Temmuz 17, 2009
Mahsun Kırmızıgül ikinci filmi olan, “Güneşi Gördüm”’ü yazdı, yönetti ve film 15 Nisan’da vizyona girdi.
Film tanınmış, başarılı, oldukça saygın oyuncularından çok, bir Mahsun Kırmızıgül filmi olarak algılandı. Bir film; başarısı ve inandırıcılığında oyuncuların büyük katkısı olmasına karşın yönetmeni ile anılıyorsa o film doğru yerde duruyor derler. Çoğu eleştirmen ve sinema düşkünü köşe yazarı; bu filmden, “Mahsun’un” filmi “şöyleydi”, “böyleydi” gibi, ama çoğunlukla olumlu ifadelerle söz ettiler. O zaman anladım ki Mahsun Kırmızıgül bir yönetmen olarak kendini kanıtlamış.
Kırmızıgül filmde; bir bölgenin sorununu, geniş bir aile üzerinden ve on- on beş karakteristik konuyla olayı vurgulayarak vermiş. Konuları anlatımı, aktarımı dramatik klişelerden oluşuyor. Neredeyse dramatik klişelerden oluşan bir olaylar zinciri çerçevesinde izliyoruz filmi. Çokca duygusal ve çocuksu.
Ancak öyle bir yanı var ki filmin, işte o yan, Mahsun Kırmızıgül’ü ciddi bir yönetmen yapıyor. Konunun tümüne olan; “cesur ve insancıl yaklaşımı”.
Herkesin akıl verdiği, kendi çevresindeki sorunları anlamaz ve çözemezken başkalarına “ağabeylik” tasladığı, rol biçmeye giriştiği bu süreçte; “radikal ve humanist” bir yaklaşım sergiliyor. Bu yaklaşımı onu, “Bir Aydıncık Havası” çaresizliğinden kurtarıp umut veren, izlenmesi gereken, söyleyecek sözü olan bir adam haline getiriyor. Mahsun Kırmızıgül tüm etkilenen taraflarıyla, evrensel bir insanlık meselesi anlatıyor.
Şimdi biz de, yukarıdan bakmak için değil ama anlattığı insanlık meselelerine yakınlıktan ve içtenlikten, soyadını değil de ön adını kullanarak onunla girelim meseleye. Mahsun’un ; “Güneşi Gördüm” filminde işlediği konulardan biri de ailenin genç erkek evlatlarından birinin cinsel yönelim farklılığı.
Erkek kardeşlerden biri, içindeki önlenemez eğilimin peşinden gidiyor, küçük ağabey de onun. Klasik bir memleket tablosu. Ve büyük ağabeyin tüm engellemelerine karşın tercihini yaşamak isteyen küçük kardeş, cesurca ve küçük ağabeyini anlayarak, anlayıp bağışlayarak kurşunlarının önüne atıyor kendini.
Cem Aksakal cesur ve çok başarılı bir şekilde canlandırıyor Cansu'yu. Genellikle karikatürleştirme, komikleştirme yoluyla nesneleştirilmiyor. Kanıyla, canıyla, duygusuyla bir insan yansıtılıyor.
Sahne belki biraz acemi, belki istenen olgunlukta değil ama izleyenleri kalplerinden yakalıyor. İnsan olduğumuzu hatırlatmayla başlıyor.
Gay ve travestilerin iç dünyasını kendi insanlıkları ve çıkmazları üzerinden yansıtıyor hem Cem Aksakal hem yönetmen.
Mahsun; böylesi simgeleşmiş, siyasileşmiş, kemikleşmiş bir yaşanmışlıkta bile, bu toz duman bu kan ve göz yaşı arasında cesurca yürüyüp, paradigmaları yıkarak ve kalbimizin en insan yanına ulaşmak için ter ve emek dökerek, büyük şehirlerde en yakınımızdaki cinayetlerden habersiz yaşadığımızı hatırlatıyor .
Bu cinayetlerin bir iki değil, on, yirmi, kırk, elli vaka olduğunu, bu cinayetleri güney ya da doğuya batı ya da kuzeye ihale edilerek sıyrılabilecek bir durum olmadığını, nefretin ve vicdanın evrenselliği üzerinden hatırlatıyor.
Hiçbir şeyin algılandığı kadar uzak olmadığını hatırlatıyor.
Hangi konuya bakılırsa bakılsın hangi kavramla bakılırsa bakılsın “önce insan”, “önce hayat “ demeyi hatırlatıyor
Herkesin bu filme gitmesini beklemek hayal, televizyonlarda sansürsüz yayımlanmasını beklemek de . Ama bu homofobik cinayetlerde de, bir insani yaklaşım arayanlar için bir küçük yol bu film. Bir umut.
Aslında kendilerine öfkeli adamların eşcinsel, travesti, transseksüel insanlara büyük bir nefretle saldırmalarını görmemenin duymamanın bilmemenin kalplerimizi kirlettiğini daha ne kadar görmezden geleceğiz.
Çocuklara, yaşlılara, dok işçilerine, gecekondulara, çırak gençlere, okumuş, kariyer sahibi bile olsalar kadınlara yapılanları duymamanın ruhumuzda yarattığı tahribatı daha ne kadar görmezden geleceğiz.
Toplumlar bazı zamanlar çok kanarlar.
Korkarlar ve kanarlar. İşte bu yüzden de vicdanlarını sustururlar.
Böyle zamanlarda gelirlerimizden ayrılan paylarla görevlendirilmiş insanların duruşu bir toplumu ya var ya yok eder.
Onların, her türlü cinayete seyirci kalması değil cinayetlerin olmamasını sağlaması gerekir.
Kendisine fuhuştan başka seçenek bırakılmayan insancıkların ölümüne seyirci kalmak bir toplumu bir dünyayı daha ahlaklı kılmıyor aksine onursuz yapıyor.
Arada bir aynaya baksak....
SİNEMA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SİNEMA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
21 Kasım 2011 Pazartesi
YANYANA
Pazartesi, Ocak 4, 2010
'Neredeler?' diye soruyordum hep kendi kendime. 'Neredeler?'. Hollywood bile sesini çıkardı, bizimkiler neredeler?
İşte geldi kapımıza dayandı savaş. Geçmişteki hiçbir şeyden ders alınmammış gibi dayandı. Tarih kitaplarının tozlu sayfalarına mahkum edilecek şiddet, hortladı. Çeşitli bahanelerle kan, gözyaşı, açlık, sefalet, acı sistematik bir biçimde dayatılacak yine yaşamlarımıza. Dünya; gazodası ve sabun fabrikasından oluşmuş bir cehenneme dönüşecek.
Kalbi ve aklı olan herkes karşı durmaya çalışıyor kendi gücü ölçüsünde. Başta Amerikan halkı olmak üzere her ülkede insanlar savaş karşıtları olarak yürüyor. Küresel anlamda belki tarihin en yaygın protestolarına tanıklık ediyoruz. Acıyı bilen herkes yollarda. Diğerlerinde de olduğu gibi Türkiye'de de işçiler, sendikacılar, gençler, eğitimciler, öğrenciler, sağlıkcılar şehir şehir, meydan meydan yollarda.
'Neredeler' diye düşünüyorum. Bizimkiler nerede?
Eskiden olsaydı , herkesden önce olmasa bile aynı zamanda sesleri çıkardı. Bu kadar mı değişti herşey? Bu kadar mı parçalandık. Filmler mi yalandı, filmleri yaratan hayatlar mı?
Neredeler?
Gördüm en sonunda.
Ne hoştular.
Siyah beyaz bir film tadındaydı görüntüleri. Ben en çok Ekrem Bora ve Mehmet Ali Alabora'dan etkilendim. İki ayrı kuşağın iki ayrı temsilcisi.
Diğerlerinin isimlerini , atladığım olursa üzülürüm diye yazmıyorum.
Ekrem Bora, bir dönem birincilerinin en suskunu. Bildiğim kadarıyla hep sinemadaydı ama hep oyuncuydu. Döneminim tüm mütevazılığı ve yaşanarak edinilmiş öz güveniyle yürüyordu. Savaşa karşı olduğunu söylüyor başka şeyler eklemeyi gereksiz görüyordu. O kuşak biraz böyleydi. Yaşamsal konuların teorisini yapmaz,gerektiği zaman yüreğinin yap dediğini yaparlardı.
Mehmet Ali Alabora. Onun söyleyecek çok şeyi var. O bilinçli bir savaş karşıtı. Televizyonlarda izlerken "Mali ", "Memoli" dönemini atlattığını görüyorsunuz. Yaşadığı dönemi, dünyayı, yaptığı işi teoride de çözmeye çalışıyor. Sanırım artık daha seçici. Ya da seçim yapma gücüne kavuştu.
Müziğin, sinemanın ve daha yatırımcılarına para kazandıran pek çok şeyin sisteminin ne yazıkki günümüzdeki uygulaması şu, ne kadar yetenekli, eğitimli,deneyimli, disiplinli olusanız olun hem bunları kanıtlamak zorunda kalıyorsunuz hem de onların istediği projede onların istediği biçimde yer alıyorsunuz. Piyasaya girmek istiyorsanız genel yolu bu. O kadar çok genç o kadar farklı iş yapmak, hedeflerinden o kadar ayrı düşmek durumunda kalıyor ki inanamıyorum. Ya hayallerinizden bambaşka işler yaparak ve sabrederek veya piyasa koşullarına razı olup belli bir güç elde edinceye kadar yine sabrederek bekliyorsunuz, ondan sonra istediğiniz projelere yaklaşıyorsunuz . Mehmet Ali Alabora 'da böyle bir süreçten geçti kanısındayım. Piyasada deneyim kazandı, güçlendi, artık kendi seçim ve kurallarını anne baba desteği olmadan da ortaya koyabilecek.
Biri eski kuşağın, yapımcısıyla, yönetmeniyle, yıldızı, set işçisi, figüranıyla aynı sofrayı paylaşmanın, belki aynı mahallede oturmanın aynı kahveye gitmenin, komşusunun yaşadıklarını film yapmanın, çevire çevire sinemacılığı öğrenmenin, filmini halkla birlikte seyretmenin sinema sayıldığı sinemanın adamı.
Diğeri yeni sinemanın. Çok az filmin çekildiği . Yıldızların star olduğu , sokağa çıkmaktan ürker olduğu, kimsenin artık aynı mahallede oturmadığı hatta birbirinden haberi olmadığı, figüranları kimsenin tanımadığı, komşunun filme çekilmediği bir sinemanın adamı.
Artık sadece sinema yapmayı istemek yetmiyor sinema için. Dünyayı anlamak sadece yaşayarak olamıyor sanki. Daha donanımlı olmak gerekiyor artık. Piyasa deneyimi kadar başka teorik açılımlara da gereksinim hissettiriyor yaşadıklarımız. Ve bazı insanlara tek kimlik yetmiyor. Taraf olmaya zorlanılan bu dünyada taraf olunuyor.
Mehmet Ali Alabora bunu yapmaya çalışıyor gibi.
Bu anlamda da yeni sinemada ondan umutlanıyorum.
Ekrem Bora ve Mehmet Ali Alabora 'yı Savaşa karşı yanyana yürürken gördüğüm kareyi unutamıyorum.
Aralık 2002
Güven
'Neredeler?' diye soruyordum hep kendi kendime. 'Neredeler?'. Hollywood bile sesini çıkardı, bizimkiler neredeler?
İşte geldi kapımıza dayandı savaş. Geçmişteki hiçbir şeyden ders alınmammış gibi dayandı. Tarih kitaplarının tozlu sayfalarına mahkum edilecek şiddet, hortladı. Çeşitli bahanelerle kan, gözyaşı, açlık, sefalet, acı sistematik bir biçimde dayatılacak yine yaşamlarımıza. Dünya; gazodası ve sabun fabrikasından oluşmuş bir cehenneme dönüşecek.
Kalbi ve aklı olan herkes karşı durmaya çalışıyor kendi gücü ölçüsünde. Başta Amerikan halkı olmak üzere her ülkede insanlar savaş karşıtları olarak yürüyor. Küresel anlamda belki tarihin en yaygın protestolarına tanıklık ediyoruz. Acıyı bilen herkes yollarda. Diğerlerinde de olduğu gibi Türkiye'de de işçiler, sendikacılar, gençler, eğitimciler, öğrenciler, sağlıkcılar şehir şehir, meydan meydan yollarda.
'Neredeler' diye düşünüyorum. Bizimkiler nerede?
Eskiden olsaydı , herkesden önce olmasa bile aynı zamanda sesleri çıkardı. Bu kadar mı değişti herşey? Bu kadar mı parçalandık. Filmler mi yalandı, filmleri yaratan hayatlar mı?
Neredeler?
Gördüm en sonunda.
Ne hoştular.
Siyah beyaz bir film tadındaydı görüntüleri. Ben en çok Ekrem Bora ve Mehmet Ali Alabora'dan etkilendim. İki ayrı kuşağın iki ayrı temsilcisi.
Diğerlerinin isimlerini , atladığım olursa üzülürüm diye yazmıyorum.
Ekrem Bora, bir dönem birincilerinin en suskunu. Bildiğim kadarıyla hep sinemadaydı ama hep oyuncuydu. Döneminim tüm mütevazılığı ve yaşanarak edinilmiş öz güveniyle yürüyordu. Savaşa karşı olduğunu söylüyor başka şeyler eklemeyi gereksiz görüyordu. O kuşak biraz böyleydi. Yaşamsal konuların teorisini yapmaz,gerektiği zaman yüreğinin yap dediğini yaparlardı.
Mehmet Ali Alabora. Onun söyleyecek çok şeyi var. O bilinçli bir savaş karşıtı. Televizyonlarda izlerken "Mali ", "Memoli" dönemini atlattığını görüyorsunuz. Yaşadığı dönemi, dünyayı, yaptığı işi teoride de çözmeye çalışıyor. Sanırım artık daha seçici. Ya da seçim yapma gücüne kavuştu.
Müziğin, sinemanın ve daha yatırımcılarına para kazandıran pek çok şeyin sisteminin ne yazıkki günümüzdeki uygulaması şu, ne kadar yetenekli, eğitimli,deneyimli, disiplinli olusanız olun hem bunları kanıtlamak zorunda kalıyorsunuz hem de onların istediği projede onların istediği biçimde yer alıyorsunuz. Piyasaya girmek istiyorsanız genel yolu bu. O kadar çok genç o kadar farklı iş yapmak, hedeflerinden o kadar ayrı düşmek durumunda kalıyor ki inanamıyorum. Ya hayallerinizden bambaşka işler yaparak ve sabrederek veya piyasa koşullarına razı olup belli bir güç elde edinceye kadar yine sabrederek bekliyorsunuz, ondan sonra istediğiniz projelere yaklaşıyorsunuz . Mehmet Ali Alabora 'da böyle bir süreçten geçti kanısındayım. Piyasada deneyim kazandı, güçlendi, artık kendi seçim ve kurallarını anne baba desteği olmadan da ortaya koyabilecek.
Biri eski kuşağın, yapımcısıyla, yönetmeniyle, yıldızı, set işçisi, figüranıyla aynı sofrayı paylaşmanın, belki aynı mahallede oturmanın aynı kahveye gitmenin, komşusunun yaşadıklarını film yapmanın, çevire çevire sinemacılığı öğrenmenin, filmini halkla birlikte seyretmenin sinema sayıldığı sinemanın adamı.
Diğeri yeni sinemanın. Çok az filmin çekildiği . Yıldızların star olduğu , sokağa çıkmaktan ürker olduğu, kimsenin artık aynı mahallede oturmadığı hatta birbirinden haberi olmadığı, figüranları kimsenin tanımadığı, komşunun filme çekilmediği bir sinemanın adamı.
Artık sadece sinema yapmayı istemek yetmiyor sinema için. Dünyayı anlamak sadece yaşayarak olamıyor sanki. Daha donanımlı olmak gerekiyor artık. Piyasa deneyimi kadar başka teorik açılımlara da gereksinim hissettiriyor yaşadıklarımız. Ve bazı insanlara tek kimlik yetmiyor. Taraf olmaya zorlanılan bu dünyada taraf olunuyor.
Mehmet Ali Alabora bunu yapmaya çalışıyor gibi.
Bu anlamda da yeni sinemada ondan umutlanıyorum.
Ekrem Bora ve Mehmet Ali Alabora 'yı Savaşa karşı yanyana yürürken gördüğüm kareyi unutamıyorum.
Aralık 2002
Güven
BİZİM SİNEMALARIMIZ
Cuma, Ocak 2, 2009
Bizim sinemalarımız vardı önceden. Annelerimizin, elimizden tutup, sokağın başında, komşu teyzeler ve çocuklarıyla buluşarak gittiğimiz taşra sinemaları. Çarşambaları öğlen seansları olurdu. Kadın matineleri. Her hafta hangi film gelecek diye annelerimiz kadar heyecanla beklediğimiz sinemalar.
Askeriyenin sinemalarında, yabancı filmler gösterilirdi. Babası asker olmayan bizler bile çok uygun ücretlere çok film izledik bu sinemalarda. Herkese açık olan hafta sonu gösterimlerinde, kasabanın tüm çocukları orada olurduk. Yabancı filmler ana babalarımıza pek cazip gelmez, babalar kahvede çıkışımızı beklerken annelerimiz, yaramazlıklarımızdan yorgun, biz dönmeden ev işlerini bitirmeye uğraşırlardı.
Hava şartları uygun değilse, On Kasım törenlerini, 23 Nisan kutlamalarını da bu sinemalarda yapardık.
Biraz büyüdüğümüzde yazlık sinemalar açıldı. Her şehirde neredeyse her mahallede vardı. Yazın turneye çıkan tiyatrocuları, şarkıcıları, kumpanyaları da ağırlayan sinemalar.
Biraz daha büyüdüğümüzde, Ankara'da, cumartesileri sabah onbuçuk seansları, yanımızda bir büyük olmadan kendi başımıza gideceğimiz sinemalar oldu. Biz biraz da sinemalarla büyüdük. Bilet parasının yanında bir gazoz bir de gofret parası kopardık mı tamam. Ver elini dünya seyahati.
Sonraları, şöyle yaşımız onbeşler civarına geldiğinde, benim için büyümenin en sevindirici yanlarından biriydi istenilen gün ve saatte sinemaya gidebilmek. En büyük kahramanım Yılmaz Güney. Düşünüyorum da çevrilmiş bütün filmlerini izlemiş olmalıyım. Afişlerini bulup odama asmış, kartpostallarını toplamış, gazete küpürlerini anı defterimin arasında saklamışım.
Sinemalar; sadece filmleriyle değil geniş salonlarıyla, toplu biletlerimizle, en güzel oradan seyredildiği için kapmaya yarıştığımız koltuğuyla, afişleriyle, oyuncularıyla bizimdi
Önce taşradakiler kapandı sonra yazlık sinemaları otopark yaptılar sonra da cumartesi sinemalarımızı düğün salonu veya iş merkezi.
Biz mi sinemadan çekildik? Seks filmleri mi sinemalarımızı işgal etti? Televizyon mu cazip geldi ama birşeyler oldu. Sinemalarımızın çoğunu kaybettik.
Şimdi, onbeş yirmi yıl sonra, yeniden buluyor gibiyiz?
Büyük olmayan şehirlerimizde bir ya da iki sinema duruyor sanırım. Kasabaları hiç bilmiyoruz.
Bildiğim şey, Ankara'nın büyükşehir sınırları içinde yeralan Mamak ilçesinde artık sinema olmadığı.
Bulduğumuz sinemalar ise hayli değişmiş. Büyük sinemaları kırpıp kırpıp oturma odası büyüklüğünde gösterim salonları haline çevirmişler. Büyük marketlerin içine, fuayeleri metro duraklarını çağrıştıran, koltuklu, beyaz perdeli yerler açmışlar.
Bir de, gidilmezse, ruhumuza değil de, içinde bulunduğumuz topluluk karşısında, medya karşısında kendimizi mahcup hissedeceğimiz, eksikliğini duyacağımız, cahil sayılacağımız bir takım yüksek teknolojiyle filme alınmış birşeyler gösteren yerler olmuşlar sanki.
Bütün sinemaların bütün salonlarında neredeyse aynı filmler. Herhalde bu sinemaların sahibi aynı adam. Her sinemasının bölük börçük yaptığı salonlarında hep aynı filmleri oynatıyor. Bu filmlerin yapımcısı ve dağıtımcısı da aynı adam olmasın? Yok, bu olmadı, aynı adam bu kadar işi, bu kadar ülkeyle yapamaz. Bu kadar parası olamaz? Ama on filmin, on şehirde on salonda aynı anda oynatılarak başka filmlerin oynatılamıyor olmasının, başka nasıl bir açıklaması olabilir ki?
Gazeteleri ve televizyonlar da aynı adamın olabilir mi? Çünkü orada da en çok anlatılan yine bu on film.
Ay aklımı kaçıracağım ya. Bu nasıl bir adam böyle?
Neyse, Ankara'daki Kızılırmak sineması bu adamın değil herhalde Bir İtalyan. Bir İspanyol, bir Türk-Alman bir Fransız filmini bulabiliyorsunuz.
Biz, kırklı yaşlarında üç kardeş ayrı evlerde otursak da bazı pazar akşamlarını birlikte sinemaya giderek değerlendiriyoruz. Beş hafta önce Kızılırmak Sinemasında İspanyol filmi olan "Güneşli Pazartesileri" filmini izledik. Bize çok uzak olmayan İşsizleştirilen işci sınıfının durumunu anlatıyordu.Sonunda bir umut bekleyip bulamasam da beğendim. Kızılırmak'da geçen hafta da "Elveda Lenin" vardı.
O da güzel bir filmdi.
Balkonunu ayrı bir salona dönüştürse de egemen anlayışa direnen filmleri, koltukları, kapıdaki beyefendi görevlisiyle Kızılırmak bizim sinemamız.
MART 2004
Bizim sinemalarımız vardı önceden. Annelerimizin, elimizden tutup, sokağın başında, komşu teyzeler ve çocuklarıyla buluşarak gittiğimiz taşra sinemaları. Çarşambaları öğlen seansları olurdu. Kadın matineleri. Her hafta hangi film gelecek diye annelerimiz kadar heyecanla beklediğimiz sinemalar.
Askeriyenin sinemalarında, yabancı filmler gösterilirdi. Babası asker olmayan bizler bile çok uygun ücretlere çok film izledik bu sinemalarda. Herkese açık olan hafta sonu gösterimlerinde, kasabanın tüm çocukları orada olurduk. Yabancı filmler ana babalarımıza pek cazip gelmez, babalar kahvede çıkışımızı beklerken annelerimiz, yaramazlıklarımızdan yorgun, biz dönmeden ev işlerini bitirmeye uğraşırlardı.
Hava şartları uygun değilse, On Kasım törenlerini, 23 Nisan kutlamalarını da bu sinemalarda yapardık.
Biraz büyüdüğümüzde yazlık sinemalar açıldı. Her şehirde neredeyse her mahallede vardı. Yazın turneye çıkan tiyatrocuları, şarkıcıları, kumpanyaları da ağırlayan sinemalar.
Biraz daha büyüdüğümüzde, Ankara'da, cumartesileri sabah onbuçuk seansları, yanımızda bir büyük olmadan kendi başımıza gideceğimiz sinemalar oldu. Biz biraz da sinemalarla büyüdük. Bilet parasının yanında bir gazoz bir de gofret parası kopardık mı tamam. Ver elini dünya seyahati.
Sonraları, şöyle yaşımız onbeşler civarına geldiğinde, benim için büyümenin en sevindirici yanlarından biriydi istenilen gün ve saatte sinemaya gidebilmek. En büyük kahramanım Yılmaz Güney. Düşünüyorum da çevrilmiş bütün filmlerini izlemiş olmalıyım. Afişlerini bulup odama asmış, kartpostallarını toplamış, gazete küpürlerini anı defterimin arasında saklamışım.
Sinemalar; sadece filmleriyle değil geniş salonlarıyla, toplu biletlerimizle, en güzel oradan seyredildiği için kapmaya yarıştığımız koltuğuyla, afişleriyle, oyuncularıyla bizimdi
Önce taşradakiler kapandı sonra yazlık sinemaları otopark yaptılar sonra da cumartesi sinemalarımızı düğün salonu veya iş merkezi.
Biz mi sinemadan çekildik? Seks filmleri mi sinemalarımızı işgal etti? Televizyon mu cazip geldi ama birşeyler oldu. Sinemalarımızın çoğunu kaybettik.
Şimdi, onbeş yirmi yıl sonra, yeniden buluyor gibiyiz?
Büyük olmayan şehirlerimizde bir ya da iki sinema duruyor sanırım. Kasabaları hiç bilmiyoruz.
Bildiğim şey, Ankara'nın büyükşehir sınırları içinde yeralan Mamak ilçesinde artık sinema olmadığı.
Bulduğumuz sinemalar ise hayli değişmiş. Büyük sinemaları kırpıp kırpıp oturma odası büyüklüğünde gösterim salonları haline çevirmişler. Büyük marketlerin içine, fuayeleri metro duraklarını çağrıştıran, koltuklu, beyaz perdeli yerler açmışlar.
Bir de, gidilmezse, ruhumuza değil de, içinde bulunduğumuz topluluk karşısında, medya karşısında kendimizi mahcup hissedeceğimiz, eksikliğini duyacağımız, cahil sayılacağımız bir takım yüksek teknolojiyle filme alınmış birşeyler gösteren yerler olmuşlar sanki.
Bütün sinemaların bütün salonlarında neredeyse aynı filmler. Herhalde bu sinemaların sahibi aynı adam. Her sinemasının bölük börçük yaptığı salonlarında hep aynı filmleri oynatıyor. Bu filmlerin yapımcısı ve dağıtımcısı da aynı adam olmasın? Yok, bu olmadı, aynı adam bu kadar işi, bu kadar ülkeyle yapamaz. Bu kadar parası olamaz? Ama on filmin, on şehirde on salonda aynı anda oynatılarak başka filmlerin oynatılamıyor olmasının, başka nasıl bir açıklaması olabilir ki?
Gazeteleri ve televizyonlar da aynı adamın olabilir mi? Çünkü orada da en çok anlatılan yine bu on film.
Ay aklımı kaçıracağım ya. Bu nasıl bir adam böyle?
Neyse, Ankara'daki Kızılırmak sineması bu adamın değil herhalde Bir İtalyan. Bir İspanyol, bir Türk-Alman bir Fransız filmini bulabiliyorsunuz.
Biz, kırklı yaşlarında üç kardeş ayrı evlerde otursak da bazı pazar akşamlarını birlikte sinemaya giderek değerlendiriyoruz. Beş hafta önce Kızılırmak Sinemasında İspanyol filmi olan "Güneşli Pazartesileri" filmini izledik. Bize çok uzak olmayan İşsizleştirilen işci sınıfının durumunu anlatıyordu.Sonunda bir umut bekleyip bulamasam da beğendim. Kızılırmak'da geçen hafta da "Elveda Lenin" vardı.
O da güzel bir filmdi.
Balkonunu ayrı bir salona dönüştürse de egemen anlayışa direnen filmleri, koltukları, kapıdaki beyefendi görevlisiyle Kızılırmak bizim sinemamız.
MART 2004
OSKAR ÖDÜLLERİ VE AMERİKAN TOPLUMUNUN YENİ KİMLİK ARAYIŞI
Cuma, Ocak 2, 2009
"Son zamanlarda gerek Amerika'da gerek Ortadoğu'da yapılanları görünce, bir sinema yazısı olarak da Aralık 2002'de yazdığım bu metin aklıma geldi. Paylaşmak istedim."
2002 Oscar ödülleri yine şaşalı bir törenle dağıtıldı.
İki zenci oyuncuya birden ödül verildi.
Denzel Washington; "John Q" filmindeki rolüyle, 'En iyi erkek', Halle Berry ise, Türkçeye çevrilmiş adıyla, "Kesişen Yollar" filmindeki rolüyle, 'En iyi kadın oyuncu' ödülünü aldı.
Bu yılki Oscar töreninin en önemli sansasyonu, iki zenci oyuncunun birden ödül almasıydı herhalde. Ama hazır olalım, yakın gelecekte daha çok ödül alacağa benziyorlar. Konjonktür öyle gösteriyor. Yanlış anımsıyorsam lütfen bağışlansın; en son, 1964 yılında Sidney Poitier, 'En iyi erkek oyuncu' ödülünü alabilen zenci olmuştu.
Oscar, beyaz oyuncuların arenası diye bilinir. Bunu en çok zenci oyuncular kabullenmiş olmalı ki, bu yılki törende şaşkınlıkları görülmeye değerdi. Halle Berry, heykelcik elinde olmasına rağmen, sahnede, bir ağlıyor, bir gülüyor ama bir türlü inanamıyordu. Ve bu haliyle de coşkusunu, inanılmaz bir doğallıkla izleyicilere aktarıyordu. Ekranın karşısında otururken anlıyordunuz ki, bu kadın çok çalışmış, çok emek vermiş, umut etmiş, beklemiş, düşlemiş. Korka korka düşlemiş. Yanlızca bu görüntü bile, filmi merak etme duygusu yaratabiliyor insanda. Film; farklı iki aileden, yolları kesişen insanları anlatıyor.
Ailenin biri zenci. Anne, baba ve çocuk. Baba bir suçlu. Hapishanede. Tüm süreçler tamamlanmış, idam edilmeyi bekliyor. Anne (Leticia), kocasının cezasını kanıksamış, borçlarını ödeyemediği bir eve, hurda haline gelmiş bir arabaya, obez bir çocuğa sahip. Diğer aile beyaz. Dede, oğul (Hank) ve yetişkin erkek torun. Üç kuşaktır infaz memurluğu yapıyorlar. Dede bu görevden emekli olmuş, hayli yaşlı bir adam. Dede ve oğul taviz vermez bir biçimde ırkçılar. Torun ise hiç onlara benzemiyor. Duygulu, duyarlı bir genç adam.
Bu iki ailenin yolu ilk kez, cezanın infazında kesişiyor.İdama nezaret eden görevliler arasında Hank ve oğlu da var.
Filmde, ne oluyorsa bundan sonra oluyor, tempo birden yükseliyor. Acılar birbirini izliyor. Bu acılar arsında Hank ve Leticia'nın yolları kesişiyor. Aralarında mutlu sonla biten bir ilişki başlıyor. Hank'in ırkçılğı da sönüp gidiyor.
Irkçılık gibi çok derinden duygularla beslenen bir tutumu alelacele silmeye çalışan filmde, inanılmaz bir başka ayrımcılık ve etnik sayılmasa bile bir temizlik yapılıyor ki tüylerinizi diken diken etmeye yetiyor. Film; zenci ve suçluysanız, sizi idam ettiriyor. Duyarlı ve sert koşullarda hata yapan bir beyaz iseniz, sizi intihar ettiriyor. Babası idam edilen şişman bir zenci çocuksanız, gizli saklı yediğiniz dondurmalar yüzünden size anne şiddeti uygulatıyor ve en sonunda obeziteden öldürüyor. Irkçı ve huysuz bir yaşlıysanız sizi sürekli bakım merkezine yerleştirerk cezalandırıyor.
Hank ve Leticia'nın sorunsuz bir ilişki yaşayarak, Hank'in ırkçılığının yokolması için yapılan temizliği görünce, insan, Terminatör filmini izler gibi oluyor.
Hakkını vermek gerekirse film idama karşı. Bunu açık açık veriyor.
Film; Amerikan toplumunun 11 Eylül sonrası yeni kimlik arayışının nereye doğru akacağının bir göstergesi gibi.
Yakında idam cezasını kaldıracağa benziyorlar. (Belki bu arada Çocuk Hakları Sözleşmesini de imzalayabilirler) Bir iç uzlaşma arayışıyla zencilerle barışma ihtiyacı hissediyorlar. Bunu nasıl yapacakları konusunda kafaları pek de aydınlık değil. O nedenle de bu filmdeki gibi ortalığı toz duman içinde, kan revan içinde bırakıyorlar.
Böyle yapmaya devam edeceklerse, Orianna Fallaci'den senaryo yazımında yardım isteyebilirler. Son dönem tepkilerinden hareketle böyle bir öneri karşısında çok mutlu olacağı izlenimi bırakıyor.
Gelelim en iyi kadın oyuncu ödülüne.
Halle Berry için , 'soyundu, ödülü aldı' demek hamaset. Ancak performansının çok iyi olduğunu söylemek de mümkün değil. Sıradan Hollywood kalıbı dışına çıkamamış.
Umalım ki konjonktürden dolayı ödül aldığının farkında olsun.
"Son zamanlarda gerek Amerika'da gerek Ortadoğu'da yapılanları görünce, bir sinema yazısı olarak da Aralık 2002'de yazdığım bu metin aklıma geldi. Paylaşmak istedim."
2002 Oscar ödülleri yine şaşalı bir törenle dağıtıldı.
İki zenci oyuncuya birden ödül verildi.
Denzel Washington; "John Q" filmindeki rolüyle, 'En iyi erkek', Halle Berry ise, Türkçeye çevrilmiş adıyla, "Kesişen Yollar" filmindeki rolüyle, 'En iyi kadın oyuncu' ödülünü aldı.
Bu yılki Oscar töreninin en önemli sansasyonu, iki zenci oyuncunun birden ödül almasıydı herhalde. Ama hazır olalım, yakın gelecekte daha çok ödül alacağa benziyorlar. Konjonktür öyle gösteriyor. Yanlış anımsıyorsam lütfen bağışlansın; en son, 1964 yılında Sidney Poitier, 'En iyi erkek oyuncu' ödülünü alabilen zenci olmuştu.
Oscar, beyaz oyuncuların arenası diye bilinir. Bunu en çok zenci oyuncular kabullenmiş olmalı ki, bu yılki törende şaşkınlıkları görülmeye değerdi. Halle Berry, heykelcik elinde olmasına rağmen, sahnede, bir ağlıyor, bir gülüyor ama bir türlü inanamıyordu. Ve bu haliyle de coşkusunu, inanılmaz bir doğallıkla izleyicilere aktarıyordu. Ekranın karşısında otururken anlıyordunuz ki, bu kadın çok çalışmış, çok emek vermiş, umut etmiş, beklemiş, düşlemiş. Korka korka düşlemiş. Yanlızca bu görüntü bile, filmi merak etme duygusu yaratabiliyor insanda. Film; farklı iki aileden, yolları kesişen insanları anlatıyor.
Ailenin biri zenci. Anne, baba ve çocuk. Baba bir suçlu. Hapishanede. Tüm süreçler tamamlanmış, idam edilmeyi bekliyor. Anne (Leticia), kocasının cezasını kanıksamış, borçlarını ödeyemediği bir eve, hurda haline gelmiş bir arabaya, obez bir çocuğa sahip. Diğer aile beyaz. Dede, oğul (Hank) ve yetişkin erkek torun. Üç kuşaktır infaz memurluğu yapıyorlar. Dede bu görevden emekli olmuş, hayli yaşlı bir adam. Dede ve oğul taviz vermez bir biçimde ırkçılar. Torun ise hiç onlara benzemiyor. Duygulu, duyarlı bir genç adam.
Bu iki ailenin yolu ilk kez, cezanın infazında kesişiyor.İdama nezaret eden görevliler arasında Hank ve oğlu da var.
Filmde, ne oluyorsa bundan sonra oluyor, tempo birden yükseliyor. Acılar birbirini izliyor. Bu acılar arsında Hank ve Leticia'nın yolları kesişiyor. Aralarında mutlu sonla biten bir ilişki başlıyor. Hank'in ırkçılğı da sönüp gidiyor.
Irkçılık gibi çok derinden duygularla beslenen bir tutumu alelacele silmeye çalışan filmde, inanılmaz bir başka ayrımcılık ve etnik sayılmasa bile bir temizlik yapılıyor ki tüylerinizi diken diken etmeye yetiyor. Film; zenci ve suçluysanız, sizi idam ettiriyor. Duyarlı ve sert koşullarda hata yapan bir beyaz iseniz, sizi intihar ettiriyor. Babası idam edilen şişman bir zenci çocuksanız, gizli saklı yediğiniz dondurmalar yüzünden size anne şiddeti uygulatıyor ve en sonunda obeziteden öldürüyor. Irkçı ve huysuz bir yaşlıysanız sizi sürekli bakım merkezine yerleştirerk cezalandırıyor.
Hank ve Leticia'nın sorunsuz bir ilişki yaşayarak, Hank'in ırkçılığının yokolması için yapılan temizliği görünce, insan, Terminatör filmini izler gibi oluyor.
Hakkını vermek gerekirse film idama karşı. Bunu açık açık veriyor.
Film; Amerikan toplumunun 11 Eylül sonrası yeni kimlik arayışının nereye doğru akacağının bir göstergesi gibi.
Yakında idam cezasını kaldıracağa benziyorlar. (Belki bu arada Çocuk Hakları Sözleşmesini de imzalayabilirler) Bir iç uzlaşma arayışıyla zencilerle barışma ihtiyacı hissediyorlar. Bunu nasıl yapacakları konusunda kafaları pek de aydınlık değil. O nedenle de bu filmdeki gibi ortalığı toz duman içinde, kan revan içinde bırakıyorlar.
Böyle yapmaya devam edeceklerse, Orianna Fallaci'den senaryo yazımında yardım isteyebilirler. Son dönem tepkilerinden hareketle böyle bir öneri karşısında çok mutlu olacağı izlenimi bırakıyor.
Gelelim en iyi kadın oyuncu ödülüne.
Halle Berry için , 'soyundu, ödülü aldı' demek hamaset. Ancak performansının çok iyi olduğunu söylemek de mümkün değil. Sıradan Hollywood kalıbı dışına çıkamamış.
Umalım ki konjonktürden dolayı ödül aldığının farkında olsun.
İKİ FİLM İKİ YÖNETMEN VE SİNEMALARIMIZ
Başka ulustan olan veya uzun süredir yurt dışında yaşayan insanlarla, yaptığımız işleri konuştuğumda, hep şunu fark ederim ve onlara da, özenmeden, kıskançlık duymadan söylerim. Çünkü yaptığım şey, bir tespit bir saptamadır. 'Biz herhangi bir konuda odaklanmakta, uzmanlaşmakta güçlük çekiyoruz. Bizim bol zamanlarımız, ayıklayıp seçebileceğimiz konularımız yok.' Neyi bulursak, nelerden kendimizi koruyup, nelerden zaman ayırıp yönelebilirsek o kadarıyla işte. Şöyle bütünsel bulup da ağız tadıyla uğraşabileceğimiz tek bir alanımız yok. Alanlarımız var. Bir iş yapmaya kalktık mı, bütün cephelerde uğraşmamız gerekiyor. Sanatçısı için de, bilimcisi için de, teknokratı için de bu böyle. Karmaşık alanlardan, gücümüzün ötesinde bir çabayla, yorularak, yıpranarak birşeyler çıkarmaya çabalarız. O yüzden kırgın ve küskünüzdür hayata. Buna karşın idealistizdir. Ayrıntıcılığımız bile toptancıdır biraz.
Geçen hafta gittiğim iki filmi de işte bu duygularımla izledim. Biri Yusuf Kurçenli'nin 'Gönderilmemiş Mektuplar', ikincisi Ziya Öztan'ın 'Abdülhamit Düşerken' filmi. İki yönetmen de inandıklarını çekmişlerdi. Doğrusu da bu herhalde. Kim ne derse desin, bu konuların işlenmesi gerek. Belki bu kapandan çıkışımızın yolu da buradan olacak.
Her şeyin üstünü kapata kapata bu hale geldik. Daha iyisini yaparım diyen de çeksin. Onları da izleyelim.Tarihsel dokusunun üzerinden sürekli buldozer geçen, bırakalım eskileri, Cumhuriyetin mimarisine bile sahip olamadığımız kentlerde, dönem filmi çekmek kadar zor bir şey yok herhalde. 'Abdülhamit Düşerken' filminde, dış çekimlerdeki, sokak çekimlerindeki darlıkta gerçekten içim daraldı. Yönetmen kim bilir nasıl bunalmıştır. Bir de paketinden yeni çıkmış feslerin yeniliğinden, kostümlerin pırıl pırıl oluşundan. 'Gönderilmemiş Mektuplar'da da sanki dönemin bütün acılarını çekmiş ve çekmekte olan bir adamın öyküsünün yanında, Amasra'ya yönelik veya Karadeniz’e de olabilir bir vefa duygusuyla bölgenin renkliliği, yaşamın, sadece İstanbul olmadığı da anlatılmaya çalışılmış gibi.
Coğrafyaya, mimariye yönelik sevgi ile tüm o yaşananları, ayrılıkları, ölümleri yaşamamışlara anlatabilmenin sancısı, hesaplaşması.
Her iki yönetmen de zor işleri seçmişler. Resmi ideolojiye yakınlıkları uzaklıkları ayrı konu. Ama ikisi de iyi yapmış. Taklit film yapmaktansa, kendi inandıklarını, herşeyi izleyici sayısıyla ölçmeden, kendi bildikleri gibi gerçekleştirmişler. İyi ki bu filmleri çekmişler. Bu adamların daha söyleyecek sözleri, yapılacak filmleri olmalı.
23 mayıs 2003
Geçen hafta gittiğim iki filmi de işte bu duygularımla izledim. Biri Yusuf Kurçenli'nin 'Gönderilmemiş Mektuplar', ikincisi Ziya Öztan'ın 'Abdülhamit Düşerken' filmi. İki yönetmen de inandıklarını çekmişlerdi. Doğrusu da bu herhalde. Kim ne derse desin, bu konuların işlenmesi gerek. Belki bu kapandan çıkışımızın yolu da buradan olacak.
Her şeyin üstünü kapata kapata bu hale geldik. Daha iyisini yaparım diyen de çeksin. Onları da izleyelim.Tarihsel dokusunun üzerinden sürekli buldozer geçen, bırakalım eskileri, Cumhuriyetin mimarisine bile sahip olamadığımız kentlerde, dönem filmi çekmek kadar zor bir şey yok herhalde. 'Abdülhamit Düşerken' filminde, dış çekimlerdeki, sokak çekimlerindeki darlıkta gerçekten içim daraldı. Yönetmen kim bilir nasıl bunalmıştır. Bir de paketinden yeni çıkmış feslerin yeniliğinden, kostümlerin pırıl pırıl oluşundan. 'Gönderilmemiş Mektuplar'da da sanki dönemin bütün acılarını çekmiş ve çekmekte olan bir adamın öyküsünün yanında, Amasra'ya yönelik veya Karadeniz’e de olabilir bir vefa duygusuyla bölgenin renkliliği, yaşamın, sadece İstanbul olmadığı da anlatılmaya çalışılmış gibi.
Coğrafyaya, mimariye yönelik sevgi ile tüm o yaşananları, ayrılıkları, ölümleri yaşamamışlara anlatabilmenin sancısı, hesaplaşması.
Her iki yönetmen de zor işleri seçmişler. Resmi ideolojiye yakınlıkları uzaklıkları ayrı konu. Ama ikisi de iyi yapmış. Taklit film yapmaktansa, kendi inandıklarını, herşeyi izleyici sayısıyla ölçmeden, kendi bildikleri gibi gerçekleştirmişler. İyi ki bu filmleri çekmişler. Bu adamların daha söyleyecek sözleri, yapılacak filmleri olmalı.
23 mayıs 2003
TANINMIŞLIK VE KALICILIK ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ 1
Kafka, Charlie Chaplin, Kemal Sunal...
Ülkelerinin, koşullarının, iyimserlik ya da karamsarlıklarının, tarzlarının, yaşadıkları zamanların, kişiliklerinin farklı oluşu başka birşey.
Kafka'nın edebiyatçı, Charlie Chaplin ile Kemal Sunal'ın sinemacı oluşu başka birşey.
Kahramanlarının/Tiplemelerinin; Şarlo, Şaban, Gregor ya da Karl'ın, kimlikleri, kişilikleri hangi estetik kaygılarla oluşturuldukları/aktarıldıkları başka birşey.
Hatta memleketimizde, Kafka okuyucularının Kemal Sunal filmlerine ilgi duymamaları ile Şaban tiplemesini çok seven bir çok insana, Kafka adının birşey ifade etmemesi bile başka birşey.
Onları ortaklaştıran birşey var.
Onları unutulmaz kılan da belki bu ortaklıkları. Bu üç ismin kahramanlarını/tiplemelerini, kimini Anadolu insanının gönlünde, kimini gerçek entellektüeller arasında, kimini tüm dünyada tanıtan ve yaşatan birşey var;
Sistemle uyumsuzlukları...
İnsanı insana yabancılaştıran, insanı yanlızlaştıran sistem karşısındaki halleri, durumları, duruşları...
Masumiyetleri.
Yoksullar ve diğer dezavantajlı gruplar için, vurgusu daha belirgin olsa da, sistemin bireyde yarattığı güçsüzlük, başedememe duygularına, kahramanların/tiplemelerin, hayata, doğal olana tutunmaya yönelik çabalarıyla karşı koymaları. Bir anlamda insanca yaşamaya çalışmaları. Bunu gülünç, korkunç, sarsak en azından beceriksizce, sistemin en horladığı halleriyle yapmaları. Kahramanların birer antikahraman oluşu. Ve bu halleriyle de bize, -her kim olursak olalım, ne yapıyorsak yapalım, ne tür maskeler kullanırsak kullanalım-olağanüstü benzemeleri.
Bir yanımızla insanüstü bir gayretle, insanı dışlayan sisteme tutunmaya çabalarken, bilmediğimiz, farkında olmadığımız bir yanımızla insanlığımızı, insancıllığımızı aradığımızı gösteriyor onları hala okuyor, izliyor, seviyor oluşumuz.
ARALIK 2002
Ülkelerinin, koşullarının, iyimserlik ya da karamsarlıklarının, tarzlarının, yaşadıkları zamanların, kişiliklerinin farklı oluşu başka birşey.
Kafka'nın edebiyatçı, Charlie Chaplin ile Kemal Sunal'ın sinemacı oluşu başka birşey.
Kahramanlarının/Tiplemelerinin; Şarlo, Şaban, Gregor ya da Karl'ın, kimlikleri, kişilikleri hangi estetik kaygılarla oluşturuldukları/aktarıldıkları başka birşey.
Hatta memleketimizde, Kafka okuyucularının Kemal Sunal filmlerine ilgi duymamaları ile Şaban tiplemesini çok seven bir çok insana, Kafka adının birşey ifade etmemesi bile başka birşey.
Onları ortaklaştıran birşey var.
Onları unutulmaz kılan da belki bu ortaklıkları. Bu üç ismin kahramanlarını/tiplemelerini, kimini Anadolu insanının gönlünde, kimini gerçek entellektüeller arasında, kimini tüm dünyada tanıtan ve yaşatan birşey var;
Sistemle uyumsuzlukları...
İnsanı insana yabancılaştıran, insanı yanlızlaştıran sistem karşısındaki halleri, durumları, duruşları...
Masumiyetleri.
Yoksullar ve diğer dezavantajlı gruplar için, vurgusu daha belirgin olsa da, sistemin bireyde yarattığı güçsüzlük, başedememe duygularına, kahramanların/tiplemelerin, hayata, doğal olana tutunmaya yönelik çabalarıyla karşı koymaları. Bir anlamda insanca yaşamaya çalışmaları. Bunu gülünç, korkunç, sarsak en azından beceriksizce, sistemin en horladığı halleriyle yapmaları. Kahramanların birer antikahraman oluşu. Ve bu halleriyle de bize, -her kim olursak olalım, ne yapıyorsak yapalım, ne tür maskeler kullanırsak kullanalım-olağanüstü benzemeleri.
Bir yanımızla insanüstü bir gayretle, insanı dışlayan sisteme tutunmaya çabalarken, bilmediğimiz, farkında olmadığımız bir yanımızla insanlığımızı, insancıllığımızı aradığımızı gösteriyor onları hala okuyor, izliyor, seviyor oluşumuz.
ARALIK 2002
Etiketler:
Charlie Chaplin,
İnek Şaban,
Kafka,
Kemal Sunal,
SİNEMA
ABUZER KADAYIF'A BİR İTİRAZ DA BENDEN
Bu filme, daha çekilirken İbrahim Tatlıses itiraz etti. Filmin kahramanı Abuzer Kadayıf tiplemesinin, kendisinden yola çıkılarak oluşturulduğunu iddia etti. Suistimal edildiğini, saygınlığının zedelendiğini düşünüyor olsa gerek, sert tepkiler geliştirdi veya medya bize öyle gösterdi.
Ben filmi izledim. Bir Tunç Başaran filmi olduğu için gittim. Metin Akpınar'ın ses tonunu, mimiklerini, bedenini her rol için ayrı kullanabilme becerisini, kısaca oyun gücünü beğendiğim için gittim. Filmi; fragmanlarından hareketle, sisteme, ironi ile karışık, farklı bir eleştiri olarak yorumladığım için gittim.
Film benim özetimle şöyle: Bir akademisyen, kızının , çantasını çalmak isteyen sokak çocukları tarafından öldürülmesi üzerine, bir yandan akademisyenliğini sürdürürken, diğer yandan Abuzer Kadayıf olup, arabesk şarkıcılığa başlıyor. Amacı çok para kazanıp, sokak çocukları için bir merkez açmak. Bu arada gazino dünyasını tanıtıyor, ilişkileri gösteriyor. Sonunda çok para kazanıp merkezi açıyor. Sokak çocuklarını sefaletten, toplum, sokak çocuklarının yarattığı "tehlike"den kurtarıyor. Âmâ kendisini o arabesk alemden kurtaramıyor.
Filmde çocuklara üç yerde rastlıyoruz. Birinde, bir alt geçit veya metro merdivenlerinde. Akademisyenin kızının çantasını almaya uğraşıyor üç çocuk. Kız çantasını vermemek için direniyor. Bunun üzerine kızı bıçaklıyorlar. Sahne oldukça kısa ve flu. Kan yok, gözyaşı yok, duygu sömürüsü yok. İlk aklıma gelen, acılarından dolayı bu filmi izlemeyi tercih etmeseler bile, Serpil öğretmen annesi ile banliyö treninde çantası alınırken düşürülüp öien işçi kızın babası adına seyircilerin korunmaya çalışılıyor olması.
Çocukları bu kez, rastlayıp değil gördüğümüz yer bir mezbelelik. Gece ve soğuk. Çocuklar, çatısı, kapısı, üç duvarı olmayan bir viranede birbirlerine sokulmuş uyumaya çalışıyorlar. Yarı çıplaklar ve çok üşüyorlar. Zavallılar, yoksunlar, yoksullar. Utanılacak bir sefalete ortamı. Akademisyen bu tabloyu, sevgilisine, neden Abuzer Kadayıf olması gerektiğini anlatmak için kullanıyor.
En son görüntü ise amaçlanan merkezin açılış günü. Büyük, modern bir bina. Balonlar, renkli kağıtlar, çeşit çeşit süsler, toplar, oyuncaklar, insanlar. Abuzer Kadayıf mutlu, katılanlar mutlu, ara ara rastladığımız çocuklar mutlu.
Filmin, çocukları anlatanların dışındaki bazı karelerine gülüyorum. Gerçekten gülüyorum. Metin Akpınar'ın Abuzer Kadayıfı müthiş. Ben zaten Metin Akpınar'ın bu tür tiplemelerine hep çok gülerim.
Ama film biter bitmez içimde kocaman bir boşluk buluyorum. Boşluğu hemen tanımlamam gerek. Tanımlayamazsam günlerce kalıp, beni rahatsız edecek çünkü, biliyorum. Tanımlamaya kalktığımda karşıma ilk çıkan çocuklar.
Sokak çocukları bu filmde bir "sosyal olgu", bir "fon", bir "fluluk". Hiçbir karede hiçbir çocuğun bireysel öyküsü, derdi, tasası, umudu yok. Öyle olunca gerçekliği de olmuyor.
Filmde neden yer aldığını anlamadığım, Abuzer Kadayıftan hoşlanan sosyete güzeliyle jakuzide yaptıkları bol bol yer alıyor, bir çocuğun yüzünü anlatan tek kare yok.
Çocuklar filmde "onlar" olarak yer alıyor.
Bir anlamda ötekiler.
"Onlar": Uyurken korunmaya muhtaçlar, uyanıkken saldırgan, merkezleri olunca mutlular.
"Onlar" hem zavallılar, hem bir "sosyal tehlike". Peki ama, modern ve büyük binalarla sokak çocuklarının sorunlarının çözüldüğü nerede görülmüş? Çözüm için çok paralı merkez açılması gerektiğini kim söylüyor?
Herkes Abuzer Kadayıf mı olmak zorunda? Herkesin, herşeyin tepetaklak gittiği bir ortamda akademisyenler neden bu denli idealize edilip de gerçekliğini yitiriyor?
Bu filmde suistimal edilen biri ya da birileri varsa, bu ibrahim Tatlıses değil gibime geliyor.
Benim üzüntüm Tunç Başaran'a, Metin Akpınar'a, çocuklara. Abuzer Kadayıf gibi bir renklilik için çocuklara ihtiyaç duyulduğu gibi bir yanılgıya düşülmesine.
Talat Bulut'un herkese parmak ısırtacak performasının bu karmaşada yeterince öne çıkmamasına.
Özlem Savaş'ın hayatında bir kez yakaladığı ve iyi oynadığı rolün dikkat çekmemesine.
ARALIK 2002
Ben filmi izledim. Bir Tunç Başaran filmi olduğu için gittim. Metin Akpınar'ın ses tonunu, mimiklerini, bedenini her rol için ayrı kullanabilme becerisini, kısaca oyun gücünü beğendiğim için gittim. Filmi; fragmanlarından hareketle, sisteme, ironi ile karışık, farklı bir eleştiri olarak yorumladığım için gittim.
Film benim özetimle şöyle: Bir akademisyen, kızının , çantasını çalmak isteyen sokak çocukları tarafından öldürülmesi üzerine, bir yandan akademisyenliğini sürdürürken, diğer yandan Abuzer Kadayıf olup, arabesk şarkıcılığa başlıyor. Amacı çok para kazanıp, sokak çocukları için bir merkez açmak. Bu arada gazino dünyasını tanıtıyor, ilişkileri gösteriyor. Sonunda çok para kazanıp merkezi açıyor. Sokak çocuklarını sefaletten, toplum, sokak çocuklarının yarattığı "tehlike"den kurtarıyor. Âmâ kendisini o arabesk alemden kurtaramıyor.
Filmde çocuklara üç yerde rastlıyoruz. Birinde, bir alt geçit veya metro merdivenlerinde. Akademisyenin kızının çantasını almaya uğraşıyor üç çocuk. Kız çantasını vermemek için direniyor. Bunun üzerine kızı bıçaklıyorlar. Sahne oldukça kısa ve flu. Kan yok, gözyaşı yok, duygu sömürüsü yok. İlk aklıma gelen, acılarından dolayı bu filmi izlemeyi tercih etmeseler bile, Serpil öğretmen annesi ile banliyö treninde çantası alınırken düşürülüp öien işçi kızın babası adına seyircilerin korunmaya çalışılıyor olması.
Çocukları bu kez, rastlayıp değil gördüğümüz yer bir mezbelelik. Gece ve soğuk. Çocuklar, çatısı, kapısı, üç duvarı olmayan bir viranede birbirlerine sokulmuş uyumaya çalışıyorlar. Yarı çıplaklar ve çok üşüyorlar. Zavallılar, yoksunlar, yoksullar. Utanılacak bir sefalete ortamı. Akademisyen bu tabloyu, sevgilisine, neden Abuzer Kadayıf olması gerektiğini anlatmak için kullanıyor.
En son görüntü ise amaçlanan merkezin açılış günü. Büyük, modern bir bina. Balonlar, renkli kağıtlar, çeşit çeşit süsler, toplar, oyuncaklar, insanlar. Abuzer Kadayıf mutlu, katılanlar mutlu, ara ara rastladığımız çocuklar mutlu.
Filmin, çocukları anlatanların dışındaki bazı karelerine gülüyorum. Gerçekten gülüyorum. Metin Akpınar'ın Abuzer Kadayıfı müthiş. Ben zaten Metin Akpınar'ın bu tür tiplemelerine hep çok gülerim.
Ama film biter bitmez içimde kocaman bir boşluk buluyorum. Boşluğu hemen tanımlamam gerek. Tanımlayamazsam günlerce kalıp, beni rahatsız edecek çünkü, biliyorum. Tanımlamaya kalktığımda karşıma ilk çıkan çocuklar.
Sokak çocukları bu filmde bir "sosyal olgu", bir "fon", bir "fluluk". Hiçbir karede hiçbir çocuğun bireysel öyküsü, derdi, tasası, umudu yok. Öyle olunca gerçekliği de olmuyor.
Filmde neden yer aldığını anlamadığım, Abuzer Kadayıftan hoşlanan sosyete güzeliyle jakuzide yaptıkları bol bol yer alıyor, bir çocuğun yüzünü anlatan tek kare yok.
Çocuklar filmde "onlar" olarak yer alıyor.
Bir anlamda ötekiler.
"Onlar": Uyurken korunmaya muhtaçlar, uyanıkken saldırgan, merkezleri olunca mutlular.
"Onlar" hem zavallılar, hem bir "sosyal tehlike". Peki ama, modern ve büyük binalarla sokak çocuklarının sorunlarının çözüldüğü nerede görülmüş? Çözüm için çok paralı merkez açılması gerektiğini kim söylüyor?
Herkes Abuzer Kadayıf mı olmak zorunda? Herkesin, herşeyin tepetaklak gittiği bir ortamda akademisyenler neden bu denli idealize edilip de gerçekliğini yitiriyor?
Bu filmde suistimal edilen biri ya da birileri varsa, bu ibrahim Tatlıses değil gibime geliyor.
Benim üzüntüm Tunç Başaran'a, Metin Akpınar'a, çocuklara. Abuzer Kadayıf gibi bir renklilik için çocuklara ihtiyaç duyulduğu gibi bir yanılgıya düşülmesine.
Talat Bulut'un herkese parmak ısırtacak performasının bu karmaşada yeterince öne çıkmamasına.
Özlem Savaş'ın hayatında bir kez yakaladığı ve iyi oynadığı rolün dikkat çekmemesine.
ARALIK 2002
ÖMER KAVUR USTAMA AŞKLA
Çok zaman önceydi, sinemacı olmayacağımızı biliyorduk belki ama, sinemanın, şiirin, özlemin ve özgürlüğün hasından anlıyorduk. Tümay ile; kendimiz yazarak çizerek, aile fertlerimizi bile oynatarak kısa metrajlı film çekmeye çabalıyorduk. Film festival programlarını kaçırmıyorduk. Coşkuyla koşuyorduk panellere, söyleşilere.
Atıf Yılmaz, “Atıf Abi” idi bizim için, Ömer Kavur, Ömer Abi. Heyecanımızla dalga geçen Mustafa’nın abartısıyla, Bernardo Bertalucci de, Bernardo Abimiz oluyordu.
Hepsinin öyküsü başkaydı, yaklaşımı başkaydı, yöntemi, tarzı, ekibi, sinematografisi, beklentisi başkaydı.
Hayrandık hepsine de.
Derslerde olmayan bir hayatı öğrenirdik bilgeliklerinden.
Filmlerini izlediğimizde, kendimize ait taze ve daha insansı anlayışlarla çıkardık salonlardan.
Ömer Kavur, benim sinemadaki bilgelerimden biriydi.
Yaratıcılık ustamdı.
Yalnızlığın yanı sıra sapkınlığın sinemacısı olarak da yorumlanırdı Ömer Kavur. Normalin, olağanın bu denli boş, anlamsız, pespaye ve bazen gerçekten rezilce olduğu dönemde, zamanın, insanın, ölümün ve yabancılaşmanın gerçek masallarını anlattı bize. Bunları; estetikle, yaratıcılıkla ve sihirle çerçeveleyip sundu. Kendi ruhumuzun derinliklerini; gördüklerimizden korkuya kapılmayalım, karşılaştıklarımızdan dehşete düşmeyelim diye elimizden usulca tutup gösterdi.
O, benim sinemadaki en büyük aşklarımdan biriydi.
Ağaçlar dikmiştim kültür evinin bahçesine onun için.
Hayatım boyunca katıldığım tek galada, Gizli Yüz’ün galasında, düşlerinden film yapıp yapamayacağını sormuştum.
Onun adı ile ikna edilip görevlendirildiğim ödül töreninde, tören sonrası ödül çekini teslim ederken, iç cebine koymasını tembih etmiştim. Başka şeylerden de konuşmuş, sohbet etmiştim. Ertesi gün Tayfun övünçle, Ömer Kavur'la arkadaş olduğumuzu anlatmıştı iş arkadaşlarımıza.
Bir gün bir filmi birlikte çekmeyi hayal etmiştim.
Bir hayal olduğunu, sadece bir hayal olduğunu bile bile düşünmekten mutlu olmuştum.
Bugün hayali bile kalmadı elimizde.
Cemal Süreya’nın dediği gibi “Her ölüm erken ölümdür.”
Ömer Kavur, “Üstü kalsın” diyerek vedalaşmıştır bizimle belki. Ama ben onun için diyemiyorum.
Bazı günler vardır ki, yaşadığınızı coşkunuzdan kalbinizin göğsünüzü zorlamanızdan anlarsınız, bazen engin bir huzurdan, bazen derin bir keder susturur göğsünüzde cıvıldayan kuşu da, yaşadığınızı sessizliğinizde anlarsınız. Bazen de keskin bir bıçak saplanır kalbinize. Acır durur içiniz. Kanar.
Bugün ben yaşadığımı içimin sızısından anlıyorum.
Güven Tunç
13 Mayıs 2005
Atıf Yılmaz, “Atıf Abi” idi bizim için, Ömer Kavur, Ömer Abi. Heyecanımızla dalga geçen Mustafa’nın abartısıyla, Bernardo Bertalucci de, Bernardo Abimiz oluyordu.
Hepsinin öyküsü başkaydı, yaklaşımı başkaydı, yöntemi, tarzı, ekibi, sinematografisi, beklentisi başkaydı.
Hayrandık hepsine de.
Derslerde olmayan bir hayatı öğrenirdik bilgeliklerinden.
Filmlerini izlediğimizde, kendimize ait taze ve daha insansı anlayışlarla çıkardık salonlardan.
Ömer Kavur, benim sinemadaki bilgelerimden biriydi.
Yaratıcılık ustamdı.
Yalnızlığın yanı sıra sapkınlığın sinemacısı olarak da yorumlanırdı Ömer Kavur. Normalin, olağanın bu denli boş, anlamsız, pespaye ve bazen gerçekten rezilce olduğu dönemde, zamanın, insanın, ölümün ve yabancılaşmanın gerçek masallarını anlattı bize. Bunları; estetikle, yaratıcılıkla ve sihirle çerçeveleyip sundu. Kendi ruhumuzun derinliklerini; gördüklerimizden korkuya kapılmayalım, karşılaştıklarımızdan dehşete düşmeyelim diye elimizden usulca tutup gösterdi.
O, benim sinemadaki en büyük aşklarımdan biriydi.
Ağaçlar dikmiştim kültür evinin bahçesine onun için.
Hayatım boyunca katıldığım tek galada, Gizli Yüz’ün galasında, düşlerinden film yapıp yapamayacağını sormuştum.
Onun adı ile ikna edilip görevlendirildiğim ödül töreninde, tören sonrası ödül çekini teslim ederken, iç cebine koymasını tembih etmiştim. Başka şeylerden de konuşmuş, sohbet etmiştim. Ertesi gün Tayfun övünçle, Ömer Kavur'la arkadaş olduğumuzu anlatmıştı iş arkadaşlarımıza.
Bir gün bir filmi birlikte çekmeyi hayal etmiştim.
Bir hayal olduğunu, sadece bir hayal olduğunu bile bile düşünmekten mutlu olmuştum.
Bugün hayali bile kalmadı elimizde.
Cemal Süreya’nın dediği gibi “Her ölüm erken ölümdür.”
Ömer Kavur, “Üstü kalsın” diyerek vedalaşmıştır bizimle belki. Ama ben onun için diyemiyorum.
Bazı günler vardır ki, yaşadığınızı coşkunuzdan kalbinizin göğsünüzü zorlamanızdan anlarsınız, bazen engin bir huzurdan, bazen derin bir keder susturur göğsünüzde cıvıldayan kuşu da, yaşadığınızı sessizliğinizde anlarsınız. Bazen de keskin bir bıçak saplanır kalbinize. Acır durur içiniz. Kanar.
Bugün ben yaşadığımı içimin sızısından anlıyorum.
Güven Tunç
13 Mayıs 2005
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)