30 Temmuz 2022 Cumartesi

Genç Bir Şaire Mektup

Genç bir şaire mektubumdur... Senin bu şiirindeki hangi dağın rüzgârıdır? Eser gelir, ilkbahar kokularıyla, savurur büyük şehirlerin kuruntulu tozlarını. Bırakmaz paslansın gencecik umutlar. Açar küflü evlerin penceresini. Hangi ufuktan aydınlanıyor senin bu sözlerin? Senin bu şiirindeki hangi bilincin gücü? Kıtı kıtına yaşamaya, ekmeği tuza banarak yemeğe tahammülü eskiden. Direnci Spartaküs’ten yadigar. Yakasından tuttuğun hayat, hırsız sofrasına oturmaz, muhannete el açmaz, alnı tertemiz işçilerin sesinde, bir kadim nehir çağlamasıdır büyük caddelerde. Senin bu şiirinin uğultusu hangi uçurumdan? Hangi annelerin feryadıdır yankılanan? İsyanına ses kattığın, hangi kadının sessiz çığlığı, jilet kesiği? Senin bu şiirin hangi vadinin çiçeği? Anne hatırına Bekar odalarının kederli yalnızlığına yediveren gül kokusuyla sızan. Hangi yaban gülü hasretidir yüreğinden kalemine damlayan? Kimin için döker acıyı, dizeler gözlerimizden? Senin bu şiirindeki hangi dağın rüzgârıdır? Hangi toprağın buğusu? Hangi derenin şırıltısı? Hangi maviden söylersin şarkıları? Hangi çobanın ıslığıdır sesinde yankılanan? Senin şiirlerin, yetim çocuklar ninnisi… Senin bu şiirlerin… Diri bir sabahta elinden tutan aynı çocukların, bayır aşağı koşan önlenemez coşkusu… Serdar Çelik kardeşime yazdığım mektuptur. Sözlerin, imgelerin bir kısmı, onun şiirleri ve düz yazılarından alınmıştır.

23 Kasım 2021 Salı

Roman Bölüm Başlıkları/ Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı

Romanda bölüm başlıklarına içeriğe uygun, dizeler, sözler, duvar yazıları, türkülerden bölümler ekledim. İşte onlar: Birinci Bölüm 1. “Bir kuru sevda yüzünden zaya geçti ömrümüz…” Kaynak Bakır Yutseven- Muzaffer Sarısözen, Urfa. 2. “o mahur beste çalar müjganla ben ağlaşırız…” attilâ ilhan. İkinci Bölüm 1. “Hürriyet Musavvat Uhuvvet…” Fransız İhtilali talepleri. 2. “Nerededir meskeniniz eliniz…” Kaynak Aşık Musa Aslan-Muzaffer Sarısözen, Merzifon-Amasya. 3. “Gezme ceylan bu dağlarda seni avlarlar…” Kaynak Cemil Cankat- Muzaffer Sarısözen, Urfa. 4. “Hangi günü gördün akşam olmamış…” Kul Hüseyin. 5. “Zenginimiz Bedel verir/Askerimiz fakirdendir…” Kaynak Ali Çağan, Hozat. 6. “Asker ağam gelse yarelerim ey olur…” Zaralı Halil Söyler, Sivas. 7. “Gurbet eli bizim için yapmışlar…” Karacaoğlan, Adana. 8. “Üstümüzde dönen çark ile devran…” Derviş Ali, Erzincan. 9. “El vurup yaremi incitme tabip…” Sadık Doğanay-Ali Ekber Çiçek, Zile-Tokat. 10. “İnsan ol cihanda bu dünya fani…” Harabi. 11. “Yine tazelendi yürek yarası…” Pir Sultan Abdal-Erzincan. 12. “Azraile can vermezdim bir can aldı canımı…” Salih Dündar, Derleme Ali Ekber Çiçek, Erzincan. 13. “Nesrin Emrin Bihare” Türkçesi “Ağlama yâr ağlama…” Orijinal, Hesen Zirek-Celal Güzelses, Diyarbakır. 14. “Gül ile bülbülün har davası var…” Abdullah Tunç-Mehmet Özbek, Elazığ-Harput. 15. “Bir gün gazel döker ömrüm bağları…” Aşık Daimi, Tercan-Erzincan. Üçüncü Bölüm 1. “Ben urfanın içinde yaşamak isterdim, Urfa da benim içimde…” Seyfettin Sucu. 2. “Bak ki Harput yok olmasın…” Erkan Oğur. 3. “Yüksek ayvanlarda bülbüller öter…” Hakkı Coşkun-Muzaffer Sarısözen, Malatya. 4. “Sabahın seher vaktinde görebilsem yârimi…” Refik Aktan-Zeki Oğuz-Muzaffer Sarısözen, Kemaliye (Eğin)-Erzincan. 5. “Güzel kadın, güzel kadınlar hüzünlü olur nedense…” Roman karakterlerinden, Tahsin. 6. “Ben ağlarım doktor ağlar dert ağlar…” Zaralı Halil Söyler, Zara-Sivas. 7. “Derdimi söylesem dil yarelenir…” Aşık Daimi, Erzincan. 8. “Yola gel sevdiğim yola gel yola…” Zaralı Halil Söyler, Zara-Sivas. 9. “Ah yalan dünyadan yalandan yüzüme gülen dünyadan…” Neşet Ertaş. 10. “Bir güzel simâdır aklımı alan…” Muharrem Akkuş-Yücel Paşmakçı, Erzurum. 11. “Senim merhem diyorlar, sinemin yarasına…” Zaralı Halil Söyler, Zara-Sivas. 12. “Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz…” Ahmed Arif. 13. “Seher vakti burada kimler ağlamış…” Derleme Ali Ekber Çiçek. 14. “İçerim yanıyor dışarım serin…” Âşık Süleyman Fahri, Kangal-Sivas. 15. “Sen ağlama kömür gözler ıslanır…” Hulusi Seven, Erzurum. 16. “Sizde bulunmaz mı bir kâğıt kalem…” Hakkı Coşkun-Kemal Çığrık, Malatya. 17. “Zülfü perişanım kal melul melul…” Hulusi Seven, Emin Aldemir, Erzurum. 18. “Şu bozkırda han olsaydım olsaydım…” Yusuf Hayaloğlu. 19. “Eğinin altından geçen Murat’tır…” Eğin. 20. “Bıraktığın gibi değil buralar/Belki de aynı babadan yetimiz…” İhsan Fikret Biçici. 21. “Dayê Dünya Hayine…” Bir duvar yazısı. 22. “Çiçekten harman olmaz yar derde derman olamaz…” Fahri Kayahan, Malatya. 23. “Ben seni gizli sevdim, bilmedim âlem duyar…” Celal Güzelses, Diyarbakır. 24. “Gül dalına bülbül konmuş çeker ah u zarını…” Refik Aktan, Zeki Oğuz, Muzaffer Sarısözen, Kemaliye-(Eğin), Erzincan. 25. “Al beni koynunda sakla…” Abdulvahit Kuzecioğlu-Emin Aldemir, Kerkük. 26. “Pınar başından bulanır canım oy…” Seyfettin Sığmaz, Erzurum. 27. “Kırmızı gül her dem olmaz…” Muharrem Akkuş, Erzurum. 28. “Bülbül kaça aldın gülün narhını…” Nuri Üstünses, Divriği-Sivas. 29. “Eli elimde olsun kapı kapı dilenek…” Anonim, Tunceli. 30. “Elinde divit kalem dertlere derman yazar…” Anonim, Erzurum. Dördüncü Bölüm 1. “Dost olan bağlasın yarelerimi…” Kul Himmet, Ali Ekber Çiçek, Erzincan.

20 Kasım 2021 Cumartesi

Romandaki Masal/Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı

Merak eden okuyucu için, Zeyno’nun defterindeki masal… YEDİ DAĞIN ÇOBANI İLE CERANCERAN Zamanın birinde, yücelerden yüce dağları, dipsiz uçurumları, geniş otlakları, verimli tarlaları, altın değerinde bağları, şenlikli bahçeleri, içli havaları ve katman katman sırları olan bir memleket varmış. Burası, kıtadan kıtaya uzanan koca bir nehrin doğduğu topraklarmış. Bütün o topraklara can veren kocaman ve derin bu nehrin, başka dere ve çaylarla karışıp en çok güçlendiği kolunun, geniş havzasında ve civarında yer alırmış bu memleket. Havzanın etrafına sıralanmış yedi dağın; kimi eteklerinde, kimi yamaçlarında, kimi de doruklarında yer alan köylerden ve kasabalardan oluşan farklı bir memleketmiş. İşte o memleketteki köylerden birinde de bir Çoban yaşarmış… Çoban, babayiğit, cesur ve civan bir delikanlıymış. Yaşadığı köyde ve yedi dağın civarındaki herkes, onu tanır ama kimse onun adını bilmezmiş. Ona sadece, “Çoban” ya da “Çoban Oğlan’ derlermiş. Kimi kimsesi yokmuş bu Çoban’ın. Garip bir kuş gibi yalnızmış. Anası atası bilinmezmiş, kendisi de hatırlamazmış anasını atasını. Yıllar önce köylü, bir sabah uyanmış ki üstünde yok başında yok, kafası bitli bir oğlan çocuğu, köy meydanında, çeşmenin başında yıkılmış kalmış. Sabah eve, taze su getirmeye çeşmeye giden genç gelinler onu öyle bulmuşlar. Hemen köylüye haber vermişler. Köylü oğlanın başında toplanmış. Oğlan çok üşümüşmüş, çok yorgunmuş. Ve de çok da açmış bu uşak. Evlerden ekmek, ayran ve ne bulduysalar getirmişler. Neredeyse açlıktan ölüyormuş. Önüne ne konulursa yalayıp yutuyor ve hemen, “Başka bir şey yok mu?” dercesine ve çaresizce yüzlerine bakıyormuş. Bir yandan yemek vermişler ama bir yandan da bazıları onu hemen kovmak ve ondan kurtulmak istemiş. Kimi hastalık getirir diye korkmuş, kimi evini barkını soyar diye korkmuş. Aralarında biraz büyür, delikanlı olur da kızlarımıza, gelinlerimize zarar verir diye düşünenler bile çıkmış. Malımıza mülkümüze ortak çıkar diyenler de olmamış değil hani. Velhasılıkelam köydeki iki ihtiyarcık, Muhtar Çece ile karısı Nazlı Bibi bu uşağa arka çıkmasa, bazıları o saat onu köyden kovup atarlarmış. Muhtar ile Nazlı Bibi bu garip oğlanı kovdurmadıkları gibi üstüne üstlük bir de evlerine götürüp çimdirmişler, karşı köyden berberi çağırıp bitlerini ayıklatmışlar, altına yatak sermişler, önüne yemek koymuşlar… Onların çocukları yokmuş. Uşağa, “Gel bize oğul ol.” bile demişler. Oğlan da onlara sormuş, “Ben dağlardan başka bir şey bilmem, ben buralarda ne yaparım? Size yük olurum güzel anam.” demiş. Nazlı Bibi de ona, “Kal birkaç gün, alışıp alışamayacağını kendi gözlerinle gör.” demiş. Çocuk bu ihtiyarcıkların evinde kalmış ama her sabah gitmek için izin istemiş. İhtiyarcıklar da her sabah, “Biraz daha kal” diye onu oyalamış. Beklemişler ki bu garip oğlan bu güzelim köye alışsın. Yavaş yavaş ahıra indirmişler, koyunları, keçileri, buzağıları, kuzuları sevdirmişler, kümeste civcivleri göstermişler, bağa bahçeye yollamışlar, harmana düvene alıştırmışlar. El kadar çocuk, dağlarda heder olur diye korkmuşlar, bırakamamışlar. Ama çocuk, gündüz gidemese gece gidiyormuş, upuzak kırlara, yakın dağlara, yaylalara. Ter içinde dönüyormuş. Muhtar ile Nazlı Bibi onun bu haline dayanamayıp, “Gideceksen git oğul” demişler. “Demir çarık istiyorsan demir çarık, demir asa istiyorsan demir asa alalım, gitmek istiyorsan da git.” Masal bu ya bu sefer de uşak gidememiş. Çünkü ayaz bir gecede sıcacık bir yorgan gibi saran sevgi duygusunu ilk kez tadıyormuş. O da ihtiyarcıkları sevmiş. Onları gördüğünde içine ılık ılık bir şeyler akıyormuş. Hem Muhtar Çece’nin atı yeni doğurmuşmuş. Muhtar Çece doğan tayı ona hediye etmiş. Çocuk tayı sevmiş, taya alışmış bir kere. Tayı da ihtiyarları da bırakıp gidememiş. Gidememiş ama bu gece gezmelerinin onları meraklandırıp üzmesinden de kederleniyormuş. Gel zaman git zaman onlar alıştıkça çocuk bu sefer gündüzleri sır olup gidiyor, yine dağ, taş dolaşıyormuş. Sadece köyün değil civar bütün köylerin, hatta nahiyenin bütün deresini, tepesini, ovasını, merasını, otlağını, yazısını dolaşıp duruyormuş. Daha doğrusu kendini dağlara, kırlara vuruyor ama nedenini bilmiyormuş. Köylüler çocuğun bu gezmelerini çok tekinsiz bulmuşlar, huzursuz olmuşlar. Bazıları Muhtar Çece’ye şikâyete gidiyor, gidince de cevabını alıp dönüyormuş. “Sakın karışmayın. Kimin kılına zarar gelirse beni bulsun. Hepinizden beklerim ama ondan en ufak bir kötülük gelmez kimseye. Herkes kendi işine baksın.” Köylü susmuş. Önce, kötü bir şey yapsın da şunu defedelim diye beklemişler ama sonra bakmışlar ki çocuk kimsenin malına, canına değmeden, dağ bayır mecnun gibi dolanıp duruyor sadece. Zamanla onun bu pervaneliğine alışmışlar. Sahiden kimseye zararı olmuyormuş. Aslında yararı olduğunu fark etmişler zamanla. Çocuk, yaşından, yaşıtlarından beklenmeyecek kadar becerikli ve bilgiliymiş. Onun getirdiği av etinden lezzetlisi, onun getirdiği ottan şifalısı, rayihalısı, onun topladığı göbekten latifi yokmuş. Ne getirirse getirsin onun getirdiklerine doyum olmuyormuş. Bir de getirdiklerini kendisi yemez köylüye, yolda yolakta rastladığına, çobana, yolcuya, ırgata dağıtıyormuş. Sonra bir gün ne olduysa, kendi kendine, öylesine, birden avlanmaktan vazgeçmiş. Kim ne dediyse, köylü ne kadar yalvardıysa da olmamış, bir daha ne bir balık tuttuğununu ne de bir kuş vurduğunu gören olmuş… Sorana da şaşırarak, “Ben nasıl cana kıyarım?” diye yanıt vermiş. “Bir cana nasıl kıyılır?” Birkaç yıl geçmiş geçmemiş oğlan ele avuca gelir olmuş. Yaş aldıkça, aklı erdikçe köye de köylüye de alışıyormuş. İhtiyarcıkların gönüllerini hoş tutuyor, tayıyla oynayıp zıplıyormuş ama yine de dağlarda taşlarda daha çok zaman geçiriyormuş. Bu sefer de gece yarısı olmadan, karanlık çökmeden köye dönmüyormuş. Köylü bu uşak ne zaman uyuyor ne zaman yemek yiyor diye merak ediyormuş. Tam da o sıralar köyün çobanı, bir gün, köyden bir kız beğenip terkisine atıp sürüyü dağda öylece başıboş bırakıp kaçmamış mı!… O sıralar çocuk da dağlardaymış ve olanları görmüş. Bakmış sürü dağılıyor, koşup dağılmakta olan sürüyü toparlamış. Sürüyü dağıtmadan, kurda kuşa yem etmeden getirmiş köye teslim etmiş. Sürüyü köye öyle bir indirmiş ki köylü şaşırmış. Sürünün bir tek tanesini zayii etmeden sağ salim getirmesine inanamamış. Hiçbir bağırtı çağırtı olmadan öylesine getirmiş, bırakmış önlerine. Nasıl olmuş da o iki koca kangal, Alabaş ile Delibaş, onun sürüye yaklaşmasına izin vermiş? Nasıl olmuş da bir yabancının hele ki bir çocuğun kendilerini yönlendirmesine razı gelmiş? Köylü bu işe akıl sır erdirememiş ama malına helal gelmediğinden de bu işten pek memnun kalmış. Kalmış da fena olmamış... O günden sonra çobanlık bizim çocuğun üstüne kalmış. Köylü de cıvıtmamış ama. Öbür çobana yıllık olarak ne veriliyorsa ona da aynısı verilmiş, o istememiş ama alması şart koşulmuş. Buna karşı oğlanın da bir şartı varmış. O diğer çobanlar gibi her akşam bir hanenin sofrasına konuk olmayacakmış ve her sabah için de sadece bir azık torbası yanına katılacakmış. Bunu şart koşmuş koşmasına ama azık torbasını bile çoğunlukla unutur, öyle çıkarmış yola. Susadıkça bir göz, bir kaynak, bir pınar, bir dere bulur, kana kana içermiş. Yabani yemişler, şakko, böğürtlen, bazen dut, bazen badem, ceviz, bazen yabani üzüm, kuzukulağı, yemlik, sürsülük onun karnını doyurmaya yeter de artarmış bile. Ahali ise, “Keşke herkesin şartı böyle olsa… Sen bizim sürümüzü böyle güzel otar da dile bizden ne dilersen.” demiş. Ve zamanla bizim garip oğlan olmuş “Çoban Oğlan” “Yiğit Oğlan”… Çoban Oğlan zaten kurdun kuşun dilinden anlayan biriymiş, gittikçe de bu işin piri olmuş çıkmış. Kışın ağır mı hafif mi geçeceğini, ilkbaharda hangi derenin taşacağını, hangi bağın üzümünün ekşiyeceğini, külleneceğini, yanacağını, hangi tarlanın buğdayının sert geleceğini, hangi hayvanın kuzulayacağını, hangisinin kısır çıkacağını herkesten önce o bilirmiş. Çoban Oğlan zamanla yalnızlığına güzel bir ses eklemiş, kendine bir kaval yapmış. O güne kadar kimsenin görmediği bir kavalmış. Sanki gül dalından yapılmış. Ama gül dalından kaval olmazmış ki... Sesi de farklıymış bu kavalın ki o da başka hikâye… Zaman içinde köyün tekesi, koyunu, keçisi, çebişi, ineği, kulağı kesik kangalı, uyuz eşeği ona öyle bir alışmış ki onun kavalını duyunca nerede olursa olsun ağıl kapısı, ahır kapısı dinlemez, yıkar geçer, köyün çıkışına gider, sürü nizamına uyup onu beklermiş. Çoban Oğlan birkaç yıl içinde öyle serpilmiş öyle serpilmiş ki onun bu halini gören, köye perişan bir şekilde sığınan çelimsiz uşağın o olduğuna asla inanamazmış. On beş, on altısını bulmuş. Büyümüş, gelişmiş, bıyıkları terlemiş, sesi tok, yiğit bir delikanlı olmuş çıkmış. Tam kanı kaynayacak yaştaymış ama kimsenin kızına, gelinine baktığı görülmemiş. Onun için varsa yoksa kırlar, dağlar, yaylalarmış. Bir de tayıyla artık, “nene” ve “dede” dediği ihtiyarcıklarmış. Köydeki anne babalar onun bu kızlara bakmaz halinden çok memnun kalırken, kızlar ona çok fena kızarlarmış. Çoğu kız ve gelin ve genç dul, azık götürme bahanesiyle dağlara yanına gidermiş ama Çoban onlara yüz vermez, cilvelerini görmezden gelirmiş. Kızlar onun bu huyuna kızmasına kızarlarmış ama yüzünü görünce, hemen unuturlarmış. Çeşitli mendiller, yağlıklar, işler verirlermiş. Çoban oğlan almazmış. Yaman kızlarmış bazıları, çerçilere tembihler, kasabadan gizlice horozlu aynalar getirtirler, gizlice azık torbası içinde Çoban’a gönderirlermiş. Çoban bunları yine gizlice geri gönderdiğinde deliye dönerlermiş. Kızların öfkesi yeğin olur. O aldırmaz güler geçermiş. Kızlar kendi aralarında Çoban Oğlan’ın dağlarda buluştuğu gizli bir sevdalısı olduğunu konuşur, hem kendi kalplerini hem diğer kızları kırarlarmış. Neşeli ve cömert bir delikanlıymış Çoban Oğlan. Kimin ne işi olursa yardıma koşarmış. Tarla zamanı, harman zamanı, bulgur zamanı, bağ zamanı, pekmez zamanı hep yardıma gidermiş. Akşama ve geceye sarkan işlerde köylü hep onu beklermiş. Hem hepsinden daha çok çalışırmış hem de herkese neşe taşırmış. Onun yaptığı işten bereket taşarmış. İşlere öyle neşeyle ve muhabbetle sarılırmış ki en tembel insan bile gayrete gelir, işlerin nasıl bu kadar çabucak bittiğine hayıflanırlarmış. Bazen civar köylerden bile gelip çağırdıkları olurmuş. Köyde, kahvede, ahbap arasında gayet neşeli olan bu Çoban, gece evde yalnız kaldığında ya da dağlara doğru gittiğinde, neredeyse başka biri oluyormuş. Sessizleşiyor, boynunu büküyormuş. Çoban oğlan kavalını dağlarda başka türlü üflüyormuş. Köyün büyüklerinin bile hiçbir yerde duymadıkları ezgiler çalıyormuş. Kavala üflediği soluğundan sürekli kanayan bir hayat dökülüyormuş. Hüzünlü bir hikâye anlatıyormuş kavalı. Güzel kadınlar, yürekli adamlar ve coşkun taşkın çocuklarla dolu bir yer tarif ediyormuş. Ve onlara yapılan zalimliğe ağlıyormuş kavalı. Onun melodisi, bir çocuğun dehşet içinde ama sesini boğa boğa, usulca ağlayışıymış… Öyle acılıymış ki ezgileri, duyanlar hiçbir sebep yokken bir büyük ayrılık acısına düşer, neden olduğunu bilmedikleri bir acıdan ve hasretten feryat figan içinde kalırmış. Otardığı sürü, dağlardaki cümle mahlûkat Çoban Oğlan’ın acılı ezgisinden yanar kavrulur, yine de onun kavalının sesinden vazgeçmezmiş. Kızlar ise Çoban’ın hasret dolu ezgilerini kendileri için kavalına üflediğini hayal ederlermiş. Çoban Oğlan, dolaşıp bildiği yüce dağlarda çocuk aklıyla anlayamadığı bir yaşanmışlık ve acıyla kavrulmuş, büyük bir ayrılık hissedermiş nedense. Terk edilmiş köyler, evler, göller, nehirler, kan kokusu silinmemiş uçurumlar görürmüş rüyalarında da bir türlü bilemezmiş. Bazen bir kuş ötüşü bazen yağmur altında mallarla sığındığı bir mağaradaki derin sessizlik, bir ağıda dönüşür, günlerce kulağından gitmez yüreğinden silinmezmiş. İşte bu derdinin tek çaresi varmış. O çare de ceranceranlarmış. Onların sarp dağların doruğuna tırmanıp durup da nehir havzasını izleyişindeki ulaşılmaz tevekkülmüş. O gözlerin güzelliğiymiş, derinliğiymiş. Çobanoğlan ceranceranları seyrederken bir acı hissedermiş hep. Ceranceranlar o yörenin en az kalan canlılarıymış. Ama onun hissettiği acı, az olmalarından değilmiş sadece. Anlamadığı bir yakınlığı varmış onlara. Birkaç zaman görmese onları, özlemden ciğeri yanarmış Çoban Oğlan’ın. Peşlerine düşer, günlerce izlerini ararmış. Hep onların yanında olmak istermiş. Hep onları görmek istermiş gönlü. Hele bir tanesi varmış ki şöyle iki kaşının arasında alnının ortasında, soluk bir işaret olan. Belli belirsiz, süt damlası gibi bir beyazlık… Bir de hüzünlü bakışları olan o ceranceran. Geçen yıl, ormanda aniden karşısına çıkan. İnsana nazlı bir kızmış gibi bakan. Güzel kızları ona unutturan ceranceran… Sürüye çıktığı ilk yıl, baharla birlikte dağların doruklarından aşağıya doğru inen ceranceran sürüsünü keşfetmiş Çoban Oğlan. Karşılardan, çıplak, sarp doruklardan, meşeliklerden oluşmuş ormanlık alana, oradan da ormanın içinden geçip derenin aşağısına, en sakin kıvrımına su içmeye, süzülerek giderlermiş. Çoban ilk kez görüyormuş ceranceranların bu kadar yakına gelmesini. Ürküp kaçarlar korkusuyla, nefes almaktan bile çekinerek seyretmiş onları. Kesik kulaklarını havaya diken kangallara bakmış, göz hareketleriyle yavaşça “dur”, “sus” işaretlerini yapmış. Onlar da kıpırtısız ve sessiz ama dikkatlice inceleyerek beklemişler gelenleri. Ceranceranlar öyle nazlı ve ürkek geliyormuş ki suyu bile incitmiyormuş. Su içmeleri bitince aynı naz ve ahenkle dönmüşler. Köyün çeşme başı kızları gibiymişler. Uzak, gizemli ama bir o kadar da cilveli. Bir farkla, bunlar külliyen daha güzelmiş. Sekiz ceranceran. Kayar gibi ama sakin, dönüp yürümüşler. Çoban heyecandan nefessiz kalmış. Ceranceran topluluğu geldiği süratle geri dönüyormuş. Çoban’ın içine yine o nedeni bilinmedik keder, gitmesinler istiyormuş. Hep oralarda, hep yanında kalsınlar istemiş. Ama onlar gidiyormuş. Ormanın sınırına dayanmışlar bile. Tam ormana girecekken biri durmuş, sanki durdurulmuş… Çoban Oğlan ona bakmış, o cerancerana bakmış. Öyle kalmışlar. Sürmeli güzel ürkek gözleriyle tam da çoban oğlanın gözünün elifine uzun uzun bakmış. Çoban oğlan bu bakış karşısında taş kesmiş. Kıpırdayamamış, nefesi kesilmiş, kulakları kapanmış. Kalbi durmuş sanki. O bal gibi şeker gibi bakan gözler onu büyülemiş. Onu usul usul okşarcasına, kutsarcasına bakmış. Ceranceran bakışları değdikçe yumuşak, ılık bir şeyler akmış oğlanın içine. Bütün kâinat sanki ona kucak açmış, sarmış onu, yarımmış tamamlanmış, açmış doymuş. Çoban o gözlerde daldığı düşten kangalların havlamalarıyla uyanmış. Ceranceran da sürüsünden diğerlerinin gelip etrafını çevirmesiyle kendine gelmiş. Aralarına karışıp ormanın içlerine doğru girip kaybolmuş. Sürmeli Gözlü Ceran gözden kaybolunca, Çoban’ın dünyası birden kararmış. Ne olduğunu bir türlü anlayamamış. Etraf soğumuş, buzdan bir cehenneme dönüşmüş. Çoban donmuş… Çoban oğlan o gün sürüyü nasıl otarmaya devam etmiş? Otarmaya devam edebilmiş mi? Ne yapmış? Köye nasıl indirmiş? Nasıl teslim etmiş? Hiç bilmemiş, bilememiş. O gün sürüyü o indirmemiş zaten köye, Alabaş, Delibaş ile o kimsenin beğenmediği uyuz eşek indirmiş. O akşam Nazlı Bibi, Çoban Oğlan sever diye kurutulmuş yeşil fasulye ile pilav yapmış, bir de ayran katmış beklemiş. Çoban Oğlan yemeğe gelmemiş. Muhtar Çece, açtır diye oflaya puflaya dama tırmanıp yattığı odanın kapısına varmış. Kapı kapalıymış. Yüklenip açmış, bir bakmış ki ne görsün o babayiğit oğlan, tir tir titriyor. Muhtar’ın aklına yılan, çıyan sokmuş olmasından başka bir şey gelmiyormuş. Nefes nefese Çoban’ın başında durmuş. Çocuğun dişleri birbirine vuruyormuş ama kendindeymiş çok şükür. “Ne oldu oğul sana ne oldu?” “Yok bir şey Muhtar Dayı.” “Seni ne ağuladı böyle oğul?” “Korkma dayı, yok bir şey.” Demiş ve bayılmış. Muhtar karısına seslenmiş. İki ihtiyarcık gece yarısına kadar ayılmasını beklemişler. Çocuk en nihayetinde ayılmış ama bir türlü kendine gelemiyor inliyor, sayıklıyormuş. “Ceran donunda da olsan insan donunda da olsan…” diyormuş kendini bilmez biçimde Çoban. “Ceran donunda da olsan insan donunda da olsan…” Muhtar Çece ile Nazlı Bibi söylediğinden bir şey anlamamışlar. Çoban Oğlan ertesi sabah hiçbir şey olmamış gibi doğrulmuş kalkmış. Geceki halini gören ihtiyarcıklar bir şey anlamamış olanlardan, kötü rüyalara, nazara, büyüye yormuşlar. Yine de o gün Çoban’ı sürüyle yollamamışlar. Onun yerine sürüyü otarmaya köyün gençleri gitmiş. Gençler o gün nereye gitseler sürüyü doyuramamışlar bir türlü. Ne emek verdiyseler köylüyü memnun edememişler. Ertesi gün sürüsünü teslim almış Çoban Oğlan ve ondan sonraki her gün, ama her gün Sürmeli Gözlü Ceran’ını bir daha görmek umuduyla çıkarmış sürüsünü. Günler günleri kovalamış, aylar ayları, mevsimler mevsimleri. Çoban Oğlan kaç çarık eskitmiş, kaç ceran sürüsüne denk gelmiş, kaç kuzu, kaç dana doğurtmuş, olmamış, Ceran’ına rastlayamamış. Çoban Oğlan bir bulup bir kaybetmenin kederiyle baktığı her yerde Ceran sureti görüyormuş. En çok da köyün kızlarında görüyormuş Ceran’ın suretini. Öyle bir zaman gelmiş ki Çoban da kızlara bakar olmuş. Kızların işvesi, cilvesi, hatta bazılarının hüznü bile Ceran’ın onda yarattığı duygulara benzer duygular yaratabiliyormuş içinde. Bu duygular Ceran’ın yarattığı duygulardan hafifmiş ama gönlünü biraz olsun teselli edebiliyormuş. Kızlar bu durumdan hem mutlu hem de mutsuz oluyorlarmış. Her kız Çoban Oğlan kendisi ile göz göze geldiğinde gülümsediği hatta konuştuğu için havalarda uçuyor ama bunu başka kızlara da yaptığı için diğer kızlara ve çobana öfke duyuyormuş. Derken bir gün Çoban, çeşme başında bir kıza rastlamış, adı Gülbahar… Kız akıllıymış. Ona yemekler yapıyor, götürüyor, ona içlikler dokuyormuş. Ama en çok Ceran’ın hikâyesini anlattırıp onu dikkatle dinliyormuş. Başka kızlara gülümsemesine aldırmıyormuş. Onun yüreğini anlıyormuş gibi davranıyormuş. Nihayetinde Çoban’la Gülbahar anlaşmışlar. Dedesiyle nenesi araya girmişler. Kız babası da “Daha iyisine mi vereceğim?” demiş tutmuş, vermiş kızı. Çoban oğlan Gülbahar ile nişanlanmış. Nişanda her ikisinin elleri kınalanmış. Gülbahar nişandan sonra kimsenin nişanlısına azık hazırlamasını istemiyormuş. Kızların nişanlısına bir şey yapmasından ya da onu elinden almalarından korkuyormuş. Kendi elleriyle hazırlayıp götürüyormuş azığını. Neler, ne yemekler, ne etler, ne börekler, tatlılar yapıp götürüyormuş dağlara, nişanlısına. Neredeyse kendi ellerliyle yediriyormuş. Kendilerini kaptırıp kurtlardan kuzulardan utanıp öpüşüp koklaşıyorlarmış. Artık azık zamanları sevdalık zamanları olmaya başlamış. İkisi de mutluymuş. Düğünü kırk gün kırk gece tutmasalar da üç gün üç gece sürdürmüşler. Yörede, nahiyede, yedi dağın, yetmiş yedi köyünde, inlerinde ve mezralarında Çoban’ı tanıyan kim varsa çıkmış, gelmiş. Yemekler yenmiş, akşam sofraları şenlenmiş, oyunlar oynanmış, yıldızlar altında damlara serilen döşeklerde uyunmuş, çobanı kutlayıp gitmişler. Çoban evlendikten sonra da sürüsünü hünerle otarmaya devam etmiş, coşkuyla köylüye yardıma koşmayı sürdürmüş. Yıllar yıllar geçmiş aradan. Ceran’ı bir kez daha, ömrünün içinde bir kez daha görmüş çoban. Güneşli bir günde, dağ taş yeşermiş, sular yürümüş, ovalar şenlenmişken. Bir tek çoban varmış yorgun, bezgin, ıssız. Uzun zamandır böyleymiş. Karısının bakışlarının Ceran’a benzemediğini fark etmiş zamanla. Onu kalben anlamadığını, anlayamayacağını fark etmiş. Fark etmiş etmesine de kıyıp söyleyememiş. Öylece yaşayıp gidiyorlarmış. Çoban Oğlan Ceran’ın bakışını unutamıyormuş bir türlü. Geceleri rüyasına rüyasına giriyormuş o bakışlar. Uyuyamıyor, yemek yiyemiyormuş uzun zamandır. O da dağlarda uyukluyormuş. Sabah erkenden malları toplayıp kırlara sürüyor, sonra da bir kuytu bulup uyukluyormuş. O gün de erkenden yollara düşmüş, köyden epey uzak yazılara gelince bırakmış, sürü yayılmış, Alabaş ile Delibaş sakin beklemekteymiş. Çoban da gözlerini kapatmış. Çok geçmemiş ki birden sanki karanlık bir gecede tüm aydınlığıyla ortalığı bir yıldız ışıtmış, sanki çöl ortasında buz gibi bir su kaynamış gibi tuhaf hava oluşmuş bulundukları yerde. Küçük bir ceranceran sürüsü ağmış, geliyormuş yine suyun başına. Çoban araladığı kirpiklerinin arasından kederle onları izliyormuş. Güzelim sürüye kaç kez umutla bakmış, kaç kez hüsranla başını eğmiş. İşte öyle umutsuz, düşsüz bakıyormuş. Bir de ne görsün? Aradığı, hasretini çektiği Ceran’ı orada, onların arasındaymış. Fırlamasıyla aralarına dalması bir olmuş. Öyle hızla hareket etmiş ki kimse onun kalktığını bile hissetmeden sürünün içine girmiş. O güne kadar bir insanın bir ceranı elle yakaladığı görülmemiş. Ya Çoban çok hızlıymış ya Ceran kaçmak istememiş. Diğer ceranlar koşup ormanı bulmuşken Çoban’ın eli Ceran’ın boynunda, Ceran hareketsiz, öylece kalmışlar. Nefes nefeseymiş ikisi de. Kendilerini birbirlerinin gözlerinden alamıyorlarmış. Sanki başka âlemlerdeymişler de bu dünyaya dönemiyorlarmış. Çoban ağlamış, Ceran ağlamış. Çoban, “Seni yıllarca aradım.” diye ağlamış. “Seni çok aradım. Neredeydin?” Ceran ona bakmış bakmış, ansızın dile gelmiş. “Ben çok geldim, sen beni göremedin, peşimden gelemedin.” “Şimdi gördüm bak. Gördüm ya seni...” “Artık çok geç.” demiş sürmeli gözlü Ceran ve devam etmiş çaresizlikle. “O kadar çok gelip geri döndüm ki... O kadar çok gelip ağlaya ağlaya geri döndüm ki…” Çoban acıyla yüzüne bakarken, Ceran sürdürmüş. “Ceranceran Padişahı çok kızdı. Artık benim insan olmama, sana yoldaş olmama asla izin vermez.” Ceran o güzel gözlerinden yaşlar aka aka dönmüş gitmiş… Onun gittiğini gören Çoban ise orada öylece kalmış… Not: İtiraf ediyorum aslında burada biraz bilerek oynama yaptım yazarken. Bildiğim kadarıyla ceranceran Anadolu yaban koyununun ismi. Gerçekten cerana benzer ve sanırım ceranın atası. O kadar zarif ve güzel. Benim burada anlattığım ise yaban keçisi. Ama anlattığım coğrafyada geyik olarak söylenir. Yakınında ise Hızır'ın Davarı olarak bilinir...

23 Temmuz 2021 Cuma

söyleşi, ververan'da bir hüzzam şarkı, gül parlak, yeni adana gazetesi

“İsterim ki kimse anadilinden uzak kalmasın.” 

 Gül Parlak, Güven Tunç ile Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı adlı kitabı üzerine söyleşti…

 Yazar Güven Tunç’a kanatlı kapıları açtırıp şehir şehir gezdiren duygu nedir? İyiliğin, güzelliğin saklandığı yerlere gitme arzusu mu? Ya da ne?

 Her nereye gitsem ardımdan gelir Ankara... Kötülük gibi iyilik ve güzelliğin de her yerde olduğuna inanırım. Bazen bir çıkmaza düşeriz ve gitmek, bize bir çözüm gibi gelir. 

Ankara'dan her bunaldığımda gitmek, tazelenmek isterim. Oysa Ankara'da benim çocukluk şehirlerimden biridir. Ankara'yı yazmak, Ankara'yı konuşmak çok sevdiğim şeylerdir. Ama söylediğim gibi bu bir türlü vazgeçemediğim şehirden bile bazen bunalırım, kendimi sıkıştırılmış hissederim. Belki şehrin hiç suçu yoktur yaşadıklarımıza... Ama biz yine de onu suçlarız. O yüzden ilk kez Ankara dışında bir şehri, birçok şehirden bir araya getirdiğim bir büyülü doğu şehrini, kötülüğe inat, sizin dediğiniz gibi, iyiliğin ve güzelliğin galip geleceği bir umutla yazdım. 

 Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı, Samo, Enne Hatun, Tamara Bacı, Zelo ve diğerlerinin yaşadıkları cennetten zorla çıkarılmalarının romanı sanki. Yerinden yurdundan edilenlerin, insanlığın bitmeyen çilesinin… 

Ne dersiniz? İnsanlığın bir türlü bitmeyen, gittikçe artan gittikçe yaygınlaşan gittikçe ağırlaşan çilesi...

 "Ya Rab! Günah işliyorum biliyorum. Beni bağışla. Sana yalan söyleyemem. Benim cennet diye bildiğim yer gerçekten burası. Bu Sulak, Sulak'ın can veren suyu, bu Gölöğü bu binbir yemişi bağ bu dere bu çocukken oğlak otardığım yazılar bu göbeğe gittiğim meşelik bu at koşturduğum yol bu Trasul bu Cırik bu Yılanlı Dağın ardında geyik kovaladığım Kayaarası... Rab'bim ne olur beni bağışla... Ben başka cennet istemem. Bu köy benim cennetim. Bin defa dünyaya gelsem bin defa burada yaşamak isterim... Ne olur beni duy! Beni bugün duy! " İşte böyle konuşuyor romanda, kahramanlarından biri olan Samo. 

 Romanı türküler eşliğinde okuyor gibiyiz. Malatya ve Erzincan yöresi ağırlıklı olmak üzere türkülerle uyuyup uyanıyor kahramanlar. Bu, Anadolu halkına, sanatına vefa, zarif bir selamdır diyebilir miyiz?

 Sevgili Gül, çok ince bir soru. Çok teşekkür ederim. Bir selam var mutlaka ama zarif bir selam oluşu sizin inceliğiniz. 

 Erzurum var daha çok. Sonra Urfa, Diyarbakır, Elazığ, Malatya, Sivas, Erzincan, Adana, Amasya, Adıyaman... 

 "Nerede bir türkü duysam şairliğimden utanırım" der Bedri Rahmi Eyüboğlu ustamız. 
Ben de nerede bir türkü duysam peşinden giderim. Çünkü türkülerin çok sevildiği çok söylendiği geniş ailelerden geliyorum. 

O türküleri yapan, yakan insanlara hayranlıkla ve ustam olarak bakmayı seviyorum. 

 Romanda dereler, bağlar, harman yeri tasvirleriyle kurulmuş bir masal dünyası var. Yazarın çocukluğu da bu dünyanın içinde bir yerde mi? 

 Yazları gidilen babaanne ziyaretleri ile sınırlı olsa da evet. Bir de doğaya düşkünlük. Gümüş pırıltıları, neşeli şırıltıları ile dereler, cömert toprak, bağlar, bahçeler... 


 Yaşar Kemal'e atfedilen bir anı vardır. Kitaplarında çok güzel anlattığı bir bölgeye giderler bir arkadaşıyla. Arkadaşı gördüğü yerleri kitapta anlatılana benzetmez hiç. Yaşar Kemal, sen bir de benim gözümle gör, minvalinde bir yanıt verir. 

 Belki oralar sadece bana o kadar güzel görünmüştür kim bilir? 

 Roman kahramanlarından Adran, başka bir ülkeye gitse bile, “Kediye, manık ya da pisik, bademe payam, ayakkabıya kelik” demekten vazgeçmiyor. Annesinden öğrendiği dili terk etmeye kıyamıyor. İnsan için dil, hayati ve hassas bir konu, öyle değil mi? 

 Dil insanın ana yurdundan biridir demek isterim. 

İsterim ki kimse anadilinden uzak kalmasın.

 Kaç dil bilirsek bilelim duygularımızı yine de en iyi ifade eden anadilimizdir gibi gelir bana. Geçmişimizle, annemizle, atalarımızla bağımızdır. Kimliğimizin parçasıdır.

 Romanda insanların, kentlerin değişimini izliyoruz. Üçüncü bölümde kahraman, çocukluğunun şehrine döndüğünde sarsılıyor. Ververan sanki…

 -Ververan ki hem de nasıl... Şehirleri bazen yıkarak, yakarak viran ediyoruz bazen kırk katlı konserve kutuları dikerek, kişiliksizleştirerek, ruhsuzlaştırarak, belleksizleştirerek... 

 "Bu şehir o şehir mi?" diye soruyor kendine roman kahramanlarından Müjgan, "Bu şehir o şehir mi?" 

 Çok geriye gitmeye gerek yok, yirmi yıl önce gördüğüm hangi şehre bir daha gitsem hep aynı duyguya kapılıyorum ben de hüzün ve kederle... 

 Roman, Nazım’ın, “İki şey var ölümle unutulur/Anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü” dizelerini hatırlattı bana. Unutulmuyor değil mi? 

 Unutulmuyor. Yeni şehir anlayışı, şehirleri, birer çok katlı binalar toplamı olarak görüp eski hallerinin üzerinden dozerlerle geçmiş olsa da... Unutulmuyor... 
Belki de unutmamak için yazıyorum. 

 Güven Tunç’un pandemi sonrası’nda, plan, programında neler var? 

 Dünyanın gidişine insanlığın giderek ağırlaşan sorunlarının çözülememesinden, çocukların çektiklerinden, göçmenlerin başına gelenlerden, kadınların öldürülmesine, pandemiden, yoksulluktan, umutsuzluğa düşüp yazmaktan vaz geçiyorum bazen. 
Sonra umutsuzluğa ilaç olarak yazmayı deniyorum yeniden...

Bu da benim çıkmazım... Başladım bir romana. Romandaki umuttan heyecanlıyım bakalım. Biter umarım. İçinde yaşadığımız doğaya, konuştuğumuz dile, tarihimize gösterdiğiniz duyarlılıktan dolayı size teşekkür ediyorum. Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı, okuyucusunun kulağına ulaşsın dileklerimle. Duyarlılığınıza eşlik eden inceliğinize ben teşekkür ediyorum.

24 Aralık 2019 Salı

Bu Roman Neyi Anlatıyor/Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı


BU ROMAN NEYİ ANLATIYOR
Ardımdan gelen şehirler için...
Bir şehir hikayesi daha... Ama bu sefer Ankara değil... Aslında sadece Ankara değil... Başkaları da var... Hatta kaç şehirden bir araya getirip yarattığım bir acayip doğu şehri de...
O acayip doğu şehrinde bir konağın ve o konakta yaşamış dört kuşağın hikayesi...
Bu roman; kısaca bir çok köy bir çok şehir ve bir çok insan hikayesinden oluşuyor...
Acılı şarkıların, büyük ve güzel sofraların, duygularını ve insanlığını kaybetmemişlerin hikayesi...
Samo'nun, Rabiya'nın, Maro'nun, Sara'nın, Hıdo'nun, Müjgan'ın, Fırat'ın, Adran'ın ve daha bir çok insanın hikayesi.
Bir insan hikayesi...
Özünde sadece ve sadece bir insan hikayesi...
BÖLÜM BAŞLARINA NEDEN TÜRKÜLERDEN DİZELER EKLEDİM
Türkülerin çok sevildiği çok söylendiği geniş ailelerden geliyorum ki coğrafyam zaten türkülerin yakıldığı, yapıldığı yerlerden biri... Acının ve anlatışın coğrafyasından bir parça... Urfa, Diyarbakır, Harput, Erzincan, Malatya, Adıyaman, Sivas...
Ve de Davut Sulari'nin, Aşık Daimi'nin, Ali Ekber Çiçek'in, Kazanci Bedih'in, Zaralı Halil'in Erzurumlu Emrah'ın yani büyük ustaların, ulu ozanların yeri...
Benim türküye, şiire, yazmaya, anlatmaya meylim de bundan bu topraklardan sanırım...
Belki bundandır türkülerin ardına düşüp korolara katılışım...
İki bin beşler miydi neydi, öykü, deneme gibi yazdıklarımın başına, türkülerden bir kaç satır koymaya başladım... Sonra da ne yazdıysam türkülerle, şarkılarla, dizelerle başbaşa gitti hep...
Bu romanda da böyle oldu. Bölüm başlarına türkülerden dizeler ekledim...
Bugün anlıyorum ki hala türkü söylemeyi çok seviyorum...
Ve "Nerede bir türkü duysam şairliğimden utanırım" diyen Bedri Rahmi gibi ustalarımın yolumdan gitmeye gayret ediyorum.
YAZIM SÜRECİNDE YAŞADIKLARIMDIR
Ürkek Güvercinler İçin Bir Uzun Ninni
Yakın dostlarımız vardı... Biz onları dağ sandık hep... Dağ gibiydiler çünkü... Oysa kalplerinde ürkek güvercinler yaşarmış... Bilemedik... Bir iki yıl içinde ardarda kırılıp, vurulup gittiler aramızdan...
Şu tatsız dünyada biraz daha kalıp, birlikte gideriz diye bekliyorduk... Olmadı...
Kırılıp kırılıp dururmuş kalplerindeki güvercinler... Kalpten gitti hepsi...
İşte bu ninni, onlar içindir.
Siz şimdi o sonsuz uykunuzu uyumaya gidiyorsunuz ya
kırlara çiçek, dağlara kekik, ovalara ekin olmaya gidiyorsunuz ya
Issız yazılara rüzgar,
Haziran gecelerine yıldız yağmuru,
baharda ilk açan bademe çiçek,
annenin kucağındaki çocuğa masal,
karanlıkta, yalnızlığa batmış bir çobana kaynayan pınar sesi,
vardiyadan güle konuşa çıkan işçi kadınların gülüşüne şiir,
son tümcesini yazmaya uğraşan gence ilham,
1 Mayıs akşamı alanlardan dönen işçi babanın diline marş,
buğulu camlara çizilen kalp
kardeş sohbetlerine anı, gözyaşı, kederli gülücük,
gökyüzüne turna olmaya gidiyorsunuz ya,
...
Güzel turna
Hadi süzül
git gidebildiğin yere
Çınlasın gök kubbe kahkahanla...
YAZIM SÜRECİNDE KENDİME SÖYLEDİKLERİMDİR.
Kendini poyrazlarda sınayan kadın... bu dünyanın meltemi de var... Aç saçlarını…
Bir bilete bakar bir tenha kıyı… Bir deniz ışıltısı… Bir imbat...
Ege dediğin yer neresi? Sabaha oradasın… Birkaç saatcik olsun dertsiz, tasasız seyret ufku mesela... Dalga seslerine kendini öylesine bırakarak...
Sen, bir seher vakti ıssız bir sahilde yürüdün diye batmaz bu batası dünya…
Her gece, aç ve susuz Afrika’yı yorgan diye üstüne örtmesen ne olur? Filistin’e sermesen yatağını her gece… Akdeniz’de alabora olmasan... Küçücük teknelerde kocaman dalgalara kapılıp kaybolmasan… Doğuda, ücralarda unutulup kalmasan... Unutulup kalmasan...
Akşam pazarlarında dökülmüş domatesleri seçmeye uğraşmasan… İnşaatlardan düşüp düşüp ölmesen… Kanayıp kalmasan kayıp çocuklarla...
Meraklanma, senin çıplak ayakların serin sularla bir kuşluk vakti buluştu diye bir dil daha yitip gitmez… Bu dünyanın bülbülü, serçesi, kırlangıcı, leyleği, kekliği de var.
Kendini cehennem ateşiyle sınayan kadın... Bu dünyanın şarkıları da var…. Aç saçlarını… Saçlarını aç... Kalbini aç... Nefesini aç... Bu dünyanın umudu da var... Bir gecelik olsun çık evden... Gezin caddelerde... Geceye karış... İçeceğin bir kadeh özgürlük... Bu dünyada kahkaha ile gülmek de var... Sokakların neşeli kalabalığını hatırla... Kalabalığa karışmanın tasasız adımlarıyla geç sokaklardan...
Ne kadar olmuş bir demet çiçek almayalı... Çiçeklerin de canı var koparmamalı... Ama koklamalı... Ne kadar olmuş bir çiçeği koklamayalı…
Hem ne yapabiliyorsun ki zaten? Yazmak ne kadar değiştirebilir ki hayatı? Her şey tepetaklak ve hızla tükeniyorken... Biraz da kendini anla be kadın...
Kendini akılla, mantıkla sınayan kadın... Senin de bir kalbin var... Unutma.
Güzel şarkıları, güzel dostları, dans etmeyi anımsa mesela... Umudu anımsa. O büyük gençlik hayalinizi…
Hatırla.
Kendini susmalarla sınayan kadın... Bu dünyanın muhabbeti de var... Şairinden, divanesi olduğun şiirleri, can kulağı ile dinlediğin masalları hatırla mesela... Sonra sesleri...Seheri mesela...
Kendini kederle sınayan kadın... Bu dünyanın umudu, bu dünyanın Küba'sı da var... Güzel abilerle ablaları unutma... 68'i mesela... Selda'nın billur sesindeki duyguyu... Erkan Oğur'un türkülerindeki kerameti mesela...
Sen azıcık güldün diye aç kalmaz bir çocuk daha... Belki gülebilsen... Gülebilsen belki... Çocukları da güldürebildiğini unutma...
Bir çocuğun ağız dolusu gülüşüne değmez mi bu dünya?
Hadi o zaman...
İçindeki çocuğa ve kadına gülümse...
Tut ellerinden, kaldır mesela...

Ververan; aslında yerel bir sözcük. Bir tanımlama. Viran olmanın çoğulu... Burada bir yer bir şehir anlamında kullandım. 



9 Eylül 2014 Salı

BİR KALP AĞRISINA UZAKTAN BAKMAK; Kısaltılmış Metin


ahmetaltanenuzungece
oyabaydarkayıpsöz
ayşekulinbirgün


“bu şehir o eski İstanbul mudur”

attila ilhan


Üç, dört yıl önce okuduğum romanların üç tanesinde birçok ortak yan olduğunu fark ettim.
Bu romanlar; Ahmet Altan’ın yazdığı; “En Uzun Gece”, Ayşe Kulin’in; “ Bir Gün” ve Oya Baydar’ın; “Kayıp Söz” idi.
Okumuş olanlar bilir, bu romanlar; “bir bölge”yi ve “bir halkı” konu alarak zaten baştan ortaklaşmıştı. Ancak gözüme çarpan ortak noktalar basit bir tema benzerliğinden çok daha fazlasıydı.

İşte bu yazı, bu fazla benzerlikler üzerine yazıldı.
Ortak noktaların anlaşılması için de önce romanların özetleri ile başlandı;

1. "EN UZUN GECE";

Yelda; sonradan İstanbullu olan, taşralı ve muhafazakâr bir ailenin Amerika'da iktisat okumuş kızıdır. Amerika’da sosyal psikoloji dalında ph derecesi almış ve aynı fakültede hoca olarak kalmıştır. Amerika’dayken bir İtalyan fizikçi ile evlenmiş, evliliğini yürütemeyip boşanmış ve İstanbul’a dönmüş tür.

Selim ise diplomat bir ailenin çocuğu olup, çocukluğu; Peru, Moğolistan, Bolivya, Gine gibi ülkelerde geçmiş, İngiltere’de tarih okumuştur. Oxford’da tanıştığı Fahrünisa ile okulun son günü evlenmiş, iki yıl sonra eşinin isteği üzerine boşanmıştır. Anne ve babasını bir uçak kazasında kaybetmiş, yanız yaşayan bir tarihçi ve akademisyendir. Boğaziçi’nin kıyısında bir üniversitede tarih okutmaktadır.

Yelda ve Selim, doçent bir arkadaşları vasıtasıyla tanışmış ve birbirlerine âşık olmuşlardır.
Ancak; sancılı bir beraberlikleri vardır. Bir keresinde Yelda'yı ağlamaktan öldürecek kadar kötü yapan bir beraberlik. Çünkü Selim; ilişkilere başkalarını da katmakta ve çapkınlıkları konusunda yalan söylemektedir. Selim’in; eski eşi Fahrünisa ile görüşmesi, sanat tarihi bölümündeki sarışın asistanla macerası Yelda’yı incitmektedir. İncinen Yelda’nın zeki hamlesiyle, yürüme engelli Tekin ile kıskandırılan Selim ise kırılmakta ve bu yaşananlar onları bir çözümsüzlüğe sürüklemektedir. Karşılıklı olarak kurtulmaya çalıştıkları bir bağımlılıkla birbirlerine bağlanmışlardır. Büyük aşklarını ne yaşayabilmekte ne bitirebilmektedirler.

Yelda ilişkinin çıkmazından ve acılarından o kadar bunalmıştır ki, Avrupa Birliği’nin “töre cinayetlerini” araştırmak için kurduğu araştırma ekibine Selim’e haber vermeden başvurup işe kabul edilir. “Ben gidiyorum” dedikten üç gün sonra da yola çıkar. Bölgeye gider. İndiği havaalanından onu bir askeri helikopter alır ve köye getirir. Onu; araştırma ekibinde görevli, İngilizce bilen, yörenin okumuş kızlarından olan Rojda karşılar. Köyün girişinde, mor saçlı ve yaşlı bir kadın görürler. Kadın Yelda’nın ilgisini çeker.

Avrupa Birliği araştırma ekibi; İspanyol sosyal antropolog Leopold, Alman psikiyatrist Günter, İngiliz doktor Amy, Fransız davranış bilimci Jacques ile İtalyan sosyolog Beatrice’den oluşmuştur. Yelda ekibe iktisatçı olarak katılır. Misyonun şefi Jacques’tir.

Araştırma ekibinin idare amiri ve güvenlik sorumlusu ise; büyük şehrin kenar mahallesinde yetişmiş ve oradan kopmamış ama daha zengin yaşamları da öğrenmiş bir adamdır. Taner; emniyetin bursuyla Siyasal Bilgiler’de okumuş, bir kavga nedeniyle polislikten istifa etmiş, özel güvenlik şirketi kurmuş, evli, iki çocuğu olan biridir. Karanlık yanları çok olan bir adamdır.

Araştırma ekibinin konakladığı köy, terör nedeniyle boşaltılmış köylerden biridir. Bir iki aile izinli olarak köye dönebilmiştir. Köyde küçük bir karakol bulunmaktadır. Karakolun komutanı ise, Teğmen Cafer’dir. Amiral babasının görevi gereği çocukluğu ve eğitimi Amerika’da geçmiş, inançlı ve insancıl bir kişiliğe sahip olan teğmen Cafer, kendi isteği ile bölgeye gelmiştir. Yelda ona; “Teymın Ceyfır” diye seslenmektedir.

Yelda ve Selim birbirlerinden uzaklaşınca, diğeri olmadan yapamayacaklarını anlamışlardır. Yelda her akşam Selim’i telefonla arar, konuşurlar.

Araştırma ekibi, değişik köylere gitmek için gruplara bölünür. Jacques, Yelda ve yine yörenin okumuş kızlarından olup töre cinayetleri konusunda tez hazırlayan, sosyolog Zerrin, aynı grupta yer alır. Kendi grubunu köylere götürüp getiren arabayı Yelda kullanır.

Yelda’ların grup, ilk olarak Civelekköy’e gider. Onları köyün ağası karşılar. Yelda ağadan izin alıp kadınlarla konuşmak ister. Yelda kadınların yanına gider, köyden bir genç kız, konuşmaları Türkçeye çevirir. Yelda kadınlara; “Erkekler size nasıl davranıyor?“ gibi sorular sorar.

Araştırmalar bu minvalde sürer.

Yelda konaklamakta oldukları köyde on iki, on üç yaşlarındaki bir erkek çocuğunu, Heja’yı çok sever ve ona bağlanır. Heja’nın ağabeyleri ve babası dağda vurulmuştur, annesi – Mor Saçlı Kadın- konuşmaya küsmüştür. Yelda çocuğu,“kuzu” diye sever.

Yelda; kuzuyu alıp İstanbul'a götürmeyi istemektedir. Teğmen Cafer ona birçok kez, eğer istiyorsa bir an önce çocuğu alıp gitmesini söyler. Yelda gerekirse kuzunun annesini bile yanında götürmeyi göze alır. Çocuğa, görmemiş olduğu denizi anlatır, okyanusu tarif etmeye uğraşır.

Yeldaların grup; Civelekköy’e bir kez daha gittiğinde köyde bir kız öldürülmüştür. Köydeki kadınlardan biri, bu ölümle ilgili saklanan bir bilgiyi Yelda’ya söyler. Yelda dönüş yolunda bunu Jacques ve Zerrin ile paylaştığında bu bilginin çok tehlikeli olduğu ve konuşulmaması gerektiği, ancak dönüşte rapora yazılabileceği kararı alınır.

Yelda bölgeden etkilenmekte, Heja ile ilgilenmekte, Selim ile telefonda konuşmaktadır. Ama her konuşma; bir yandan özlem giderirken bir yandan da aralarındaki kırgınlığı, kızgınlığı kışkırtmaktadır.

Bu arada Taner'le Yelda yakınlaşması olur. Sevişirler. Bir birliktelik başlar. Selim bunu telefon konuşmalarında hisseder.

Yelda, Taner’in kabalığına ve aldırmazlığına karşın birlikteliği sürdürür ama bu ilişkiden dolayı da büyük bir çıkmaza girmiştir. Bu çıkmaza duygusal açıdan tahammül edemediği için kötü hastalanır. Rojda ve Zerrin ona bakmak için onunla birlikte köydeki boş bir eve taşınırlar.

Yelda Taner ile yaptığı bir tartışmada, Civelekköy’deki Kürt kadının ona söylediği bilgiyi ağzından kaçırır.

Ve ertesi sabah Heja, ensesine bir kurşun sıkılmış olarak uçurumun dibinde bulunur. Yelda ağlayarak Teymın Ceyfır’a koşar. Teğmen yemin eder. Kendisinin ve ekibinin hiçbir ilgisi yoktur. Çocuğun dağdakiler için kuryelik yapmasından kuşkulanıldığı için öldürülmüş olabileceğini tahmin etmektedir. Ve Yelda’ya; Taner’e sormasını söyler.

Yelda Heja’nın ölümünü telefonda Selim’e ağlayarak anlatır. Çocuğun ölümüne birlikte ağlarlar.Selim bölgeye gitmeye karar verir.

Yelda arabayla gidip, onu havaalanında karşılar.
Köye doğru yola çıkarlar.
Yolda …



2. "BİR GÜN";

Nevra Tuna; Amerika’da iktisat okumuş bir gazetecidir.

Nevra; çok önemli bulduğu bir röportaj için kılık değiştirerek, bin bir zorlukla ve içerden adam ayarlayarak, düşünceleri ve eylemleri nedeniyle tutuklu olan eski milletvekili Zeliha Bora ile görüşmek üzere bir hapishaneye girer. Bir halkın önemli siyasi temsilcilerinden biri olan Zeliha Bora ile görüşme başlar. Kısa bir süre konuşulduktan sonra, Nevra Tuna ile Zeliha Bora arasında keskin bir fikir ayrılığı olur. Aralarında sert bir tartışma gerçekleşir. Bu gerginlik nedeniyle tam görüşme bitecektir ki, bu iki kadının bir zamanların –tahminen otuz beş yıl öncesinin- birbirini çok seven çocukluk arkadaşı oldukları anlaşılır. Bölgeden, Sarıcadam köyünden aşiret kızı Zelo ile kaymakamın kızı Nevo.

Roman geriye dönüşlerle sürer.

Nevra’nın babası Dündar Levendoğlu, bir ihtilal sonrası Zelo’ların köyünün bağlı olduğu kasabaya kaymakam olarak atanmıştır. Özel nitelikleri olan bir kaymakamdır. Tüm köyleri dolaşmış, ağalarla muhtarlarla tanışmıştır. Varlıklı kimselerin verdikleri paraları bir çanakta toplayarak önem sırasına göre köy okullarını, sağlık ocaklarını onartmış, çocuklara aşı kampanyası ve sünnetler yaptırmıştır. Kaymakamın alçak gönüllülüğü, yöredeki düğünlere derneklere katılması onu, halkın sevdiği ve saydığı biri haline getirmiştir.

Kasrikoğlu ailesinin başı, birçok köyün sahibi ve yörenin güçlü ağası; Sadık Ağa ise Zelo’nun dedesidir. Sadık Ağa; teröristlere para verme suçlamasıyla ama aslında masum olarak, işkence altında olan torunu Cengiz için, işte bu idealist kaymakamdan yardım ister. Aslında çocuk bir gün gözaltına alınmış ve ondan bir daha haber alınamamıştır. Kaymakam, gencin suçsuz olduğuna inandığı için yardım etmiş, çocuğun işkenceden sağ çıkmasını ve ailesine kavuşturulmasını sağlamıştır.

Bu yardımın karşılığı olarak; Zelo ve Kader Ana, kasabaya, kaymakamın evine, sekiz aylık bebeği, karnında ölmüş olan Nevra’nın annesi Nermin Hanıma, ev işlerine sürekli olarak yardıma gönderilmiştir.
Nevo ve Zelo çok iyi arkadaş olmuştur. Kaymakamın ısrarıyla Zelo’yu, kasabadaki okula yazdırmışlar, böylece; hafta ortası Zelo; Nevo’larda, hafta sonu ise Nevo; çiftlikte, Zelo’larda kalır olmuştur.

Bir zaman sonra; Sonra kaymakam beyin tayini, başka bir şehre çıkmıştır. İki can arkadaş bu tayinden sonra ayrı düşmüştür. Mektuplaşmaya çalışmış ama kopmuşlardır. Romanda; Nevra’nın mektuplarının Zeliha’ya verilmediği için kopmuş oldukları anlatılır. Nevra’nın daha sonra Orhan adlı bir kardeşi olmuştur.

Bu arada Sadık Ağa’nın torunu ve Zelo’nun amcasının oğlu olan Cengiz; gördüğü işkence nedeni ile çökmüştür. Gündelik hayata dönememiştir bir türlü. Dağa çıkmıştır. Dağda vurulup ölmüştür. Ailesi mezarını bile bilmemiştir.

Zeliha, azıcık büyüyüp genç kız olduğunda, onu vermek istedikleri yaşlı adama varmamak için köyden, sevdiği bir gence, Alişan’a kaçmıştır. Alişan askerdeyken Zelo, onun dayısının evinde kalmış onu beklemiştir. Alişan askerden gelince Mersin’e göçmüşler, Zelo burada hamile kalmış ama çocuğunu düşürmüş ve hastalanmıştır. Alişan’ın hasta hasta üzerine kuma getirmesi nedeniyle de evini terk etmiş ve ailesine geri dönmüştür. Dedesi Sadık ağa, ona sahip çıktığı için aileden herhangi bir şiddet görmemiştir.

Aile; Zeliha’yı sonra Şiyar ile evlendirmiştir. Evlendiklerinde Zeliha on dokuz, Şiyar kırk yaşındadır. Kocası onu sevmiş ve saymış, Zelo’da ona saygı duymuştur. Çocukları olmuştur; Sadık, Daryal ve Helin. Kocası Şiyar, bölgede tanınan siyasi bir kişiliktir. Şiyar milletvekili seçildiğinde, Zeliha da Şiyar ile birlikte Ankara’ya gelmiştir. Şiyar görüşlerinden dolayı tutuklanınca, Zeliha kocasının davasına sahip çıkmak zorunda kalmış ve siyasete katılmıştır. Sonra kendisi de milletvekili seçilmiştir.

Nevra da bu arada Murat ile evlenmiş ve tek çocuğu, oğlu, Cengiz olmuştur. Onuncu evlilik yıldönümünde kocası ona mutfak eşyası bir hediye aldı diye sinirlenmiş ve hediyeyi camdan dışarıya atarak kavga çıkarmıştır. Ertesi sabah kocası bir karar alarak evi terk etmiş, gidip, mükemmel bir iş teklifi almış olduğu Hollanda’ya yerleşmiştir. Nevra; oğlu Cengiz’i de daha sonra babasının yanına yollamış ve evliyken de ara ara gönlünün kaydığı bir adamla, Ferdi ile birliktelik yaşamaya başlamış. Adamın evli olması ve boşanmayı ağzına almaması nedeniyle ilişki bitmiştir.

Nevra’nın babası Dündar Levendoğlu; aslında Sadık Ağa’nın dağa çıkan torunu Cengiz’e -bir teröriste- yardım etmiş bir devlet görevlisi olarak mimlenmiş ve terfi ettirilmemiştir. Vali olamamıştır. Vali olamaması, karı kocanın arasını bozmuş ve Nevra, lise ikiye geçtiğinde, annesi ile babası boşanmıştır. Annesi daha sonra Söke’li bir toprak ağasıyla evlenip İstanbul’a yerleşmiştir. Babası son görev yaptığı Urla’dan emekli olup oraya yerleşmiştir. Kardeşi Orhan da, yatılı okullardan yurt dışına ve oralardan da, bir bilim adamı olarak, “Şansını insan kıymeti bilen bir ülkede denemek için” Amerika’ya yerleşmiştir.

Nevra; Ferdi’den ayrıldıktan sonra, çalışmış olduğu reklâm şirketinden de ayrılarak bir gazeteye geçmiştir. Gazetedeki ilk yıl; Erzincan’daki basılan köye gitmiş, orada olanları görmüştür. Son zamanlarda ise yine doğu bölgelerinde gitmektedir. Kırsal alanda yaşayan, yoksul kızlara, okula gitmeleri için burs veren bir derneğin çalışmaları için; Kars, Erzurum, Doğu Beyazıt, Siirt, Urfa, Lice’yi dolaşmış, o çocuklarla röportaj yapmıştır.

Nevo röportajın sonunda, - bölgeden bir siyasi kimlik ve güçlü bir kadın olarak- Zelo’yu, “Barış için kızların okuması lazımdır, kızları okutalım” diyerek ikna etmeye çalışmaktadır.


3. "KAYIP SÖZ";


Ömer Eren; 68 Kuşağı’ndan bir yazardır. Bir dönem Uluslararası PEN’in; “ülkelerinde tehdit ve baskı altındaki yazarlar” fonundan, kısa süreli bir burs alan ve günümüzde, geçmişi reddetmeden, inkâr etmeden ama orada da takılıp kalmadan piyasa değeri çok olan, çok satan, hatta satış rekorları kıran kitapların yazandır.

Elif Eren ile evlidir. Elif Eren biyokimya profesörüdür. Nobel kadar olmasa da ciddi anlamda saygınlığı olan Avrupa Bilim Kadını ödülünü almayı beklemekte ve kocasının zaman zaman kendisini aldattığını bilmektedir.

Deniz isminde bir oğulları vardır. Deniz, çocukluğunda uzun süre annesinin ısrarıyla psikologlara taşınmış ama mahzunluğu, dirençsizliği geçmemiştir. Deniz büyüdüğünde, anne ve babasının karşı çıkmalarına rağmen Norveç’e yerleşmiştir. Norveç’te, küçücük bir çocukken, anne babasının, bir seyahat sırasında onu götürdükleri, bir küçük adada, o zaman kaldıkları evde yaşamaktadır. Orada onların istemediği bir evlilik yapmıştır. Eşi Ulla’yı; ailesini ve İstanbul’u yakından tanımaya getirdiğinde, Sultan Ahmet Camisi’nin yanında patlayan bir bomba ile kaybetmiş, ailesinden ve toplumdan iyice uzaklaşmıştır. Adada; Ulla’nın büyük annesi, büyük babası ve oğlu Björn ile, anne ve babasının küçümsedikleri sıradanlıkta bir hayat sürmektedir.

Kendisinden beklenen büyük eseri çıkarabilmek uğraşından yorgun düşen, “Artık benden bir şey çıkmaz, çıkanlar da neydi sanki” diyen, artık üretemeyen ve yeniden yazabilmek için bir ses, bir söz arayan Ömer Eren, bir süreliğine geldiği Ankara’dan; “Bu sıkıcı kentte bir gece daha geçiremem” bunaltısıyla, uçuş zamanını beklemeden, hemen, İstanbul’a, otobüsle dönmeye karar verir. Otobüs terminaline gelir, kalkış saatini bekler. Terminalde sıradanlığın dışında, ajite bir kalabalık vardır. Bir çığlık duyar Ömer Eren. Bir kurşun genç bir kadınını yaralamıştır. Karnından ve bacaklarından kanayan genç kadının başındaki genç ve ürkek delikanlının; “We zarok kuşt” sözleriyle, kadının hamile olduğunu ve gençlerin- Mahmut ve Zelal’in- Kürt olduğu anlar. Ömer Eren, gençlerin çaresiz haline duyarsız kalamaz, hemen koşar yardımcı olur, sahip çıkar. Gençler kaçaktır. Askerden, jandarmadan, örgütten, devletten, töreden, kısaca ölümden kaçıyordurlar.

Mahmut; babasının tüm kollama çabalarına, onu okutabilmek, dershaneye gönderebilmek uğruna çöp toplamasına, sınavı kazanıp tıbbiyede üç dönem okuyabilmesine rağmen kendini dağa çıkmaktan geri tutamamıştır. Ama dağda da kafası karışmıştır. Çelişkiler yaşamaktadır. Bu nedenle, bir kuşkulu çatışma sırasında vurulduğunda, dağa değil ovaya doğru kaçıp bir mağaraya sığınmıştır. Tesadüf, sığındığı mağaranın bir başka sığınmacısı daha vardır, Zelal.

Zelal, sürü otarmaya gidildiğinde, sürüden ayrılan kara kuzuyu aramaya çıkan Zelal. Kara kuzu peşinde karanlığa kalan ve karanlıkta bir grubun tecavüzüne uğrayan Zelal. Başına gelenden kimseye söz edemeyen Zelal. Karnı büyüyüp de hamile olduğu anlaşılınca aileden ölüm kararı çıkan, babasının kıyamadığı için salıverdiği, ama amcasının ve itirafçı abisi Mesut’un peşini bırakmadığı Zelal.

İki genç mağarada karşılaşmış ve günler içinde birbirlerine aşık olmuştur. Zelal’in karnındaki çocuğu sahiplenmiş ve o daha doğmadan sevmişlerdir. Mahmut’un yarası biraz iyileşince bir deniz kenarında yaşamak için yola çıkmışlardır. Çocuğu deniz kenarında büyüteceklerdir. Ama Ankara terminalinde başlarına bu kötü iş gelmiştir.

Ömer Eren, şöhretini de kullanarak, Zelal’in hastaneye yatışını sağlar. Mahmut’un kalacağı evi ve para sorununu da halleder. Ve sonra onların memleketine, bölgeye, Mahmut’un babasına oğlunun iyi haberlerini vermeye doğru yola çıkar. Gitmeden, karısı Elif Eren’i arar. O da, bir sempozyum için batıya, Kopenhag’a gidiyordur. “Çocuğu da görecek misin?” diye sorar. “Çocuk” dedikleri oğulları Deniz’dir.


Ömer Eren, bölgeden bir şehre iner. Bir otele yerleşir. Mahmut ona, babasına ulaşabilecek bir eczacı kadının ismini vermiştir. Ömer Eren Hayat Eczanesi’ne, ilaç almaya giden bir müşteri gibi gider. Sonra kimliğini açıklar. Kadının adı Jiyan’dır. Bölgede güçlü bir aşiretin kızı ve öldürülmüş bir aydının karısıdır.

Ömer Eren, Mahmut’un babasını bulur konuşur. Oğlunun sağ olduğunu bildirir.

Ömer Eren bölgede dikkat çekmemek için şehre yeni romanı için araştırma yapmaya geldiği izlenimini yaratır. Komutan ve kaymakam ile görüşmeleri olur. Birlikte yemek yerler.

Ömer Eren ile Jiyan görüşmeye devam ederler. Jiyan ona bölgeyi anlatır. Birbirlerinden hoşlanırlar ve sevişirler.

Bu arada Ankara’da, Mahmut ve Zelal’in izi bulunmuştur. Ama onlar farkında değildir. Bir gün Mahmut bir lokantada sıkıştırılır ve ona sivil insanları hedef alan, cep telefonu kumandalı bir bombayı patlatma emri verilir. Aslında emri veren, örgütten biriymiş gibi rol yapan, Zelal’in abisi Mesut’tur. Mahmut tehdit edilerek ve kandırılarak aldığı düzenekli telefonu, her şeyi göze alarak bir havuza atar ve işlevsiz hale getirir. Zelal ise bir rastlantı eseri kurtulur. Hastanede önce hallerinden, dillerinden dolayı onları dışlayıp sonra anlayan yaşlı kadının önerisiyle yattığı yeri onuna değiştiren Zelal de, abisinin kurşunundan ve ölümden kurtulmuş olur. Mahmut ile Zelal birbirine esenlikle kavuşmuş olurlar.

Bu arada, Elif Eren, sempozyumdan bir süreliğine ayrılarak Deniz’in yaşadığı küçük adaya gelir. Orada bir balık bayramı vardır. Tüm ada oradadır. Irkçı motosikletli bir iki genç de oradadır ve yabancı- doğulu- gördükleri için onları izlemektedir. Elif ile Deniz, onların sataşmalarına aldırmazlar. Elif bu aptal balık bayramını küçümsediğinden kimseye bir şey demeden adayı terk eder. O gittiği sırada motosikletli ırkçı grup, Deniz’lerin evini yakar. Evde kimse yoktur. Irkçılar evin köpeğinin tasmasını sökmeyerek canlı canlı yanmasına neden olmuşlardır.

Elif Eren o arada Kopenhag’a dönmüş otele yerleşmiştir. Adada olanlardan haberi yoktur. O gün onun doğum günüdür. Ama Ömer Eren onu aramamıştır. O da İngiliz meslektaşını arar. Birlikte yemek yerler. Adam; seçiminin kendi cinsi olduğundan, Elif’e flört davranışlarını görmezden geldiğini belirtir.

Deniz, Elif Eren’i arar. Adada olanları anlatır. O da hemen gelmesini söyler. Deniz bu ırkçı saldırı sonucu Türkiye’ye dönmeye karar vermiştir. Deniz ve Björn, Kopenhag’a, Elif Eren’in yanına gelirler. Birlikte İstanbul’a gideceklerdir.

Ömer Eren’de aradığı sözü bulmuş olarak bölgeden eve doğru hareket eder…

Kedi ailesi mutluluk içinde bir araya gelmektedir. Roman böyle biter.



BENZERLİKLER, ORTAK NOKTALAR;



1. Üç romanın batıdaki kahramanlarının hepsi İstanbul’da oturuyor.
Yelda, Selim, Ömer Eren, Elif Eren, Nevra Tuna.

Peki bölgedeki kahramanlar hangi şehirde oturuyor? Bilinmiyor.


Zeliha Tuna, Zelal, Mahmut, Jiyan, Rojda, Zerrin, Heja, Mor Saçlı Kadın.
Kurgusal köy isimleri maalesef pek yerini bulmuyor.


2. Batılı kahramanların çoğu yurt dışında eğitim almış.
Yelda; Amerika iktisat, Selim; İngiltere Oxford tarih, Nevra; Amerika iktisat.


3. İstanbullu kahraman ve karakterlerin neredeyse hepsi yurt dışında, batı ülkelerinde uzun sürelerde ikamet etmiş ya da etmekte;

Ömer Eren, Elif Eren; Danimarka’da yaşamış. Oğulları Deniz; Norveç’de yaşıyor. Yelda; Amerika’da öğrenci ve hoca olarak yaşamış. Sevgilisi Selim; Peru, Moğolistan, Bolivya, Gine, İngiltere. Selim’in ayrıldığı karısı Fahrünisa; İngiltere’de okumuş. Nevra; eğitim nedeniyle Amerika’da bulunmuş. Nevra’nın ayrıldığı kocası Murat ve oğlu Cengiz Hollanda’da yaşıyor. Nevra’nın kardeşi Orhan Amerika’da yaşıyor. Teğmen Cafer; Amerikada okumuş ve yaşamış.


4. Batılı kahramanlar çok başarılı, çok zengin, çok yetkin;

Selim; Diplomat çocuğu, öğretim görevlisi, uluslararası dergilerde makaleleri yayımlanıyor.
Yelda; İstanbul’da, Bizanslılardan daha çok bina yapmış müteahhit bir babanın çocuğu, Amerika’da üniversitede hocalık yapmış bir genç kadın.
Nevra; Kaymakam çocuğu, gazeteci. Gazetede köşesi var.
Ömer Eren; Satış rekorları kıran kitapların yazarı.
Elif Eren; Profesör. Uluslararası konferanslarda ilgiyle izlenen biri.


5. Batılıların hepsi; zekâ, mesleki ve akademik başarı, kariyer ve hatta Nobel konusunda iddialı. Belki takıntılı bile denebilir onlar için.


A. Yelda ve Selim’de; ZEKÂ;

”Yelda ve Selim’in ilişkisinde; ‘zekâ, sürekli biçim değiştiren mitolojik bir yaratık gibidir.”

“Birbirlerini zekâlarıyla yaralayıp zekâlarıyla iyileştirirler.”

“Kendi zekâlarına olan hayranlıkları diğer insanlara karşı duyulan gizli bir küçümsemeyi besliyordu.”

“Birbirinin zekâsına hayran kalıp her seferinde âşık olmak için doğru seçtiklerine daha bir inanırlardı.”

“Bunu sadece kendi zekâlarına değil birbirlerinin zekâlarına da bir borç olarak görürlerdi.”

“Aralarına çektikleri setin daha incelikli, daha zekice nedenleri olmasını istiyorlardı.”

“O günden sonra zekâ onun için erkekleri terbiye ettiği bir kırbaç haline gelmiş… Kendisine ve zekâsına hayran kalmıştı.”

“Sadece bedenleriyle değil bütün ruhları, zekâları ve ihtiraslarıyla katıldıkları sevişmelerden sonra…”


B. Nevra Tuna’da; MESLEKİ BAŞARI;

“Her kılığa girmeye her bedeli ödemeye hazırdım, yeter ki o beni içeri sokabilsin ve ben bu röportajı kotarayım”

“…bu röportajın sonunda Türkiye genelinde ben de önemli bir gazeteci olarak tanınırım artık”

“Gazetenin beşinci sayfasındaki röportaj köşemi podyumlardan inerek televizyon ekranlarından fırlayarak medya dünyasına fırtına gibi giren uzun saçlı uzun bacaklı genç kadınlara kaptırmamak için son şansım bu “

“Ne büyük bir yazıktır ki ben de bir zamanlar uzun saçlı uzun bacaklı bir sarışınken gazete köşeleri, oraları yıllar önce parsellemiş usta yazarlara aitti sadece.”

“…köşemi elimde tutabilmem için ağzımla kuş tutmam gerekiyor. İşte bugün ben ağzımla o kuşu tutmak için buradayım. Sırf bu nedenle, aylardan beri yırtınıp durdum bu görüşmeyi ayarlayabilmek için”

“Yerimde kalabilmek için olağanüstü bir iş çıkarmamın şart olduğunun bilincindeyim çünkü işimi kaybetmeye gücüm yok.”

“Bir yıldız gibi parlayacağım. Herkes bu röportajdan söz edecek. Önümüzdeki yılın gazetecilik ödülünü büyük bir ihtimalle ben alacağım. Belki başka iş teklifinin de önünü açacak bir yazı dizisi. Kara talihimin bir yerde bir gün bir vesile ile değişmesi şart. Evime döndüğümde aynadaki mutsuz ve yorgun yüzüme bakıp ‘ Yine olmadı, bunu da başaramadın işte Nevra’ dememeliyim.”

“Başaramamaktan bıkkınım çünkü. Kaybetmekten bıkkınım. …”




C. Ömer Eren- Elif Eren

a. Ömer Eren; BAŞARI-KARİYER;

“İsterdim, ama cesaretim var mı? Yok olmaya değil yok sayılmaya hazır mıyım?.. On beş yılda tuğla tuğla ördüğüm kariyerimin sıfırlanmasına…“

“…; piyasa değeri olan yeni bir yol, yeni bir yöntem aradım. Satış rekorları kıran, mutlu bir şaşkınlık içindeki yeni baskılarını yetiştirmekte zorlandığı o ara romanı yazdım Karşı Taraf….eleştirmen olsaydım, yekten, ‘ruhsuz ve derinliksiz’ olarak niteleyeceğim bir kitaptı.”
“Aşk dozunu artırıp, biraz gerilim, biraz gizem, mistizm ekledim. Çok sattım.”


“İmza günlerinde önümde uzanan çoğu kadın hayran okur kuyruğunun uzunluğunu ölçerek…
müşteri memnuniyetini gözeterek”


b. Elif Eren; NOBEL-BAŞARI;

“Nobel alan ilk Türk kızı olacaksın, diye şakalaşırdı hocalar. Neden olmasın! Alayım da görün siz”

“Artık Nobel hayalleri kurmayacak kadar olgunlaşmış olması yanında…”

“Nobel değil, ama daha alçakgönüllü bir ödül, örneğin bir Avrupa Bilim Kadını ödülü getirebilir bunlar ”

“Nobel alacak halin yok, hiç değilse”

“Alacağım ödüllerin hayalini kurmaktan başka ne yapıyorum ben”

“Önceki gün uluslararası sempozyumun en ilginç sunumlarından birini yapan… Yılın bilim kadını ödülüne bir adım daha yaklaşan ben”

“Bugün elli iki yaşımı bitiriyorum. Kopenhag’dayım,.. Biyokimya profesörüyüm. Yılın Avrupa Bilim Kadını ödülüne adayım. Nobel değilse bile…”


6. Batılı kadın kahramanların; kadınlığı, kendi kadınlıklarını, diğer kadınları algılamalarında da ciddi bir benzerlik var sanki;

A. Yelda;

“Daha doğuştan kendisine bağışlanmış bütün olumlu ayrıcalıkları, güzelliği, zekâsı çalışkanlığı …………onun ruhunun derinliklerinde ancak Olimpos tanrıçalarında rastlanabilecek bir kendini beğenmişliğe dönüyor, bunu saklamasını sağlayacak bir zekâsı olmasına rağmen kendine duyduğu hayranlık, gizlendiği yerde çocukluğundan beri her gün biraz daha büyüyerek bütün ruhunu sarıyor ve onun en büyük zaafını oluşturuyordu”

“…erkeklerin kendisinden başka bir kadını beğenme ihtimalinden bile çılgına döner…”
“Yelda daha masaya otururken o geceki rakibinin çift cepli haki gömleğinin açık düğmelerinden göğüs dekoltesi cömertçe gözüken Beatrice …”

“…Dar, siyah bir tişört, dizlerinin altında biten sımsıkı bir siyah tayt, yumuşak tabanlı koşu ayakkabılarını giyindi. Aynada kendine baktı, gözlerinin altı uykusuzluktan ve yorgunluktan biraz harelenmişti ama vücudu siyah bir jaguar gibi esnek ve diri gözüküyordu. En kederli anında bile kendi vücudunu beğendiğinde ancak bir kadının gülümseyebileceği gibi gülümsedi…”

“…kendisinin onun için aslında ulaşılmaz bir kadın olduğunu anlatmak istiyordu..”
“Birlikte olduğu erkekten bir başkasıyla yatan kadınların birçoğu gibi ‘aldattığı’ erkeği küçümsüyor ..”


B. Nevra Tuna;

“…doğulu bir kadın olmanın tüm ezilişlerini ve zorluklarını yaşamış olan arkadaşıma…”

”Beyaz şarap sevdiğimi öğrenmiş her seferinde en iyi marka buz gibi bir şarap açtırıyordu benim için. Doğum günümde kapıdan zor sığan upuzun saplı güller yollamıştı, her gülün sapına küçücük bir hediye paketi bağlamış…”

“”…evimi temizlemeye gelen kadın, beni hiç ilgilendirmeyen saçma sapan rüyalarını ve kaynanasının bel ağrılarını anlatsın karşıma geçip…”

“ …sen nereden bileceksin bir kadına nasıl kur yapılacağını. Aşiretlerde kadınlara kur mu yapılır.” “bizim flörtlerimiz fingirdeşmelerimiz, evlenmeden, imam nikâhı filan kıymadan birlikte yaşamalarımız ne kadar da uzaktır size”

“…ona kıyasla ne şanslı olduğumu fark ettiğim için, bir sızı gibi ince bir utanç duyuyorum yüreğimin derininde. Benim şikâyete hakkım yok. Ben şehir kızıyım, kuma nedir bilmeyen…”

“..Minik bir elmas yüzük…Hindistan’a seyahat bileti…Armani’nin vitrininde görüp hayran olduğum ve iç çekişlerle seyrettiğim kadife ceket. Bunların üçü de büyük bir fedakârlık gerektiren armağanlar olurdu bütçemiz için…”

“Ne var ki ben çalışan bir kadınım ve asla saçını süpürge eden kadınlar takımından olmadım”

“..Evlenirken annesinin koluma taktığı altın bilezikle, Murat’ın parmağıma taktığı nikah yüzüğünün dışında Tuna ailesinden hiç hediye görmüş müydüm bunca yıldır? Eline bir buket çiçek alıp gelmişliği var mıydı kocamın evine?.. Bir sürpriz yapmışlığı, sevgililer gününü kutlamışlığı?..”

“ Kalbimi kırma Zelo, metres dediğin erkeğin parasını yer. Metrese katlar, yatlar, kürkler, mücevherler alınır. Oysa ben onun bana kitap, CD ve çiçeğin dışında armağanlar getirmesine izin vermiyordum. Birlikte bir yolculuğa dahi çıkmadık. Kısacası metreslikten bile nasibimi almış değilim. …”


C. Elif Eren;

“…üzerine tam oturan, sıkmadan saran, markalı- o bilinen sıradan markalardan değil ama- pahalı blucinini giyerken, yaş ellilere varmışken-varmış da ne. Aşmışken- hâlâ ince kalmaktan, cevval ve hareketli olmaktan duyduğu memnuniyetle gülümsüyor….Deniz şişmanlamış, hantallaşmış; sağlığa da göze de zarar bir beden, belleğine takılıp kalmış dizelerdeki gibi: ‘Hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten.’ Oğlunun bedeninden utandığını bilincine çıkarınca kendine yabancılaşıyor, kendini sevmiyor. İnceyim, zarifim bakımlıyım üstelik Profesör Elif Eren’im de ne işe yarıyor bütün bunlar?”

“Aslolan benim. Her gidişte döndüğü kadın benim. Hayır doğru değil bu, hiç kopmaz, ayrılmaz ki benden, dönsün.”

Yıllarca direnmiş, geçici ilişkilerle aşınacağına sağlamlaşmış, perçinlenmiş bağ artık tutkulu bir aşk, bir karasevda olmasa da güvenli bir sığınak gibi geliyor Elif’e, Ömer Eren’in karısı olmak, kadını olmak”

“Karnını poposunu toplayan, olduğundan ince görünmesini sağlayan özel kilotlu çorabını, göğüslerini daha dolgun gösteren özel kesim sutyenini aynanın karşısında çıkardı. ….aynada çıplak bedenini seyrederken…içine giydiği sutyenden parlak ipek jarse bluza kadar her şey kadınlığını sergilemek, erkeği tahrik etmek için seçilmemiş miydi…bu yaşta bile hiç de fena olmayan memelerinin başları görünsün diye.”

“Kocasının doğum günü için arayıp da bulamaması karşınında; ‘Aramış demek ki. Aramış işte yaşasın. Telefonu uzun uzun çaldırmıştır. Belki de birkaç defa. Kimse cevap vermemiştir. Merak etmiş midir?”



7. Çocuklarda ve ana- babalıklarında da acayip bir benzerlik var;


Üç romanda da söz konusu edilen evlat; erkek çocuğu; Heja, Deniz, Cengiz.
Bir de Heva var. Zelal’in karnında ölen Umut. Üstelik o da oğlan.
Nevra’nın annesinin karnında ölen de oğlan; başka bir Cengiz.
Annesi parçalanıp ölen de bir oğlan; Björn
Nevra’nın bir kardeşi var o da oğlan. Orhan
Tümceler alt alta sıralandığında ortaya çıkan sonuç bile ayrı bir inceleme istiyor.
Çocuk hayatın tazelenen, yenilenen yönüdür diye biliyorum da oğlan çocuk neyi simgeliyor onu bilmiyorum.
Bu kadar oğlan çocuğu telefi pek de iyiye alamet gelmiyor bana. Balinalar gibi, bir sınıf kendini mi bitiriyor ne?
Ya da bilmediği dağlara ve gecelere zorla yollanan gençlerin uzak çok uzak aynalardaki yansıması mı?

Ana babalıklarları ise aşağıda;

A. Yelda;

“ Onu da götüreceğim, sadece annesini düşünüyorum, oğlunu bırakmak istemezse ne yaparım, gerçi o kadını da götürürüm olmazsa diyorum ama bilmem ki gelir mi… ”

B. Nevra Tuna;

“…oğlumun beni pek de ilgilendirmeyen okul haberlerine…”

“Ben hiç öğretmedim Cengiz’e böyle oyunlar. Masallarını bile babası okurdu uyumadan önce. Sadece kendisiyle dolu, kendine dönük, kendi dünyasıyla haşır neşir bir annenin elinde büyümüş benim zavallı çocuğum. Oğlumu, kendi çocukluğumun oyunları, renkleri ve anılarıyla tanıştırmaya üşenmişim. Ne kadar pişmanım şimdi…”

C. Ömer Eren,

“Ama ben sana hep Oğul dedim, kediye de kedi dediğim gibi”

“Oğlunun erkenden yağ bağlamış, hantallaşmış bedenine “

“En iyiyi yapmak için her şeyin var. Her imkân tanındı sana. …hiçbir halt olamadığına göre, git bari insanlığın acısının fotoğrafını çek. Irak’ta bir savaş muhabirliği işi ayarladım senin için.”

“Bisiklete binmeyi bile zor öğrenmiştin çocukluğunda. IQ’nun deha sınırında olduğunu söyleyen o salak psikolog gelip de görsün dehayı…”

“Anladık Nobel alacak halin yok, hiç değilse şu dünyanın acılarına fotoğraf makinenle tanıklık et bari … bu kadar acımasız değildi ama benzer bir cümle…gözden çıkarıldığının bir ifadesi.”


D. Elif Eren;

“Surat asma, karnen kötü demedim. Ama biyolojin, kimyan daha iyi olabilirdi. Fiziğin de mesela 9 yerine 10 olabilirdi, biraz daha dikkat etseydin sınav sonuçlarına”

“Bu benim oğlum mu? Bu sakalı bir karış uzamış, hantallaşmış, yaşlanmış, balıkçı kılıklı, Norveç köylüsü benim oğlum mu?. Uzun sürmüş bir kâbus bu”

“Oğlunu taşımaya hazır mı? Başarısız beceriksiz yenik oğlunu; bu saçı sakalı karışmış, özensiz, pırıltısız, şişko adamı”

“Seni ezdiğimizi, hava attığımızı falan hiç hatırlamıyorum”

“Senden Nobel beklemedik”

“Deniz şişmanlamış hantallaşmış; sağlığa göze zarar bir beden”

Bu aptal ada, ölüp giden o aptal kızcağız, dünyadan habersiz köylüler, budala oğlumun, önüne serilen fırsatları elinin tersiyle itip kendini bu mezara diri diri gömmesi”


E. Bir de çocuğun gözünden, Deniz Eren’den dinlemeli Elif ve Ömer Eren’i;

“Hiç sormadınız ki bilesin nasıl yaşadığımla değil hangi başarıya imza attığımla ilgiliydiniz.”

“…savaşın ortasına göndermiştin ya beni, savaş muhabirliği yapayım diye, o çöllerde, savaş alanlarında çok kan vardı… Yaptığım işten nefret ediyordum”

“Hep eleştiren hep daha iyisini isteyen hep başarı bekleyen annesi”

“Başaramamış yükselememiş bir evlat yerine ölü bir evlada razılardı.”

“Evdekileri memnun etmek, onların gözüne girmek için çok çalışıp, çok ezberleyip alınan yüksek notların, taktir değil de teşekkür aldığı için burun bükülmesinin ….önce anlamına varamamış sonra haksız ve acımasız bulmuş..”

“Bunu gerçekten istediğine emin misin anne? Ünlü yazar Ömer Eren ile yılın bilim kadını olmaya aday Profesör Elif Eren yaşam özürlü oğullarını taşımaya hazırlar mı?”

“Savaş yayılıyor, işler ciddileşiyor, oralar artık çok tehlikeli, hemen dön’ demelerini boşuna bekledi ….Ama ‘dön’ demediler, eve çağırmadılar….’Gayret Deniz! Önemli işler yapıyorsun, işte benim oğlum bu’ dedi babası. ‘Dikkatli ol pisicik, fırsat buldukça sık sık telefonla ara’ dedi annesi

8. İstanbullu kahramanların aralarındaki kadın erkek sevgisinde, karmaşada bir benzerlik var, ya da biz sıradanlar aşkı başka anlıyoruz;

Selim ve Yelda aşıklar. Selim her zaman çapkın. Yelda da gidip Taner ile sevişiyor. Ömer ile Elif hâlâ birbirlerine âşık ve Ömer her zaman çapkın. Bir de bölgeye gittiğinde orada özel bir kadınla karşılaşıyor Jiyan. Jiyan ile sevişiyor. Elif, Kopenhag’da doğum gününde kocası aramadı diye İngiliz meslektaşını yemeğe davet edip, ona kur yapıyor. Adam eşcinsel olmasa orada da bir sevişme yaşanacak. Nevra kocası varken Ferdi ile cilveleşiyor falan.

Bir de Jiyan var. Karısını yılbaşı hindisine, birlikte olduğu diğer kadınları hindinin yanındaki garnitüre benzeten Ömer için Jiyan’ın anlamı ne? Ömer Eren’in “Bırak kadınlara akıl vermeyi, doğum kontrolünü falan kadınım; bana, bize bir çocuk doğur. Yitik oğlumun yerine koyacağım bir Kürt Türk çocuğu; aşkın ortak dilinin, umdun, geleceğin çocuğu” dediği, Jiyan bu. Garnitür denen şeyden bu kadarını beklemek biraz fazla değil mi? Selim de Yelda’ya “ sana bir Heja yapacağım” demişti. Bir ilginç benzerlik daha.

9. Batılı kahramanlar bölgeden insanlara karşı hem çok “iyi kalpliler”, “yol göstericiler”, “eğiticiler”
hem de onlara karşı kızgınlık, kırgınlık ve yargılama gibi bir özelliğe sahipler. Burada da bir benzerlik var sanki…

A. Yelda;

“İçeri girdiğinde onu önce Rojda görmüştü, orada olmaktan, yabancıların arasında, onlardan biriymiş gibi İngilizce konuşarak sohbet etmekten Yelda’ya acıklı görünen bir sevinç duyduğu diğerlerinden daha fazla gülmesinden, daha coşkulu konuşmasından fazlasıyla rahat davranışlarından anlaşılıyordu.”

“Yelda genç kızın öfkesinin altında kendi ırkının erkeklerinin cinayetlerinden duyduğu utancın saklı olduğunu da sezmişti”

B. Nevra Tuna;

“ Bir farkımız da bu, Zelha ile. Koskoca bir imparatorluk artığı olmanın genlerime işlemişliğinden olabilir mi, hoşgörüm.”

“Çocuklarının suçunu örtbas etmeye çalışan bir ana gibi, Kürtler için hayıflanmak da bana düştü hep.”

“ Ermenilerle birbirinizi yemişsiniz, bu da Türklerin suçu olmuş! Ermenilerden boşalan yerlere güle oynaya konaklayan Kürtlerin vebali de Türklerde…”

“Doğu’nun ezilen kadınlarını kurtarmaya çalış..”

“Bir devlet isyankar çocuklarını yirmi sekiz kere bağışladıysa, yine bağışlamasını bilir…”

C. Ömer Eren;

“Halk yüzlü, halk giysili, halk kokulu yolcuları”

“Sadece kendilerinin mazlum ve mağdur olduğuna inanıyor bunlar.”

“O kadar savundum haklarını. Anadil manadil konusunda, bir de Doğu’daki faili meçhullerle ilgili yazılar yazdım diye az kaldı başım belaya girecekti. Avrupa Birliği normları, Avrupa “ ne der” kaygısı, sivil toplumun tepkisi olmasaydı, açılan davalardan mahkûm bile ederlerdi.”

“Az laf etmedik, az yazı yazmadık bu yakmalar yıkmalar için. Ama unuttuk işte, unuttum”

“Bunların haklarını korumak için göze alınan onca bela; “vatan haini” ilan edilmek, şu maddeden bu maddeden yargılanmak, daha neler neler, hiçbiri makbule geçmiyor. Ne güveniyorlar sana ne de teşekkür ediyorlar; onların gözünde işbirlikçi Batılı Türk olarak kalıyorsun”

Öve öve bitiremediğiniz mesire yeriniz burası mıydı diye düşünüp küçümseyeceğini, benzer yerlerle kıyaslayacağını biliyor Ömer’in. Soğukpınarın üç kavak bir söğütlük zavallı bir yer olduğunu; bu topraklarda iyinin de güzelin de ölçüsünün değiştiğini; devlerin gözünde cüceler ülkesinin ölçülerine indiğini kahrolarak isyan ederek biliyor…”


10. Batılı kahramanların hepsi de bütün bu yol göstericilikleri yanında kendilerine kurdukları hayattan çok mutsuzlar. Kendi çıkmazlarının farkında değiller sanki.

A. Yelda;

“Selim’in de karşısındaki kadının yaşadığı yıkımın ağırlığını anlayamaması, şefkatini her zamanki gibi saklaması Yelda’nın her seferinde biraz daha fazla yaralanmasına yol açmıştı, neredeyse her karşılaşmaları Yelda’nın zapt edemediği acısının aralarına girip, onları biraz daha ayırmasıyla son bulmuştu.
Yelda belki acıya dayanabilirdi ama acı çeken bir kadın olmaya, kendisine aldırmadığını düşündüğü biri için her gece ağlamaya, onu biraz daha görmek için yalvaracak hallere gelmeye dayanamazdı.”


B. Nevra Tuna;

“…Evime döndüğümde, aynadaki mutsuz ve yorgun yüzüme bakıp, ‘Yine olmadı, Bunu da başaramadın işte, Nevra,‘ dememeliyim. Başaramamaktan bıkkınım çünkü. Kaybetmekten bıkkınım. Evliliğini elleriyle bozan, kendi hataları yüzünden önce kocasını, sonra gül gibi işini, daha sonra da çocuğunu kaybeden bir budalayım ben. Hiçbir şeyin sonunu getiremeyen bir beceriksizim. Değil bir kocayı, bir sevgiliyi dahi elinde tutmayı beceremeyen kocaman bir aptalım. Bugünü de yüzüme gözüme bulaştırırsam… bin bir takla atılarak, nice ipler çekilerek kotarılmış bu görüşmeden yüzümün akıyla çıkmazsam, TEM otoyolu üzerinde yer alan upuzun binanın yedinci katındaki, kaçak apartmanlara bakan, ‘Türkiye gerçeği’ manzaralı odamdan bilgisayarımı söküp, tek tük kişisel eşyamı toplayıp çıkmak zorunda kalırsam, son bir yıldır beni hayata teyelleyen yegâne ilmeği de çözmüş olmayacak mıyım? Ne kalacak geriye bana tutunmam için? Ne? Tanrım bana yardım et ki, kiminin gözünde terörist, kiminin indinde azize olan bu doğulu kadın, bu köylü kızı, bu son yılların, durumdan vazife çıkartılarak yaratılan parlak yıldızı, gelsin ve konuşsun benimle. Konuşsun ve kaderimi değiştirsin”

“…Demin dedin ya Zelha, kaset boşa dönüyor diye… benim hayatım bu işte. Boşa dönüp duruyor, boşa, boşa, boşa… ben hiç fark etmiyorum. Hep bir ümitle bekliyorum. Hep bekliyorum ama hep boşa dönüyor.”

C. Ömer Eren;

“Beni bekleyen ne var ki İstanbul’da… Elif’ten başka! O da zaten deneyleriyle, öğrencileriyle, yabancı dergilere yazdığı bilimsel makaleleriyle meşguldür. İşsiz insanların işidir beklemek.” Elif’in işi hep başından aşkındır. “

“ İçinde kara bir boşluk ve boğuntuyla yeniden kaçmak için eve; hep orada, hep sevgili, hep ölçülü, hep uzak karısına; övgü ve dostluk gösterilerinin ardına saklanmış ‘biz senin cemaziyülevvelini biliriz’ sırıtmalarını görmezden gelerek, edebiyat çevrelerine, kimi nerede, hangi havalarda, hangi dünyalarda bulacağını bilememenin korkusuyla eski yol arkadaşlarına dönmek. Yollar, ülkeler, şehirler, oteller, denizler, limanlar, insanlar; hep, ‘yaşantı olsun’ diye. İçine yapışmış boşluk ve anlamsızlık duygusuyla”

“Kendi topraklarım kurudu, kendi insanlarım değişti. Belki de onlar değil ben değiştim. Onlara, kendime yabancı kaldım….”

Görüldüğü üzere;

Her üç romanda da sıradan insan diyebileceğimiz batılı kahraman yok. Belki romancıların çevresi o insanlardan oluştuğu için onlara sıradan gelebiliyor ama bize göre sıradan değil bu kahramanlar.
Hepsi İstanbullu hepsi üst ekonomik düzeyden ailelerden geliyor hepsi en az üniversite mezunu hepsi yurt dışında yaşamış ve okumuş hepsi zeki, başarılı ve kariyer sahibi hepsi partnerine aşık ve ama aynı zamanda başkalarıyla rahat iletişim kurabiliyor ve bireysel yaşamlarında çıkmazları büyük, mutsuzlukları derin ve anne babalıkları sorunlu. Ve bölgedeki insanlarla olan kişisel iletişimlerinde de memnuniyetsiz ve yargılayıcılar…

Kahramanların hayatla sıradan hiçbir bağları yok. İnsani etkinliklere yüz vermiyorlar. Aralarında; güzel şarkı, türkü, arya söyleyen birileri yok, gitar, saz, flüt, piyano, keman çalan birileri yok, iyi mantı yapan, iyi pilav pişiren, iyi midye dolması yapan birilerinden vazgeçtim iyi makarna yapan biri yok, batının dışında, ülke içinde seyahat eden, müze gezen, resim yapan, kille uğraşan, gergef işleyen, örgü ören, yürüyen, yüzen, tenis oynayan, balığa çıkan bir roman kahramanı yok.

Hayatlarında varsa yoksa başarı ve kariyer bir de bir halka akıl vermek, bir halkı kurtarmak falan fian…

Romanlarda bir halk anlatılıyor ama nasıl? Hiç mi türküsü yok bu halkın? Hiç mi masalı? Efsanesi? Manisi? Hatta tarihi? Hadi onların yok sanılıyor, o coğrafyadaki diğer halkların da mı yok? Ermenilerin, Süryanilerin, Keldanilerin, Ezidilerin? Derslerini iyi çalışmamış bu yazarlar.

Oralarda Hıristiyanlar var. Hem de kadim zamanlardan kalma Hıristiyanlar. Süryaniler, Ermeniler var. Yahudiler var. Sabetayistler var. Sonra Araplar var. Sünni ve Alevi Kürtlerle, Sünni ve Alevi Türkler var. Zazalar var. Keldaniler var. Bir kısmının kendisi kalmasa da kültürü var. “Bizans Bahçeleri” demek yetmiyor. Ya da “Mezopotamya’yı özlemek” olmuyor. Oralarda halktan hiç kimse yaşadığı yere Mezopotamya demiyor. Olsa olsa mesleğe yeni başlayan turist rehberleri öyle anlatıyordur belki.

Romanlarda; bölgedeki aşiret düzeni, kızların okutulmaması, kan davası, adına ister namus cinayetleri densin ister töre cinayetleri ama özündeki işleviyle “kadın cinayetleri” anlatılmak isteniyor ama acayip yanlış sonuçlar çıkıyor. Bütün bunları belli bir coğrafyaya, belli bir halka, belli bir etnisiteye bağlamak büyük bir insafsızlık büyük bir önyargı ve büyük bir ayrımcılık yaratıyor.

Kumalık düzenini eleştireceksek, İstanbul’da altmışlık yetmişlik iş adamlarına on altı on yedi yaşında sevgili yapılan çocukları unutmamalı.

Acıyı neden o kadar uzağımıza atıyoruz ki? Büyük şehirlerin lüks semtlerinde, toplumsal ekonomik düzeyi yüksek, okumuş kadınların suskun kaldığı, diğer kadınlar gibi itiraf edemediği, şikâyette bulunamadığı bu nedenle engellenemeyen, önlenemeyen ve de bilinmeyen pasif, sinsi, bir acayip çeşit aile içi şiddetten kimse söz bile edemiyor. Kimse yazamıyor.

Kadınları, kız çocuklarını bu bakış açılarıyla anlama olanağımız yok. Bu bakış açısıyla olacaksa herkes kendine baksın önce…

Ya büyük şehirlerde yaşayan Heja’lar? Büyük arabalarla önlerinden geçilip gidilen, yüzlerine bakılmayan Heja’lar? Onların sadece bölgede olunca görünür olması, İstanbul’un sokaklarında görülmüyor, duyulmuyor olması romanları inandırcılıktan uzaklaştırıyor.

Doğulu roman kahramanları, özellikle bir halkı temsil ettiği varsayılan karakterler; çocuk ve kadın üzerinden aktarılıyor. Kadın ve çocuk bütün toplumların en kanamalı grupları. Çok etkileyici hatta vurucu konular bunlar. Vicdana, vicdanlarımıza çok yakın duruyorlar. Ama dikkat etmeli; ‘kuzucuk’, ‘kedicik’, ‘annesinin mikisi’, ‘annesinin pisisi’ ‘pisicik’, ‘minik kedicik’,’ kuzu’, ‘küçük prens’ gibi sözcükler bu koşularda sakilleşiyor.

Romanlarda Doğu’daki kadına bu denli ezik gözüyle bakılması- batının kadınarını da problemli gösteriyor. Hep özel ve de hep özel olmaya çalışan, bunun için ruhunu satmaya razı gelen ama ruhu da bir türlü doymayan, hep sevgiye aç, nevrotik bir kadın tipi çıkıyor ki böyle de değiliz çoğumuz. Yaşayamayan bir kadın tipi. Mükemmel ama donmuş… Şükür ki tüm sıkıntılarımıza karşın böyle değiliz…

Bu yazıda hem doğudan hem batıdan bir şeyler almış bir kadın olarak, bir kalp ağrısına uzaktan bakılmasından rahatsız olduğumu, içinden, derinden hissedilmedikçe yazılanların gerçekçi algılayamadığımı, beyaz gözlüklerle bir şeylerin görüleceğine inanmadığımı, kibire batmış roman kahramanları yoluyla bir halkın anlaşılamayacağını anlatılamayacağını, bir halkı hatta tüm halkları sevmeden tanımadan onlara üstten bakmanın, akıl vermenin edebiyat olmadığı, konuya bir çözüm öneremeyeceğini, dünyadaki bütün haklar için özürlük, eşiktik, kardeşlik içinde güzel, şarkılar, güzel aşklar ve güzel yemekler olmadan barış geleceğine inanmadığımı kendi açımdan ve dilimin döndüğünce ifade etmeye çalıştım.

Güven Tunç
ekim 2011
eylül 2014


Bu metinin ayrıntılı açıklamalarını çok önceden blogun diğer sayfalarında yayımladım. Metin internet ortamına uzun kalacağından bir çok sayfaya bölerek yer verdim şimdi ise kısaltılmış olarak yeniden düzenledim.

8 Eylül 2014 Pazartesi

GİRİŞ


Bir Kalp Ağrısına Uzaktan Bakmak- Giriş


"bu şehir o eski istanbul mudur"
attila ilhan


Son birkaç yıl içinde okuduğum Türkçe romanların bir kaçında, daha doğrusu tam üç tanesinde, birçok ortak yan olduğunu fark ettim.

Bu farkındalığım; en son elime aldığım, Oya Baydar’ın “Kayıp Söz” romanını okuduktan sonra oluştu. Ondan önce, birkaç tanesiyle birlikte bitirmiş olduğum diğer iki kitaptaki ortak noktaları, onun romanının katılımıyla gördüm, anladım ve ayırdım… bu üç kitap, okuduğum diğerlerinden ayrıştılar birden.

İlginç olan; birbirleriyle çok benzemeyen ve belki de birbirleriyle benzemeye, benzetilmeye ciddi itirazı olan üç yazar; sözünü ettiğim romanlarındaki seçtikleri konu, mekân, coğrafya kadar, yarattıkları kahramanlar, yaşantılar ve meseleye yaklaşımları ile birbirlerine bir hayli benzemişlerdi.

İşte bu yazıda; bu konuyu tartışmayı istiyorum. Farkındalığımı paylaşmayı istiyorum.

Sanırım bu üç romanda da, yazarları; bir aydın sorumluluğuyla, çok temel bir toplumsal yaraya parmak basmayı, okuyucuların dikkatini konuya çekmeyi ve bir duruş bir cesaret sergilemeyi amaçlıyordu.

Belki içlerinden gelen, karşı konulmaz bir itkiyle belki muhitlerinin; “yazmalısın yazmalısın“ baskısıyla, parmaklarını meseleye basmak durumunda kalmış olabilirlerdi. Ama bu, cesaretlerini görmeyi engellememeliydi.

Romancı aydındır, toplumsal sorunlara el atmasından daha doğal ne vardır diye bir soru olacaktır elbet. Ama benim bu soruya verecek yanıtım yok. Bu beni ve bu yazının çerçevesini aşan bir soru.

Başka romanlarını, yazılarını okuduğum, izlediğim, görüşlerini ve yaklaşımlarını az çok bildiğim bu üç romancının, birbirinden epey farklı yerlerde durduğunu düşünürdüm. Öyleydiler. Üçünün de en azından dörder kitabını, ikisinin birçok gazete yazısını okumuştum. Farklıydılar. Ama ya bu romanlarındaki yaklaşımları… Benzerlikleri? Bana bir hayli ilginç geldi.

Yazımın konusu olan bu üç romandan ikisinin yazarı, “Taraf” adlı bir gazetede yazdılar ve sonradan, 2009 yılı içinde, birbirlerine, “Pavyondaki Namuslu Kadının Huzursuzluğu” ve “Pavyondaki Kadının Vedası” gibi metaforlar üzerinden yürütülen bir tartışmanın tarafları olarak da anımsandılar. Tartışma konusuysa hepten gözden kaçmış, cinsiyetçi bir başlığın, seslenişin ardında kalmıştı. Ve anladığım kadarıyla bir liberal aydının sağlam bir solculuk tartışması yapmaya olan kabarmış iştahı ile “soldan” bir aydının böyle bir tartışma konusundaki isteksizliğiydi… Yani biri liberal biri solcu olarak bile bir ayrılığa sahiptiler. Üçüncü romanın yazarı ise bana göre daha “Osmanlı” bir yerde duruyordu.

Merak ediyorum. Bu kadar ortaklaşmayı sadece ben mi gördüm? … Yani o kadar dergi çevreleri, eleştirmenler dururken bana mı kaldı şimdi, bu farklılıklar içindeki ortaklıkları görmek?

Bu korkuyla romanlara dönüp yeniden yeniden baktım. Hatta yazarlardan iki tanesinin daha önceden okumuş olduğum başka kitaplarına yeniden döndüm, göz gezdirdim. Birinin, bu kitapta yazmayı isteyip de randevu alamadığı için, yazılardan, haberlerden yarattığını karakterin, gerçek kahramanın konuştuğu gazetecinin kitabını edinerek okudum. Diğer romancının bir önceki romanını “cezaevindeki ölümle sonuçlanan oruçları eleştiren” romanını anımsadım. Yok; artık sahiden kaçacak yerim yoktu. Mazeretim kalmamıştı. Gördüklerimi görmezden gelerek kıvırtamazdım. Kafama çok fazla soru takılmıştı. Sormalıydım. Bu yazıyı yazmalıydım.

Biraz iş güç biraz hastalık biraz başka şeyler, bu romanlarla ilgili izlenimlerimi kaleme almayı bir hayli geciktirdi. Uykusuz kaldığım gecelerde; belki kırk kez hayalimde yazdığım düşüncelerimi şöyle bir oturup da toparlayamadım. Yazıya dökemedim.

Şimdi tam sırası. Zamanım var. Artık isteğim de var hâlim de. Hatta heyecanlı bile sayılabilirim. Parmak uçlarım yansa da artık klavyeye dokunmalıyım.

Neyse uzatmayayım. Romanların adlarından ve yazarlarından başlayayım.

Okuma sırama göre romanlarım ve yazarları şöyle;
“En Uzun Gece”, Ahmet Altan
“ Bir Gün”, Ayşe Kulin
“Kayıp Söz”, Oya Baydar

Romanları azıcık özetlemek istiyorum. Öncelikle roman kahramanları ve karakterlerinden başlayayım. Onlar çok önemli. Çok… Onlardan başlamasam; özetler kuru kaçacak ve ben derdimi anlatamayacağım endişesi taşıyacağım. Çünkü roman kahramanları ve onların kişilikleridir, beni uzun, ve benim için meşakkatli olan bu yazıyı yazmaya zorlayan. Roman kahramanlarının üzerinden konuya yaklaşımdır dikkatimi çeken. O kahramanlar üzerinden konuşanlarla ilgili çıkmazlardır.

Yöntem olarak;
Birinci bölümde her romanın ayrı ayrı ve kendi başlığında alıp,
Kahramanları ve karakterleri kısaca tanıtacağım.
Kısa özetlerini yapacağım,
ve bu özetleri yaparken gözüme takılan bazı küçük ayrıntıları paylaşacağım.
İkinci bölümde ise;
Kahramanlar ve karakterler üzerinden gerçekleşen öyküleştirmedeki ortaklıklara bakacağım.
Yani derdimi anlatmaya çalışacağım.
Üçüncü ve son bölümde kısa bir değerlendirme olacak.

Meraklısı için bir şey yapacağım. Kitap tanıtım yazılarını –arka kapak yazılarını– da metne ekleyeceğim ama bu yazıların özetlerimle karışmaması için de metin sonunda, dipnot olarak vereceğim. Ve mümkünse onları özetlerden hemen önce ya da hemen sonra okumanızı önereceğim.

Ve yine bu yazıyı okuyan sizlerden, anılan kitapları eğer okumadıysanız okumanızı bekleyeceğim. Bu kitaplar okunmadan bu yazının anlaşılacağına ilişkin kuşkuyu ömrümce beslerim yoksa.

Hadi bakalım…Başlayalım..

Güven Tunç
15 Ekim 2011