BU HAYAT NE BAYAT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BU HAYAT NE BAYAT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Şubat 2012 Pazar

SÜPER STAR AJDA PEKKAN'IN YEPYENİ ŞARKISI "ACIMADI Kİ ACIMADI Kİİİİ"




"ACIMADI Kİ ACIMADI Kİİİİ"


SENİ KİM İNCİTTİ KÜÇÜK KIZ YA DA KÜÇÜK OĞLAN


Kimimizin annesi ya da babası erken ölür.Fena kırılırız.
Kimimizin hep yanındadır ana babası ama ihmal eder. Bazı durumlarda ana babamızı kaybetmekten çok daha fena kırılırız.
Kimimizn kardeşi yoktur kimimizin kardeşi çoktur. Olmasa da olsa da çoğunlukla kırılırız.
Ama onunki, onlarınki, belki çoğumuzunki böyle bir kırılma değil sanıyorum.
"Mutlak" bir kırılma değil.
"Göreceli" kırılma.
Şu hep ayağımızda takılı olan çelme.

Yani bir şeyin salt yokluğundan kaynaklı değil, aynı zamanda bu yokluğun, yoksunluğun başkalarınca bilinmesi ve yargılanması ile ilgili, kınanması ile ilgili, acınması ile ilgili.
On altı yaş kırılması.
Gülse Birsel'in Karedeniz'li karakteri gibi söylersek
Bilemedin on yedi, olmadı on dokuz en fazla yirmi bir.
Ama galiba bu tam on altı yaş kırılması.

Aslında güzel olan sensindir de o başka bir kıza gitmiştir. Ya da güçlü olan sensindir de o başka bir oğlana gitmiştir. Kırılırsın.

Artık ona ve herkese kanıtlamaya çalışırsın; "Ben daha güzelim" "Ben daha gencim", "Ben daha güçlüyüm", "Daha yakışıklıyım" .....

Oysa senin gözlerin daha güzeldir, yüreğin daha temizdir, eğitimin daha iyidir, ailen daha görgülüdür, sen müthiş bir sese sahipsindir. Hiç fark etmez. Sevgi bu , seçim bu. O başka birinin ardından çekip gitmiştir. Yıkılırsın

İnanamazsın.

Ondan sonra eğer farkında olmazsan ömür boyu nefes nefese sürecek bir koşturmanın içine düşersin. Yorgunluktan ölsen bile dur durak bilmez bir yarışta geri kalamaz, ölümüne koşar koşar koşarsın. Adı rekabettir ve sahiden ölümünedir.

"Bak herkes beni beğeniyor, gördün mü?, "Zamanında beni anlayacaktın, artık ben seninle yapamam, ah canım artık hiç vaktim yok", "Ah çok sevindim, beni de görüyorsun işte konserler, partiler, sevgililer, tek taşlar, pırlantalar, pırıltılar, eğlenceler, flörtler ve hatta evlilikler yani onlar, bunlar, şunlar"

Öyle bir noktaya varırki iş; "Ben en güzelim", "Ben en yakışıklıyım ve güçlüyüm" noktasındasındır. Sahiden o noktasındasındır. Herşeyin "en" isindir.En iyi, en güzel, en güçlü, en sevilen, en başarılı, en zengin, en en ennnn.


Ama kalbin aynı kırıklıktan bir milim oynamamıştır. O ıssız kırgınlık...O yalnızlık. O ruh üşümesi.

Artık bütün güzel kadınlar, mutlu sandığın kadınlar, senden genç olan kadınlar hepsi hepsi senin rakibindir.

Erkekler için de öyle

Bir büyük fay kırıklığının tuzağında bocalar durursun.

Ama belki de seni sen yapan bu kırıklıktır işte.

Ajda Pekkan'a bir bakın.
On altı yaş tazeliği, güzelliğinde ve giyiminde.
Hâlâ aynı şarkıyı başka bir yorumla söylüyor.

"Acımadı ki, Acımadı kiiiiii"

Çoğumuzda da, hangi dilde olursa olsun aynı şarkı

"Acımadı ki, Acımadı kiiiiii"

Ve tabi ki Nebahat Çehre...

Seni kim incitti küçük kız?



Temmuz 2012

21 Kasım 2011 Pazartesi

KARDEŞ VE ASİ

EGEMENLERİN "ONE MİNUTE " LAFLARINA KARŞI,
AKDENİZLİ "UNO MOMENTO"
(KARDEŞ VE ASİ)


Ne yaparsak yapalım, ne kadar inkar edersek edelim....Kardeşiz.
Bu köpüklü Akdeniz’in büyük büyük çanağında, ne kadar birbirimize düşsek de, kardeşiz.

Mezopotamya’yı kocaman öptüğü yerden başlayıp, Kuzey Afrika kıyılarını yalayarak geçen, Küçük Asya yoluyla büyük kıtayla bağlantılanan, Avrupa'nın tüm güneyini kalın, mavi bir kalemle oya gibi çizen ve Cebelitarık'ı iki yana iterek Atlas Okyanusu'na kavuşan, bu aşure kazanında kaynayıp duran Akdeniz, ne kadar isyan etsek de bizi ortak bir kaderde tutmaya kararlı.

Kutsal ve lanetli bir ortaklığı, ezelden alıp sonsuza doğru akıyor. Akıtıyor. Aktarıyor.
Öyle bir ortaklık ki; en nefret ettiklerimizle en gırtlak gırtlağa geldiklerimizle en aşağıladıklarımızla bizi kardeş yapıyor.

Lanetli bir kader gibi yaşıyoruz günleri, haftaları, ayları. Çünkü artık buralarda yıl uzun. Çok uzun. Bizlere uzak. Meçhul.

Çocuklarımız; Habil'le Kabil misali, binlerce kez doğup, binlerce kez kardeş kanıyla, gencecik ve parçalanmış bir şekilde göçüyor. Bilya oynar gibi, saklambaç oynar gibi, uçurtma uçurur, bebeklerini uyutur, ilk kez el ele tutuşur, ilk kez öpüşür gibi doğallıkla yok olup gidiyorlar.

Vücutlarımız olmasa bile ruhlarımız parçalı. Parça pinçiğiz hepimiz.

İnsanlığı medenileştirmesini, özgürleştirmesini beklediğimiz bu çağ, bu zaman bu coğrafya; bize kötü bir oyun oynuyor. Gittikçe tahammülsüzleşiyoruz.
Tahammülsüzlüğümüzün tek temel nedeni korku. Hem de birbirimizden.


Birbirimizin tek korkusuyuz.

Oysa birbirimize ter kokusu kadar yakınız.

Bizi böle parçalaya, parçalaya sürükleye, hayattan uzak, korkuya ve öfkeye yakın tutan bir şeyler var coğrafyamızda.

Herkes kendine göre çok iyi de, başkasına barbar, vahşi, terörist, işgalci, alçak. hain, katil.

Oysa bizde bir şey yok.

Bizde bir şey yok.

Sorun egemenlerde.

Egemenlerin doymaz doyurulmaz iştahlarında.

Toprakta, suda, petrolde, bor madeninde.

Güçte, iktidarda, parada, silahta.

Kibirde. Ve ne kadar inkar etseler de hırslarında. Kutsal iktidarlarında.

Egemenler başka çocukları sever mi sahiden ?

Kürsülerde savaşta ölen çocuklara ağlayanlar, ülkelerindeki çocuk ölümlerine sessiz kalırlar ve biz onlara inanırız?

Hastanelerinde bebeler ölür gereğini yapmazlar ama savaşta ölen çocuklara tören yaparlar ve biz onların gözyaşlarına inanırız?

Köşe başlarında çocuklar ölür, öldürülür, dövülür, görmezler ama savaşta ölen çocuklara şiir okurlar ve biz onlara inanırız?

Kaçak kurslarda patlamalarda ölür çocuklarımız kimse yargılanmaz ama onlar yine de savaşta ölen çocuklar için bağırırmış gibi yapar ve biz onlara yine inanırız?

Kız çocukları taciz edilirken savaşta ölen çocuklara ağlarlar ve biz onlara bir kez daha inanırız?

Biz egemen değiliz.

Çoğuz, çokluğuz ama egemen değiliz.

Biz halkız, haklarız ve her şeye karşın kardeşiz.

Aynı sofraları biliriz aynı yemekleri severiz. Yasımız da kutlamamız aynıdır bizim. Acımız, sevincimiz aynı ifadelerle yansır yüzümüze. Şarkılarımızdaki efkar aynıdır. Aşklarımızdaki coşku, ayrılıktaki acı. İlk gençlik sevdalarımız, kanımızın kaynayışı. Bıçkınlığımız. Küfretmeyi sevmemiz. Yaşlılarımızın bilgeliği. Çorbaya ve pilava düşkünlüğümüz. Sevdadan ölüp yine de söylemeyişimiz. Katır katır inadımız. Bir şarkıya ağlayışımız. Şairliğimiz. İçkiye dayanıksızlığımız. Evlerimizi sevişimiz. Anne yemeğinden vaz geçmeyişimiz.

Bütün büyük çelişkisine karşın çocuklarımıza düşkünlüğümüz. Hayatı sevmemiz. Güneşin doğuşunu, suyun sesini, insanın sözünü, sıcak geceleri sevişimiz.

Bırakalım egemenler başka bir sahnede yer alsınlar. Biz buradayız.

Ben olsam “uno momento”’yu marka yaparım. Ya da tezime konu.

Hiç değilse kardeş.

Kardeş ve asi.

FASULYEDEN SİGARAYI BIRAKMAK

Cumartesi, Hazirane 7, 2008



KENDİMİZ İÇİN HAYAT DERSLERİ 1

Değişmeye hazır mısınız?

Aramızdan biri kendi bulduğu bir yöntemle sigaradan kurtuldu. Daha doğrusu soğudu. Oldukça kolay ve acısız, ağrısız bir süreçte sigaradan soğuyabiliyor insan. Yeter ki değişmeye ayak diremesin. Çünkü sigarayı bırakmak (belki bağımlı olunan her şeyde öyledir) bir duman perdesini de kaldırıyor hayatımızdan. Gerçekle yüzleştiriyor. İlk bırakışta bu gerçekler dünyası biraz ürkütebiliyor bizleri. O nedenle zor geliyor bağımlılıkları bırakmak. Ama sonrası; bir taze bahar rüzgarı temizliyor ortalığı, biz de güçlenmiş ve tazelenmiş oluyoruz.

Başlayalım mı?

Uzun yıllardır; çocukluğumuzda en sevdiğimiz meyveler olan cağlayı, can eriğini, papaz eriğini canı istemiyordu çünkü uzun yıllardır bu meyveleri yediğinde dişleri kamaşıyordu. İnsan en sevdiği yiyeceklerden bile soğuyor ve fark etmiyor işte.
Buradan hareket etti.
Bu iş için basit bir ZİHİNSEL bir çalışma oluşturdu.
Her akşam uyumak için yatağa uzandığında bir masa hayal etti. (mutfak masası da olabilir büro masası da) Bir sandalye çekip oturduğunu hayal etti. Masanın üzerine içtiği marka sigaralardan dizdiğini hayal etti. Çöp tenekesini sandalyenin yanına çektiğini ekledi bu hayale. Sonra başladı paketten bir sigara çıkarmaya, çıkardığı sigarayı yeşil fasulye kırar gibi kırıp, çöp kutusuna atmaya. Hiç bir şey düşünmeden (ne sevindi ne üzüldü, çöpe atılan herhangi bir nesneyi atarken olduğu kadar duygusuz, duyarsız bir şekilde) çıkardı çıkardı, kırdı attı.
Uykuya dalıncaya kadar bu çalışmayı yaptı.
Ne, şu kadar dakika ne şu sayıda sigara. Hiç bir şey için kendini zorlamadı. Sadece uykuya dalıncaya kadar.
21 gün bu zihinsel çalışmayı yineledi.
Sizler de deneyin isterseniz.
Sizde daha uzun ya da daha kısa sürebilir.


"Bu yazıyı bizden izin almak koşulu ile bloğunuzda yayınlayabilirsiniz"


BU YAZIYI; http:gonulsofrasi.blogspot.com 'un izniyle bloglarından alarak yayımladım

ANNEME EMLAKÇI OLDUĞUMU SÖYLEMEYİN

Bir Gazetesi’nin, daha doğrusu gazetenin emlak ekinin son günlerde bir reklamı var.



Reklamda;
terlemiş ve bunalmış bir usta ile,
küçük bir kebapçı dükkanı ile,
ve sinek avlamaya yakınlıkta yani az müşteri ile
kendilerince zavallı bir atmosfer oluşturuluyor.

Takım elbiseli, genç, dinamik bir adam dükkana geliyor. Doğrudan ocak başına, ustanın karşısına oturuyor. Bir acılı lahmacun siparişi verecek diyorsunuz. Demiyor. “Usta bana bir ev, bir artı bir bile olsa yeter” diyor. Usta, “Adana versem” diyor. Müşteri; Ev istiyor hem de acil. Şimdi ne yapsın bu garip usta, “Hallederiz” diyor. Halledemiyor.

Müşteri dükkan kapanıncaya kadar orada bekliyor falan falan.

Reklamın sloganı da şu; Biz kebap yapmıyoruz. Burası h.....emlak.com, burada sadece emlak var.

Ben de tüm okuyucuları gibi ............’i gazete sanıyordum.

Belki çalışanları, muhabirleri, köşe yazarları hatta sahibi bile öyle sanıyordu. Hep birlikte yanılmışız.

Yıllarca okuduğumuz gazete bir emlakçıymış.

Kimse onlara, “Siz kebap yapıyorsunuz” demedi ama, onlar iddia ediyor ki, “Biz kebapçı değil emlakçıyız”. Hem de uzman emlakçı.

Tuhaf oluyor insan.

Bir gazetenin, para verip yaptırttığı reklamında, kendisini, kebapçıyla emlakçı arasında bir yere koyup tartıştırmasına ilk kez tanık oluyoruz.

Ne diyelim.

Allah daha beterini vermesin.


NEYSE DÜZELTMİŞLER DAHA DOĞRUSU REKLAMI KALDIRMIŞLAR.

ÜNLÜ MAMULLER

Bundan bir kaç yıl önce televizyondaki magazin programları tartışılır gibi olmuştu.

Tartışmayı o zamanki RTÜK başkanı- amanin sakın karıştırmayalım Zahit Akman değil, ondan önceki -kamuoyuna açmış ve taraf olmuştu. (Televizyonlarda RTÜK'ün taraf olması gereken ilk konu magazin programları mıdır? O bambaşka bir tartışma konusu.) Ve o yıllarda bu tartışmalardan dolayı magazin programları gece geç vakitlere kaydırılmış ve tabii ki reytingleri çok düşmüştü.

Magazin kanal sahipleri için en ucuz maliyetli ürün. hani benzetmek caiz ise 1 milyonluk Çin malları satan dükkanlar gibi.

Şimdi iyi programlar için kim yaratıcıları bulacak?( Öylesine yok edildiler ki) ? Kim iyi para ödeyecek? Kim zaman harcayacak? Kim gündemi, yaşamı nesnel ve adaletli takip edecek?

Kim İktidarı ya da ilk seçimde iktidar olup muslukları kesecek olan muhalefeti küstürmeyi göze alacak? Kim söyledikleri ile tutarlı olmak isteyecek? Kim bilinçli, sağlıklı, mutlu bir halka tahammül edebilecek ve onlara çöplük ürünlerini kakalamaya kalkışma cesareti gösterecek.

Falan filan.

Eee programlar da geceyarısına alınınca reytingler çok düştü ne yapılacak şimdi? gelsin BBG' ler gitsin pop starlar, oryantaller, danslar, detone yorumlarla alaturkalar. İşte ilk ünlü mamullerini bu programlarda yarattılar.

Bu ünlü mamuller kendilerine sanatçı diyebilecek denli ümmi, kendine yapılanlara karşı insani savunma yapmaktan aciz kalacak denli hırslı, her gün olay çıkarıp gün gün öldüklerinin farkında olmayarak yaşayan zombiler kadar verimli ürünler.

yarışma adı altında yapılan ünlü mamul üretimi yetmediğinden televizyonlarımız bir de sabah programlarına el attılar. Sağlıklı olmasa da sabahları biraz yemek tarifi biraz şarkı, biraz reçete misali yürütülen programları ünlü mamul marketine çevirdiler.

Bütün kadın programlarına ünlü mamullerini monte ettiler ve ÜNLÜ MAMUL ENTEGRE TESİSLERİ kurulmuş oldu. Ne diyelim hayırlı olsun.

Ünlü mamul entegre tesisinin mamule yaklaşımı ilginç. Değişik bir pazarlama taktiği güdüyorlar. Ürün ister kaliteli ister kalitesiz olsun tesiste amaç ürünü yerden yere vurmak, didiklemek, üzerine çıkıp çiğnemek ve tüketiciye en kanlı haliyle sunmak. Yeni bir pazarlama tekniği olsa gerek.

Yakında haber kanallarında çeşitli kurumlarımız gibi bu tesisin de özelleştirme ihalelerini canlı yayınlardan izleyebiliriz

hatta kurulmamış şirketlere bile ihale edebiliriz.

Ne diyelim
23 Şubat 2008

25 Mayıs 2010 Salı

YEMEK YEMEK


Hepimizin kendimize göre sevdiği ve sevmediği yiyecekler var.
Ve sanırım herkes sevdiği yiyeceği yediğinde, mutlu bir doygunluk yaşar. Diğer durumda ise, ne kadar yerseniz yiyin bir doygunluk hissi yakalayamıyorsunuz. Hatta bir rahatsızlık duygusundan bile söz edilebilir.
Bazılarımızın, belki en önemli mutluluk yollarından biri yemek yemek
Bazılarımız çok fazla yemek yiyor.
Özellikle geliri ortalamanın biraz üzerinde olan az sayıda kadın ve çok sayıda erkek.
Bu erkeklerin bazıları da orta ve üstü yaşlarda.
Kebap düşkünü, et düşkünü, börek, balık düşkünü.
Salatayla, meyveyle, tencere yemekleri ve zeytinyağlılarla pek araları yok.
Klasik yemek yemek istediklerinde, illaki "annelerinin yemeği"
Bir yandan da sağlıklı olma istekleri var ama sadece istek olarak kalabilen düzeyde.
Yok öğlenleri bir kaç saat süren iş yemekleri yok akşam buluşmaları, kaçamakları, kulisleri, yeni ortaklık görüşmeleri vb. vb
Neler yediklerinin farkında olmadan, tadını alamadan, ne kadar zamanlarını yemek masası başında kaybettiklerini bilmeden habire yiyen insanlar.
Belli bir seviyenin üzerindeki çalışanlar ve işverenler; iş yerinde çıkan yemeği yemez oldu artık.
İş yerinde pişen yemekler de iş yerinde yapılan görüşme ve toplantılar da küçümsenir oldu.
Sağlıksızlık ve mutsuzluk da bundan sonra başladı.
O kadar çeşit masalara dizildi ve ucundan tırtıklandı ki, ne yediğinin lezzetini alabiliyor insanlar ne de doyduğunun farkında olabiliyor.
Bu kadar yemek doğru değil.
Daha az yemeliyiz;
Bir öğünde en çok üç çeşit,
o öğün için hazırlanmış, pişmiş taze yiyecekleri,
fazla işlenmemiş yiyecekleri,
tadınıalabildiğimiz yiyecekleri
yemek yediğimizin farkında olarak -damak, mide ve ruh olarak farkındalılık- ve doyduğumuz için mutlu olarak yemeliyiz.
Daha az yemeliyiz;
Midemiz ve sağlığımız için,
diğer insanlar da yiyebilsin diye,
dünya dengesi korunsun ve sonsuza kadar evimiz olsun diye daha az yemeliyiz.
Suşi endüstrisi için soyları tükenme tehlikesine düşen orkinosları, bir lokantanın bahçesinde balık bekleyen yukarıdaki fotoğraftaki kediciği unutmamalıyız
Anne yemeklerini, eş sevgili yemeklerini, kendi pişirdiğimiz yemekleri, iş yeri yemeklerini yemeklerini yemeliyiz.

İnanın az yediğimiz ve sevdiğimiz yemekleri yediğimiz için çok daha mutlu olacağız

24 Mayıs 2010 Pazartesi

HANIMELİ VE İĞDE KOKULARI ARASINDA

Haziran ayı geldi.
Yaz aylarının keyfini çıkarmak lazım.
Hele iğde kokulu akşamların, hanımelleri kokulu sabahların.
Yıldızlı gecelerin.
Renk ahenk dolu akşamüstülerin.
İyi demlenmiş bir çayın.
Bir bardakcık soğuk içeceğin.
Efil efil giyinmenin,
Püfür püfür esen rüzgarın,
Balkon keyfi yapan komşuların muhabbetlerinin
Çocukların parklardan gelen kahkaha seslerinin,
Kuşların neşelerinin keyfini yaşamak lazım.
Biraz çalışmanın biraz eğlenmenin keyfini yaşamak lazım.
Bir sorumuz var, bir yarışma. haziran ayı sorusu bu;
"Gırmıtik" nedir?



22 Mayıs 2010 Cumartesi

KENDİMİZE YARDIM

Çok farklı bir alandan bir örnekle başlayalım işe; bazı ürünler vardır. Sezonda, pahalı pahalı birinci kalitesini alırız da, ucuzlukta aynı ürünün aynı görüntüde; ikinci, üçüncü kalitesini makul fiyatlara bulabiliriz.
Burada konumuz; adamların bize attığı kazık değildir. Bazı ürünlerin ikinci, üçüncü kalite olarak da üretilmesidir.
Biz de bazen, kendimizin ikinci, üçüncü kalitesi gibi davranır, algılanır, hissederiz.
Hayatı; tam derimizin altında değil de iki ya da üç santim gerisinden hisseder, algılar ve yaşarız.
Bir uyuşukluk hali vardır üzerimizde.
Bir donukluk.

Bir kendimiz gibi olamama hali.
Kimsenin bizi tanıyamaması, anlayamaması. Özellikle çok yakınımızdakilerin tanıyamamasının ise en çok canımızı yakan şey olması.
Tüm donukluğa karşın, bu acının çok keskin yaşanması.
Donukluğun, uyuşukluğun altında bir hüzün nehrinin derin derin akması.
İşte burada duralım biraz.
Kendi içimizde kaybolmuşuz demektir.
Dikkat.
Kendimizin taklidi ya da ikinci kalitesi gibi davranıyorsak anlayalım.
Donukluğun, uyuşukluğun acıyı engellemediğini görelim.
Acıyı büyüttüğünü ve tüm hayatımız haline getirdiğinin farkına varalım.
Neşemizin, çoşkumuzun nereye gittiğini soralım.
Bununla yüzleşmek zor mu oluyor?
Gerekiyorsa profesyonel yardım alalım.
Profesyonel yardım, bazen bir hayatı bize geri verir, hediye eder. Bunu unutmayalım.
Gerekmiyorsa eğer - ki bunu çoğunlukla anlayabiliriz gibi geliyor.- şu aşağıda önerdiklerime bir bakalım.
1.Derimizi hissetmeye çalışalım. Özellikle el ve ayakta. Spor, egzersiz gibi şeylerin yanısıra, el ve ayak derimizin hemen altında olduğumuzu algılayabileceğimiz hareketler uyduralım. Elleri sıkıp açmak, elleri birbirine güçlü bir biçimde sürtmek iyi geliyor.
2. Kendimizi derimize doğru itmek, derimize yakınlaştırmak gerekiyor. Bunun bir zihinsel çalışma olduğunu unutmadan. Yani bu işi fiziksel değil zihinsel yapmak gerekiyor.
Önce olumlu şeylerden başlamak gerekiyor. Sizi bir parça neşelendiren, huzur veren, güven veren, olumlu bulduğunuz noktalarda ruhunuzu öne, derinize doğru itmek ve zımbalamak gerekiyor.
Sizi içinizde kaybettiren, acı veren, yolunu şaşırtan, donuklaştıran konularda ise - eğer gerekiyorsa ki, günü gelecek gerekecek- sadece simgesel davranarak öne atılmak gerekiyor


21 Mayıs 2010 Cuma

KENDİMİZ İÇİN HAYAT DERSLERİ ÜÇBİNYİRMİALTI



Herhangi bir konuda yaşadıklarımızı nasıl algılayıp isimlendirdiğimiz çok önemli.
Hayatı nasıl yaşadığımızla ilgili bir şey.
Bize sıkıntı veren herşeyi sorun olarak algılıyoruz.
Hayallerimize ulaşmakta engel olan her şey, içimizi sıkan her şey, başaramadığımız her şey bizim için sorun.
Ve bu sorun çözülünceye kadar hayatımızdaki diğer konuları hep tali yaşıyoruz. Yani ikincil önemde.
Oysa belki de hayatımızın ilerleyişi bu alanlarda.
Belki bu alanlarda hayatı çok ıskalıyoruz.
Hayatın bir kısmını öncelikli bir kısmını önemsiz olarak niteleyip yaşadığımızda ise gerçeği, gerçekliği yitiriyoruz.
Artık tam algılanmayan, yüzer gezer bir düzlem içinde olup bitiyor hayatımızdaki olaylar ve yaşantılar.
Oysa herhangi bir konuda engellendiğimizde, başaramadığımızda, elde edemediğimizde, durağanlıkta ya da teleşta bunun bir sorun değil bir durum olduğunu düşünsek. Hayat biraz da durumlar ve anlar toplamı değil midir? Durum hayatın diğer konu, alan ve yaşantılarını olduğundan daha önemli ya da daha önemsiz kılmıyor. Diğer durumlar gibi bir durum. Biraz ya da çok cansıkıcı ama bir durum. Hayatın diğer alanlarındaki eğlenceyi, coşkuyu, anlamı kaybettirmeyen, önemsizleştirmeyen bir durum. Gececek bir durum. Ya da geçmeyecek. Konuya, olana ya da bize bağlı bir şey. Ama hayatın peşini bıraktırmayacak, duyguları kütleştirmeyecek, gerçekliği kaybettirmeyecek bir hal.
Gençlere bir de böyle bakmalarını öneririm.
Özellikle sınavlarda.
Aşklarda ve ayrılıklarda.