30 Nisan 2025 Çarşamba

Yukarı Fırat Havzasının Güzel Abisi

Ne ortak bir soy bağı vardı bizi çekecek ne ortak bir kan bağı. Bizi çeken şiir ve roman oldu. Yani edebiyat. Kardeşliğin en derin bağı olan edebiyat. Hele ki halkların derdine düşmüş olup kendi derdini söyleyemeyenlerin bu coğrafyada sığınağı olan edebiyat. Siz "Selinti"' de anlatmışsınız. Dilerim basılacak ve okuyacağız. Eğer siyanürden, civadan kurtulup yaşayabilirse, İliç'ten bir küçük kız ya da erkek çocuk da büyüyünce, Yukarı Fırat Havzasının havasını, suyunu, toprağını, insanını zehirleyen bu büyük kıyımı anlatacak belki. "Liç" koyacak o da belki adını. Çoğrafyaların da kederli bir kaderi oluyor bazen. Yüz yıllık periyotlarla derinleşerek yinelenen. Bu keder dolu kaderi belki bu yazılanlar yüzleştirip, aydınlatacak. Belki bir gün gülecek ve güldürecek insanların yurdu olacak, bu küçük dünyamız. Umudumuz kalmasa da çaremiz var: Okumak, üretmek, şarkı söylemek, kendini bozmamak, komşulara saygı, bitki yetiştirmek, çocuklarla ilgilenmek, yaşlıları terk etmemek, bölüşmek, dayanışmak, yazmak. Yazmak... Ömrümüzün vefası olmuyor çoğunlukla, bari yazdıklarımızın olsun. Şiirinizin vefası bol olsun. (Sarmal Çevrim Dergisini Nisan/Mayıs sayısında yayımlanan yazıyı aşağıda paylaşıyorum) YUKARI FIRAT BOYLARININ GÜZEL ABİSİ KİRKOR YETEROĞLU Güven Tunç Yeni yayımlanan romanımı yollamıştım size, yayınevinden telefon numaramı almış, “Nezaketinize teşekkür ederim hanımefendi” diye aramıştınız. Aradan çok geçmedi; imzalı şiir kitabınız kırık çan elime ulaştı. “yok sessizlikten başka sesimiz,” dizenizle başlıyordu kitap. “Her köşe başında kimlik soruyor benden/ açıp yaramı gösteriyorum,” A. Hicri İzgören’den alıntılanan bu dize ile açılıyordu şiirlerinizin cümle kapısı. İşte böyle başlamıştı aramızda şiir kardeşliği… ‘Hanımefendi,’ diye başlayan, ‘güzel kardeşim’e, ‘hocam,’ diye süren içtenlikli konuşmalarımız, ‘ağabey’e evrilmişti bir süre sonra. Karşılıklı bir acı kahve daveti, sonrasında her yerden ahbabın bir araya geleceği, Yukarı Fırat dolayının yemekleriyle dostluğun büyük sofrasına genişlemişti umudumuzla. Ancak ne siz gelebildiniz buralara ne de biz oralara… Ankara’da bulunmayı, dostlara kavuşmayı, onlarla kucaklaşmayı ne çok istemiştiniz. Meğer ne çok tanışınız, yareniniz, arkadaşınız varmış Ankara’da. Başta Remzi Ağabey, eski kuşaktan birçok yayıncıyı, edebiyatçı dostu arayıp hâl hatır sorduğunuzu bilirdim. Genç kuşaktan da bir hayli tanışınız olduğunu anlardım. Sizinle ilk tanıştığımız zamanların birinde Remzi Ağabey’e gitmiştim. Evlerimiz uzak sayılmazdı birbirine, her yayınlanan kitabımı mutlaka götürür; çalışkanlığımla takdir, dilbilgisi kurallarına pek kulak asmadığım için de uyarı alırdım kendisinden. Yine öyle bir uğrayışımda, ‘Gülümse’nin koca şairi de oradaydı. Birlikte çay içerken aramıştınız beni, onlarla da görüşmüştünüz. Dostlarla konuşmanın delikanlı mutluluğu yansımıştı seslerinize. Yaşadığım, anlatılması güç bir duyguydu. Ortak bir coğrafyadan kopmuş; farklı, uzun mecralarını geride bırakmış insanların, demlenmiş sohbetiydi tanık olduğum. Her görüşmemizde incelik gösterip yaşlı annemle de söyleşirdiniz. Annem Malatyalı, candan komşularını bulmuş gibi olurdu. Siz de ‘gülün dalında solması arapgir’i,‘ ‘unutulmuş bir kent gelir aklıma’ dizenizdeki taş konakları, cumbaları yıkılmış, ‘geceleri öksüz çocuk çığlığı’ şehri, ‘yuvası dağılmış kuşları’’ Ağın, Eğin dutlarını… Siz İstanbul’dan varıp gittiniz, bağbozumuna kaldınız, katıldınız, biz bugün olmuş; gidip de kurulu evimizin kapısını açmadık daha. Annem, biz çocuklarına okuduğu nazar duasını her konuşmamızda size de okurdu. Nezaketle dinler, kabul ederdiniz. Sizde ilk dikkatimi çeken özellik, nezaketiniz olmuştu. Nezaketinizin yanı sıra vefa duygunuz da çok yoğundu. Vefa, şiirinize sinmişti tüm derinliğiyle. Memleketiniz, dedeniz, anneniz, babanız, kardeşleriniz, eşiniz, kız evlat, erkek evlat için derin bir sevgi hissedilen şiirleriniz vardı kitabınızda. Bütün bu sevdiklerinizle birlikte Bedri Rahmi vardı, öğretmeniniz Yusuf Uludağ vardı… Kirkor Zohrap, Hrant Dink, Zehra Bilir, Mehmed Uzun, Aytaç Arman şiirlerinizi vefa ile adadığınız isimlerdi. Şiirinizde sevgiyle andınız arkadaşlarınızı, endişeyle sarmaya çalıştınız dostlarınızı felaketlerden, ‘sesin buğulu camdan yankılanıyor şimdi/mangalda yalnızlığı korun.’ Babası Almanya’da ölen bir işçi çocuğu için yazdığınız şiiri de okumuştum; hüzünle, hayranlıkla. Ne ırmaklar akardı dizelerinizde. Ne çok bağ bahçe ne çok Şepik, Çemişgezek, Arapgir… Sonrasında Diyarbakır, Hançepek… ‘hançer ucunda coğrafya,’ Sonrasında Üsküdar, Bağlarbaşı, Fıstıkağacı… Galata Köprüsü, vapur düdükleri, martılar… Sonrasında yaşam gailesi. Şiirler. Ne zaman şiirden, edebiyattan konuşsak sınıfsal bir temeli yoksa çok çabuk bir zemin kaybı yaşanacağından konuşurduk. Ben şimdi, bu konuşmalar arasında sizden ne çok şey öğrendiğimi fark ediyorum. Hiç doğrudan söylemeden, sadece tavırdan, duruştan öğrendiklerim bunlar. Birincisi, edebi değer taşıyan her tümceye her dizeye, saygı. Hiç dikkate almadığım nice yazardan, şairden öyle örnekler okurdunuz ki nasıl fark etmediğime yanardım. İkincisi ise bildiğimizi düşündüğümüz her konuyu derinlemesine bilmek rahatlığı. Hiçbir zaman kitabi konuşmazdınız. Hiç basmakalıp bir cümlenizi hatırlamam. Hepsi hayattan, yaşanmışlıktan, deneyimden ve bunları tertemiz bir yürekten süzerekten… Bazen de hayatın tam göbeğinden konuşurduk. Geçim derdinden. Zamansızlıktan. Kitap fiyatlarından. Yazmayı zorlaştıran ne çok şey vardı. Emeklilikten konuşurduk büyük salgın sonrasının getirdiği hastalıklardan. Günler öyle geldi geçti. Önce siz babanızı kaybettiniz sonra ben annemi. Siz başsağlığı için aradıktan sonra hastaneye kaldırıldınız, hastanede yatmakta olan hasta kuzenim, paylaşımımı görüp size iyilikler diledi. Olmadı. Önce sizi kaybettik sonra kuzenim Sıtkı Ağabeyimi. Sonra… Üç ayrı şiirinizdeki üç ayrı dize ile selamlamak istiyorum sizi, ‘yitik bir adanın son kuşuyum umudun ateşten gülü uzak tarlakuşları söylesin şimdi ağıdımı’ Yukarı Fırat Boylarını Güzel Abisi… Dilerim, rüzgâra karışır şiirleriniz. Dolaşır dilden dile. Yaşatır sizi genç şairlerin gönlünde. Ulaşır dünyadaki bütün iyi çocuklara… Fırat’a, Dicle’ye kavuşur, akar akabildiğince.

24 Nisan 2025 Perşembe

Fırat Kenarı

Ölümlerden ölüm beğen Samo.” Kederle, düşünceyle gidip silahlarını teslim etmişti… “Artık ava da gidemeyeceksin Samo. Kanatlı kapının üstüne astığın geyik başı, demek ki son avınmış. Ava gitmeyeceksin… İbo’nun Tutu’ndan öteye geçemeyeceksin… Fırat’ın kenarından bir daha yürümeyeceksin… Sarp yamaçlardan, yüksek uçurumlardan aşağılara, ovalara, çaylara uzun uzun bakamayacaksın… Atlarını gururla görücüye çıkardığın pazar, artık sana haram… Dağlara oduna, yaprak kırmaya da gidemeyeceksin… Dağda taşta kendini nasıl koruyacaksın ki silahsız? Kazaya bile gidemezsin artık. Nalbant Pazarı’ndan geçemeyeceksin. Beydağı’na uzaktan bakacaksın… “Yatacak yeriz olmaya.” Onların silahları toplanırken Gülağa, altında, Samo’nun kızıl Rüzgâr’ı, gaftan gafa hükmekmekte, köye de haber üzerine haber yollamaktaydı, “Yine geleceğim, geldiğimde tumanlarına kadar alacağım.” Köy bu sefer korkudan tir tir titriyordu. Civar köylere yaptıklarını onlara da yapar diye dehşete düşüyorlardı. Bazıları arkasından, Samo için, “Atlarını verse hepimiz kurtuluruz. Versinler malı mülkü... Ne olacak ki? Onlara ne dokunur? Mal mülk gani… Söylemedi demeyin, sırf onların yüzden başımız yanacak?” diye konuşarak dolaşıyordu sinsice, Söz kulağına gelince de, Mısto celaleniyordu, çıkıp açıkça soruyordu, “Ulan dağdan geldiniz de bağdakini mi kovuyorsunuz? Köyse, onların köyü… Altında oturduğuz dutu da onlar dikti, çeşmelere suyu da onlar getirdi. Gülağa da sadece ona gelmiyor, hepinize geliyor… Görmüyor musunuz? Bu iş bir başlarsa yangın, hepinizi yakar. " Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı

18 Nisan 2025 Cuma

Kerametli Topraklardan

Kırk yıllık arkadaşlıktan, ŞD'den. Ay Dilbere Romanı üzerine bir yazı. Kerametli Topraklarda, Kerametli Sularda Geçen Bir Roman: Ay Dilbere “Uykuyla uyanıklık arasındaydı. İnmiş gözkapaklarının arasından, uzaklarda bir yer beliriyordu hayal meyal. Baktığı yerde bir kız çocuğu duruyordu. Kendisi gibiydi. Kendi çocukluğu. Bin bir renkte çiçekle donanmış, bin bir renkte kelebeklerin bulut halinde, çevresinde, şilanlardan bir çember gibi usulca dans ettiği, havanın, suyun toprağın güzel koktuğu dağlarda neşeyle, güzel giysileriyle koşup oynuyordu. Aynı gün batımı ışığı altındaydı. Koştu, oynadı, coştu, yoruldu. Durdu. Duruldu. Neşesi uçup gitti birden. Bedeni susuz kalmış bir çiçek gibi soldu. Boynu bükülüverdi. Sesini duyuyordu annesinin uzaktan. Canlandı. Annesi ona sesleniyor, ona doğru geliyordu. “ Yukarıdaki metni, Güven Tunç’un “Ay Dilbere(*)” adlı kitabından, Çariçe nam-ı diğer İpek Hanımın ağzından yazılan “Başşehir’de bir akşamüstü” bölümünden aldım. Yazar Tunç son kitabında, her yeri dağ, her yeri uçurum, her yeri su olan; derin uçurumların, karanlık vadilerin, geniş çayırların ve yüksek yaylaların arasından ve yarların dibinden akan çayların, derelerin, pınarların kısacası bereketiyle büyük, cüssesiyle küçük aceleci suların diyarından; “Jar u Diyar”dan, “Dersim”den –adeta- bir masal anlatıyor bize; “Haldir! Haldir! Halimiz yamandır” diyerek. “Bak unutuyorsun her şeyi artık. Bak bize suları unutturuyorlar.” Acının, kanırt(ıl)maların, -zorla- kopar(t)ılmaların, ayrı bırak(ıl)maların yaşandığı; yüreklerde açılan yaralardaki cerahatin durmaksızın aktığı, göçlerin, ölümlerin, kıyım(lar)ın olduğu; unut(tur)ulma ve sus(turul)maların diyarı olan bu coğrafyada doğan Çariçe (İpek) ve Hesen adlı iki(z) kardeş, romanın kahramanları. Birbirinden ayrı düş(ürül)müş bu kardeşler. Çariçe başşehir’de bir aileye evlat edindirilmiş çocukken; mecburiyetten, hastalıktan. Okutulmuş, öğretmen olmuş. Yaşı –epeyce- kemale erdiğinde yaşamını huzurevinde sürdürmeyi tercih eden, suskun –ahh, bir konuşabilse- , -Hesen’e de- küskün bir kadın. Ama… “Eli elimde olsun, kapı kapı dilenek” Harde Dewres’te kalmış, Hesen. Bacısı tek bir acı yaşarken Hesen; aç, acılı, çaresiz, (u)mutsuz, ıssız zamanlar geçirmiş. Zerife’si her dem yanında olsa da. Çocuklarından torunları olmuş. Kocamışlar birlikte ama... İşte bu “ama” kahretmiş, onu hep. Kuzey yarım kürede bahar gündönümünde, Mart dokuzunda başlayan AY DİLBERE” romanı, kış gündönümünde Aralık yirmi birde bitiyor. Bu süreçte “April 5’i”, “Ülker Doğumu Fırtınası”, “Kızıl Erik”, “Turna Geçimi” ve “Koç Katımı” Fırtınaları yaşanıyor, “Hızır Günleri” başlayıp bitiyor, “Kiraz Bolluğu Zamanı” yaşanıyor, “Ayam Buhur Günleri” başlayıp bitiyor, bağlar bozuluyorken iki farklı coğrafyada yaşamını sürdüren iki(z) kardeşin hayatında da mevsimler değişiyor, ama… Dünya uykusuna yatmadan önce bacısının eli elinde olsun diye, kapı kapı dilenmeye razı olan Hesen bu süreçte tek bir şey istiyor, ama... Roman ağırlıklı olarak bu “ama” üzerine kurgulanmış. Kitaptan… “Ah benim bacım! Yalnız, kimsesiz kalacaksın? Bunu kendine yapacaksın? Cigeram! Ah cigeram! Sevdadır bu dünyanın özü. Sevdadır, candır, cigerdir, muhabbet edecek dosttur, yoldaştır. Onlar olmazsa ben ne yapayım hayatı? İnsan özüne sevgisiz yaşayabilir? Serpilir yetişir? Bir gönül; sevgiyle adanmışsa eğer, kıymetlidir. Sevgisiz adanırsa, nereye akacağı belirsiz bir sel… Cigeram, bilir misin kio kadar ayrıdır birbirinden. Biri barışa götürürken biri zulme geçit verir. Ruh da, beden de sevgiyle akar canem. Bütün kainat sevgiyle döner.” demiş her dem, Hesen. İçinden, dışından -sessizce- haykırmış, bacısına: “Derviş Toprağı da seni sevgiyle bekliyor. Gel artık…” Üretken bir yazar Güven Tunç. Son romanı “ayaz”a dair. Okuyup bitirdiğinizde -bir şekilde- gözlerinizin gökyüzü laciverti ile yeryüzünün buz beyazı parlaklığının sizi teslim olacak ve üzerinize ‘karanfilli elma’ kokusu sinecek. Tunç, son kitabı “Ay Dilbere” ile okurunu “Bir tek Leyl ü Nehar’da oluşan o rengarenk dönüşüme” davet ediyor. Güven Tunç Kimdir? 1958 doğumlu. Sosyal Hizmetler Akademisi'ni 1980’de bitirdi. Sosyal Hizmet Uzmanı. Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğünde çalıştı. Emekli. ESERLERİ: Gökyüzünü Arayan Mavi. Alan Yayınevi. 1992, Şehrin Zulası: Ankara Kalesi. (yazarlarından biri) İletişim Yayınevi, 2005 Elim Sende. Akademi Matbaası. 2009 Bir Aşk, Bir Hayat, Bir Şehir. Dipnot Yayınevi.2011 Sen Çok Yaşa Babaanne. Ürün Yayınları.2013. Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı. Ürün Yayınları. 2019 Ay Dilbere. KKM Yayınları. 2024. (*)Kitap adını Ay Dilberé şarkısından almıştır. Şarkının sözleri Kürt yazar Feqiyê Teyran‘a, müziği ise Aram Tigran‘a aittir.

Ah Ara!

11 Nisan 2025 Cuma

Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı romanı üzerine

Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı Destansı bir Epik öyküsü var mı? yok. Var tabii ki. Destansı bir anlatım. Var. Aşırı bir duygu yoğunluğu görülüyor mu? Hayır..! Duygu var. Hem de yoğun. Cinsellik sezinliyor musunuz ? Kapıdan geçmemiş... Ama aşk var. Derinden bir aşk. Güzel anlatılmış bir aşk. Ama ne hikmetse ; elinize aldığınızda bitirinceye kadar elinizden bırakamayacağınız gerçek bir yaşanmışlık öyküsünün ustaca kurgulanmış akışkan bir olay örgüsü var... Öyle. Akışkan. Merak uyandırıcı. Biraz karışık ve çok karakterli. Yüz yıllık yaşanmışlıklar. Dikkatle okunmadı mı ipin ucu kaçıyor. Ve ayrıca vesvese yaratmayacak yalın arı ve duru bir dille anlatılmış olması, hadiseyi daha ilk paragraflarda benimsetip, kitapla bütünleştiriyor. Yazarın ilk roman denemesinde göstediği bu ezgi ağıt türkü tadındaki şiirsel anlatım ustalığının devamı, yazın dağırcığımızı dolduracak niteliktedir. İşlenen konunun, bu coğrafyada yaşanmış yokluk ve acılarla dolu “toplumsal gerçekci” sorunsalının sosyolojisine hiç girmiyorum... Yolun açık olsun Müjgan(!) Müjgan teşekkür eder. E. G. ve M. ve G.

9 Nisan 2025 Çarşamba

Söyleşi/Aziz Şeker/Sosyalhizmetuzmani

Güven TUNÇ ile Edebiyat ve Sosyal Hizmet Üzerine Bir Söyleşi (2023) Güven Tunç, Sosyal Hizmetler Akademisinde okudu. Yazmaya; "Gökyüzünü Arayan Mavi" adlı bir öykü kitabı ile başladı. Çocuklar için yazdığı; "Benim Haklarım" ve "Bir Anadolu Masalı" adlı iki kitapçık ve "Elimsende-Benim Haklarım Annemin Hakları Dünyamın Hakları" adlı bir kitabı ile öykülerden oluşan "Sonbaharda Körebe" adlı bir e-kitabı bulunuyor. "Şehrin Zulası-Ankara Kalesi" adlı kitabın yazarlarından biri. 2011'de "Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir-Ankara'nın Mekânları Zamanları İnsanları" ile 2014 başında ise “Sen Çok Yaşa Babaanne” adlı kitabı yayımlandı. Son kitap bir roman, "Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı"… aynı zamanda meslektaşım… Yazarak, hayata dokunmaya devam ediyor… Aziz ŞEKER: Merhabalar, bizi kırmayarak bu söyleşiyi gerçekleştirmeye olanak tanıdığınız için öncelikle teşekkür ederiz. Sizi tanıyabilir miyiz? Güven TUNÇ: Aziz ŞEKER: Edebiyat alanında eserler verdiğinizi ve bu anlamda çalışmalarınızı sürdürdüğünüzü biliyoruz, söyleşide o kısma geçmeden önce, mesleğinizle ilgili sormak istiyorum. Sosyal hizmet/sosyal çalışma eğitimi aldığınızı biliyoruz. İnsanı en büyük değer gören bir mesleğin aynı zamanda eyleyenisiniz. Meslekle olan tanışıklığınız, başka bir ifadeyle meslek maceranız hakkındaki deneyiminizi/görüşlerinizi bizimle paylaşır mısınız? Güven TUNÇ:Mavi" adlı bir öykü kitabı ile başladı. Çocuklar için yazdığı; "Benim Haklarım" ve "Bir Anadolu Masalı" adlı iki kitapçık ve "Elimsende-Benim Haklarım Annemin Hakları Dünyamın Hakları" adlı bir kitabı ile öykülerden oluşan "Sonbaharda Körebe" adlı bir e-kitabı bulunuyor. "Şehrin Zulası-Ankara Kalesi" adlı kitabın yazarlarından biri. 2011'de "Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir-Ankara'nın Mekânları Zamanları İnsanları" ile 2014 başında ise “Sen Çok Yaşa Babaanne” adlı kitabı yayımlandı. Son kitap bir roman, "Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı"… aynı zamanda meslektaşım… Yazarak, hayata dokunmaya devam ediyor… Aziz ŞEKER: Merhabalar, bizi kırmayarak bu söyleşiyi gerçekleştirmeye olanak tanıdığınız için öncelikle teşekkür ederiz. Sizi tanıyabilir miyiz? Güven TUNÇ: Aziz ŞEKER: Edebiyat alanında eserler verdiğinizi ve bu anlamda çalışmalarınızı sürdürdüğünüzü biliyoruz, söyleşide o kısma geçmeden önce, mesleğinizle ilgili sormak istiyorum. Sosyal hizmet/sosyal çalışma eğitimi aldığınızı biliyoruz. İnsanı en büyük değer gören bir mesleğin aynı zamanda eyleyenisiniz. Meslekle olan tanışıklığınız, başka bir ifadeyle meslek maceranız hakkındaki deneyiminizi/görüşlerinizi bizimle paylaşır mısınız? Güven TUNÇ: Aziz ŞEKER: İnsan onur ve haysiyetini en yüksek değer olarak gören sosyal hizmetin, edebiyatla da ilişkisi bu değerler noktasında kesişmiyor mu sizce? Sonuçta her ikisi de insanla başlıyor, insanı dert ediniyor… Bu açıdan bakıldığında edebiyatta/yapıtlarda olması gereken değerler açısından neler söylemek istersiniz? Güven TUNÇ: Aziz ŞEKER: Yine mesleğe dönelim… Sosyal hizmetin günümüz koşullarındaki imajı hakkındaki düşünceleriniz? Olması gerektiği yere geldi mi ya da neden gelemedi? Açıkçası Ülkenin reel sosyal sorunları konusunda sosyal hizmet yeterince etkin mi? Nasıl bir paradigmaya sahip olması gerekir sosyal hizmetin, ülkenin yapısal sorunları haline gelmiş olan yoksulluk, kadına yönelik şiddet, işsizlik, göç, çocuk gelinler, sosyal dışlanma vb sorunların çözümü konusunda? Güven TUNÇ: Aziz ŞEKER: Edebiyat-sosyal hizmet ilişkisini nasıl ele alıyorsunuz, buradan hareketle sosyal hizmet öğrencilerine, meslek elemanlarına, akademisyenlerine edebiyat söz konusu olduğunda neler söylemek istersiniz? Güven TUNÇ: Aziz ŞEKER: Yapıtlarınızdan biraz söz eder misiniz? Hangi konular etrafında okurunuza sesleniyorsunuz? Güven TUNÇ: Aziz ŞEKER: Son çalışmanız yanılmıyorsam bir roman. Bende olan son çalışmanız desem daha doğru olur: “Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı.” Roman, yeni yapıtlara doğru yola alacağınızı hissettiriyor. Okuduğumda bende oluşan duygu bu idi. Var mı yeni çalışmalar? Güven TUNÇ: Aziz ŞEKER: Toplumsal cinsiyet normlarının hâkim olduğu, sırtını Ortadoğu’ya yaslamış bir coğrafyada yaşıyoruz. Kamusal alanın birçok yüzünde ataerkil yapı egemen. Toplumsal cinsiyet açısından bakıldığında edebiyatta da uzun bir dönem eril söylemin baskın olduğu görülür. Yazarlar açısından da bu böyledir, roman kahramanları açısından da. Ne yazık ki, kadın ikincil kılınmaktadır. Evet, bir roman kadın yazarı olarak yazma uğraşınızda yaşadığınız sıkıntılar oldu mu? Yazarlığı düşünen kadınlara neler önerirsiniz? Güven TUNÇ: Aziz ŞEKER: Toplumsal eşitsizliklerin yoğun yaşandığı bir dünyanın sakinleriyiz. Mutlu azınlığın karşısında giderek büyüyen bir yoksul kitlesi yaşam mücadelesi veriyor. Küreselleşmeyle de birlikte yeni risklere açık bir insanlığın, sorunlarıyla nasıl mücadele etmesi gerektiği tartışıla geliyor. Bu çerçeveden bakıldığında gelecekteki toplum öngörünüzü okurlarımızla paylaşabilir misiniz? Güven TUNÇ: Aziz ŞEKER: Sorularımıza verdiğiniz yanıtlar için en dileklerimizle sevgilerimizi sunar, teşekkür ederiz. Mavi" adlı bir öykü kitabı ile başladı. Çocuklar için yazdığı; "Benim Haklarım" ve "Bir Anadolu Masalı" adlı iki kitapçık ve "Elimsende-Benim Haklarım Annemin Hakları Dünyamın Hakları" adlı bir kitabı ile öykülerden oluşan "Sonbaharda Körebe" adlı bir e-kitabı bulunuyor. "Şehrin Zulası-Ankara Kalesi" adlı kitabın yazarlarından biri. 2011'de "Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir-Ankara'nın Mekânları Zamanları İnsanları" ile 2014 başında ise “Sen Çok Yaşa Babaanne” adlı kitabı yayımlandı. Son kitap bir roman, "Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı"… aynı zamanda meslektaşım… Yazarak, hayata dokunmaya devam ediyor… Aziz ŞEKER: Merhabalar, bizi kırmayarak bu söyleşiyi gerçekleştirmeye olanak tanıdığınız için öncelikle teşekkür ederiz. Sizi tanıyabilir miyiz? Güven TUNÇ: Aziz ŞEKER: Edebiyat alanında eserler verdiğinizi ve bu anlamda çalışmalarınızı sürdürdüğünüzü biliyoruz, söyleşide o kısma geçmeden önce, mesleğinizle ilgili sormak istiyorum. Sosyal hizmet/sosyal çalışma eğitimi aldığınızı biliyoruz. İnsanı en büyük değer gören bir mesleğin aynı zamanda eyleyenisiniz. Meslekle olan tanışıklığınız, başka bir ifadeyle meslek maceranız hakkındaki deneyiminizi/görüşlerinizi bizimle paylaşır mısınız? Güven TUNÇ: Aziz ŞEKER: İnsan onur ve haysiyetini en yüksek değer olarak gören sosyal hizmetin, edebiyatla da ilişkisi bu değerler noktasında kesişmiyor mu sizce? Sonuçta her ikisi de insanla başlıyor, insanı dert ediniyor… Bu açıdan bakıldığında edebiyatta/yapıtlarda olması gereken değerler açısından neler söylemek istersiniz? Güven TUNÇ: Aziz ŞEKER: Yine mesleğe dönelim… Sosyal hizmetin günümüz koşullarındaki imajı hakkındaki düşünceleriniz? Olması gerektiği yere geldi mi ya da neden gelemedi? Açıkçası Ülkenin reel sosyal sorunları konusunda sosyal hizmet yeterince etkin mi? Nasıl bir paradigmaya sahip olması gerekir sosyal hizmetin, ülkenin yapısal sorunları haline gelmiş olan yoksulluk, kadına yönelik şiddet, işsizlik, göç, çocuk gelinler, sosyal dışlanma vb sorunların çözümü konusunda? Güven TUNÇ: Aziz ŞEKER: Edebiyat-sosyal hizmet ilişkisini nasıl ele alıyorsunuz, buradan hareketle sosyal hizmet öğrencilerine, meslek elemanlarına, akademisyenlerine edebiyat söz konusu olduğunda neler söylemek istersiniz? Güven TUNÇ: Aziz ŞEKER: Yapıtlarınızdan biraz söz eder misiniz? Hangi konular etrafında okurunuza sesleniyorsunuz? Güven TUNÇ: Aziz ŞEKER: Son çalışmanız yanılmıyorsam bir roman. Bende olan son çalışmanız desem daha doğru olur: “Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı.” Roman, yeni yapıtlara doğru yola alacağınızı hissettiriyor. Okuduğumda bende oluşan duygu bu idi. Var mı yeni çalışmalar? Güven TUNÇ: Aziz ŞEKER: Toplumsal cinsiyet normlarının hâkim olduğu, sırtını Ortadoğu’ya yaslamış bir coğrafyada yaşıyoruz. Kamusal alanın birçok yüzünde ataerkil yapı egemen. Toplumsal cinsiyet açısından bakıldığında edebiyatta da uzun bir dönem eril söylemin baskın olduğu görülür. Yazarlar açısından da bu böyledir, roman kahramanları açısından da. Ne yazık ki, kadın ikincil kılınmaktadır. Evet, bir roman kadın yazarı olarak yazma uğraşınızda yaşadığınız sıkıntılar oldu mu? Yazarlığı düşünen kadınlara neler önerirsiniz? Güven TUNÇ: Aziz ŞEKER: Toplumsal eşitsizliklerin yoğun yaşandığı bir dünyanın sakinleriyiz. Mutlu azınlığın karşısında giderek büyüyen bir yoksul kitlesi yaşam mücadelesi veriyor. Küreselleşmeyle de birlikte yeni risklere açık bir insanlığın, sorunlarıyla nasıl mücadele etmesi gerektiği tartışıla geliyor. Bu çerçeveden bakıldığında gelecekteki toplum öngörünüzü okurlarımızla paylaşabilir misiniz? Güven TUNÇ: Aziz ŞEKER: Sorularımıza verdiğiniz yanıtlar için en dileklerimizle sevgilerimizi sunar, teşekkür ederiz.

Söyleşi/sosyal hizmet magazin

8 Nisan 2025 Salı

Ay Dilbere romanı üzerine/ Ali Erkan Güneri

GÜVEN TUNÇ - AY DİLBERE (*) “Bir tarih sanki gözlerimin önünden akıp giden, Geçmiş günleriniz, iki, üç, beş oluşunuz, birken Oğullar, kızlar, yavrularınız, yaşadıklarınız. Aklıma bugünü hazırlamanız geliyor dünden” (**) Kasım 2024’te yeni bir kitapla çıktı karşımıza Güven Tunç. 1958 Erzincan doğumlu olan yazarımız Sosyal Hizmetler Akademisi 1980 yılı mezunudur. Yaşamını Ankara’da sürdürmektedir. Yazarın basılmış diğer eserleri: Gökyüzünü Arayan Mavi, Alan Yayınevi, 1992. Şehrin Zulası Ankara Kalesi (ortak yazar), İletişim Yayınevi, 2005, Elimsende-Akademi Matbaası, 2009. Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir, Dipnot Yayınevi, 2011. Sen Çok Yaşa Babaanne-Ürün Yayınları, 2013. Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı, Ürün Yayınları, 2019. “Gelmekte olan güneşin tutuşturduğu kızıllıktan hayat dolu bir şafak söküyor.” (s. 11) İşte bu şafakla başlıyoruz romana. Sanki bir fotoğraf gibi geliyor gerçekler gözümün önüne… Güven Tunç dört kuşağı ele alıp anlattığı “Ay Dilbere”sini “Ya Hızır” deyip salmış memlekete/vatana; oradan kentlere, şehirlere. O gözeleri, akan suları, gümleyen suları, şelaleleri, esen rüzgârları, fırtına ile savura savura vermiş; yönlendirmiş yüreğimize doğru başarıyla… O çapraz bağlantıları, insanlığı, Doğu’yu, Batı’yı, dünyayı gösteriyor okuyucuya… “Âdem ile Havva’nın… dünyada ayak bastıkları ilk yer… İlk buğday ilk arpa ilk nar ilk elma ilk aşk… ilk aşk şiiri… ilk karanfilli elma” (s. 14) “Uzun yürüyüş” böyle başlıyor. Acılarla örülmüş, örtülmüş “tehcir”, sürgün günlerine günümüzden bakmak da aynı acıları yaşatıyor insana. Bugün baktığımızda yalnız kalan canlar; bırakılan, savrulan o azgın sularla bir yerlere dağılan insanların acıları, mutlulukları, umutları günümüz koşullarında yoğrulup verilmiş drajeler hâlinde. Herkes ayrı ayrı yaşasa da… Yudum yudum içiyorsunuz ama boğazınızda tıkanıyor su oysa kitap su gibi akıyor, acılar takılıp kalıyor boğazınıza. Tıpkı ikizini özleyen kahramanımız “Hesen” gibi. “Hesen daha çok kendisiyle konuşurdu… bacısıyla konuşurdu... Çocuklarıyla, akrabalarıyla, keçiyle, kuzuyla, yağmurla, karla, rüzgârla, taşla, canlı cansız tüm varlıklarla konuşurdu.” (s. 20) Bulaşıcı mıdır ne? Ben de başladım kendimle konuşmaya, “Ay Dilbere” ile konuşmaya, yokluğunda yazar Güven Tunç’la konuşmaya, arada bir de Hesen’le… “Mayınlar, dikenli teller olmasa da bu geçilmezlik, o şehre dağlardan bakan insanın yüzüne öylesine keskin ve aşağılayıcı çarpıyordu ki nefesi boğazında kesiliyordu.” (s. 22) “Derin bir nefes aldı. Bir daha bir daha bir daha… Toprak kokusuydu bu! Çiğdem mi? Kardelen mi? Nergis mi? Sümbül mü? Kekik mi? Ne kokuyorsa baş döndürücü kokuyordu… Kanla karışmış bu toprak nasıl kan değil de böyle kokabilirdi?” (s. 23) Gümbür gümbür akan sular almış yazarımızı rüzgârlar eşliğinde fırtınalarla bir kente, bir dağlara savurmuş. O da muhteşem savrulmalarla bizleri o mis gibi kokan dağların toprağından alıp ilaç kokan huzurevinin boş koridorlarında dolaştırıyor. Hepsi yudum yudum sudur billur kadehlerle, bülbül seslerinde, yılan ıslıklarında; nergis, sümbül kokularında; kanla yıkanmış topraklarda... “Tehcir” “Zorunlu Göç”, “Sürgün”… Adına ne derseniz deyin acıların kol gezdiği, akıl almaz günler sonunda yurtlarından olan, yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalan kuşaktan arta kalan insanlar, bu gidenlerin yaşadıklarını görüp bir şekilde oradan kaçıp dönenlerle oralarda yaşayan ikinci kuşak ve kentlere, büyük şehirlere giden, göçen 3. kuşak insanları ve orada en son 4. kuşak… Hepsi yurt hasretiyle tutuşan, yaşamın acılarıyla hemhal olmuş insanlar işleniyor bu romanda çağdaş bir bakışla. Bağlantılı olarak da kent hayatında hukuk büroları, sinema, ödüllü belgeseller, festivaller ve huzurevleri; çalışanları, üretenleri ile yer alıyor. Bu etkileşimi, bu kurguyu yan ögelerle besleyerek merak uyandıran yazar, çağımızdan geriye bakarak hepsini birbirine bağlamış. Yazar, romanı ayrı ayrı bölümler ve başlıklar hâlinde irdeleyerek yol alıyor. Bölümler adını aldığı fırtınalar, rüzgârlarla örülmüş. Ateş, su, toprak, hava, kadın, aşkla işlenmiş. Her işin başı olan aşkla, sevdayla... Bu yöntem okuyucuya büyük kolaylık sağlıyor, rahat okumasına yardımcı oluyor, eşlik ediyor yazar okura. Aklınıza takılan sorulara anında ya da sonraki bölümlerde yeterli cevabı bulabiliyorsunuz. Güven Tunç, ilmek ilmek bir kanaviçe işler gibi insanı işlemiş “Ay Dilbere”de. Bir yazar olarak üzerine düşen tarihi görevini yerine getirmiş, diğer taraftan bir sosyal hizmet uzmanı olarak mesleki yaklaşımını da kendisine tamamıyla katıldığım şekilde yansıtmış. Bu tavrıyla beni bir insan olarak o vatana, o dağlara, o göl gibi dingin ovalara, o dut ağaçlarına, turnaların peşine aldı götürdü bir seherin yelinde; yetmezmiş gibi bir meslek elemanı olarak da aldı huzurevi nöbetlerime, bir çariçenin peşine götürdü. Aynı duygular, aynı yaklaşımlar ve yaşanmışlıklarla… Buralarda insan olmakla buluştuk tıpkı Hakan’ın söylediği gibi o yerde… Romanda Sosyal Hizmet Uzmanı Hakan için “yaşlıları seviyordu Hakan. Yuvalardayken çocukları, yurtlarda görevliyken gençleri sevdiği gibi. İnsanı seviyordu aslında. Hocalarının dediği gibi mesleği seviyordu insandan dolayı.” (s. 68) Başka türlüsü olabilir mi? Bir insanlık dersi daha. Ve aşk! Ve savaş! Şehirde yaşayan Hesen’in kızı Asya, yeğenini sakinleştirmeye çalışırken kendi kendine anasıyla konuşur: “Ah anne! Hep söylüyorsun ‘sana kötülük yapana kızma öfkelenme’ diye. ‘… kin insanın kalbini karartır. Sen Hızır’a havale et. Düzgün Baba’ya bırak… Sen yola bak. Bizim yolumuz var. Yoksa biz nasıl dayanabilirdik o büyük kırıma? O kırımdan nasıl çıkabilirdik?’ diye dersin” (s. 44) Çözüm yolunu bulur rüzgârların savurduğu sokaklardan savaşlarda yaşanan aşktan oluşturduğu senaryodan Asya: “Bazı yerler var ki oralar savaşın en görülebilir sivil hali. Güya sivil hali tabii. Aslında cepheden beter belki”… “Bazen hakikat, hayal dünyasının yetemediği bir gerçeklilikle ve zenginlikle yaşanır.” (s. 62) der. Aşkın ve savaşın birleştiği yerlerden devam ederek. “… Kadının ruhunda aşkla birlikte, dünyamızı daha yaşanır kılacak ne güneşler doğar.” (s. 63) “Dünya öküzün boynunda durur derler ya… Aslında bir kadının kalbindeki aşkın yörüngesinde durur. Kalbindeki temiz duyguların ışığından doğar.” (s. 64) Analardır insanı insan eden. Akıldan çıkarlar mı hiç? Ya baba? Baba Hesen de “En özgür canlılar değil midir bizde kadınlar? Bir de yalnızlarsa… Bilirsin… Onlar ceylanlar gibi, onlar rüzgârlar gibi, onlar akıp giden sular gibi özgür ve uludur. Kutsalımızdır…” (s. 82) diyerek oralarda onlara kimsenin dokunamayacağını belirtir. "Ay Dilbere”de Güven Tunç bugünden geçmişe bakarken seçtiği, kendine has sözcükler ve betimlemelerle okuyucuya çok güzel çekilmiş bir fotoğraf sunuyor. Okuyucu olarak fotoğrafı izlemekten ziyade etkileyici, insanı sarsan bir filmi izliyor hissine kapılıyoruz. Bizim de kalbimiz Deniz’in “kırık kalbi” gibi “tüm ince yerlerinden kanıyordu”… Kitap hakkında genel hatlarıyla bir bilgi sundum sizlere. Okuduğunuzda bana hak vereceğinizi biliyorum. Hep birlikte de Güven Tunç’u anlamış olacağız kanısındayım. Tarihe olan saygısını bize fırtınalar, çağlayan sular eşliğinde aşkla çarpıcı sahneleri olan, etkileyici bir film sunulmuş gibi bıraktım elimden “Ay Dilbere”yi “Ya Hızır” diyerek. “Sen yola bak. Bizim yolumuz var.” diyor ya Zerife. Sen de o yola bak. “Ay Dilbere”nin yolu da açık olsun Güven Tunç… Ali Erkan Güneri / 30 Kasım 2024 (*) Ay Dilbere, Roman, KKM Yayınları, 1. Baskı, Kasım 2024, 224 sayfa (**) “Bir Günü Daha Yaşamak” adlı şiirimden alınmıştır.