, düğünlerin kâh neşeli kâh hayalbaz korosunu oluşturdular.
Bir dönemlerin; elleriye bir hayatı yaratan genç kadınlarıydılar, zamanla kendine güvenli genç annelere dönüştüler.
En sonunda da, işte bu vakitler; ananelere, babannelere dönüştüler.
Hayat bu kadar da kalın çizgilerle akıp gitmedi tabi ki. Esas sırlarını ince çizgilerinde saklanarak yaşadılar. Umuduyla, sevinciyle, sıkıntılı dönemleriyle; bu hayatın, hayat mücadelesinin hep içinde oldular. Sanal dünyaya denk gelmeyen belki de son kuşaktılar.
Tarih; 1930’lu yılların sonuna doğru geldiğinde, onların çoğu; sekiz, on, on iki civarı yaşlarına kavuşmuştu çoktan. İkinci Dünya Savaşı’nı – ve savaşa girmemenin bedelini yoklukla ödemiş bir ülkeyi –gören, zorluklarını yaşayan, ve her koşulda hep uslu olması, hep sessiz olması beklenen küçücük kız çocuklarıydılar.
40’lı yılların başlarıyla, ortalarına gelindiğinde;
Yokluğun, kıtlığın, bitlenmenin, karneyle dağıtılan ekmeğin, şekerin, gazın, çilenin yılları başlamıştı bu sefer de.
Ve bu zor yılların, aileler için; yaşamaları, erkek evlatlar kadar önemi olmayan, sıradan ve belki de ‘fazladan’ ama ağzına kadar hayat dolu olan küçük tanıklarıydılar.
40’ların sonuydu ve onlar, dünya savaşının bitiminde, bu kez de, Anadolu’da; kırdan kente olan büyük göç edişin, belki de ettirilişin derin kıyısındaydılar. Çoğu köyde, kimi kasabada kimi şehirdeydi. Kimi fakültede öğrenci kimi fabrikada işçi kimi biçki dikiş kursunda rüya içinde bir terzi kimi daktilo kursunda hayal içinde bir romantik kimi tarlada rençper kimi mutfakta annesinin yanında sabırsız bir çıraktı. İlk gençlikleri böyle geçti çoğunun.
Hepsi ama hepsi, kır çiçekleri kadar cesur, güzel ve azimliydi.  
Sonra yıl, 50’lere geldi dayandı;
Onların çoğu, daha yirmilerinde bile yoktu. Hülyalarını kucaklamış, umut dolu genç kızlıkları, nişanlılıkları ve yeni evlilikleri ile bu yılları, belki büyük hayal kırıklıkları belki büyük umutlarla geçirdiler.
Evliliklerin; mutlu mutsuz diye ayrılmadığı yıllardı. Zaten toplum da onlardan öylesini kabullenmelerini bekliyordu.
İleriki yıllarda can havliyle peşlerinden gidecekleri çocukları, çoğunlukla bu yılların ortalarından sonra doğacaktı. Ya da, bir sonraki on yılın başında.
Belki hayatın en derin anlamını anneliklerinde bulan kadınlardandılar.
Ve sonra 60’lar geldi;
Sanki bu dünyanın gördüğü en umutlu yıllar.
İkinci Dünya Savaşı’nın, Nazizmin vahşeti bitmiş. İnsanlar; acıları bir yana, “Bir daha böyle bir vahşet yaşanmaz’ın” saf ve mutlak inancıyla rahat bir nefes almış, bir büyük cehennemden kurtulmanın hırsıyla hayata tutunmaya çalışmakta. Dünya çapında büyük, kitlesel bir umut var ve o büyük umudun çocukları; 68 Kuşağı.
68’liler; o büyük savaşın; acımasız, kör, sağır kötülüğünü doğrudan yaşamamış, büyüklerinden dinlemiş, kitaplardan okumuş olan kuşak. Firuzan’ın kitabının başlığıyla, bizdeki ‘47’liler’
O gençler, 68’lier; belki bu kitaptaki anneannelerin, babaannelerin kardeşleri, yeğenleri. Komşu çocukları belki. Köylüleri. Belki hiçbir şeyleri. Ama çoğunlukla bir şekilde bildikleri, tanıdıkları, ve yabancı saymadıkları.
İşte bu yeni kuşağın, dünya çapındaki böylesi bir vahşet karşısında sessiz kalan kitlelere yönelik bir tepkisi var. İnsanlığın böyle davranabilmesine inanamıyorlar.
Böylesi büyük bir savaşın engellenememesini, bir savaşın bu denli kitlesel bir yıkım yapabilmesini akılları almıyor. Ne de olsa gençler…
Savaş zamanı, savaşan ülkelerden olmadığı halde, devlet tarafından savaşa karşı olan insanların; takip edilmesine, zindanlarda tutulmasına, üniversitelerden atılmasına çok öfkeliler.
Vietnam’da, savaş adı altında, bir halkın bir coğrafyanın bir kültürün talan edilmesine engel olmak istiyorlar.
Hiroşima’yı unutmuyorlar.
Filistin’in kadim halkına yapılanlara isyan ediyorlar.
Dünyada da aynı tepki aynı haykırış yankılanıyor; “Savaşa Hayır” “No War” “Lâ li’l-Harbi”
Ve nihayet, bu yıkımların müsebbibi olan büyük büyük ”medeni milletler” gençlerin haykırışından da çekinerek belki, belki de ulusüstü şirketlerin gördüğü zarar bir daha olmasın diye, bir parça özgürlük bir parça sosyal refah için zinciri azıcık gevşetmeş için devreye giriyor.
İşte o minik refah seviyesi bile öyle büyük bir umut oluyor ki geniş kesimlere, sonuçları inanılmaz oluyor. İşte bu küçücük özgürlük penceresi bir kez daha büyük büyük ütopyaları uyandırıyor yeniden…İnsanlık umudu bir kez daha yeşeriyor.
Bu kitaptaki ananelerle babaannelerin hepsi  işte o zamanların gencecik anneleri. 
Çocuk;  hayatın tazelenen yönü, köylerden, kasabalardan ya da küçük şehirlerden büyük şehirlere göçülmüş, kocaları işlerini bulmuş ya da kurmuş, evler dizilmiş, aileler oturmuş. Kocalar çalışıyor, çocuklar okuyor. Hayat müşterek; kendileri de mutfakta iktisatlı davranarak, el işleri yaparak, çalışarak bir şekilde aile bütçelerine katkıda bulunuyorlar.  Hayata inanıyorlar. Yarından umutlular. En azından çocukları için umutlular. Aslında en çok çocuklarından umutlular. Çok.
Ve yıllar artık daha çabuk geçmeye başlıyor;
70’lerin, nasıl hemen geldiğini anlayamıyorlar. Koşturma çok. “Hayat gailesi” diye önemli bir şey var o zamanlar. Şimdiki gibi, tüm aile bireylerine ayrı ayrı cep telefonu, ayrı ayrı bilgisayar gerekmiyor. Şimdiki gibi sosyal medyada beğeni oranı insanların başını döndürmüyor. O dönemler en önemli şey geçim. Başkasına muhtaç olmama. O zamanlar; önce karın doyrulacak, kiradaysan kira ödenecek, odun kömür, kışlık erzak, çocuklara palto, önlük, ayakkabı alınacak. Herkeste aynı gaile, geçim. Herkeste aynı eğlence, komşuluk, yazlık sinemalar, ajansı kaçırmama ve “radyo tiyatrosu” “Arkası yarın”. Herkeste aynı umut. Bu çocuklar büyüyecek.
Bu çocuklar okuyacak. Okuyacak çocuklar. Eskisi gibi değil artık, kızlar da okuyacak. Okullar bitirilecek. Kocalar emekli olacak, o emekli ikramiyelerine şöyle doğru dürüst bir ev alınacak, kiradan kurtulunacak. Çocukların elle tutulur meslekleri olacak. Garantili işleri olacak. Sonra da; gelsin kız istemeler, kız vermeler, nişanlar, düğünler, doğumlar, torunlar, tosunlar.  Yaşasın hayat…
Ama bırakmıyorlar. Önce 68 kuşağı saldırıya uğruyor. Daha, 70’lerin başında, üç gence, Deniz’lere kıyılıyor. Onlar, o gençleri pek tanımasalar da, gençlerin bir insana kıymadıklarını, bir suç işlemediklerini biliyorlar. Suçu olmayan bu gençler neden asılır ki?… Neden? Yürekleri yanıyor. İdam sabahı, Anadolu’daki milyonlarca evde olduğu gibi onların evinde de herkesin gözü, sessizce ve kederlice yaşlı. Şimdi o gençlere karşı büyük bir suç işlendi. Ve sanki o büyük suçu herkes, birlikte işledi. Vicdanları susmuyor, bağışlayamıyorlar, unutamıyorlar. Çocukları da unutmuyor. Deniz’leri en çok, neneler, anneler ve çocuklar unutmuyor.
Ve aslında çok önceden başlatılmış uluslararası boyutta, aç gözlü ve kanlı bir süreç, yeni yeni, onların da olduğu bölgeye doğru sinsice yaklaşıyor. O zamanlar kimsenin göremediği anlayamadığı bir saldırı hazırlığı var ve bu hazırlık tüm halklara yönelik. Dünya için bir yeni düzen tanımlıyor birileri. Yeni bir dünya düzeni çiziliyor. Planlanıyor. Sakince uygulamaya geçiliyor. 
Bu yeni düzenin daha kimse farkında değil. Bizimkiler hiç değil. Onlar genç bir kadından olgun bir anneye evrilirken, çocuklarına güvendikleri gibi hayata da güveniyorlar.
Çocuklar büyüyor. Çocuklar okuyor. Günümüze aykırı olarak, bir de o zamanlar, ceketini satıp çocuğunu okutan babaların olduğu bir yer Anadolu. İlk okullar, orta okullar, liseler bitiyor. Üniversite, genç olmanın güzel ve özgür ülkesi. Üniversiteye gidemeyen bir iş bulma derdine düşüyor. Ama bu çocuklar, ne olurlarsa olsunlar okuyorlar. Hem okulda hem evde hem işte okuyorlar.  Bu çocukları sere serpile okuyor, izliyor, bakıyor, onlar okudukça yazarlar şairler, sanatçılar gayrete gelip aşkla, iştahla yazıyor, üretiyor, film çekiyor, oyun sahneye koyuyor. Umut okutuyor. Umut yazdırıyor. Geleceğin iyi olacağı inancı hayatı besliyor.
Asi ve hülyalı bir kuşak büyüyor; Dünyayı değiştireceğine inanan kuşak bu. Artık savaş olmayacak. Artık kimse yoksul olmayacak. Artık kimse asılmayacak. Herkese iş olacak. İşçi hakkını alacak. Düşünce özgür olacak. Hiç bir baba eve ekmek götürmediği için çocuğundan utanmayacak. Kimse çocuklardan utanılacak bir şeye sessiz kalmayacak. Utanılacak şeylerin bu dünyada yaşanmasına gerek kalmayacak.
Babaların çoğu çocuklarının bu hayallerine mesafeli dururken, bu güzel kadınlar, o süreçte, çocuklarından çok şey kapıyor.  Öyle ki 70’li yıllarda, sadece Deniz’leri bilirken sonraki yıllarda Nazım’ı, hatta Che’yi tanıyorar. Teori’den Pratik’ten, Marks’tan Engels’ten, Hoşiming’ten, Sosyal Faşist’ten, Oligarşi’den, Oportünist’ten, Revizyonist’ten bir şey anlamasalar da çocuklarının tanımladığı o büyük vicdandan anlıyorlar. Bela Ciao’yu bile, o olduğunu bilmeden mırıldandıkları olacak. Hani “Beynelmilel bir parça” gibi. Ama kendi yaşadıklarından olsa gerek adaleti, eşitliği, hele hele özgürlüğü, kavramlarına takılmadan, iyi biliyorlar.  Çocuklarının sevdiğini onlar da seviyor. Çocuklarının hayallerini onlar da anlıyor. Çocuklarının şarkılarına onlar da katılıyor.
Ne tehlikeli bir hayaller bunlar. Ne kadar tehlikeli bilgiler, duygular, hülyalar, anlayışlar. O hayallerin o annelerin o evlatların üzerinden o panzerler geçmeseydi, şimdi bu yapılanlar yapabilir miydi?
Şimdi, böyle bir dünya kurgulanabilir miydi?
Bu tehlike algısından olsa gerek ki, 70’lerin sonunda 80’lerin başında çocuklarının peşine avcılar takılacak.
Ama bunlar biraz kalabalık. Bunlar; bildiğin işçilerin, köylülerin, küçük esnaf ailelerin çocukları. Tabandan, halktan geliyorlar. Kızlar var oğlanlar var anneler, anneanneler var.  Bir de umutla dolular. Kendilerine inanıyorlar. Okuyorlar, biliyorlar. Acayip bir dinamikleri var ve toplumda acayip bir dinamik oluşturuyorlar.
İşte bu asi ve hayalci çocuklara tahammül edemiyor sistem.
Bunlar için büyük ve kitlesel bir sürek avı başlatatılacak.
Bunlara başka bir şey yapılacak.
Başka bir şey yapılacak. Çok başka bir şey yapılacak.
Bir çok şehirde, günler öncesinden evler, kapılar işaretlenecek, eşit ve açıkça olamayan bir yöntemle saldırılacak, yangınlar çıkarılacak, yağma yapılacak, kadın çocuk yaşlı demeden  kıyılacak.
Öğrenci evlerinde; masum çocuklar kan uykularında öldürülecek.
Ve ne yazık ki topumun bazı kesimleri özellikle iş yeri sahipleri, yüksek bürokratar; bu çocukları tehlikeli bir çatışmanın tarafı olarak gördüğünden, uygulanan vahşet karşısında, vicdanlarının körlüğünden rahatsız olmayacak. Çünkü gençlerin antikapitalist olmalarından, kendi mallarına zarar gelecek diye korkacaklar, korkutulacaklar. Oysa, o çocukların, annelerin, babaların, işçilerin, öğretmenlerin, hemşirelerin üzerinden geçen silindir; bir on yıl sonra her şey unutulmuşken hatta rahatlık uykusuna geçilmişken o zamanlar marka olan bir çok işletmenin  üzerinden de sessizce, sitemsizce  geçecek. Öyle ki o işletmeler, o markalar yok edilecek. Gün gelecek Kapitalizm artık sadece işçi sınıfına değil tüm insanlığı karşısına almış ve herkesin yaşamına zarar vermeye başlamış olacak. Eski ve kocaman ormanlar yok edilecek, derelerin suyu kesilecek, deniz kirlenecek, dağlar un ufak edilecek. Büyük efendiler; yine kendilerince kaynakları kurutulmuş olan içme suyu ve petrol için; ülkeleri tek tek karıştıracak. Savaşlar çıkaracak. Çocukları öldürecek. Bin yılık müzeleri talan edecek.  İnsanın tek evi olan dünya, yavaş yavaş ölüme götürülecek.
Daha vahimi, o zamanlar bu ülkedeki bazı insanlar, bu kendilerini de yok edecek gidişe, “Dur” demek isteyen o çocuklara yapılanlardan/yapılacaklardan ziyadesiyle memnun olacak. Zulme ortak olacak.
Öyle günler gelecek ki;  çocuklar mahallelerine, okullarına, kahvelerine, işçiler fabrikalarına, anneler çocuklarına sahip çıkma derdinde düşecek. Ölümüne bir süreç işleyecek. Ölümüne sürecek. 
Evlat avcıları; önce gizliden bir çok karmaşa yaratcak, sonra da o karmaşaya engel olmaya çalışan kahramanlar olarak ortaya çıkarılacak. Sanki bir Hollywood filmi gibi kurgulanacak hayat. Herşey bir film senaryosundan çok daha titiz ve planlı olacak. Bütün bunlar, bir kaç bin genç; barış içinde kardeşçe bir dünya hayali kurduğu için olacak. 
Gün gelecek. Hesabı yapılan tarihte, darbeciler gelecek. Amerikalıların “Bizim çocuklar’ı bizim diye bildiğimiz coğrafyada başaracak, yönetime el koyacak.
Çünkü bu çocuklardan korkacaklar… Bu halk çocuklarından, bu çocukların hevesinden korkacaklar…
Kitaplardan kasetlerden plaklardan tiyatrolardan korkacaklar. Kaç ton kitap yakılacak? Kaç oyun yasaklanacak? Kaç film yok edilecek? Kaç şarkı susturulacak?
Çocukların peşine darbecilerin ölüm meleği salınacak. Cehenneme dönen coğrafyada, bir tek zebaniler özgür kalacak.
Ayşeler, Fatmalar, Hüsniyeler, Haticeler epeydir adını koyamadıkları bir şeyin farkındalığıya davranacaklar. Ve çocuklarını zebanilere kaptırmama derdine kendilerine bile bildirmeden düşmüş olacaklar.
O güzel periler, çocuklarını kaptırmama derdi ile yanacak.
Ama ne yazık ki; bir kısmı yetişemeyecek, bir kısmının gücü yetmeyecek, bir kısmının çocuğuna yapılanlardan haberi bile olmayacak. Kendi başka şehirde, kasabada, köyde, çocuğu başka şehirde olacak...
Anneler çocuklarının peşine düşecek. Ama eğer haberi olursa düşecek çocuğunun peşine. Haberi olmazsa ne yapacak? Haberdar olduğu kadarını uzaktan, aralıklarla yanıtlanan mektuplarla, ayda bir edilen telefonlarla, anlamı ağır sessizliklerle, endişeyle izleyecek. Özellikle Anadolu’dan Ankara’ya, İstanbul’a, İzmir’e gelmiş çocukların çoğunun annesinin, çocuğuna yaşatılanlardan haberi olmayacak.
80 Darbesi’nde bilanço olarak; 650 bin kişi göz altına alınacak. 230 bin kişi yargılanacak. 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atılacak, 171 insan, çoluk çocuk demeden idam edilecek…
Öyle günler yaşanacak ki, uluslararası ve büyük bir insan hakları örgütü; sadece bu ülkeye, sadece Türkiye’ye, darbecilerin halka yaptıklarına ve yapılanların halk üzerindeki ağır etkisine yönelik olarak, çok bir özel tanım yapacak. Adına; “Büyük Sosyal Korku” diyecek. Bu halkın ‘Büyük Sosyal Korku’su onlarca yıl sürecek. Büyük korkutulmuşluğu onlarca yıl sürdürülecek.
Bir gazeteci, bir gün, bir haber olsun diye darbeden kaç yıl sonra, “Dur” ve “Yere yat” diye bağıracak bir kalabalığın arasında. İskelede bekleyen yüzlerce insan, kimin komut verdiğine bakmaksızın korkudan taş kesilecek. Taş kesilip olduğu yere çömelip  kalacak.
İşte bu kitap; bu günlerde seksenli yaşlarını süren bir kuşaktaki kadınların, o dönemdeki “annelik halleri”ni anlatmaya uğraşacak.
Yeryüzünde ya da gökyüzünde de olsalar, o cesur tanrıçaları anlatabilmeyi umut edecek.
Çocukları kadar, hayata yönelik umutlarının da peşinden giden, çocuklarını ve yaşamı cesurca savunan, o güzel kadınları anlatmayı umut edecek. Çünkü onların çocuklarının, hiç biri adam öldürmedi bir yeri soymadı bir kadına saldırmadı bir çocuğu incitmedi, insana, insanlığa karşı utanılacak bir şey yapmadı. Yani özetle, bir suça bulaşmadı, buna rağmen hayalleri bir yana hayatları ile ciddi biçimde oynandı, yaşamları ciddi biçimde değişti, değiştirildi.
Bu kitap, o olağanüstü bir dönemi anlatmayı istiyor. Hâlâ sürmekte olan bir olağanüstü dönemin o sıcak o sancılı yıllarını.
Olağanüstü dönemlerin olağanüstü yaşanmışlıkları da çok olur. Ama bu kitap olağanüstü dönemin olağanüstü yaşanmışlıklarını anlatmıyor. Olağanüstü dönemin sıradanlığını anlatmayı amaçlıyor.
Bu olağanüstü dönemin, olağanüstü insanlarından her kim, bu kitapta olmadığı için üzülürse, ne olur beni bağışlasın. İncinmelerinden incinirim. Ayakları taşa değse canım yanar.
Özellikle o dönem, çocuğunun peşine giden kadınlardan, çocuğunun ne olduğundan, ne kadar uğraşırsa uğraşsın haberdar olamayan kadınlardan, bugünün cumartesi annelerinden ise üzülen, ne olur beni bağışlasın.
Aslında bu kitap; en derin en içten duygularımla kendilerine ithaf edilmiştir.
Bu kitap, olağanüstü bir sürecin tüm sıradanlığına ve sadece bir kuşak gencin annesine, bir parça dokunmak üzere yola çıktı. 
İşçi sınıfını, aydınları, öğretmenleri, mühendisleri, avukatları asla unutmadı ama sadece bir kuşağın dar bir bölümünü ele aldı.
Bu kitap kahramanlığı ya da kurbanlığı anlatmıyor. İkisinin arasına olan bir parçaya ait.
Ve bu parçada; herkes için özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi bir hayalin peşinde koşan çocukları değil, hürriyet içinde bahtiyar bir hayat ve güzel dünya oluşturmaya yönelik büyülü şarkılar söyleyen bir gençliği de değil, sadece daha iyi bir hayat isteyen ve onu yalnız kendileri için değil herkes için isteyen öğretmenleri, işçileri, sanatçıları değil, bir büyük düş kuran bir kuşağı da değil, tüm içtenliği ve sıradanlığı ile o kadınları o tanrıçaları o kır çiçeklerini anlatmayı deniyor
Bu kitapta, o asi çocukların şarkısına inanarak eşlik etmeye çalışan annelerini anlatabilmeyi umut ediyorum.
Şimdi yok edilmeye çalışılan dereler gibi siyanürle delik deşik edilen dağlar gibi yok edilmeye çalışılan diller gibi yok edilmeye çalışılan ağaçlar, dallar, çiçekler gibiler.
Onlar çok kıymetli. Bu kitap, onlarla ilgili olarak benden sonrası kuşağa bir küçük yadigâr olsun istedim.
O kadınların ki, şimdi kendimi, onların o dönemki yaşlarında hissediyorum. Hatta onlara kıyamayan ablaları gibiyim neredeyse. Bu nedenle onları, bu kitapta, ilk adları ile andım. “Teyze” demedim.” Ana” demedim “Hanım” demedim. Ama daha çok, “adlarıyla bin yaşasınlar” diye, adlarıyla andım.

Ve Telli Teyze;
Telli Teyze; bu kitabı en çok senin için yazdım ama sen yoksun.
Senin, o soğuklarda, yokluktan olsa gerek, bir teki başka bir teki başka erkek çorabı giyip, koşa koşa geldiğin okul önündeki halin, bugün bile gözümün önünden gitmediği için yazdım.
Pijamanın paçaları ile bu çoraplar arasında üşümekten morarmış çıplak ayak bileklerini unutmadığım için yazdım.
Ama sen yoksun.
Belki varsın ama ben sana ulaşamıyorum.
Ne ayıp değil mi? Bu ayıp daha çok kendim için tabi ki.
Bu denli nasıl kopabildik.
Bütün o çektiklerinizi, korkularınızı ama aynı zamandaki yaşadıklarınız karşısındaki büyük cesaretinizi, umutlarınızı ve bazen birdenbire gelişen gülmelerinizi anlatmak için bu yola koyuldum.
Senin, Ayşe Teyzenin, Nezihe Teyzenin, her gün her gün çocuklarınızın ve kendi çocuklarınızdan ayırmadığınız başka çocukların üzerine gelen azgınlığa karşı, kalkan olma çabalarınızı anlatmak için yazdım.
On beşindeki on yedisindeki çocukların özgürlük hayallerinden ürken, o korkakların sinsiliğine karşı, duruşunuzdaki cesareti ve delikanlılığı yazmak için yola çıktım. 
Çocukları tehlikeye karşı korumak için nelerden vazgeçtiğinize tanık oluşumla yazdım.
Çocukları okul önlerinde, cezaevi önlerinde, emniyet önlerinde, korkuyla, endişeyle bekleyen ama umudun ipini elinden hiç bırakmayan, gülüşlerinizi, kahkahalarınızı engelleyemeyen, o cesaretinizi anlatabilmek için yazdım.
Dönemin kıyıcılığından en çok nasip alan Karadeniz’i, Ege’yi, Diyarbakır’ı, Metris’i, Mamak birlikte yazmak isterdim ama çoğunluka Ankara oldu, çoğunluka Mamak oldu.
Ama bilmelisiniz ki her nerede olursanız olun kalbim sizinle.
İster yeryüzünde ister gökyüzünde olun, sizlere fiyakalı bir selam çakmak için yazdım.
Bugün bile, çocuklarından cesur, çocuklarından umutlu, gayretli ve diri gençliğinize hayranlığımla kaleme aldım.
Babalar daha uzak ve mantıklı durmaya çalışırken, sizlerin,  kainatta yankı bulan, o büyük koronun, çocukarınızın şarkılarını duyduğunuzu ve anlamasanız da katıldığınızı gördüm.
Bu kitabı biraz da Berfo Ana için. Didar Abla için yazdım.
Aslında epey bir geç kaldım. Çoğunuz yaşadıklarımızdan olsa gerek, erkenden yıldızları mesken tuttunuz güzel kadınlar.
Bugün; benzer bir kuşak kadın, yine aynı acılarla çocuklarının peşinde. Çocukları atmacalara, şahinlere teslim etmeme derdinde. Sizlerle birlikte onlara da saygı, sevgi, selam yollamak için yazdım
Annesini kaybetmiş çocuklara "öksüz" denir bu memlekette. Ya çocuğunu yitirmiş annelere ne diyeceğiz? Çocuğu elinden alınmış kadınlara ne diyeceğiz? diye sormak için yazdım.
Ve tüm kaçınmalarıma karşın; o dönemin olağanının, sıradanının bile ne kadar travmatik olduğunu görmezden gelemedim, yazmaktan kaçınamadım.
Kitabı; bir intikam bir hesaplaşma için de yazmadım. Sadece intikam almak derdine düşenlerin, gözlerinin ne kadar karardığını, onları nerelere sürüklediğini gördüğüm için başka bir yol seçtim.
Yaşananları kadın dilinden aktarmak istedim.
Şimdi beyaz saçlarınız, ufak tefek bedenleriniz ile, belki bilmediğiniz bir devrimin, çocuklarınızdan da daha sadık bekçileri olarak, yaşadıklarınızı, yaptıklarınızı dünyanın tüm çocukları bilsin diye yazdım.
Kendimden çok sizin için, umalım ki olmuştur.

Ve…
Ey benim yirmili yaşlarımda, uzaktan aşık olduğum yakışıklı delikanlılar. Bu kitapta olmasanız da, şimdi ben; bir annenin kalp titreyişiyle bakıyorum siyah beyaz fotoğraflarınıza. Biraz da bu annelik için…
Hadi bakalım…

9 Ağustos 2013 Cuma

YAZILMAKTA OLAN BİR ROMAN İÇİN ŞARKILAR

"Sen şimdi başka bir denize bakarken Başka bir rüyaya dalarken Mavi mavi maviye dalar gözlerin Gittin gittin Elimden uçtu ellerin..." Hayal. Güven ve Tunç https://youtu.be/YSattmQ_uPU

4 Ağustos 2013 Pazar

Ciğer yangınlanları ile yazılıyor tarih

Şimdi tüm Akdeniz'de eyyam-ı bahur başladı. Bir de Lavent var tabii ki... Çevremiz, önümüz aramız, sağımız solumuz korkunç bir yangınla sarıldı ya birileri bu yangınla çaresizce mücadele ediyor da birileri de bu mücadele edenleri uzaktan izliyor ya... Aslında onlar da yanıyor... O hiç bir şey yokmuş gibi izleyenler de yanıyor. Ama farkında değiller... Sonuç sadece ekosistem olduğu için değil Yangının yerine, zulüm, şiddet, kötülük, savaş sözcüklerini koyduğumuzda da durum değişmiyor. Birileri zulme uğruyorsa, izleyenler de zulüm altında kalıyor aslında, ama çoğunluğu farkında olmuyor. Büyük zulüm kendine yapılan zulmü bakılıyor, gizliyor. Zulmü yapanların da sığınağı oluyor bu farkında olamama hali. Bunu çok iyi kullanıyor zulüm aygıtı. Bir kısım ise zulme uğrayanların karşıtı yapılmış zaten. Ve olan oluyor... Zulme uğrayanların karşıtı olarak bu süreç, memnuniyetle izlese bile aynı kitle farklı alanlarda ama mutlaka zulüm altında oluyor. Zulme uğrayandan çok daha "zavallı" bir durumda, olanları izliyor. Aymazlık içinde çünkü. Ne kadar nemalansa ya da ezse de karşıt dedikler kadar hayatlarında bir anlam bir bereket bir esenlik olmuyor. Çürüyor çünkü. "öteki" ezik" "fakir" "itibarsız" "değersiz" diye gördüğünün, kendinden çok daha onurlu ve diri olduğunu göremiyor. Zulüm aygıtınca manipüle edilmekten İnsanlığını kaybediyor. Hortlağa dönüşüyor. İki dünyaya da sığmayan bir hortlağa... Bu aymazlığını kuşaktan kuşağa aktardığından da, insanlık bu kadar zavallı duruma düşüyor. Ve sınıfsal tarih de böyle yazılıyor galiba... Tarihimiz böyle oluşuyor. Ciğerlerimiz yana yana... Ey insanlık silkin artık. Öteki beriki yok. Hepsi sensin. *Yazarken kendim için bazen böyle çözümlemelerde bulunurum. Bu yüz kısa notlar benim romanı otutturduğum kavramsal çerçeveyi oluşturur. "Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı'" yı böyle yazdım. Şimdi yazdığımı da böyle yazıyorum.