11 Nisan 2025 Cuma
Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı romanı üzerine
Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı
Destansı bir
Epik öyküsü var mı ?
yok.
Aşırı bir duygu yoğunluğu görülüyor mu?
Hayır..!
Cinsellik sezinliyor musunuz ?
Kapıdan geçmemiş...
Ama ne hikmetse ;
elinize aldığınızda
bitirinceye kadar elinizden bırakamayacağınız
gerçek bir yaşanmışlık öyküsünün ustaca kurgulanmış
akışkan bir olay örgüsü var...
Ve ayrıca
vesvese yaratmayacak
yalın arı ve duru bir dille anlatılmış olması,
hadiseyi daha ilk paragraflarda benimsetip,
kitapla bütünleştiriyor.
Yazarın
ilk roman denemesinde göstediği
bu ezgi ağıt türkü tadındaki
şiirsel anlatım ustalığının devamı,
yazın dağırcığımızı dolduracak niteliktedir.
İşlenen konunun,
bu coğrafyada yaşanmış yokluk ve acılarla dolu “toplumsal gerçekci” sorunsalının sosyolojisine hiç girmiyorum...
Yolun açık olsun Müjgan(!)
E. G.
9 Nisan 2025 Çarşamba
Söyleşi/Aziz Şeker/Sosyalhizmetuzmani
Güven TUNÇ ile Edebiyat ve Sosyal Hizmet Üzerine Bir Söyleşi
(2023)
Güven Tunç, Sosyal Hizmetler Akademisinde okudu. Yazmaya; "Gökyüzünü Arayan Mavi" adlı bir öykü kitabı ile başladı. Çocuklar için yazdığı; "Benim Haklarım" ve "Bir Anadolu Masalı" adlı iki kitapçık ve "Elimsende-Benim Haklarım Annemin Hakları Dünyamın Hakları" adlı bir kitabı ile öykülerden oluşan "Sonbaharda Körebe" adlı bir e-kitabı bulunuyor. "Şehrin Zulası-Ankara Kalesi" adlı kitabın yazarlarından biri. 2011'de "Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir-Ankara'nın Mekânları Zamanları İnsanları" ile 2014 başında ise “Sen Çok Yaşa Babaanne” adlı kitabı yayımlandı.
Son kitap bir roman, "Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı"… aynı zamanda meslektaşım… Yazarak, hayata dokunmaya devam ediyor…
Aziz ŞEKER: Merhabalar, bizi kırmayarak bu söyleşiyi gerçekleştirmeye olanak tanıdığınız için öncelikle teşekkür ederiz. Sizi tanıyabilir miyiz?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: Edebiyat alanında eserler verdiğinizi ve bu anlamda çalışmalarınızı sürdürdüğünüzü biliyoruz, söyleşide o kısma geçmeden önce, mesleğinizle ilgili sormak istiyorum. Sosyal hizmet/sosyal çalışma eğitimi aldığınızı biliyoruz. İnsanı en büyük değer gören bir mesleğin aynı zamanda eyleyenisiniz. Meslekle olan tanışıklığınız, başka bir ifadeyle meslek maceranız hakkındaki deneyiminizi/görüşlerinizi bizimle paylaşır mısınız?
Güven TUNÇ:Mavi" adlı bir öykü kitabı ile başladı. Çocuklar için yazdığı; "Benim Haklarım" ve "Bir Anadolu Masalı" adlı iki kitapçık ve "Elimsende-Benim Haklarım Annemin Hakları Dünyamın Hakları" adlı bir kitabı ile öykülerden oluşan "Sonbaharda Körebe" adlı bir e-kitabı bulunuyor. "Şehrin Zulası-Ankara Kalesi" adlı kitabın yazarlarından biri. 2011'de "Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir-Ankara'nın Mekânları Zamanları İnsanları" ile 2014 başında ise “Sen Çok Yaşa Babaanne” adlı kitabı yayımlandı.
Son kitap bir roman, "Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı"… aynı zamanda meslektaşım… Yazarak, hayata dokunmaya devam ediyor…
Aziz ŞEKER: Merhabalar, bizi kırmayarak bu söyleşiyi gerçekleştirmeye olanak tanıdığınız için öncelikle teşekkür ederiz. Sizi tanıyabilir miyiz?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: Edebiyat alanında eserler verdiğinizi ve bu anlamda çalışmalarınızı sürdürdüğünüzü biliyoruz, söyleşide o kısma geçmeden önce, mesleğinizle ilgili sormak istiyorum. Sosyal hizmet/sosyal çalışma eğitimi aldığınızı biliyoruz. İnsanı en büyük değer gören bir mesleğin aynı zamanda eyleyenisiniz. Meslekle olan tanışıklığınız, başka bir ifadeyle meslek maceranız hakkındaki deneyiminizi/görüşlerinizi bizimle paylaşır mısınız?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: İnsan onur ve haysiyetini en yüksek değer olarak gören sosyal hizmetin, edebiyatla da ilişkisi bu değerler noktasında kesişmiyor mu sizce? Sonuçta her ikisi de insanla başlıyor, insanı dert ediniyor… Bu açıdan bakıldığında edebiyatta/yapıtlarda olması gereken değerler açısından neler söylemek istersiniz?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: Yine mesleğe dönelim… Sosyal hizmetin günümüz koşullarındaki imajı hakkındaki düşünceleriniz? Olması gerektiği yere geldi mi ya da neden gelemedi? Açıkçası Ülkenin reel sosyal sorunları konusunda sosyal hizmet yeterince etkin mi? Nasıl bir paradigmaya sahip olması gerekir sosyal hizmetin, ülkenin yapısal sorunları haline gelmiş olan yoksulluk, kadına yönelik şiddet, işsizlik, göç, çocuk gelinler, sosyal dışlanma vb sorunların çözümü konusunda?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: Edebiyat-sosyal hizmet ilişkisini nasıl ele alıyorsunuz, buradan hareketle sosyal hizmet öğrencilerine, meslek elemanlarına, akademisyenlerine edebiyat söz konusu olduğunda neler söylemek istersiniz?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: Yapıtlarınızdan biraz söz eder misiniz? Hangi konular etrafında okurunuza sesleniyorsunuz?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: Son çalışmanız yanılmıyorsam bir roman. Bende olan son çalışmanız desem daha doğru olur: “Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı.” Roman, yeni yapıtlara doğru yola alacağınızı hissettiriyor. Okuduğumda bende oluşan duygu bu idi. Var mı yeni çalışmalar?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: Toplumsal cinsiyet normlarının hâkim olduğu, sırtını Ortadoğu’ya yaslamış bir coğrafyada yaşıyoruz. Kamusal alanın birçok yüzünde ataerkil yapı egemen. Toplumsal cinsiyet açısından bakıldığında edebiyatta da uzun bir dönem eril söylemin baskın olduğu görülür. Yazarlar açısından da bu böyledir, roman kahramanları açısından da. Ne yazık ki, kadın ikincil kılınmaktadır. Evet, bir roman kadın yazarı olarak yazma uğraşınızda yaşadığınız sıkıntılar oldu mu? Yazarlığı düşünen kadınlara neler önerirsiniz?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: Toplumsal eşitsizliklerin yoğun yaşandığı bir dünyanın sakinleriyiz. Mutlu azınlığın karşısında giderek büyüyen bir yoksul kitlesi yaşam mücadelesi veriyor. Küreselleşmeyle de birlikte yeni risklere açık bir insanlığın, sorunlarıyla nasıl mücadele etmesi gerektiği tartışıla geliyor. Bu çerçeveden bakıldığında gelecekteki toplum öngörünüzü okurlarımızla paylaşabilir misiniz?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: Sorularımıza verdiğiniz yanıtlar için en dileklerimizle sevgilerimizi sunar, teşekkür ederiz. Mavi" adlı bir öykü kitabı ile başladı. Çocuklar için yazdığı; "Benim Haklarım" ve "Bir Anadolu Masalı" adlı iki kitapçık ve "Elimsende-Benim Haklarım Annemin Hakları Dünyamın Hakları" adlı bir kitabı ile öykülerden oluşan "Sonbaharda Körebe" adlı bir e-kitabı bulunuyor. "Şehrin Zulası-Ankara Kalesi" adlı kitabın yazarlarından biri. 2011'de "Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir-Ankara'nın Mekânları Zamanları İnsanları" ile 2014 başında ise “Sen Çok Yaşa Babaanne” adlı kitabı yayımlandı.
Son kitap bir roman, "Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı"… aynı zamanda meslektaşım… Yazarak, hayata dokunmaya devam ediyor…
Aziz ŞEKER: Merhabalar, bizi kırmayarak bu söyleşiyi gerçekleştirmeye olanak tanıdığınız için öncelikle teşekkür ederiz. Sizi tanıyabilir miyiz?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: Edebiyat alanında eserler verdiğinizi ve bu anlamda çalışmalarınızı sürdürdüğünüzü biliyoruz, söyleşide o kısma geçmeden önce, mesleğinizle ilgili sormak istiyorum. Sosyal hizmet/sosyal çalışma eğitimi aldığınızı biliyoruz. İnsanı en büyük değer gören bir mesleğin aynı zamanda eyleyenisiniz. Meslekle olan tanışıklığınız, başka bir ifadeyle meslek maceranız hakkındaki deneyiminizi/görüşlerinizi bizimle paylaşır mısınız?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: İnsan onur ve haysiyetini en yüksek değer olarak gören sosyal hizmetin, edebiyatla da ilişkisi bu değerler noktasında kesişmiyor mu sizce? Sonuçta her ikisi de insanla başlıyor, insanı dert ediniyor… Bu açıdan bakıldığında edebiyatta/yapıtlarda olması gereken değerler açısından neler söylemek istersiniz?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: Yine mesleğe dönelim… Sosyal hizmetin günümüz koşullarındaki imajı hakkındaki düşünceleriniz? Olması gerektiği yere geldi mi ya da neden gelemedi? Açıkçası Ülkenin reel sosyal sorunları konusunda sosyal hizmet yeterince etkin mi? Nasıl bir paradigmaya sahip olması gerekir sosyal hizmetin, ülkenin yapısal sorunları haline gelmiş olan yoksulluk, kadına yönelik şiddet, işsizlik, göç, çocuk gelinler, sosyal dışlanma vb sorunların çözümü konusunda?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: Edebiyat-sosyal hizmet ilişkisini nasıl ele alıyorsunuz, buradan hareketle sosyal hizmet öğrencilerine, meslek elemanlarına, akademisyenlerine edebiyat söz konusu olduğunda neler söylemek istersiniz?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: Yapıtlarınızdan biraz söz eder misiniz? Hangi konular etrafında okurunuza sesleniyorsunuz?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: Son çalışmanız yanılmıyorsam bir roman. Bende olan son çalışmanız desem daha doğru olur: “Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı.” Roman, yeni yapıtlara doğru yola alacağınızı hissettiriyor. Okuduğumda bende oluşan duygu bu idi. Var mı yeni çalışmalar?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: Toplumsal cinsiyet normlarının hâkim olduğu, sırtını Ortadoğu’ya yaslamış bir coğrafyada yaşıyoruz. Kamusal alanın birçok yüzünde ataerkil yapı egemen. Toplumsal cinsiyet açısından bakıldığında edebiyatta da uzun bir dönem eril söylemin baskın olduğu görülür. Yazarlar açısından da bu böyledir, roman kahramanları açısından da. Ne yazık ki, kadın ikincil kılınmaktadır. Evet, bir roman kadın yazarı olarak yazma uğraşınızda yaşadığınız sıkıntılar oldu mu? Yazarlığı düşünen kadınlara neler önerirsiniz?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: Toplumsal eşitsizliklerin yoğun yaşandığı bir dünyanın sakinleriyiz. Mutlu azınlığın karşısında giderek büyüyen bir yoksul kitlesi yaşam mücadelesi veriyor. Küreselleşmeyle de birlikte yeni risklere açık bir insanlığın, sorunlarıyla nasıl mücadele etmesi gerektiği tartışıla geliyor. Bu çerçeveden bakıldığında gelecekteki toplum öngörünüzü okurlarımızla paylaşabilir misiniz?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: Sorularımıza verdiğiniz yanıtlar için en dileklerimizle sevgilerimizi sunar, teşekkür ederiz.
8 Nisan 2025 Salı
Ay Dilbere romanı üzerine/ Ali Erkan Güneri
GÜVEN TUNÇ - AY DİLBERE (*)
“Bir tarih sanki gözlerimin önünden akıp giden,
Geçmiş günleriniz, iki, üç, beş oluşunuz, birken
Oğullar, kızlar, yavrularınız, yaşadıklarınız.
Aklıma bugünü hazırlamanız geliyor dünden” (**)
Kasım 2024’te yeni bir kitapla çıktı karşımıza Güven Tunç. 1958 Erzincan doğumlu olan yazarımız Sosyal Hizmetler Akademisi 1980 yılı mezunudur. Yaşamını Ankara’da sürdürmektedir.
Yazarın basılmış diğer eserleri:
Gökyüzünü Arayan Mavi, Alan Yayınevi, 1992.
Şehrin Zulası Ankara Kalesi (ortak yazar), İletişim Yayınevi, 2005,
Elimsende-Akademi Matbaası, 2009.
Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir, Dipnot Yayınevi, 2011.
Sen Çok Yaşa Babaanne-Ürün Yayınları, 2013.
Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı, Ürün Yayınları, 2019.
“Gelmekte olan güneşin tutuşturduğu kızıllıktan hayat dolu bir şafak söküyor.” (s. 11) İşte bu şafakla başlıyoruz romana. Sanki bir fotoğraf gibi geliyor gerçekler gözümün önüne…
Güven Tunç dört kuşağı ele alıp anlattığı “Ay Dilbere”sini “Ya Hızır” deyip salmış memlekete/vatana; oradan kentlere, şehirlere. O gözeleri, akan suları, gümleyen suları, şelaleleri, esen rüzgârları, fırtına ile savura savura vermiş; yönlendirmiş yüreğimize doğru başarıyla… O çapraz bağlantıları, insanlığı, Doğu’yu, Batı’yı, dünyayı gösteriyor okuyucuya… “Âdem ile Havva’nın… dünyada ayak bastıkları ilk yer… İlk buğday ilk arpa ilk nar ilk elma ilk aşk… ilk aşk şiiri… ilk karanfilli elma” (s. 14) “Uzun yürüyüş” böyle başlıyor.
Acılarla örülmüş, örtülmüş “tehcir”, sürgün günlerine günümüzden bakmak da aynı acıları yaşatıyor insana. Bugün baktığımızda yalnız kalan canlar; bırakılan, savrulan o azgın sularla bir yerlere dağılan insanların acıları, mutlulukları, umutları günümüz koşullarında yoğrulup verilmiş drajeler hâlinde. Herkes ayrı ayrı yaşasa da… Yudum yudum içiyorsunuz ama boğazınızda tıkanıyor su oysa kitap su gibi akıyor, acılar takılıp kalıyor boğazınıza. Tıpkı ikizini özleyen kahramanımız “Hesen” gibi. “Hesen daha çok kendisiyle konuşurdu… bacısıyla konuşurdu... Çocuklarıyla, akrabalarıyla, keçiyle, kuzuyla, yağmurla, karla, rüzgârla, taşla, canlı cansız tüm varlıklarla konuşurdu.” (s. 20) Bulaşıcı mıdır ne? Ben de başladım kendimle konuşmaya, “Ay Dilbere” ile konuşmaya, yokluğunda yazar Güven Tunç’la konuşmaya, arada bir de Hesen’le…
“Mayınlar, dikenli teller olmasa da bu geçilmezlik, o şehre dağlardan bakan insanın yüzüne öylesine keskin ve aşağılayıcı çarpıyordu ki nefesi boğazında kesiliyordu.” (s. 22) “Derin bir nefes aldı. Bir daha bir daha bir daha… Toprak kokusuydu bu! Çiğdem mi? Kardelen mi? Nergis mi? Sümbül mü? Kekik mi? Ne kokuyorsa baş döndürücü kokuyordu… Kanla karışmış bu toprak nasıl kan değil de böyle kokabilirdi?” (s. 23) Gümbür gümbür akan sular almış yazarımızı rüzgârlar eşliğinde fırtınalarla bir kente, bir dağlara savurmuş. O da muhteşem savrulmalarla bizleri o mis gibi kokan dağların toprağından alıp ilaç kokan huzurevinin boş koridorlarında dolaştırıyor. Hepsi yudum yudum sudur billur kadehlerle, bülbül seslerinde, yılan ıslıklarında; nergis, sümbül kokularında; kanla yıkanmış topraklarda...
“Tehcir” “Zorunlu Göç”, “Sürgün”… Adına ne derseniz deyin acıların kol gezdiği, akıl almaz günler sonunda yurtlarından olan, yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalan kuşaktan arta kalan insanlar, bu gidenlerin yaşadıklarını görüp bir şekilde oradan kaçıp dönenlerle oralarda yaşayan ikinci kuşak ve kentlere, büyük şehirlere giden, göçen 3. kuşak insanları ve orada en son 4. kuşak… Hepsi yurt hasretiyle tutuşan, yaşamın acılarıyla hemhal olmuş insanlar işleniyor bu romanda çağdaş bir bakışla. Bağlantılı olarak da kent hayatında hukuk büroları, sinema, ödüllü belgeseller, festivaller ve huzurevleri; çalışanları, üretenleri ile yer alıyor. Bu etkileşimi, bu kurguyu yan ögelerle besleyerek merak uyandıran yazar, çağımızdan geriye bakarak hepsini birbirine bağlamış. Yazar, romanı ayrı ayrı bölümler ve başlıklar hâlinde irdeleyerek yol alıyor. Bölümler adını aldığı fırtınalar, rüzgârlarla örülmüş. Ateş, su, toprak, hava, kadın, aşkla işlenmiş. Her işin başı olan aşkla, sevdayla... Bu yöntem okuyucuya büyük kolaylık sağlıyor, rahat okumasına yardımcı oluyor, eşlik ediyor yazar okura. Aklınıza takılan sorulara anında ya da sonraki bölümlerde yeterli cevabı bulabiliyorsunuz.
Güven Tunç, ilmek ilmek bir kanaviçe işler gibi insanı işlemiş “Ay Dilbere”de. Bir yazar olarak üzerine düşen tarihi görevini yerine getirmiş, diğer taraftan bir sosyal hizmet uzmanı olarak mesleki yaklaşımını da kendisine tamamıyla katıldığım şekilde yansıtmış. Bu tavrıyla beni bir insan olarak o vatana, o dağlara, o göl gibi dingin ovalara, o dut ağaçlarına, turnaların peşine aldı götürdü bir seherin yelinde; yetmezmiş gibi bir meslek elemanı olarak da aldı huzurevi nöbetlerime, bir çariçenin peşine götürdü. Aynı duygular, aynı yaklaşımlar ve yaşanmışlıklarla… Buralarda insan olmakla buluştuk tıpkı Hakan’ın söylediği gibi o yerde… Romanda Sosyal Hizmet Uzmanı Hakan için “yaşlıları seviyordu Hakan. Yuvalardayken çocukları, yurtlarda görevliyken gençleri sevdiği gibi. İnsanı seviyordu aslında. Hocalarının dediği gibi mesleği seviyordu insandan dolayı.” (s. 68) Başka türlüsü olabilir mi?
Bir insanlık dersi daha. Ve aşk! Ve savaş! Şehirde yaşayan Hesen’in kızı Asya, yeğenini sakinleştirmeye çalışırken kendi kendine anasıyla konuşur: “Ah anne! Hep söylüyorsun ‘sana kötülük yapana kızma öfkelenme’ diye. ‘… kin insanın kalbini karartır. Sen Hızır’a havale et. Düzgün Baba’ya bırak… Sen yola bak. Bizim yolumuz var. Yoksa biz nasıl dayanabilirdik o büyük kırıma? O kırımdan nasıl çıkabilirdik?’ diye dersin” (s. 44) Çözüm yolunu bulur rüzgârların savurduğu sokaklardan savaşlarda yaşanan aşktan oluşturduğu senaryodan Asya: “Bazı yerler var ki oralar savaşın en görülebilir sivil hali. Güya sivil hali tabii. Aslında cepheden beter belki”… “Bazen hakikat, hayal dünyasının yetemediği bir gerçeklilikle ve zenginlikle yaşanır.” (s. 62) der. Aşkın ve savaşın birleştiği yerlerden devam ederek. “… Kadının ruhunda aşkla birlikte, dünyamızı daha yaşanır kılacak ne güneşler doğar.” (s. 63) “Dünya öküzün boynunda durur derler ya… Aslında bir kadının kalbindeki aşkın yörüngesinde durur. Kalbindeki temiz duyguların ışığından doğar.” (s. 64) Analardır insanı insan eden. Akıldan çıkarlar mı hiç? Ya baba? Baba Hesen de “En özgür canlılar değil midir bizde kadınlar? Bir de yalnızlarsa… Bilirsin… Onlar ceylanlar gibi, onlar rüzgârlar gibi, onlar akıp giden sular gibi özgür ve uludur. Kutsalımızdır…” (s. 82) diyerek oralarda onlara kimsenin dokunamayacağını belirtir.
"Ay Dilbere”de Güven Tunç bugünden geçmişe bakarken seçtiği, kendine has sözcükler ve betimlemelerle okuyucuya çok güzel çekilmiş bir fotoğraf sunuyor. Okuyucu olarak fotoğrafı izlemekten ziyade etkileyici, insanı sarsan bir filmi izliyor hissine kapılıyoruz. Bizim de kalbimiz Deniz’in “kırık kalbi” gibi “tüm ince yerlerinden kanıyordu”…
Kitap hakkında genel hatlarıyla bir bilgi sundum sizlere. Okuduğunuzda bana hak vereceğinizi biliyorum. Hep birlikte de Güven Tunç’u anlamış olacağız kanısındayım. Tarihe olan saygısını bize fırtınalar, çağlayan sular eşliğinde aşkla çarpıcı sahneleri olan, etkileyici bir film sunulmuş gibi bıraktım elimden “Ay Dilbere”yi “Ya Hızır” diyerek.
“Sen yola bak. Bizim yolumuz var.” diyor ya Zerife. Sen de o yola bak.
“Ay Dilbere”nin yolu da açık olsun Güven Tunç…
Ali Erkan Güneri / 30 Kasım 2024
(*) Ay Dilbere, Roman, KKM Yayınları, 1. Baskı, Kasım 2024, 224 sayfa
(**) “Bir Günü Daha Yaşamak” adlı şiirimden alınmıştır.
20 Mart 2025 Perşembe
Bahar Gündönümü / Ay Dilbere / Giriş
"KUZEY YARIM KÜRE BAHAR GÜNDÖNÜMÜ
MART DOKUZU
1.
SU
21 Mart.
Tan atımı.
Yukarı Fırat Havzası / Batıucu Platosu.
Ezeli suların, kutsal dağların ve eteklerinde uzanan geniş, kerim ve bereketli ovaların güzel diyarı...
Bu güzel diyardaki olağanüstü bir mevsim geçişi. Yeryüzünün özel yaratılmış bölgelerinden birinde, yeni bir yıla uyanışın görkemli gecesi...
Yukarı Fırat Havzasının geniş, ferah batıucu platosunda, bin bir yıldır yinelenen gün dönümü dansının bütün yörede yaşanacağı bir Leyl ü nehar…
Bir tek gündüzle gecenin eşit olduğu, bir tek o leyl ü neharda oluşan o büyük o inanılmaz o rengârenk dönüşüm…
Burası kutsal sırlarla bezenmiş dağlar yurdu. Bu dağlardan, üç bin metre yükseklikten, vakarla; uzak denizleri, çölleri, vahaları, şehirleri, neredeyse yeryüzünü ve ruhunu kuşbakışı seyredebilen, bilen ve hissedebilen kadını, ihtiyarı, çocuğu, toprağı, suyu ve ateşi ile bir başka coğrafya…
Zirveleri gökyüzüne ulaşan, gölgesi birbirinin üzerine düşen, yüksek, sarp, kayalık dağların ülkesi… Kendini bu dağların içinde koruyan derin derin vadilerin, dibi görünmez uçurumların, yüksek yüksek düzlüklerin… Debisi yüksek suların… Bir zamanlar eteklerinde uzanan geniş geniş ovalarda kurulu, şimdilerde kendisinden kopmuş, gitmiş, el olmuş, kaç kez yıkılmış kaç kez imar edilmiş, beş koca şehrin…"
Roman böyle başlıyor...
Ay Dilbere...
Nevruz, Nevrozi, Newroz, Nevroz kutlu olsun
Ay Dilbere üzerinden bir söyleşi
Röportajı Yapan: İlhan Tomanbay
Sosyal Hizmetler Akademisinden mezun meslektaşımız Güven Tunç’la bütün meslektaşları gurur duymaktadır. Çünkü o içimizden çıkarak adeta “dışa vurdu!”. Bu ne demek? Bizleri, meslektaşlarını aştı, zamanı aştı, günceli aştı ve önemli romanlarıyla Türk edebiyatında önemli bir yere oturdu. Meslektaşları kendisiyle ne denli gurur duysa azdır. Biz de bu gururla – sabırsızlıkla – son romanının çıkmasını bekledik. Yayınlanır yayınlanmaz kutlamaya koştuk. Kitabının yayınlandığı KKM Yayınlarının kitap dolu aydınlık salonunda kitabının tanıtım toplantısı yapıldı. Toplantı yöneticisi Hüsniye Şimşek Güven Tunç’u edebi yönüyle öyle güzel tanıttı ve kendisi de edebiyat üzerine görüşlerini anlatınca kitabını okuma sabırsızlığımız daha da arttı. Aldık, kendisine imzalattık ve okuma heyecanıyla evlerimize döndük. Özellikle sınıf arkadaşları ve birçok meslektaşları ve tanıyan diğer dostları kendisini yalnız bırakmamış, gelmişlerdi. Gün güzel geçti.
Ay Dilbere adlı romanın adı bir kere okumaya itiyor insanı. Anlamak için, Ay Dilbere’nin ne olduğunu. Başlarda Anadolu’nun Fırat havzasını büyüleyici bir biçemle betimlemesi sizi daha baştan sarıyor. Sonra romanın içinde ara ara yeralan adeta “kilometre taşları” olan kısa arabaşlıklar insanı hem yeni heyecanlara yönlendiriyor hem okumayı yalınlaştırıyor ve hızlandırıyor. Yarıladım bile… Ama ara verdim. Yoksa Sosyal Hizmet Magazin’in çıkması gecikecek! Varol Sevgili Güven Tunç. Verimin kutlu ve büyük olsun.
SORU: - Bize kendinizi tanıtır mısınız?
- Sanırım en zorlandığım soru bu. Biraz çocukluğumdan başlayayım. Doğduğum şehir ve babamın görevleri nedeniyle dolaştığımız yerlerin çok renkli çok umutlu insanları, yaşantıları, evlatlarını okutma gayretleri, becerikli anneleri, çalışkan babaları, sinemaları, sokak oyunları, kilitlenmeyen kapıları ile zengin geçti.
Ankara, ilk ve orta eğitimden sonra Sosyal Hizmetler Akademisi, mezuniyet, daha çok belediyelerde kreş ve toplum merkezi yöneticilikleri ile halka yakın görevlerde bulunma. Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu ile de çalışma hayatını tamamlama.
Bütün hayatımın yazmaya zemin olması ve yazmayla iç içe yürümesi.
Okumaya, filmlere, hayallere kapılan bir insandım hep.
İlk kitabım, Gökyüzünü Arayan Mavi, 1992 yılında yayımlandı. Sonra sırasıyla,
Şehrin Zulası Ankara Kalesi kitabının yazarlarından biri oldum.
Elimsende
Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir/Ankara'nın Zamanları Mekanları İnsanları
Sen Çok Yaşa Babaanne
Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı
Ve bu yıl yayımlanan, Ay Dilbere
SORU: - Çok güzel romanlarınız var. Bir yenisi de bugünlerde çıktı. Sizde roman yazma dürtüsünü tahrik eden ne olabilir? Roman yazma isteğini ortaya çıkaran... nedir?
- Çok teşekkür ederim, önce yazmaya yönelişimden başlayayım çünkü sadece roman yazmadım.
Bende yazma isteğimi kışkırtan çocukluğumdur. Komşularımızın renkliliği, dinlediğim masallar, bir çok dilde söylenmiş türküler, yaz sinemaları, şimdiki gibi el kadar değil, bildiğimiz o uçsuz bucaksız bahçeler, o bolluk o bereket o umutlu yaşamlar...
Bir de özgürlük, eşitlik, kardeşlik özlemi.
Roman içerdiği evren genişliği nedeniyle benim özlemlerimi anlatmaya uygun. Zaman ve mekan genişliği açısından bana olanaklar sunuyor. Bu nedenle romana yöneliyorum.
SORU: - Sizde herhalde sanat deyince akla ilkkez edebiyat gelir. Sizce sanat içinde edebiyatın yeri nerededir?
- Sanat deyince bende ilk edebiyat geliyor tabii ki ama yazıdan önce mağara duvar resimleri de bir dert paylaşımı bir duygu ve düşünce ifadesi bir tanıklık bir güzellik arayışı anlamında çok şey anlatıyor.
Sözün, melodinin, çizimin insanlığın ilk başlangıcında çok farklı olmadığı kanısındayım.
Edebiyatı; resmin, müziğin, plastik sanatların, görsel sanatların aynı kökten gelen olarak tanımlayabiliyorum kendi içimde. Çok net çizgilerle ayıramıyorum. Birbirini besleyen alanlar.
SORU: - Sizce roman mı öykü mü?
Benim edebiyat serüvenim öyküyle başlıyor. Öyküden vazgeçmiyorum. Roman kurgularımı bile öykü öykü geliştiriyorum.
Roman bana, yüz yıllık değişimleri, yaşantıların çeşitliliğini, coğrafyaların büyüklüğünü, bol bol karakterler oluşturarak, olayları onların üzerinden anlatmayı sağlıyor. Roman yazmayı da öykü yazmak kadar seviyorum.
SORU: - Romanla mesleğiniz arasında bir bağlantı kurun desek, neler söylersiniz? Öncelikle, böyle bir bağlantı var mı yok mu?
- Genç meslektaşlarımla yazma üzerine yaptığımız bir çalışma olmuştu. O çalışma kitaplaştırılmıştı. Kitabın önsözünde yazdığım düşüncemi burada da söyleyeyim; Biz sosyal hizmet uzmanları insanlık hallerinin çoğuna şahit oluyoruz. Tanıklığımızın yanısıra birey/grup/toplumla çalışma yoluyla çözüm ortaklığı yapmayla görevliyiz. Çözümü de insan hakları ve insan haysiyeti çerçevesinde uygulamak ve geliştirmekle yükümlüyüz . Bu iki unsur, yazmak için çok iyi bir başlangıçtır diye düşünüyorum.
SORU: - Sizce roman nasıl okunmalı? Okurlara neler tavsiye edersiniz?
- Okur olarak sadece kendi adıma yanıt verebilirim.
Gençlikte bir gecede bitirdiğim kitaplar çok olmuştur. Şimdi biraz daha günlere yayıyorum. Bazıları düşüne düşüne, sindire sindire okunuyor bazıları alıp peşine takıyor sizi sürüklüyor. Sonra bir bakıyorsunuz ki basit ve sürükleyici bulduğunuz roman midenize oturmuş. Oturup günlerce düşünüyorsunuz bu kadar sade anlatımla bu farkında olmadığımız, görmediğimiz olgu, olay, yaşanmışlığı bize nasıl aktarmış... Sanatın gücü bu olmalı.
Roman, öykü, anı, inceleme ne olursa kitabı çok uzatmadan okumayı seviyorum.
Zamanın ruhunu iyi yansıtan, zamanı, çevreyi, ortamı iyi betimleyen, gerçekçi, okuru eğitecek kişi değil paylaşacağı değerli bir arkadaşı olarak gören, toplumsal sorunları dışlamayan, dili akıcı, insancıl ve merak uyandıran, çözümü okurla birlikte bulmaya çalışan romanları daha çok severek okuyorum.
SORU: - Romanlarınızın sizce ne kadar hayal ürünü ne kadarı sizin yaşamınızdan ürüyor?
- Romanlarımın mutlaka dayandığı bir toplumsal gerçekliği oluyor. Onun üzerine hayal dünyamı katıyorum. Hayal dünyamı o gerçekliğin üzerinde, ipi gevşek bir uçurtmanın yükselebileceği kadar yükselmesine izin veriyorum. Buna rağmen okuyanların geri dönüşlerinde, roman kahraman ve karakterleriyle özdeşleşmişim gibi bir görüşle karşılaşıyorum. Roman sayımın az olmasından kaynaklanıyor. Ömrüm ve isteğim olur yazmayı sürdürürsem bu görüşün değişeceğini biliyorum.
SORU: - Son olarak kendinize romanlarınızla ilgili bir soru sorun desek, nasıl bir soru sorardınız?
- Yazmayı seviyorum da yazdıklarım üzerinden konuşmayı sevmiyorum şimdilik. Belki neden yazıyorsunuz diye bir soru olursa, Arkadaş Z. Özger'in bir dizesi vardır, "Hiç kimse bilmiyor içimin yangınını... " Benim içimin yangını da özgürlük, eşitlik, kardeşlik özlemi. Özgür, eşit ve kardeş dünyanın ne denli şenlikli, neşeli, üretken olacağına yönelik derin hasret.
Ne dediniz? Güven Tunç’a son romanı Ay Dilbere üzerine hiç soru sormadık mı? Önce romanı hepberaber bir okuyalım da roman üzerine sorularımızı da daha sonra hazırlar ve birlikte sorarız, olur mu?
*
20 Aralık 2024 Cuma
Ay Dilbere Romanı Üzerine
Roman için araştırmaya, incelemeye çalıştığımda;
Kadınların her sabah güneşin doğuşununa;
“Ey ümmetin Muhammed’i
Senden var rica ile minnetim
Rızkından önce cümle aleme yani ümmetine ver
Kapı komşuya ver
Yabandaki aç kurda ver
Sonra da biz naçarlarına ver,”
dilekleriyle eşlik ettiği...
Güneşin batışıyla da yerlerin mühürlendiği bu inanç
Kırımdan önce her evin kapısının, Hızır gelirse kapıda kalmasın diye açık olduğu, bir yudum sularını içenin sofrasına oturanın kardeş bilindiği bu kültür.
yalnız kadınların dokunulmazlığı ve onlara saygı ile davranılması,
leçeğini yere atan bir kadının huzurunda tüm çatışmaların sulh olduğu bir medeni yaşam biçimi,
Hızır Günlerinde yapılan
“Ya Hızır!
arsızları, nursuzları, haksızları bizden ve neslemiziden uzak tut.
Bizleri namerde muhtaç etme”,
Ya Hızır, alemin verdiği lokmaları kabul eyle,
bizimkini de unutma.”
dileği
beni hayran bırakmıştı.
Ve
Dersim, bugünlerde başlayacak olan Gağan günlerine hazırlanıyor...
***
"Bir gün de hatırlayacaksın. Seni benim kadar özlemle çağıran bu kerametli toprakları, bu kerametli suları hatırlayacaksın...
Suyun seni çağıran sesini duyacaksın
Beni duyacaksın.
Bu yıldızları, bu bülbüllerin, dağların, kırların sana özlemini yüreğinde hissedeceksin.
Barışacaksın.
Barışacaksın
Barışacaksın canem."
***
"... Doğanın o muhteşem uyanışını, toprağın hareketlenmesini, suların dağlardan gümbür gümbür bir müjdeyle baharı uyanırdırarak gelişini ve 21 Mart gününü, büyülü bir dille anlatarak başlamış.
Kitap ilk satırda beni en kuytusuna çekti.
Kitapta kah Hesen, kah Çariçe, kah Hakan oldum.
Hiçbir duygum yarım kalmadı, tamamlandım.
Kaptırdım kendimi o büyülü dile, hüzünlendim, umutlandım, kederlendim,ağladım, güldüm... "
R.Y.
***
"Yazarın olay örgüsü sırasında yaşadığı kaygının farkına vardığımı da söyleyebilirim. Bence dil, anlatımdaki derinlik… Asla rahatsız etmeyen bir ses bulmuş. Dili dağların, göklerin, bulutların, suların, şehirlerin diliyle karışık… İnsana sonsuzluk duygusu veren bir duyarlılıkla yazılmış Ay Dilbere’yi. Size her şeyi söylemiyor kitapta, her şeyi açık etmiyor. Öyle ki satır aralarına romanlar sığar. Acılardan dağlar kurulur, koca koca nehirler akar. Sevinçlerle ovalar yeşile kesilir. Acılarla dağlar çıplak kalır."
Hayrettin Geçkin
İnsancıl Dergisi
17 Kasım 2024 Pazar
AY DİLBERE
"Dağlık haliyle, sanki dünyanın özel olarak yaratılmış yerlerinden biri. Ve yaratıldığı şekilde, olduğu gibi aynen kalan, saklanan, sarmalanan yabani sılası…
Her yeri dağ her yeri uçurum her yeri su… Her yeri su… Yüce dağların derin uçurumlarla ayıran dar, karanlık vadilerinde, geniş çayırların, yüksek yaylaların, arasından, yarların dibinden akan buz gibi soğuk çaylar, dereler… Kayalardan sekişinde neşeli, karanlık vadilerde uğultusuyla korkutucu, o geçilmez, dizginlenmez sular… Gümbürdeyen, fokurdayan, coşan, taşan, çatallanan, kaynayan, şırıldayan, köpüklenen, parıldayan, menevişlenen akarcalar…
Köpüklene köpüklene yüksek yüksek tepelerden, yüksek yüksek kayalara, kayalıklardan vadilere, şelale şelale dökülen, acı, tatlı, ekşi pınarlar… Büyük çaylara büyük derelere ulaşmaya çalışan, bereketiyle büyük, cüssesiyle küçük, aceleci sular…"
23 Ağustos 2024 Cuma
HONG KONG _ SİNGAPUR
Ah canım! Ta Hong Kong'lardan...
Şimdi de Singapur...
Orada da varız mı diyorsun?
Ne arıyorsun yazılarımda acaba?
Bana sorsana doğrudan.
Çince çeviri ile mi okuyorsun neden?
Şimdilik burada dursun.
22 Ağustos 2024 Perşembe
Susun Ne Olur Beş Dakikacık Susun Dinleyin/Öykü
SUSUN! NE OLUR BEŞ DAKİKACIK SUSUN! DİNLEYİN!
Şaheste, ayakları birbirine dolana dolana merdivenlere koşup, yürüyen olmasına aldırmadan, basamakları nefes nefese atlayarak inip, kalkmak üzere olan metroyu yakaladığında, neredeyse kalbi göğsünden çıkacak gibiydi. Bir yer bulup oturdu. Elleriyle başını tuttu. Beyni sanki patlayıp etrafa dağılacaktı. Gözleri yanıyor, kulakları uğulduyordu. Aksine vagon da doldukça doluyor, insanlar üzerine üzerine geliyordu. Özellikle konuşmalar, gülüşmeler, ayarsız sesler onu boğuyordu. Metro hareket edip rayların üzerinde yağ gibi kaymaya başlamış ve ilk durağı yeni geçmişti ki bilincinde olmadan,
"Susun! Allah aşkına bir susun. Ne çok konuşuyorsunuz."
diye bağırdı avaz avaz.
Vagondakilerde önce bir şaşkınlık ardından derin bir suskunluk oldu. Birbirine bağlantılı diğer vagonlardaki insanlar da bağırtıyı duymuş, konuşmayı anlayamamış ama kulaklarını dikmişti... Başlar o yana dönmüş, ses tonları inmişti bir kere.
Şaheste'nin yanında yöresinde olanlar, bu azarlamayı, saçı başı dağılmış, gözleri fincan gibi açılmış bir kadının hezeyanının verdiği rahatsızlık olarak kabul edip yeniden günlük konuşmalara döneceklerdi ki yeni bir bağırtıyla uyarıldılar...
"Susun! Bak çocuğu duyamıyorum ben! Çocuk korkuyor. N'olur susun!"
Rahatı bozulmuş olanlardan bir adam, kalabalığın sözcüsü olmak ve makbul, muteber, muktedir görünmeyen bir kadın tarafından azarlanmaya karşı bir hamle yapmak amacıyla, atıldı.
"Ne çocuğu be? Ortada çocuk mocuk yok! Kimi duyacaksın?"
"Okulda o. Şimdi bıraktım. Çok ağladı. Onu duymam lazım. Söz verdim."
Adam fare yakalamış kedi iştahıyla tribünlere seslendi,
"Ne saçmalıyor bu. Okuldaki çocuğun sesini burada mı duyacakmış?"
"Susarsanız duyarım, n'olur. Anası bana emanet etti de gitti... Onu dinlemek istiyorum. N'olur susun."
"Deli bu arkadaşlar. Herkes işine baksın."
Şaheste elleri hâlâ başında, bir yandan saçlarının dağılmasına aldırmayıp başını ovarak, uğultuyu gidermeye çalışıyor diğer yandan da huzursuzca bir oturup bir kalkmaya yelteniyor ama kalkamıyordu.
"Çocuğu duyamıyorum. Annesi gitti, annesini de duyamıyorum. Allah aşkına susun. N'olur dinleyin."
Yanındaki orta yaşlı kadın, adamın aksine onu sakinleştirmeye çalışıyor, omzunu tıp tıplayarak herkesin kızmadığını ona anlatmaya çabalıyordu.
Şaheste, ağladı ağlayacak,
"Ne yapacağım ben şimdi? Aleyna'm ağlar da beni çağırırsa ne yapacağım? Bana seslenirse nasıl duyacağım onu?"
Ortalardan biri öne atılıp,
"Kes artık! Esas senin konuşman rahatsız ediyor herkesi," diye histerik bir tepkiyle bağırınca, bir başkası gayet soğuk
"Beni hiç rahatsız etmiyor konuşması… Biraz saygılı olun lütfen. Bir kadına böyle davranamazsınız,"
diyerek, oluşabilecek diğer olumsuz tepkilere karşı bir hamlede bulundu
Olayın başından bu yana sahanlıktan olanları izleyen Melisa, insanların arasından yavaşça geçerek Şaheste'nin yanına geldi, ardında da onu bir ömür boyu izlemek isteyen Alican… Melisa çevredekilere,
"Belki bir şey söylemek istiyor. Bir dinleyelim isterseniz."
Şaheste'yi sakinleştirmeye uğraşan kadın, kalkıp yerini Melisa'ya bıraktı.
"Gel kızım, otur. Belki sen çözersin. Belli çok derdi var."
"Ne derdi olacak?" diye tısladı biri.
Bu kez Alican horozlandı.
"Ne var bir beş dakikacık sussak? Çok mu zor bir insanın küçücük bir isteğine uymak?"
Vagondakilerin bir kısmı Şaheste'nin hâli karşısında Alican'a hak verirken bir kısmı da kadının sözlerinin altında bir hikâye olduğunu düşünüp, meraktan susmuş, kulak kesilmişti ki, en arka vagonlardan bir genç daha harekete geçti. Ama oldukça yavaş... Tereddütle, dalgın, düşünceli... Eren... Ağır ağır, sanki kafasındaki bir veriyi işler gibi ağır çekim ilerliyordu…
Yine inenler binenler oldu. Binenler tuhaf bir durum olduğunu anlayıp, tepki verebilmek için suskunlukla birinin, bir hareket yapmasını ya da konuşmasını beklediler.
Melisa yanına oturmuş olduğu Şaheste'ye,
"Korkmayın. Biz yanınızdayız. Yalnız değilsiniz."
Şaheste, bitkin, yorgun… Arandı tarandı telaşla arkasına sakladığı çantasını el yordamıyla buldu. İçinden mendilini çıkardı. Yüzünü gözünü sildi. Karşı koltuklardan biri bir pet şişe su uzattı. Melisa aldı açtı, uzattı. Elleri titriyordu Şaheste’nin. Melisa’nın ısrarıyla titreye titreye bir kaç yudum aldı. Suyun birazıyla da mendilini ıslatıp, yeniden silindi. Melisa,
“ Neyiniz var?. Size yardım edebiliriz.”
“Korkuyorum. Ya çocuğa bir şey olursa? Duyamazsam.”
"Korkmayın biz buradayız. Sizi yalnız bırakmayız."
"Öyle bir şey değil ki bu, hepimiz korkmalıyız.”
"Hah!"dedi biri... "Olağan paranoyalar," diye sürdürmeye kalktı... Ama vagondakiler onunla aynı fikirde değil gibiydi. Tümcenin sonunu getirmedi.
“Neden ki?”
diye atıldı yeni binenlerden biri, alaycı. Şaheste, içtenlikle,
“Senin çocuğun var mı? Duyabiliyor musun? Dinle bak, duyabiliyor musun?
Adam sus pus oldu. Mahcubiyetle, iki elini birleştirerek minnet ve müteşekkir işareti yaptı.
Çocuğu olanlar huzursuzlandı. Biraz da kızdılar içlerinden. Durduk yerde…
Eren, Şaheste’nin olduğu vagonun sahanlığına varmıştı en sonunda. Ağzı açık olanları izleyebiliyordu sadece. Şaşkındı çok. Toparlanamıyor, olanları anlamlandıramıyordu.
Melisa durumu çözmüştü. Anlatmasını sağlarsa vagondaki suskunluğu garantilemiş oluyordu. Vagon sessiz olursa o bağırmaz, kimse de ona kötü davranmaz, kötü söz söylemezdi.
Sesinin en alt tonuyla,
"Metro ile mi geldiniz okula… Servisi yok muymuş?"
"Bozulmuş. Bugünü bulmuş kahrolası. O kadar gün içinde, bu günü bulmuş."
"İyi ya işte, yetişmişsiniz, ne güzel."
"Bildiğim yerler değil buralar yavrum. Çok uzak."
"Neden bu karar uzağa yazdırdınız ki. Yok mu mahallesinde bir okul?"
"Burak Canberk'i mahalledeki okuldan kaçırdı, bunu kaçırmasın diye ta buralara getirdi yazdırdı anası… Çok ağladı Aleyna’m. Alıp geri götüreyim, dedim. Öğretmeni bırakmadı. Proje ödevi mi ne varmış."
"Niye ağlıyor ki çocuk?"
"Yavrum, annesi için mi korksun kendisi için mi korksun Canberk için mi?"
Melisa aynı ağır tondan ve şefkatle ama cevabından korkarak,
"Korkacak bir şey mi var?"
Şaheste kendi kendine konuşur gibi sürdürdü.
"Ah kafam. Boş verecektim ödevi mödevi… Ah bir duyabilsem..."
"Annesi babası yok mu?"
"Annesi dün, akşam otobüsüyle gitti. Bana emanet etti çocukları."
"Terk mi etti yoksa?"
Melisa kendi sorduğu sorudan kendisi rahatsız oldu. Özel hayata giriyordu belki yanıtı. Şaheste kendinden beklenmeyen bir toklukla
"Eder mi hiç o, kızım?”
Yanıt beklemeden,
“Etmez!... Etmez!”
Karşı koltuktakilerde duysun istiyordu,
“Çocukları için ölür Açelya.”
Sesi gittikçe yükseliyordu
“Ölür de... “
Artık bağıra bağıra söylüyordu,
"Ölmeye gitti zaten…”
“Yok artık!”
diye fırladı biri yerinden.
Bir diğeri
“Dinlemeyeceğim artık seni. Halisünasyonlarını anlatıyorsun sabahtan beri. Biz de saf saf dinliyoruz.”
Yeni binenlerden biri
“Halisinasyon ne ki?”
İnmeye hazırlananlardan biri
“Ablacığım işe giderken şu yaptığın işe bak. Tüm motivasyon gitti.”
Eren yetişti yanlarına…
“Doğru söylüyor. Bütün söyledikleri doğru.”
Daha çok Melisa ve Alican’a konuşmuştu ama kulak kesilen bütün vagon da duymuş oldu.
Eren daha metroya binerken, komşuları Saheste Teyzesini görür gibi olmuş, onun orada olma olasılığını hiç aklı almamış, o nedenle peşinden de gitmemişti. O, "Susun! Çocuk! Korku!" içerikli çığlığı duyup da bilincine varana kadar bir süre beklemiş sonrasında, uykusuzluk ve yorgunluktan yanılma payı bıraksa da harekete geçmişti. Aynı çığlık dün akşam, apartmanlarında da duyulmuştu aslında. Annesiyle babası bakmaya gittiği için başını dersten kaldırmamıştı. Sabah erkenden yarı zamanlı çalıştığı markete gidecek, öğlen de sınavına yetişecekti. Annesiyle babasının eve dönüşünü bile duyamamış, kitap elinde uyumuş kalmıştı. Yemin edebilirdi ki dün gece duyduğu aynı sözler aynı acılı, çaresiz çığırtıydı az önce kulağına ulaşan. Ne âlâkâydı. Ne âlâkâ? Evinden bile çıkmayan kadın... Ama gerçekten oydu. Apartmanlarının dört numarasındaki Şaheste Teyze. Melisa'nın uzattığı şişeden su içiyordu yine, ıslattığı mendiliyle yüzünü gözünü siliyordu. Bir de minnetle, bir Melisa'ya bir Alican'a bakıyordu.
Şaheste gelip önünde eğilen Eren'i görünce tanımadı önce, afalladı birden, sonrasında bıraktı makaraları, yaşlar ardı ardına süzülsün diye gözlerinden..
"Eren! Eren'im!"
Ortalık büyük bir kabahat işlemiş gibi sus pus oldu. Vagondakiler ses çıkmasın diye nefes bile almayacak duruma geldi. Durağa gelindi, inenler binenler oldu. Dehşetengiz suskunluk bir türlü bozulmadı. Donmuş gibiydi insanlar.
Ama karşı koltuklarda oturanlardan biri merakına yenilip, duyulur duyulmaz bir sesle,
"Ne diyorsun teyzeciğim? Ne oldu annesine?"
Aslında çevrenin merakına tercüman olmuştu. Melisa da çok merak ediyordu, soramıyordu.
Şaheste artık Eren’e anlatıyordu sadece.
“Babası olacak adam, gelip Canberk’i kaçırdı ya, yatılı yurda verecekmiş hap kadar çocuğu… Görümcesi söylemiş, hani şu esmer olan,‘Gel al çocuğunu, kurtar,’ diye aramış, gizlice. Açelya dün akşam otobüse bindi gitti. Sabaha varmıştır. Sonrasını bilmiyorum.
“Geçen sefer yaralamıştı, bu sefer öldürür kesin.”
Melisa dayanamadı,
“Deli mi bu kadın?”
“Deli değil yavrum, kadın o… Kimse duymadığı bir kadın. Kimse onu duymuyor. Kimse kimseyi duymuyor.”
Vagonun sonlarından bir genç kadın katıldı Şaheste’nin sözlerine,
“Haklısınız kimse kimseyi duymuyor…Dinlemiyor.”
Artık değil vagonda, tüm metroda kimsenin konuşası yok. Acı gibi zehir gibi bir suskunluk… Sanki az önce sirenler çalarak bir itfaiye, bir polis aracı bir ambulans geçmiş son sesiyle, aralarından. Her insanda az çok ama mutlaka bulunan bir yara deşilmiş bir kahır hissiyatı gelmişti herkese.
Metro bu havada Kızılay son durağına yol aldı. Durağa gelince tüm yolcularla birlikte Şaheste, Eren, Melisa, Alican da indi.
Eren önce Şaheste’yi karşı taraftan aynı hattaki metroya bindirip Aleyna’nın okuluna götürdü, kapı güvenliğine emanet etti, her teneffüs çocuğu göstermeye söz aldı, gelip alacağına söz verdi, sonra aradı Açelya’yı, Canberk’in peşinde olduğu bilgisini aldı… Yarım saat izin alıp erken gitmeyi umduğu okula ve sınava, cebindeki son parayı denkleştirip taksiyle ucu ucuna yetişti.
Metrodan diğer inenler biraz buruk, sersemlemiş, dışa kapalı hâldeydiler. İşte, okulda, kahvede, çarşıda, ara ara durup sanki bir ses duyacakmış gibi ortalığı dinlediler… Sadece soranlara anlattılar usulca, akşamı dar ettiler.
Konservatuarda keman öğrencisi olan idil metroda yaşadıklarını okulda, kantinde anlattı arkadaşlarına, tanınmış ve tatlış bir kadın piyano öğretmeni bunu duydu, o akşam hikâyesinde paylaştı. Meşhur bir tiyatrocu arkadaşı gördü paylaşımını sonra yurt dışında yaşayan sinema oyuncusu profilinde, sonra iyi kalpli bir rock şarkıcısı durumunda, onun popcu arkadaşı derken, paylaşanlar çoğaldı, yayıldı gitti.
Melisa ve Alican metrodan iner inmez daha vakit öğlen olmadan bu olayın kısa filmini çekmeye karara verdiler. “Susun! Susun! Çocukları ve kadınları dinleyin” olacaktı adı.
Metroda o günü yaşayıp birkaç gün aynı saatte okula, işe, kahveye, çarşıya gidenler bu olayı anımsayıp sessizleşti. Olay birkaç güne unutulur giderdi ama iyi kalpli o rock şarkıcısı, Melisa ve Alican’dan habersiz aynı isimle bir şarkı yaptı.
Eren sınav sonrası pürtelaş, metroyla, Şaheste Teyzesini ve Aleyna’yı alıp eve getirmişti. Komşular başlarına toplanıp sormuşlardı. Ölümü göze alarak, uzak, başka bir şehre oğlunu aramaya gitmiş bir gencecik Açelya’yı duymak için televizyonlarını kapattıran Şaheste’ye kızmayı çoktan bırakmışlardı. Onu da çok merak etmişlerdi. Onun sesini duymak için neler vermezlerdi. Onların aralarında apartman yöneticisi olan kadın da vardı. Sonradan oturmuş bu öyküyü yazmıştı. Bir de gitti çocukların haklarıyla ilgili gönüllü çalışan avukat arkadaşına anlattı. O da bir afiş yapmayı tasarladı.
Bir de o gün aynı saatte o metroda olan gencecik bir şair şiirini yazınca… Olanlar oldu.
Artık hilafsız her Çarşamba metroda saat on ikide Kızılay yolcusu olan her insan beş dakikalığına sustu… Hele sosyal medya, kim ne bulursa artık, şarkı, şiir, film, öykü, afiş… Her Çarşamba sayfasında paylaştı beş dakika… Ev kadınları bıraktı o saatlerde, hem kendi kalplerini hem komşu kadınları dinlediler, bir derdi var mı diye.
Açelya, ablası derneklerde gönüllü çalışan Oğuz Komiserin gönderdiği, devre arkadaşının yardımıyla, ölmeden, yaralanmadan Canberk’i aldı geldi sağ salim.
Ama bir tane değildi ki…
Öyle olduğu için, bir görüldü ki her Çarşamba saat on ikide yapılan şey, tüm dünyaya yayıldı, tüm dillerde söylendi, sosyal medyanın tüm kanalları karardı, tüm metrolarda susuldu. Tüm mutfaklarda işe beş dakika ara verildi.
Böylece yavaş yavaş çocukların ve kadınların sesi duyulur oldu..Sonra da tehlike altındaki grupların ve bireylerin. Tehlike altında kim, kimler varsa onların.
Dünya çiçek açtı sanki.
Dünya çiçek açtı.
24 Haziran 2024 Pazartesi
Şehirde ve Gecede
Aziz Hatırasına...
Şiirleri dilden dile dolaşsın diye...
ŞEHİRDE VE GECEDE
“Havada kar sesi var...”
Üç çocuk...
Üç küçük çocuk…
Ancak ve ancak el dokuması ipek bir kumaşın veya Küçük Asya’ya, Balkanlar’a Mezopotamya’ya, Akdeniz’e özgü antik, atlas bir kilimin motifleri kadar ayrı olabilen ailelerden, aşiretlerden ya da sülalelerden, aynı kökboyalı iplikle dokunmuş üç yakın şehirden, kasabadan, köyden, biri kız ikisi oğlan, üç hülyalı çocuk…
Bir sabah uyanır uyanmaz aynı saniyelerde yataklarından deli gibi fırlayıp evlerinin kapılarına koştular. Büyülenmiş gibiydiler. Ana babaların, dedelerin, halaların, nenelerin, yengelerin, evlerinde büyük küçük, az çok kim varsa, o delice seğirtmelerini kim gördüyse, onlardan en azından bir iki tanesinin şefkatli girişimlerini, sert otoritelerini dinlemediler. Sokağa, bahçeye açılan kanatlı kapıları, büyük bir güç sarf ederek sonuna kadar açıp ileri atıldılar ama kala kaldılar. Burunları, bütün o uçsuz bucaksız coğrafyaya yağmış olan, boyları hizasındaki kara gömüldü… Hele kız olanın boyunu da aşıp geçti, kapının önündeki yığıntı. Üzerine yıkılıverdi ve her yanını kar içinde bıraktı. O daha ileri atılayım diye çabalarken evdekiler yetiştiler. Tüm direnmesine karşın önce o içeri alındı. Saçları, gecelik entarisi, elleri, çıplak ayakları ıslanmış ve buz gibi olmuştu. Bağırdı, kapının koluna sarıldı, ısırdı, edepsizce tükürdü, salya sümük ağladı. Aileden iki genç ve güçlü kadın onu içeri zorla sokabildiler.
Oğlanlara da öyle oldu sayılır. Birbirlerinden ve kızdan habersiz ancak gelenekten, görenekten, terbiyeden, haberli olan oğlanlar, daha ağır başlı davranarak ve ikna olmuş görünerek ama ayakları da geri geri giderek, evdekilerce gömüldükleri kar yığınının altından sökülerek içeri alınmalarına ses çıkarmadılar. Huysuz olanı bile öyle davrandı. Kafası meşgul ve dalgındı. Dalgın olduğu için de munis.
Üç çocuk...
Üç güzel çocuk…
Duydukları bir sesle, sanki sadece onlar için özel olarak yapılmış bir çağrıyla uyandırılmışlardı… Kalplerinin işaret ettiği yöndeki, kulaklarında bir parça tınısı kalan o sesleri yitirmemeye, yeniden bulmaya, ulaşmaya koşmuş, aradıklarına yaklaşamadan da tüm dünyanın kar altında kaldığını görmüşlerdi.
Bütün gece yağan kar, çatıların tepesinden, bahçelerin ötesini, dağların doruklarından, düzlüklerin ta ilerisini kaplamıştı. Ufka kadar görünebilen bütün bir çevre, tüm sesleri silen, beyaz, kalın bir tül altında kalmıştı. Bulutlar yere inmişti sanki.
Bu üç mahmur çocuk, gece boyunca yağan karın sessizliğinde, derin uykularının arasında evlerinin kapılarının ya da pencerelerinin baktığı dağdan sanki bir tayın kişnemesini, bir kuzunun melemesini, bir ceylanın ayak sesini bir çocuğun acemice söylediği sıcak bir melodiyi, bir ıslığı duymuşlardı… O sesin ardından gitmek, kulaklarına fısıldanmak istenen bir büyük sırrı çözmek için karşı konmaz bir istekle ve silkinerek uyanıp kapılara koşmuşlardı…
Bir bütünlüğü olmayan, ha bire parçalanıp bölünerek kendini gizleyen düş parelerine göre, bütün bir gece sanki yataklarında değil de dağlardaydılar. Üşümeden, ıslanmadan, acıkmadan, yorulmadan, özlemeden ve hatta korkmadan oralardaydılar. Ayakları yere basmadan geziyor, yorulmadan dolaşıyor ormanın bütün varlıklarıyla, onların dillerinden anlaşabiliyorlardı. Cesur, kahraman ve çok güçlüydüler.
Ormanın şarkılarını söyleyen kendileriydi belki, meleyen, kişneyen de kendileri. Kendileri değilse de tanıdık bir çocuktu. Onlara başka dünyaların öykülerini anlatan, hiç duymadıkları şarkıları söyleyen bir yabani taydı, yeni doğmuş kuzuydu, belki de bir oğlaktı. Ormana kaçmış geri dönmeye çalışan bir sıpaydı. Sonbaharda sapanla vurup ardından da kanadındaki yaraya dayanamayıp akranlarından gizli gizli yarasını onarıp yeniden saldıkları kuştu. Belki, belki de bir çiçekti. Fısıltıyla açan bir kardelen... Erken açmış çiğdem. Çağıldayan dereydi. Mutlaka tanımaları, bilmeleri gereken biriydi, bir şeydi işte... Onlara, yalnızca onlara bir şey söyleyen, onlardan, sadece onlardan bir şey isteyen bir içli sedaydı. Belki uzun gecelerin başlangıcında nenelerinin anlattığı bir masaldan arta kalmış, geri dönememiş oralarda çaresiz dolaşan bir peri kızının suretiydi… Ak sakallı Hızır’dı… İyi kalpli bir devdi…
Üç çocuk…
Bu üç tatlı çocuk…
Evlere sokulur sokulmaz ocağın, sobanın, mangalın, evde ne yanıyorsa onun yanına koyuldular. Ayaklarına çorap, patik üstlerine hırka, yelek, kazak ne bulunursa giydirildiler. Yorganların, battaniyelerin altına tıkıldılar. Boğazlarına, o anda ocakta kaynayan çay, çorba, süt, artık ne varsa, Allah ne verdiyse, o akıtıldı. Ana babaları azarladı, ebeleri, abaları, dedeleri korudu.
Üç çocuk…
Gün içinde evdekileri daldalayıp daldalayıp yüksek pencerelere tünediler, yüksek katlara çıktılar ve karşılara baktılar. Yaşlı adamların, yaşlı kadınların yaptığı gibi oturup uzun uzun karşılara baktılar. Derin derin iç geçirdiler. Gurbet yolu bekler gibi, “Ah” ettiler. Efkârlandılar... Ne yemek akıllarına geldi, ne içmek ne çiş ne oyun ne yaramazlık. Kimseler, onları yerlerinden kıpırdatamadı. Ağızlarından bir tek laf alamadı. Söylediklerini duyuramadı. Anneleri, inatlarına isyan edip yakalarını bıraktı. Kardeşleri, abileri, ablaları onları oyuna da işe de ikna edemeyince kendilerini terkedilmiş hissedip küsüp uzaklaştılar. Onlarsa, kızarmış yanaklarıyla öylece susup durdular.
Oğlanlardan biriyle kızın şehri, Munzur’a bakıyordu. Biri kuzeyden biri güneyden de olsa ikisi Munzur’a baktılar. Diğer oğlan ise Karacadağ’a… Karacadağ’dan Zozan’dan Nemrut’dan, Ağrı’dan Munzur’dan, Bey Dağı’ndan başlayıp evlerinin önüne kadar inen ve yüksekliği kapı açtırmayan kar örtüsüne, dalıp dalıp gittiler…
Evlerin ahalisi çatılardan, damlardan, kapılardan kar küredi, çatısı olmayan dam loğladı, atı olan atını yemledi, köyde olan da malını… Kimi odun taşıdı bahçeden kimi su kimi müştemilattan ya da varsa tandırdan ekmek… Yapılması mutlak olan ve gözlerde büyüyen işler çar çabuk bitti. Evlerdeki diğer çocuklarının oluşturup bazı komşu çocukların ve yetişkinlerin de katıldığı kartopu savaşları, kızak kayışlar da tükendi, gitti. Yorgunlukla, üşümüşlükle birlikte evlere kapanıldı.
Geniş bakır tencerelerde buharı tüten çorbalar, duruma göre yahniler, pilavlar pişirildi. Sofralar kuruldu kaldırıldı. Soba küllerinde ayva, patates közlendi. Boğaz gailesi de işler de bitti. Kalakaldılar.
Aile bireyleri, alçalıp alçalıp külrengi haliyle üzerlerine kapanan gökyüzünün ağır kederiyle, içlerine, içlerindeki ülkelere çekildiler. Sedirlere, o yoksa birer mindere sinip karşıları izleyen çocuklarının yanına eklendiler. Küçük mavi ışıltıların, kızıllara dönüşüp kaybolarak dans ettiği uzak, yakın, sonsuz, karanlık görünen beyazlığı seyrettiler. Dağlardan gelen ulumalara mahalle aralarından duyulan köpek ürümelerine ürpererek tanık oldular. Adını, cismini bilmedikleri bir kişi ya da nesnenin özlemiyle elleri böğürlerinde oturup karşılara daldılar.
Kalın kar örtüsü; yeşil tanımlanan bir yerden farklı olarak, beyaz masalsı bir cenneti, kor ateş
Diye tanımlanan bir yerden farklı olarak da, ıssız, dingin bir cehennemi sermişti gözlerinin önüne… Koskoca bir sessizlik… Kalplerinin ritmini, hasretlerinin ince sızısını duyuran bir sessizlik.Kimsesiz bir sessizlik çöktü evlerinin, köylerinin, şehirlerinin üzerine. Zamanı durduran, içlerindeki saati susturan bir sessizlik… Sanki tüm dünya, tüm yaşam, geçmiş, gelecek kar altındaydı…
Üç çocuk…
Üç lâl çocuk…
Minik kalplerinin, engin ruhlarının anlayışıyla, bir boşluktan başka bir görüntüsü olmayan karşıları seyreden büyüklerin, kendileri gibi hüzünlü gözleriyle karşılaşınca şaşırmadılar…
Bu topraklarda, bu kılıcın, kanın, topun, tüfeğin, cesaretin, sürgünlüğün ve hainliğin her türlüsünün yaşandığı bu geniş topraklarda karın her nesneyi kapatmasıyla, unutuş perdesi usulca, çok usulca, hiçbir canlıya sezdirmeden, bir tek damla kan sızdırmadan kendini eritiyordu. Kim bilir kaç bin yıllık geçmişle dün, aynı oranda, kimde ne nişan bırakmışsa ona, bağırarak değil zor duyulur fısıltılarla yaklaşıyordu. Bazılarına istedikleri olayları anlatıyordu bazılarına kendi geniş, büyük, gizemli torbasında ne varsa onu. Unutuş perdesi bazıları için tümden eriyip kalkıyor, yok ediyordu kendini, bazılarına da ancak kaldırılabildiği kadarını. Kar; bugünü örterken, geçmişten anlatılamayanın, yazılamayanın ve bilinemeyenin hayal perdesini açıyordu perde perde, ağır ağır, tek tek… Yaşlılar; başları önlerinde, elleri böğürlerinde, kulaklarına fısıldanan geçmişten hüzünlü türkülerle kalakaldılar. Evlerdeki sesler de eriyip yok oldu. Akşam, bu evlere de mahpushaneler gibi erken indi. Gece bastırdı. Deli bir ayaz, alıcı kuşlar gibi gelip bölgenin üzerine çöktü
Ailelerin ya genç babaları ya da genç yetişkin erkekleri bahçeleri, kapıları, malları, kilitleri kontrol edip geldi bir çalım. Son sofralar kuruldu. Çıralar idare lambaları yakıldı. Radyosu olan açtı. Evin büyükleri ile büyümeye yüz tutan çocuklar, ajansa dikkat kesildiler. Kadınlar, kızlar “Radyo Tiyatrosu’ndan” önce bulaşıkları yıkamaya, ortalığı toplamaya, ocakların, mangalların üzerine cezveleri sürmeye, karyolası olan yatakları açmaya, olmayan yatak sermeye koşturdular. Küçük çocuklar, “gelmedi” diye tuttursalar da yatmadan önce, çiş yapmaya gönderildiler. Radyosu olmayanlar da büyük küçük toplanıp ağzından bal damlayan bir erişkin kadının sihirli masallarını, araları süsleyen zengin manileri dinleyip, erkenden yatmaya yönelik sıkıntılarını başlarından uzaklaştırmaya çalıştılar.
Üç çocuk…
Üç masum çocuk…
Akşama kadar yarı aç yarı tok oturup, anneleriyle didişmelerinin verdiği yorgunluktan olsa gerek, uyuyakaldıkları pencere önünden uyandırılmadan yataklarına taşındılar. O gece aynı çağrıları duymasalar da uyur uyanık birkaç kez karanlıkta pencere önüne gittiler. Hiçbir şey seçemediler. Bilindik orman uğultular onları korkutmaya yetti. Üşümeyle, titremeyle yataklarına döndüler. Düşsüz, deliksiz uyudular.
Kara kış uzun sürdü, kar kırk gün kalkmadı. İnat etti, gitmek için Cemrelerin havaya, suya, toprağa düşmesini bekledi.
Üç çocuk…
Üç delibozuk çocuk…
Kırk gün ne yapıp edip pencerelere, kapılara yakın durdular. Gözlerini, kulaklarını dağlardan,uzaklardan ayırmadılar.
Üç çocuktan…
Üç söz dinlemez çocuktan, oğlanlardan biriyle kız, bir yıl sonra okula başladı. Öbür oğlan ise diğer yıl. Okumayı çabuk söktüler. Dersleri sevmeseler de sorun yaşamadılar. Zekiydiler. Yazları büyük bir zevkle aylaklık etmeyi sürdürdüler. Ağaçlara tırmandılar. Dere kenarlarına koştular. Kimi sokaklarda, oyun parklarında, apartman arkalarında oynadı kimi havuzlu bahçelerde, uçsuz bucaksız ovalarda, dağ eteklerinde. Oyunlara dalıp babalarından önce eve gitmeyi unuttular. Dizleri kanayıp durdu yaramazlıklarından… Bazı çocuklara kardeşliğe benzer duygular beslediklerini fark edince coştular. Arkadaşlığı keşfetmiş olduklarını sonradan anladılar. Gün geldi o arkadaşların anneleri tarafından annelerine şikâyet edildiler. Küstüler, barıştılar... Geceleri yıldızlara dalıp bin bir çeşit hayal kurdular. Üniversiteye kadar okulların açılma günlerini sevmediler.
Nice yaz nice kış geçti.
Üç çocuk…
Üç kabına sığmaz çocuk…
Geçirdikleri kışı, gördükleri düşü unuttular…
Üçüne de benzer çağlarına denk düşen ama hepsine de erken zamanlarda ağabeylerinden, okula giden dayılarından, amca çocuklarından, ablalardan biri, bir kitap verdi… Kimine Reşat Nuri, Muazzez Tahsin, Kerime Nadir, Halide Edip, Kimine Balzac, Hugo, Stendall, Kimine Gorki. Sefiller’le Hıçkırık, Suç ve Ceza ile Çalıkuşu aynı zamanda ellerine konan kitaplardı.
İlk kitaplarını ellerinden bırakamadılar. Nefes nefese bitirdiler. Hemen başka kitapların peşine düştüler. Ama öyle kolay değildi başka bir kitaba ulaşmak. Gizli kutularda saklanan mücevherler gibiydi o zamanda kitaplar… Çok az ve çok değerli. Başka kitapların izini sürmekte hep ısrarcı oldular. Ama okudukları ilk kitabı hiç ama hiç unutmadılar. Ve bu ilk kitaplarını biraz çaresizlikten biraz içlerinde açtığı ufuktan olsa gerek bir kez daha bir kez daha okudular.
Daha ilk okudukları kitaptan başlayıp; büyüleyici bir dünyanın içine sürüklendiler. Başka yaşamları başka dünyaları keşfettiler. Kahramanlara özendiler, karakterlere üzüldüler. En çok da karlı dağları anlatan kitapları sevdiler. Karlı dağlardan gelen bir sesin, bir insanın, yaralı bir hayvanın, kaçak bir askerin, yakışıklı bir eşkıyanın hikâyesini, gözlerini kırpmadan tükettiler. Heyecanlı serüvenlerin peşine düştüler. Aşkı okudular, aşka düştüler… En ufak bir gerilimde kalpleri duracak kadar çok çarptı… Kitabın bir sayfasında bıçak çekildiyse, yaralanıp, günlerce kanadılar. Kahramanın başı ağrıdıysa yataklara düştüler.., Ölüme gidenlerin arkasından ölümü düşündüler uzun uzun. Ayrılıkları, gözyaşlarını, hasretlikleri ve zulmü sevmediler… Sonu iyi biten kitaplara başka türlü bağlandılar. Çocuktular, bütün çocuklar gibi her şeyin sonunun iyi olacağına, açlığın, acının, yokluğun bir daha yaşanmayacağını inanıyorlardı… Onlara göre acıya, ayrılığa tanık olan, yaşayan, dinleyen son kuşaktılar… Artık hiçbir çocuk ağlamayacak, aç kalmayacak, ayrılmayacak, kaybolmayacaktı…
Kitap; nasıl bir işti ki başka hayatları, başka dünyaları, o dünyaların insanlarını, yaşadıklarını, acılarını, sevinçlerini gelip onlara anlatıyordu. Onları da ortak ediyordu tüm zamanlara tüm yaşanlara. Onları kanatlarına alıp, uzun, güzel yolculuklara çıkarıyordu. Ne büyülü bir şeydi ki, hep okumak, okumak hep başkalarının heyecanlı maceralarına, yaşantılarına tanıklık etmek isteği hissediyorlardı.
Anlatılan acılardan, arzulardan, mutluluklardan, dostluklardan, aşklardan, isyanlardan kendi yaşadıklarını anlamlandırdılar, kendi duygularını isimlendirdiler. Kılavuz edindiler. Deneyim saydılar. Ve birçok hayatı denemeyi hayal ettiler... Bir roman gibi yaşamayı düşlediler... Kitapları yazılan yerlerde yaşamayı özlediler… Kahraman olmayı dilediler…
Bu üç meraklı çocuk… Zamanla, nerelere, hangi şehirlere dağılmış olurlarsa olsunlar kitapları bırakamadılar. Uzun çok uzun yıllar kitapları o kitapları yazanları izlediler. Yine benzer zamanlarda İnce Memet’i, Yer Demir Gök Bakır’ı, Cemile’yi, Bereketli Topraklar Üzerinde’yi, Lüzumsuz Adam’ı, Parasız Yatılı’yı, Yılanların Öcü’nü, Kaçakçı Şahan’ı, Reşo Ağa’yı hatmettiler… Bunlar yetmezmişcesine, Koca Nazım’ı, Enver Gökçe’yi, Ahmet Arif’i, Behcet Necatigil’i, attila ilhan’ı, Mayakovski’yi, Lorca’yı keşfettiler. Sonra geldi yeniler… Yeni yazanlar… Yeni okunacaklar…
Üçü de daha ilk günden okumayı çok sevdi… Okudular… Çok okudular… Ders arasında, ders sırasında, tatilde, gün ortasında, gecede, evde, misafirlikte, bahçede, bağda... Bazen gizleyip saklayarak, bazen bir söğüt ağacının altına uzanarak serüvenlerin peşine düştüler, en önemli buldukları en sevdikleri bir işi gerçekleştirdiler, okudular. Okuduklarında ara ara, o kış düşünü anımsatır imgelerle karşılaşır gibi olsalar da bir türlü neyi çağrıştırdığını çıkaramadılar.
Okuma büyüsüne öyle bir kaptırdılar ki, kendileri de bir şeyler karalamadan duramaz oldu… Yazdıklarını yeterli bulamadılar ama. Neden yeterli bulamadıklarını çözemediler. Vazgeçemediler de. Ders kitaplarının, kullanılmış defterlerin arasında sürüp durdu acemi karalamaları…
Okudukça, yaşadıkları yerler daraldı gözlerinde. Küçücük kaldı. Dağlar ufaldı, ovalar nehirler, sokaklar, kısaldı. Evler basıklaştı. Renkleri soldu. Her şey azaldı sanki. Sıradanlığın içine sıkıştı kaldı hayatları.
Dünyanın merkezi saydıkları doğdukları, yaşadıkları, okullarında okudukları farklı şehirlerinin, mahallelerinin köyün dünyanın merkezinden çok uzak, küçücük bir parçasından biri olduğunu algıladılar. Başka yerlere başka şehirlere meraklandılar. Uzaklardan gelenleri ilgiyle dinlediler. Gidenlerin, giden otobüslerin, trenlerin, kamyonların, göçenlerin, ardından özlemle baktılar. Hep gitmek istediler.
Nerde olurlarsa olsunlar, “Gitmek” düşüncesini hep yanlarında götürdüler.
Üçünün de hayali bir şekilde oldu sonunda. Onlar da doğdukları şehirlerden gittiler. Birçok yer gördüler. Birçok şehir tanıdılar.
Bu üç çocuktan ilk olarak kızın babası gelmiş, bir yıllığına memlekete bıraktığı ailesini alıp başka bir diyara götürmüştü. Denize kıyısı, yazlığa sineması olan bir kasabaya… Kız ilk okula orada başlamıştı. İlkokul üçüncü sınıfta, bozkırdaki o büyük şehre taşındılar ve orada kaldılar.
Oğlanların gitmesi biraz zaman aldı. Bir vakit sonrası oğlanlardan biri yatılı ortaokul için çıktı köyünden. Şehir şehir sürdü bu yatılı okul serüveni. Daha sonrasında ise diğer oğlan… Lise sırasında oldu bu gidiş. Mesafece yakın kalben uzak bir şehre götürmüştü babası…
Zamanla büyük şehirler, diğerleri gibi oğlanları ve yeni kurdukları ailelerini de çekti. Evlerden bakıldığında, dağların, ovaların, bağların görünmediği kadar büyük olan şehirler... Sokak lambalarının yıldızların yerini alıp geceleri aydınlattığı ama her kapının tanıdık olmadığı büyük şehirlere gittiler. Oğlanlar da, kızın daha çocukken geldiği bozkırın büyülediği büyük şehre gelip yerleştiler.
Üç çocuk…
Pervasız çocuk…
Diğer bütün pervasız çocuklar gibi, pervasızca yola çıkmış abileri ve ablaları gibi, masallardaki gibi, türkülerdeki gibi kitaplardaki gibi büyük düşler kurdular… Herkes için mutluluk kurabilecekleri bir dünya umdular... Gençlik yelkenlerini özgürlük rüzgârlarıyla doldurup açıldılar hayata… Her gün tazelenen sıcacık bir somun gibiydi büyük umut... Umutlu düşlerin peşinden koştular…
Üç asi çocuktular.
Koşa koşa büyüdüler. Okudular. Aşık oldular, özlediler, kavuştular, ayrıldılar, terk ettiler, terk edildiler, dostluklar kurdular, dostlukları bitirdiler, yollara yolculuklara çıkıp döndüler, zorluklara göğüs gerdiler, kolaylıkları kutladılar, dinlenmeye gereksinimleri olmadan koşturdular. Yalnızlığı da tattılar, dayanmayı da, hayal kırıklığını da, coşkuyu da. En çok bir isyana muhabbet duydular. Ama en çok bu muhabbetleri yüzünden cezalandırıldılar.
Bir gece, üçünün de yirmili yaşları ile yeni yeni tanıştıkları bir yılın gecesiydi… Bütün ülkedeki çocukların sevdalarını, hayallerini, umutlarını tanklarla kırdılar… Kurtların önüne atıldı gençlikleri… Kitapları yakıldı…
Ülkedeki bütün çocukların gözlerini bağlayıp kitaplarını ellerinden zorla, zorbalıkla aldılar. Kitapları çocuklardan, kitapları işçilerden, evlerden, kitaplıklardan, okullardan, üniversitelerden, fabrikalardan aldılar. Yaktılar. Yangın yeri oldu yaşadıkları yerler. Dumanı tüm dünyadan görüldü.
Bu üç çocuk…
Üç kırık çocuk…
Gençtiler, yaşananlardan olgunlaştılar…
Zaman bazen hızlı bazen yavaş geçti.
Aynı büyük bozkır şehrinde birbirlerinden habersiz uzun süre yaşadılar. Eskiden daha sakin, mutlu, ışıklı olup, zincirlenen caddelerinin, kocaman pespaye tabelaların, çirkin çirkin binaların, üst geçitlerin, kalabalığın egemen kılındığı ve giderek de kararan bu şehirde kaybolmayıp bir düzen tutturdular. Birçok kez kırılıp kırılıp durdu hayat… Hayatları… Yeniden yeniden başladılar…
Kendilerince hayata anlam katan işlerin ucundan tutup çabaladılar. Oğlanlardan biri güçsüzlerden yana oldu, diğeri sessizlerden yana, kız da kalkınmacı oldu…
Oğlanlar evlendi bir aile, bir ocak, bir düzen kurdular kendilerine, kız evlenmedi. Yeterince düzen içinde olduğunu düşünüyordu.
Kız edepsizliğini, asiliğini çoktan susturmuştu. Oğlanlardan huysuz olanı iyice pervasız olmuştu. Diğerinin kırık gülüşleri kendisiyle büyümüştü.
Üç laftan anlamaz çocuğun üçü de, karalamaları yazmaya dönüştürüp bir şekilde sürdürdü serüveni.
Bir yere varmayı değil içlerindeki sesi bulmayı, dünyayı anlamayı, değişimi kavramayı arzulayarak yazdılar. Edebiyat çevrelerinin içinde pek bulunamadılar. Bulunmadılar, işleri vardı. Koşturmaları çoktu. Başka kaygıları söz konusuydu. Yazmak daha çok bireysel serüvenleri gibiydi ilk zamanlar. Hele oğlanlardan biri tüm ısrarlara karşın dostlarının dışında kimseyle paylaşmaya yanaşmıyordu. Oysa en çok onun en büyük tutkusuydu yazmak.
Gerçekten yazmaya başladıkları zaman romanlara, şiirlere, öykülere özgü mekânların, karakterlerin, kahramanların olmadığını anladılar. Nasıl bakıldığıyla ilgiliydi… İşte o zaman, doğdukları, çocukluklarının geçtiği köyleri, şehirleri, kasabaları özlemeye başladılar. Bir merak gelişti… Kim olduklarının peşine düştüler. Toprak çekti. Belki asıl yazılacak yerler oralardı. Renk, zenginlik, hikâye bu büyük yoran, tüketen şehirde değil, oradaydı. Bir ayakları geçmişte kaldı bir ayaklarını geleceğe attılar.
Oğlanlardan biri bu kara şehirden bıktı. Yoruldu. Bırakıp gitmeyi düşledi ciddi ciddi. Gitmek, hep vardı hayallerinde. O şehirden gidemedi bir türlü. Oysa gidebilse, “şehir, arkasından gitmeyecekti.”
Kız uzun süre yazmayı bıraktı. On yıl yazmadı. Kitaplara sığınmak hissettiğinde de eski kitapları bulamadığını fark etti. İçinde kendini kaybettiği kitapları yazılmıyordu artık. Ne yazarlar o kadar ulaşılmazdı ne kahramanlar. Hayalleri kırıldı. Ayda bir iki kitaptan fazlasına bakmadı…Bıraktı…
Oğlanlar okumayı da yazmayı da sürdürdüler.
Üç çocuktan…
Üç orta yaşlı çocuktan…
Kırklı yaşlarına bastıklarında, hayata bütün dişleriyle sımsıkı tutunanı bile, bir ağır hüzün bastı.
Üç çocuk…
Doğdukları şehirlere ve zamanlara benzeyen bu üç olgun çocuk…
Günün birinde yaşamakta oldukları bu büyük şehirde, farklı zamanlarda karşılaştılar. Birinin birine işi düştü, başka bir zamanda ise diğeri, öbürünü tanıştırdı.
Olgunlaşmışlardı. Ses tonları kalınlaşmıştı. Orta yaşın güvenli vurgular yerleşmişti konuşmalarına… Büyük şehir çoğaltmıştı sözcükleri… Ama hala acemiydi söyledikleri şarkılar… Şarkılarda bir şey vardı… Çok eskileri, kimsesizlikleri, nedensiz coşkuları, karlı dağları anımsatıp anımsatıp unutturan bir esinti… Ne kendini ele veren ne tam kapatan bir görüntü... Bir kıpırtı sadece… Bir soluk imge… Bu imgenin peşine düşüp arkadaş oldular.
Arada bir görüşüp dertleşir oldular. Fıkralar anlatıp birbirlerini güldürür oldular. İşlerinden, memleket meselelerinden, dünya hallerinden, hayatın gelip tıkandığı yerden söz etmeyle başladıkları konuşmalara yazdıklarını, yazacaklarını birbirlerine okur, anlatır oldular. Olmayacağını bile bile yazmaya yönelik ortak hayaller kurdular. Hayallerinden sarhoş oldular.
Yazdıklarını yayımlamayana, “yayınla artık” diye söylemeyi sürdürür oldular…
Karlı bir akşam ilk kez gittikleri bir lokantada buluştuklarında, canlı müzik yapılan bir yer olduğunu görünce rahat sohbet edemeyeceklerini anlayıp biraz huzursuz oldular. Oysa ne güzel çalıp ne güzel söylüyordu sahnedekiler. Kaptırdılar onlar da… Vazgeçtiler kalkmaktan. Biraz konuşup biraz dinlediler. Onlara da istek parçaları soruldu.
Oğlanlardan biri,
“Altun hizmav mülayim
Seni Hak’tan dileyim.
Yaz günü temmuzda
Sen terle men sileyim “
diye başlayıp “seni gördüm beg oldum” diye devam eden bir türküyü istedi.
Oğlanlardan diğeri,
“Şu yangında har olsaydım
Ağlayıp bizar olsaydım
Belki yaslanırdın bana
Mahpusta duvar olsaydım”
Kızsa,
“Bir gülün çevresi dikendir hardır
Bülbül gül elinden ah ile zardır
Ne de olsa kışın sonu bahardır
Bu da gelir bu da geçer ağlama“ yı istedi
O akşam eve döndüklerinde üçü de nedenini bilmedikleri bir istekle bir yazının, bir dizenin ardına düştü.
Üç çocuktan…
Büyümüş, kamil olmuş ama iyi ki çocuk kalmış bu üçünden biri, o akşam bir yazıyı tamamladı
Bu üç çocuktan birinin o karlı gece tamamladığı on satırlık o yazı, dünyanın tüm asi ve aşık çocukları tarafından anlaşıldı… Sevildi… Ezberlendi… Elden ele, dilden dile yayıldı…
O dizeler yıllarca dünyanın bütün sokaklarda okundu, durdu…
(Lacivert Dergisi, 2010 Yılı Mart - Nisan sayısında yayımlanmıştı.)
"Herkes Ölüyor" üzerinden bir mektup
"herkes ölüyor" kitabı üzerinden Mehmet Mahzun Doğan arkadaşıma mektubumdur.
Sevgili arkadaşım,
Şiirleri okumaya başlar başlamaz daha; 'Ne kadar erken tanıdık ölümü,' diye düşündüm. Hem de her çeşidinden... Dededen, neneden, sıralısından, sırasızından... Ama en çok da sırasızlarından.
Çocukluğumuzun sırasız ve cellat eliyle kıyılmış Deniz'lerden gelmişti ilk ölümün jilet kesiği acısı.
"koşar bir afişten savrulmuş
benim sesim kurumaz bağlasalar çözerim
söylerim aşkı
bir küçük özlem
durmaz
büyütürüm ama bu sabah
nereye koymalı böyle bir sabahı"
Bir zamanlar onlar abilerin, ablalarındır, sonra sen büyür yaşlanırsın onlar gencecik yaşar içinde.
'Deniz' dersin, kuşağının sırasız gitmiş, kaç delikanlısının ismi çiçekler gibi açar kalbinde. O kuşaktan kimi söylersen aynı bahçe içinde Deniz'ler de açar tüm aydınlığıyla.
Hey Denizler Denizler.
Hey Deryalar Denizler.
Bizim gençliğimiz de, sırasız gitmeler tarihi biraz.
"Hep peşimizde bir avcı
Keskin nişancı, hedefi sektirmiyor."
Ömrümüz kelebek ömrü, yalnızlığımız bir ömür. Hayat bir koca telaş. Bir hızlı koşu, soluklanmadan...
Ve bir de genç ölümlü insanlar coğrafyası...
"Ey pervazları okşayan güneş
elbet okudum dudak kıpırtılarını
'Bu son olsun! '
deyişini. Yoruldum çok."
Şimdi biz yaşlandık savaşlar çoğaldı. Savaşlar çoğaldı bebeler gidiyor sapır sapır.
"Herkes ölüyor... Herkes ölüyor...
Yaşam dediğin bir dil sürçmesi
Kelebeklere sor söylerler belki"
Ölüm bize koymasın da kime koysun? Ölümü vedalaşılamamış, yüzleşilememiş, yaşanamamış, kederli, karanlık bir son bir sonsuz gidiş gibi yaşamaktır ağır gelen bize. Böyle yaşatıldık çünkü. Ne yapsak boş sanki. Ne teselli umsak boş, kalbimize...
Herkes ölüyor Mahzun. Herkes ölür...
1982 yılından, Nitelik'ten: Kıvılcım'a, Asi'ye, Murat'a, sana ve bana baksak yeter. Ne çok can uğurlamışızdır canımızdan.
"En sessiz yolculukmuşum
Maltepe'den Karşıyaka'ya"
Maltepe'den, Kocatepe'den gitmişliğmiz çok Karşıyaka'ya. Şimdi mezarlıklar da çoğaldı. Biz azaldık, mezarlıklar çoğaldı.
Ne benim haberim var, Asi'nin kardeşinden ne senin, "Ferfecir" şiirine konu olan yedi gençten birinin, gencecik ölmüş bir arkadaşımın kızı olduğundan.
Ne filizkıran ne heveskıran ne umutkıran ne sevdakıran fırtınaları koptu ömrümüzde...
"Nereye koymalı böyle bir sabahı"
Ah nereye koymalı gece gelen telefonları?
Ah! Bilmem ki nereye koymalı?
"Kitap bitmek üzere
El kaldırdı şiirler:
Ölüm temasında buluşmasaydık keşke!"
Keşke! Keşke arkadaşım; Ama bize kalan, sözcüklerimize bulaşan o... O koyu karanlık gidiş. Yazmasak olmaz.
Yaralıyız. Yaralı doğanlar diyarındanız belki.
Yaralı şifacılarız aynı zamanda.
Yaraya şiir basmasını yaraya kor basmasını yaraya şarkı basmasını da bilerek doğuyoruz sanki.
"Çiğdem bilir
gül bilir
Ruhi
Su bilir! "
Mahsus Mahal Türküsü var ya hani? Sen de bağlama ile çok güzel çalıp çok güzel söylüyorsun. Bir paylaşımından izledim, dinledim seni. Ruhi Su diyor ya,
"Ölürem ölürem gardaş
Aklım sendedir."
Kalanın aklı gidende olduğu gibi kalan, gidenin aklının da kalanda kaldığını biliyor. Ne ağır yük. Yükümüz...
Umudumuz olmasa da inadımız var. Ölüm varsa çaremiz var. Yürüyüp geçip gittiğimiz bir hayattan bir zamandan bir dünyadan, daha iyi geçmek daha iyi gitmek.
Eskisi kadar hevesimiz kalmasa da...
Ölüme rağmen değil ölümle birlikte...
Nice şiire, şarkıya, dosta...
Kelebeklerle başladık Kelebeklerle bitireyim.
Hani diyorum, inadımızdan , yaptıklarımızdan bir, küçücük bir şey, bir rengarenk kelebek oluşur bir gün belki.... O minik kelebek bir kanatcık çırpar... Bir rüzgar olur. Büyük bir rüzgar olur. Temizler tüm kirleri.
Ustamızın dediği, yeni romanın sonuna eklediğim gibi...
"Sen bakma havanın durgunluğuna
Derya dediğin uyur uyur uyanır."
Bu kitaptaki dizelerinden de birini buldum öykülerimden birinin başlığına, izninle.
Kal sevgiyle.
...
1. Alıntıların dışında bazı tümceler de şairin bu kitaptaki İmge ve dizelerinden alınmıştır.
5 Haziran 2024 Çarşamba
Ververan Romanı ile ilgili kurulmuş bazı tümceler
"Maro'ya ne oldu? O ağlaya ağlaya giden kıza ne oldu? Neler yaşadı? Fransa'yı giderken nelerle karşılaştı? Fransa'da ne gördü? Ne yaşadı? O masum ve tatlı kızı merak ettik? Bunları yazmalıydın.
Özellikle yazmadım. Çünkü bir çok insan o dönem birdenbire insanların hayatından çıkıp gidiyor. O kadar insan gidiyor ki... İşte bunu vurgulamak istedim. Bir Meryem gitseydi tüm köy onu merak ederdi Ama bir o gitmiyor ki... Çoğu meçhul...
Fırsat olmuyor. Sonrası... Sonrası derin bir iç sızısı.
Rabiya'yı neden öldürdün? Rabiya'yı, o kadar çekmişken neden erken öldürdün. Tam Günyüzü görecekti? Sana çok kızdım
Rabiya çok çekti. Çok çektiği için yıprandı.
Devam edecek...
Yüzyıllık bir dönem anlatmışsın.
Yeni roman da yüz yıllık bir dönemi anlatıyor. Sanırım yaşananları bilmeden günü anlamakta zorluk çekeriz gibi bir görüşe sahibim.
Şehir yazıyorsun hep
Şehirler beni büyülüyor. Doğanın büyülemesi gibi. Şehrin de, ormanın, derenin, ağacın Dağın da uğultusu, uğultusu kadar fısıltısını duymayı seviyorum. Gizlerinin, gizlenenin peşinden gitmeyi seviyorum.
10 Nisan 2024 Çarşamba
Bu Bayram Olmazsa Kurbana Kalsın
Bir süre yazı yazmayacaktım. Ama bunu yazmadan duramadım… Durulamıyor…
Konuyu benden önce mutlaka çok daha iyi çok daha bilimsel yazanlar vardır.
Zor bir konu…
Daha çok çocukların ve kadınların şiddetten arınmış bir hayat içinde yaşama hakları ile ilgili.
İnsanlığıyla, ilkesiyle, onuruyla yaşayan tüm erkek kardeşlerimi sevgi ve saygı ile selamlayarak...
Anadolu'nun, "Emrah buse ister nazlı yarinden/Bu bayram olmazsa kurbana kalsın." diyen Erzurumlu Emrah gibi, has adamlarını anarak başlayalım bakalım.
Son yüzyılın tek yenilmişi olan erkekliğe…
Yenilmişliği göremeyen körlüğe...
Konu; çocuklara musallat olunması ve kadınların öldürülmeleri.
Sadece "ruhsal bozukluk" deyip geçilemez.
İstismarı gerisinde istismar yaşatılmış bir çocukluk da olabiliyor durumunu, meslekten dolayı az çok biliyorum ama, konu ondan çok daha geniş ve sistemsel,
Konuya biraz geriden, epey geriden başlıyorum.
Sınıflı toplum.
Doğanın, emeğin, bilimin, sanatın, aşkın insafsızca ve çirkince metalaştırılması…
Sınıflı toplumun otoriterleşerek bir yandan erkekliği kışkırtırken bir yandan bireyi ezip ezip geçmesi.
O sınıflı toplumun bugün geldiği, getirildiği bu sürecin, insanda yarattığı o bir büyük korku ve o büyük çaresizlik... Bir büyük çelişki olarak bir yandan da kışkırtılması yine aynı ölçüde artırılmış erkeklik…
İnsanın duyduğu korkudan dolayı özgürlüğünden vazgeçmesi
İnsanın menfaati için, rıza ve iştahla özgürlüğünden vazgeçmesi… Haklarından vazgeçmesi… Dayanışmadan vazgeçmesi…
O büyük yenilgi…
O büyük teslimiyet…
İnsanın insanlığından vazgeçmesi biraz da…
O da haklarını arayacağına, sınıfıyla dayanışacağına, gerçeği algılamaya çalışacağına gidip kışkırtılmış bir erkekliğe sığınıyor.
Önce kadın açısından bakalım.
İşte bunlar da şunları bekliyor… Gözünün kestirdiği kadın onu reddetmeyecek, onun kadını olacak, her istediğinde onunla olacak, her an hem yemek hem ev işi hem yatak olarak emrine amade olacak, dışarı çıkmayacak ona laf getirmeyecek, çalışmayacak, kendisi eve çocuklara para bırakmayacak ama akşama eve geldiğinde yemek hazır olacak güler yüzle karşılanacak, kadın hep güzel kalacak, ne kadar çalışırsa çalışsın yıpranmayacak, yaşlanmayacak, şikayet etmeyecek.
Gerçeği tümüyle kaybetmiş bir bakış açısı…
Ve kadın gidiyor. Evde olsa bile ruhen çoktan gitmiş oluyor...
Adam bu gerçeği kaybetmiş bakış açısıyla, yetişkin bir kadınla normal bir iletişim kurma olanağını ve şansını yitirmiş olduğunun farkına varamıyor ama sonucunu yaşıyor...
Aciz...
Olan ondan sonra oluyor...
Ataerkil sistemde acizliği taşıyamaz kimse… Aciz olanı yaşatmazlar...
Onlar da esas görmesi gerekeni görmüyor, mücadele etmesi gerekenden korkuyor gidip alçakça kadınları öldürüyor.
Olmadı ise kendilerini aciz hissetmeyecek ilişki arayışında oluyor...
İşte kıyamet bu...
Çocuklarımıza musallat oluyor.
Kız ve erkek çocuklarımızı, kedileri, köpekleri korumamız gereken kıyamet bu.
Milyonlarcası çocuklarımıza musallat olmuş ekrandan izliyorlarmış.
Kimler ki bunlar?
Neden bir şey yapılmıyor?
Cehennem başka neresi acaba?
Tüm sıkışmışlığa karşın dayanışma diye bir şey var... İnsanı yaşatır... Haklarına sahip çıkmak diye bir şey var... İnsanı insanlaştırır… Umut olmasa bile inat var… İnsanı onurlandırır…
6 Ekim 2022 Perşembe
Ali Erkan Güneri'den Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı Romanı Üzerine 1
VERVERAN’DA BİR HÜZZAM ŞARKI–GÜVEN TUNÇ
“Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı”, Güven Tunç’un 2019 Ağustos’unda Ürün Yayınları tarafından yayımlanmış 361 sayfalık romanı. Güven Tunç romanını “derelerin ve kadınların onuruna” adamış, ben de onur duydum onun bu davranışı ve bu romanından.
Okuma boyunca acılara tutunmuş, acılara ve yaşama direnen saygın kadınların tedirginliğini yaşadım. Sularından içtiğim, akışını izlediğim derelerin, nehirlerin coşkusunu gördüm. Bu coşkun ırmakların, kadınların yaşadığı, dolandığı coğrafyadaki tedirginliklerini yaşadım. Romanın geçtiği kurgusal coğrafyada yaşananları bu kadar naif, bu kadar zarif işleyen Güven Tunç’u içtenlikle kutluyorum. Konuyu, yaşananları şarkılarla, türkülerle besleyen, ören yazar; ne denli iç içe girdiğimizi, hiç kimseyi kırmadan, ayırmadan, ötekileştirmeden, ajite etmeden işlemiş. Aynı duyguları paylaşmanın hüznü ile romanı ağır ağır, her elime alışta biraz daha geriye giderek okudum; hiç bitmesin istedim. Ve bitmedi, içimde devam ediyor.
Derelerin şırıltısını içimde duyarak, hissederek okuduğum “Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı”; şarkıların, türkülerin o ince duygularıyla örülmüş. Okudukça, içine girdikçe insanı kendine çekiyor; alıp götürüyor. Öyle bir bütünleşmiş, öyle bir iç içe girmiş ki her şey; hiçbir önemi kalmıyor o kimdi, bu kimdi… İsimlerimiz Müjgan’ı, Meftune’si, Adran’ı, Tamar bacısı, Enne Hatun’u, Leon amca, Sara, Elmas, Meryem’den Maro, Sara’dan Selvinaz, Samuel’den Samo, Rabia, Pambuk anlatmak istediğim duyguyu ne güzel yansıtıyor!
Romanı okurken şarkılar/türküler beni şiirlere yönlendirdi. Sık sıkAhmet Kutsi Tecer’in “Orda bir köy var uzakta/ O köy bizim köyümüzdür” dizeleriyle Cahit Külebi’nin “Benim doğduğum köyleri/Akşamları eşkıyalar basardı” dizeleri dilime dolandı durdu. Elbette bu çağrışımlarda Güven Tunç’un şiirsel betimlemeleri başroldeydi. İşte bir bölümü okurken dillenen bir şiirden dizeler
Yüce dağların doruğundan,
Yamaçlardaki kaynaklardan
Göllerden
Püfür püfür esen rüzgâr
Eteklerindeki çiçeklerden aldığı
Temiz ve güzel havayı
Sırtlayıp ovaya taşımaktaydı
Mis gibi bir akşamüstüydü
Öyle bir buğu çökmüştü ki toprağın üstüne
Koca ova parlıyordu sanki
Üzerine altın tozu dökülmüşçesine
Giden güneşe nispet yapar gibi
Alları moruna karışarak
desem de inanmayın. Romanı okuyanlar fark edecektir, bu şiir kimsenin değil, zaten şiir değil;bir bölümün girişi. Güven Tunç’un kaleminden çıkan şiirsel betimlemeleri alt alta yazınca böyle oldu.Oysa Güven Tunç şöyle yazmıştı:
“Püfür püfür esen rüzgâr, yüce dağların doruklarındaki göllerden, yamaçlarındaki kaynaklardan, eteklerindeki çiçeklerden aldığı tüm temiz ve güzel havayı sırtlayıp ovaya taşımaktaydı. Mis gibi bir akşamüstüydü. Öyle bir buğu çökmüştü ki toprağın üstüne, kocaman ova sanki altın tozu dökülmüş gibi parlıyor, alları moruna karışarak giden güneşe nispet yapıyordu.”
Haksız mıyım?
Birçok yerde böyle alıp götürüyor insanı. “Güneş, en derin köşesine kadar ışığa boğarak seriyordu kendisini tüm yöreye” , “sanki o göl sularının üstünü süt buğusu kaplamış. Sanki sular kaymaklanmış” gibi benzer örnekleri sıralayabilirim. Ama o zevki biraz da okura bırakayım.
Yine bir başka örnek: “… Hayat artık kocaman bir iç sıkıntısı. Bir yenilmişliğin bir kırıklığın acısıydı. Bir görevler silsilesi, bir yapılacaklar listesiydi.” Müjgan’ın bu değerlendirmesinde günümüz yaşamına da güzel bir gönderme var. Nasıl sıradanlaştık böyle?
“Çocuklarla birlikte kendi çocukluğunun sesini duyuyordu.” Bu da Adran’ı çocukluğunun acılarıyla yüzleştiriyor, “Büyük kötülük uyandı, cehennem ateşi harlandı…” Çektiklerini anımsayarak nenelerini, dedelerini korumayan Tanrı’ya sitem edip bari çocukları koru diyor. Ya Müjgan? O da amcasının korkuları dışında “Yaşamadığı bir geçmişle karşılaşmaktan korkuyordu, eskilerin peşine düşmekten korkuyordu.”. Eğer düşerse yeni hayattan iyice kopacağını düşünüyordu. Yine de kendisini alamıyor, arıyor ama bulamıyordu. Gürül gürül akan sular yoktu artık, HES’ler alıp götürmüştü onları.“Sesi kesilmiş, gücü zincirlenmiş, kıstırılmıştı…İçi ezildi.”, bu durumu kendisine benzetti. Bir de “olur da bağlanırım” korkusu yaşıyordu Müjgan, bence bağları hiç kopmamıştı ki!
Ve Fırat koyuyor noktayı: “… Dünyadaki her yer, her insan, her kadın, her çocuk, her çay, her dere, her canlı kötülüğün doğrudan hedefinde artık.”
Türkülerimiz ve şarkılarımızın derleyeni/yöresi/şairi/ozanı ile ilgili bilgileri ayrıntılı biçimde yer alıyor romanın sonunda. Ancak özellikle belirtmek isterim ki her yörede farklı isimlerle anılan objeler, yemekler vb. de var romanda. Bunlarla ilgili bir sözlük yer alabilirdi kitabın sonunda. Biraz çokça kullanılması çok güzel açıklanmıştı. Adran’ın annesinden, babasından öğrendiği her sözcüğü kullanmaya devam ederek onlardan hiç ayrılmamış, yaşam kaynağından koparılmamış olması güzel bir olgu ama “kurgusal” coğrafyanın dilindeki özellikli sözcükleri herkes bilemeyebilir; yaşaması için ufak bir sözlük gerekirdi diye düşünüyorum.
Bir başka konu da “Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı” içerisinde birkaç kuşaktan geçtik. Her kuşakta çok isim vardı, yukarıda bir başka nedenle andığım isimleri bir “soyağacı” üzerinde görebilseydik daha rahat çözümleyebilirdik. O zaman bir gerçekçi hava çıksa da altına “kurgusal” olduğu bilgisi eklenebilir. Yazarın kendisi için böyle bir soyağacı yaptığı ve bundan yararlandığını da düşünmekteyim. Bahsettiğim bu iki konunun örnekleri de var edebiyatımızda. Anı ve tanıklık içeren kitaplarda sözlükler bulunmakta, aileler fotoğraflarla gösterilmektedir. Oya Baydar’ın “Yolun Sonundaki Ev” adlı eserinde örneğin; evde yaşayanlar kat kat, daire daire listelenmiş; okur istediği zaman bu kimdi diye dönüp bakabilme lüksüne sahipti. Gerçi Ververan’da da kişileri buldukça mutlu olmak da ayrı bir keyif veriyor ve sürpriz oluyordu ama böyle bir soyağacının bulunması okura kolaylık olurdu.
Kaptırdım gidiyorum ben de Müjgan gibi. “Çocukluğuna gitmiş bir türlü dönemiyordu.”, ben de dönemiyorum Güven Tunç’un “Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı”sından. Hayal’in umudu doğurdu bence, umudu da yaşatacağız.
Eline, yüreğine sağlık diyorum.
Ve tabii Cahit Irgat’la bitiriyorum.
KORKUYORUM
Her yerde aynı hava, aynı koku, aynı dert
Korkuyorum.
Sen de kaçma bu şehirden
Yalnız bırakma beni,
Gökler bile değişiyor lahzada.
Ardından geliyor bak
Güneşiyle, bulutuyla gökyüzü
Bütün şehir, bütün deniz, yeryüzü.
Sen de kaçma bu şehirden
Yalnız bırakma beni,
Ben fakir bir sahilin
Kahır yüklü çocuğu,
Korkuyorum.
Cahit Irgat
"İstanbul'la Oynuyorum" kitabının yazarı Ali Erkan Güneri'den, "Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı" Romanı Üzerine...
Ali Erkan Güneri'den Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı Romanı Üzerine 2
VERVERAN’DA BİR HÜZZAM ŞARKI–
GÜVEN TUNÇ
İkinci okumam kendim için. Keyifle gidiyor. Dayanamıyorum bitmesin istiyorum. Bıraksa yüreğim devam edip gideceğim( İçimden gidiyorum da, hem de nerelere).
“…söylenmemişi söylenmiş kılan türküler…” le başlıyoruz kitaba ve içindeki yaşama. “…öyle bir aşamaya gelinmişti ki herkes sadece insandı ve herkes yoğun duygular içinde tınılara karışıp o tınılarla hemhal olup gidiyordu…” diye başlıyoruz, anlatımın güzelliği karşısında döne döne karışıyorum halaya, hayallere. “…ince akan bir dere gibi sıralanmış gençler…” halay başının ciddiyetiyle küçücük salonu çemberleye dursunlar; “…ve ateş parçası kızlar, bıçkın oğlanlarla dar alanda uzun halaylara kapılıp kapılıp gittiler…” böyle zarif bir anlatımla yerinde duramayıp siz de katılıyorsunuz bu ciddi coşkuya…
“…Ankara benden gideli çok oldu. Şimdi bende ondan gidiyorum…” bu anlatım beni aldı götürdü yanında. Aynı duyguları paylaşmak bu olsa gerek. 02.Kasım.2018 tarihli “Gittiğin Gün, dündü/Bu gün, bir yıl olmuş” facebook paylaşımımda “BİR ÖMÜRDÜ YAŞANAN, YAŞANDI, YAŞANIYOR...” adlı şiirimde: “Ankara’dan gidebilmek/Gidemedik/Gidemedim…” diye başlamıştım. Yazarın anlatımından anladım ki; Ankara benden gideli çok olmuş.
“Ardımızdan gelen çocukluk şehirlerimizden” diye imzaladığı kitabında yazar günümüzden geçmişin peşimizi hiçbir zaman bırakmayan eski yaşamlarında dolaştırıyor. Öyle ki:
“…Çocukları, kadınları, işçileri sevmeyen bir çağa denk geldi ömrümüz…”
“…Bir aşklık ömrün vardı. Ömrümü tükettim…”
“…Herkes kendi içinde kendi hasretinin kuyusuna gömüldü…”
“…bir nabız gibi atıyordu bedenleri…”
“…Onurlu bir ihtilalcinin cesareti ve çocuksu bir saflığın inancı ile tarih sahnesine çıkacak olmanın ateşi dolanıyordu damarlarında…” betimlemeleriyle de bundan daha fazlasını da başardığını görüyoruz ve birlikte yaşıyoruz.
“…Bu şeher, o şeher olamaz Maro’m. Şimdi şeher dedikleri kocaman bir yangın yeri olmuş…O koca şeher yanmış bitmiş, kül olmuş…Nerde kalmış o git git bitmeyen çarşı? O dükkânlar? O sesler? O telaş? Suları, çeşmeleri kurumuş ki insanları, insanları niye kurumasın?
Yüzündeki dehşet Maro’nun içini acıtıyordu…” Daha nasıl anlatayım, aldığım tümcelerle roman zaten kendini anlatıyor.
Daha fazlasını okuyunca yaşayacaksınız.
Benim “İstanbul’la Oynuyorum” şiirimin son dizesiyle bitiriyorum bu yazıyı da:
“…İçim kanar, yüreğim yanar
Bir güvercin uçar gider yanı başımdan.”
İstanbul'la Oynuyorum kitabının yazarı Ali Erkan Güneri'den alınmıştır.
10 Eylül 2022 Cumartesi
BURADAYIM MARO /ÖYKÜ
“Mayram buradan gideli
Harput ververan oldi…”*
Nihayet, uzun uzun akşamların, beklediği saatleri gelmiş… Vakit gece yarısına yakın. Saat on birde, saat onda uyku ilacını alıp bir saat beklemesi gereken, doksan yaşındaki annesini nihayet yatırmış. Anne yatıp uykuya geçince ev sakinlemiş sanki genişlemiş… Kendi kendine kalabildiği saatler bunlar. Kendi tercihinin beş uzun yıllık yaşanmışlığı…
Salonu, hem penceresini hem de balkon kapısını açıp havalandırmış. Açtığı pencerenin önünde durup, uzun senelerdir ilk kez bu denli temiz olan Temmuz havasını derin derin içine çekmiş. Yaz kış ana caddeden geçen arabaların egzoz dumanından bu yıl eser kalmamış. Benzin fiyatları, yeniden hortlayan kovid, arabaların geçişini çok, çok azaltmış. Bir de serinletici bir gece mavisi esintisi... Güzelim havadan neredeyse başı dönecek gibi olmuş.
Salonda biraz dolanmış… Birkaç derin güzel nefes almış vermiş. İçi genişlemiş. Umuda benzer bir duygu gelmiş geçmiş içinden.
Ne hoş bir duygu…
Gençlik gibi bir şey…
Keşke yapabilse de bu güzel duygudan, bir kolye yapıp göğsünün üzerinde her dem taşıyabilse… Kim taşıyabilmiş?
Mutfağa gidip, kıştan, limon ve mor reyhan ile kurup, altı, yedi ay beklettiği likörün büyük cam kavanozunu alt dolaplardan birinden kucaklayarak dikkatlice çıkarmış. Beş litrelik kavanozun kapağını ilk kez ve zorlanarak açmış. Tadına bakmış. Boğazından, hafif yakarak, biraz tatlı biraz ekşi ama yağ gibi bal gibi kayarak geçen bu tada bayılmış… Tek damlasını dökmemeye gayret ederek bir kadeh doldurmuş. Rengine uzun uzun bakmış, koklamış, ağzının içinde dolandırarak bir yudum daha almış. Memnun mesut, salona dönmüş.
Büfenin üzerinde, günlerdir açılmayı bekleyen, bir türlü vazgeçemediği küçük, eski hatta hurda sayılabilecek bilgisayarını alıp sehpaya taşıyıp, açmış. Bütün kitaplarını yazdığı emektarı bu onun. Kadehini, bir yudum daha alıp, bilgisayarın yanına bırakmış. Bir hoşluk devam etsin diye hazırlık yapmış kendince.
Şimdi, bir eski dost gibi bir sırdaş gibi, bütün duygularına tanık bütün yaşanmışlıklara aşina bir makinenin, kapağını açmış, önünde oturuyor.
Uzun uzun boş ekrana baktı… Bir yudum daha aldı…
Tüm hayali, umudu, neşesi, renkliliği kaybolmuş, çorak, tek tük güzel haberin olduğu sosyal medyaya girmeyi istemedi canı. Heves kırmayan bir şeyler arıyordu bu gece. Rüyamsı bir kıpırtı… Bir ışık…
Düşündü düşündü bir şey bulamadı. Çoğu zaman, ekranın o karanlık aynasında kendine bakıp bakıp, açmaktan, yazmaktan vazgeçip kalkarken bilgisayarın başından, bu sefer kalkmadı.
Bloğuna bakmıyordu epeydir. Bir dönem heyecanla, istekle yazıp yazıp yayımladığı bloğuna. Genç olmanın, kendini hayatın içinde hükümran hissetmenin, sokakta ses çıkarmanın, çocuk kahkahalarıyla gülen bir yüreğin, şarkılarla ağlayan bir gönlün, istekle koşan bir canın içinden dökülen sözcüklerle yazılmış yazılarının olduğu bloğuna.
Bir kırılma noktasını geçmişti ömrü… O ise, bu keskin kırılmayı böyle yaşıyordu… Kederle… Ölümcül…
İlk zamanlar, her gün her ayrıntısına kadar şevkle baktığı, incelediği bloğu onun için artık, eski kalp atışlarının defnedildiği, kendi sessizliğinde sırlarıyla uyuyan bir antik mezarlığa benziyordu. Bazen, sadece kendine, “Ölmedim daha… “ diyebilmek için yazılar yazıp ekliyor, kitaplarıyla ilgili çıkan yazıları paylaşıyor ama eski tadı, o eski ruhu bir türlü yakalayamıyordu. Yine de kalbini isteklendirmek, heveslendirmek gerekiyordu. Yaşamak için isteklenmek gerekiyordu… Onun için yazmaya çalışıyordu. Onun için bloğa arada bir giriyor, istatistiklere bakıyor, kimler, hangi ülkelerden bakmış, hangi yazıları okumuş diye göz atıyordu.
Romanı bile o kırılma noktasından önce başladığı için bitirebilmişti. Kaplumbağa hızıyla… Her satırında, içini derin derin kazıyarak. Kanatarak.
Aklına başka bir şey gelmediğinden, eski yazılarını okumayı da canı istemediğinden, bloğunun istatistiklerine baktı ilgisizce. Dünyanın orasından burasından birkaç kişi girecek, birkaç yazı okuyacak da kendisi de o rakamlarla oyalayacak gönlünü...
Beş on taneyle kalmamıştı bloğa bakanlar bugün. Grafik eğrisinde fırlamıştı yine ok. Ve tabii ki yine Fransa’ydı…
Hem her şeye karşın her yerden okunsun istiyordu yazdıkları hem bu Fransa işi… Fransa işini kafasına takmak istemiyordu. Fransa’dan bu kadar okunmak onu canlandırmak, neşelendirmek yerine yoruyor, korkutuyor, sindiriyordu sanki…
Rusya’dan okuyorlardı yazılarını, bir o kadar Amerika’dan, Almanya’dan. Kanada’dan, Hollanda’dan, Avustralya’dan, Tunus’tan, Mısır’dan, Hindistan’dan hatta Endonezya’dan okuyanlar, bakanlar oluyordu. Ayda yüz, yüz elli kişi ve okunan da taş çatlasa otuz, kırk yazı… Ama bu, Fransa’dan bakan, her kim ise, bloğa bir girdi mi bütün yazılara tek tek göz atıyor, tek tek okuyordu. Yüz küsur yazıyı, sabırla tek tek okuyordu. Her seferinde her yazıyı tek tek okuyordu… Pazar günleri giriyordu. Çalışıyor olmalıydı. Sabahtan gece yarılarına kadar bakıyordu. Okuduğu yazıları yeniden yeniden okuyordu ama ses çıkarmıyordu. Yorum yapmıyordu.
Sonuçta hepi topu bir takipçisi ve üç beş yorumu vardı bloğunun. O da arkadaşıydı zaten.
Son altı yedi aydır, her ay rastladığı bu veri, son iki aydır onda, aynı kişi tarafından izlendiği kanısını yaratıyordu artık?
Biri sanki onu arıyordu. Biri onu adım adım araştırıyordu. Sanki onu yakından, derinden tanımaya çalışıyordu. Görülmediğinden, bilinmediğinden emin biri, onu izlemeye çalışıyordu sanki.
Ah! Bu ilgi… Bu tanıma çabası … Onu nasıl da yıldırıyordu…
Düşünceli düşünceli likörden bir yudum aldı. Bilgisayarın başından kalktı. Yemek masasının etrafında hafif adımlarla üç beş tur attı. Sonra döndü geldi, oturdu yine. Dikti gözlerini ekrandaki rakamlara… Fransa rakamlarına… Daldı gitti… Boş boş bakarak oturdu, oturdu, oturdu.
“Maro?”
Sanki olmaz bir ismi anmış bir ismi çağırmış gibi ürktü. Gecenin çoktan yarıyı geçtiği, caddenin, apartmanın sessizleştiği bu saatte yüksek sesle konuşmuş gibi telaşlandı. Omuzlarını içeri çekerek çevreyi dinledi. Annesinin odasından ses gelip gelmediğine kulak kabarttı.
Lezzetiyle bile başını döndüren, hepi topu üç beş yudum içtiği likörün kadehini, isteksizce kendinden uzağa itti.
Fısıldamamıştı bile. Dilini yakması muhtemel bu ismin, aklından bir an bile geçmesi, onu böylesine darmadağın etmişti.
Maro mu?
Nasıl ama?
Hem de hayali bir karakter?
Hem de kendisinin yarattığı bir hayali karakter?
Aslında şaşkınlığı kendineydi… İlk kez gördüğünde bile hisseder gibi olmuştu, aslında Fransa ismini… Öylesine bir takılma değildi bu… Sadece kendini eğlendirmek için yazdığı en saçma yazıya bile bakılmış, incelenmişti.
Şimdi anlıyordu ki sanki yazılarından, onun nasıl biri olduğu gerçekten anlaşılmaya çalışılmıştı. Mercek altına alınmıştı resmen.
Dikkatlice bilgisayarı kapattı, kaldırdı. Kadehi, mutfağa götürüp içindekini, acıyarak lavaboya boşalttı, Babasından kalma tek kadehi sabunla yıkadı, kuruladı, gümüşlüğe kaldırdı.
Az çok yatağa girme saati civarı olmasına karşın odasına tıkılıp yatmak istemedi. Uçup kaçan uykulara alışkındı da bu gece dirliği de uçup gitmişti. Salona dönüp uykusu kaçtığı zamanlarda yaptığı gibi pencerenin yanındaki koltuğa kuruldu. Caddeyi seyrederdi, öyle zamanlarda. Geçen arabalar, çöp kamyonları, gece nöbetinden çıkmış sağlık çalışanları, hayalleri çiğnenmiş gençler, karşı apartmanın arsız kedisi, başıboş sokak köpekleri… Sakince izlerdi onları… Şimdi izleyemiyordu. Sakinliğini engelleyen bir şey vardı içinde… Çok güçlü bir şey…
“Maro…”
Son romanına yarattığı kahramanlarından, Maro.
Romanda, doğduğu topraklardan, ailesinden, eğitiminden, sevdasından koparıp zorla Fransa’ya gönderdiği Maro.
Ağlaya ağlaya, o kadar yolu, aç susuz yürüttüğü, günlerden sonra denize vardığında bir vapura bindirip memleketinden uzaklara, çok uzaklara gönderdiği, o güzel o hayat dolu kız.
Gönderip de ne olduğunu merak etmediği o çocuk.
“Maro…”
“Ben ister miyim ki insanlar bunları yaşasın?”
“Ben ister miyim ki gencecik yaşında bir genç kız, bunları yaşasın? İlk aşkından; ilk öpücüğü tattığı gün, hem de… Benim de içim kanamaz, vicdanım sızlamaz mı? Sanırım biliyorsun yanıtı… ”
“Maro! Maro! Yaşadıysan yüz yirmi küsur yaşlarında olman lazım. Bu yaşlarda biri, bilgisayar üzerinden neden peşime düşsün? Neyi merak ediyorsun acaba?”
“Beni mi? Atlarını mı? Hasso’yu mu?”
“Belki Maro’nun torunun çocuğu Maro’sundur…”
“İnsan yazdığı, yarattığı karaktere karşı, bu kadar sorumluluk taşıyabilir mi? Bu yükü kaldırabilir mi?”
“Beni de merak etme ne olur… Öyle beklediğin gibi kudretli beklediğin gibi hareketli, sosyal, konuşkan biri değilim ben. Müjgan değilim. Romana ilk başladığım zamanlardı o. Şimdi suskun ve yorgunum. Bir romanı yazmaya yetiyordu gücüm. Onu kullandım sonuna kadar. Başka gücüm yok.”
“Gerçekten Müjgan değilim ben… Olsam olsam bir hayal olurum… Ve ben bir hayal olmaya doğru giderken, sen de tüm gerçekliğinle karşıma çıkıyorsun…”
“Sana verecek bir umdum, bir heyecanım, sana edecek bir, ‘merak etme artık her şey güzel olacak, artık kimse yerinden yurdundan olmayacak, artık dünyada barış olacak…’ gibi bir tümcem yok.”
Kendiyle mi Maro ile mi olduğunu bilmeden, kâh yatağına gidip uzanarak kâh huzur bulmayıp salondaki koltuğa kendini atarak gece dörde kadar aralıklı olarak konuştu konuştu durdu. Annesi tuvalete kalkmasa daha çok konuşurdu.
“Kızım yatmadın mı sen daha?”
“Yok yok! Yattım da sen kalkınca bakayım dedim. İyi misin?”
“İyiyim.”
“Uyumadın mı sen daha?”
“Uyudum uyudum.”
Annesi yeniden yatınca, onu huzursuz etmemek için odasına girermiş gibi yapıp salona, pencerenin önündeki koltuğa gitti yine. Pencereyi açtı. Boş caddenin sessizliğini dinledi uzun süre… Sükûnet bulamadı.
Koltuktan ağır ağır kalktı, pencereyi kapattı, terliklerini sürüye sürüye, odasına gitti.
Odanın penceresinin kalın perdesini çekmeden, yan sokağın karanlığına bakan camdaki yansımasını gördü. Farkında olmadan durdu, baktı.
Romanda yazdığı bütün kadın karakterlerinin bileşimi gibiydi camdaki görüntüsü… Dalga dalga değişiyordu. Bir kadın beliriyordu hemen ardından bir başkası. Tüm ruhuyla cama bakarken an be an o da değişiyor o da dönüşüyordu sanki. Bütün kadın karakterleri giyinip soyunuyordu ardı ardına. Zihni değişiyordu… Duyguları değişiyordu… Kalbinin ritmi değişiyordu…
Usulca çekti perdeyi… Yatak yerine, bir bardak su alıp mutfaktan, salonda yöneldi bir kez daha. Pencerenin önünde durdu.
Sanki kendine meydan okuyordu.
“Buradayım Maro” dedi kendi kendine,
“Buradayım… Hayal olsan da gel… Hayal olsam da gel… Kimseye göstermediğim kederimi mi göreceksin. Gör… Buradayım… Rabiya’yı da al gel istersen… Dertleşiriz belki… Ağlarız belki birlikte… Sonrasında güleriz belki... Belki çocukların gülebilmesini konuşuruz. Umut ederiz bir şeyleri… Her ne için arıyorsan, buradayım… Yastan ve senin hatırından susuyorum. Susmam artık... Konuşurum. Konuşuruz... Buradayım Maro… Buradayım… Varım… Bekliyorum… ”
…
*Dersim dört dağ içinde” türküsünden dizeler.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)