26 Mayıs 2025 Pazartesi
O Gözler Azraile Rahmet Okutan Gözler
GÜVEN TUNÇ
O GÖZLER AZRAİLE RAHMET OKUTAN GÖZLER
“O güzel kız kardeşim kendini yalnız hissetmesin diye…”
Günlük güneşlik bir gün, uçsuz bucaksız bir çimenlik. O, bu çimenlikte dört beş yaşlarında ölesiye mutlu bir çocuk. Özgür. Özgür ve o yaştaki bütün oğlan çocukları gibi arsız. Hayat arsızı. Arkadaşlarıyla boğuşa oynaşa kendi doğasına ve karşısında kocaman bir tepsi gibi duran güneşe doğru koşuyor. Yüreği; neşeden, heyecandan ve koşarak yarattığı hızdan göğüs kafesini yırtıp çıkacak gibi atıyor. Çığlıkları kuş şakımalarına karışıyor. Dur durak bilmeden kollarını iki yana açmış koşuyor, koşuyor, koşuyor, sanki uçuyor sanki uçuyor sanki uçuyor ve gökyüzüne yükseliyor…
Bir el, sadece bir el silah sesi, her şeyi bir anda bitiriyor.
İşte her şey bu kadar ani oluyor.
Nefesi tıkanıyor. Gözleri bulanıyor. Durdu duracak kalbi… Durdu duracak.
Arkadan gelenler önemli değil ama o ilk el, atılan o ilk kurşun, onu arkadaşlarından, onu; bu mutlu bu masum bu yaşam dolu tablodan silip çıkarıyor. Kuşları korkutup çığlık çığlığa uçurarak uzaklaştırıyor. Güneşi söndürüyor. Havayı karartıyor. Yüreği kanatıyor…
Loş, pis bir sokakta yapa yalnız şimdi.
Göğsünün üzerinde yapışkan, sinsi bir ağırlık. Artık çocuk değil. Yaşlı ve çirkin bir adam olmuş birden. Yaşlıdan çok yıpranmış, vaktinden çok önce çökmüş bir adam. Çok yorgun ve üstü başı çok kirli. Yaralanmış. Çok yaralanmış. Sesini duyduğu kurşun, ona denk gelmiş. Ağır kanamalı yaralanmış. O ıssız, uğursuz sokakta bir duvara yaslanmış çaresizce kanının kollarından ellerine doğru aktığını ıslaklığından fark ediyor. Ellerine doğru inen kendi kanına tiksintiyle bakıyor. Farkında olmadan ellerini göğsüne götürüyor. Tutturamıyor. Usulaca biraz daha yukarıya çıkıyor. Anlıyor ki boynundan vurulmuş. “Eyvah! Eyvahhh!” İçi boşalıyor sanki. Yavaş yavaş, oturur gibi düşüyor önce. Sonra boylu boyunca uzanıp kalıyor sokağa. Kan göğsünden yere, sırtına, bacaklarına, bacaklarından ayaklarına akıyor. Üstü başı bütün kan. Sürekli kanıyor. Ne çok kanı varmış. Baktıkça şaşırıyor. Bütün sokak kan olmuş. Ilık, yapış yapış, vıcık vıcık kan. Oysa o kandan ve kan kokusundan ölesiye korkar. Olanlara inanamıyor bir türlü. Son bir gayretle kalkıyor. Karanlık sokakta bir oraya bir buraya devriliyor. Yürümek istiyor ama sadece ayaklarını sürüyor. Bağırıyor. Kimse penceresini açıp da bakmıyor, “Ne oluyor” diye merak etmiyor. O, bağıra çağıra yardım istiyor. Ortalıkta çıt çıkmıyor. Kendi sesinden ürküyor. Sonra yine düşüyor, pat. Yıkılıyor. Kendinden tiksinerek yatıyor. Kendi kanının içinde, kendinden tiksinerek yatıp kalıyor.
Artık sessizce olacakları bekliyor. Ve korktuğu, korkarak beklediği oluyor; bir çift göz, o bir çift kocaman göz, tüm alıcılığıyla, sahibi olmadan gelip karşısına dikiliyor. Ölüm bundan bin kat evla olsa gerek. Bin kat evla. Ama yıllardır istiyor, yıllardır bekliyor, gelmiyor. Özellikle o gözler üzerindeyken istiyor ölmeyi. O gözlere karşı ölüme sığınıp birden kurtulmayı. Öylece boynunu büküp bekliyor ama ölüm bile gelmiyor.
Usul usul ağlıyor…
Yarı uyanıyor ki, yüzü ıslak. Gözlerini yumup bekliyor. Yeniden dalar gibi oluyor. Yeniden uykuyla uyanıklık arasında bir yerde kaybolup gidiyor.
Karşısına bir insan gibi gelip dikilen o güzel ve acımasız gözler. Ne güzel gözler bunlar, kocaman kocaman, ela gözler. Başkalarına bakarken derin bir orman, engin bir deniz, yücelerden dingin bir dağ, neşeli bir derecik, bir uysal ceran. Ama ona baktığında insanı donduracak kadar inceleyici. Soğuk. Can alıcı. Baktı mı insanın tüm ruhuna bakıyor sanki. Bir bakışta insanın ciğerini okuyor. O gözler yalanın, dolanın, şerefin şerefsizliğin nerde olduğunu anlamaya muktedir. Baktı mı, öldürmese de süründürüyor. Ve şimdi tüm dikkatiyle ona bakıyor yine. Ona bakıyor.
Göğsünün içinde bir sis bir duman bir kara bulut.
O, bu kadar zaman olmuş o gözlere bir kez bakabildi. Bir kez. Bakmak denmez ona asla. Bir kez karşılaştı bir kez göz göze geldi. O oldu zaten. O oldu. Artık gelemiyor. Artık gelemiyor. Çünkü o ilk karşılaşmadan sonra o gözlere bakamıyor. Yıllar yıllar oldu, nice devirler geldi geçti ama başını kaldırıp da o gözlere bakmıyor, bakamıyor. Ve o gözleri asla unutamıyor. Ne zaman karşı karşıya getirileceklerini bilse titreme nöbetlerine düşüyor. Ne zaman karşı karşıya getirseler kafasını bir türlü kaldıramıyor. Hep o bakıyor ona, hep o. Bakıyor, inceliyor. Karşı karşıya olmasalar, kilometrelerce uzakta olsalar bile onun bakışları üzerinde oluyor hep. Hep peşinden geliyor. İzliyor. Hiç huzur vermiyor. Hiç. Hiç. Hiç.
O gözler Azrail’e bin kere rahmet okutuyor…
Göğsünün üzerinde ağır bir yük. Kendini bilmeden yatıyor. Farkında olmadan gözyaşları yüzünü, damla damla sızarak ve yol yol iz bırakarak ıslatıyor.
Derin derin nefesler almaya çalışıyor. O nefes almaya çalıştıkça akciğerleri beton bir kalıp oluyor. Ciğerleri bir türlü esnemiyor, açılmıyor, rahatlatmıyor. Nefes almaya çalışıyor, olmuyor. Vermeye çalışıyor, olmuyor. Nefesi boğazına tıkanıp kalıyor. Bir korktuğu da bu zaten. O zorladıkça boğazından kesilen bir horozun sesine benzer bir acayip hırıltı çıkıyor ama nefes çıkmıyor. Çiğerlerindeki havayla boğuluyor neredeyse. Boğuluyor.
Çığlığı keskin bir kılıç olup boğazını parçalıyor. Aynı anda aksırmaya, öksürmeye başlıyor. Tükürüğü ağzından burnundan geliyor. Öksürükle nefesi açılır gibi oluyor ama o daha beter bir açmaza düşüp tükürüğünü kan sanıyor. Kan sanıyor... Kendi çığlığıyla sıçrıyor.
Şimdi tam uyanık…
Üzerine bir yüz eğiliyor ve bir çift göz yanaşıyor ama hemen de kayboluyor. Ölümcül bir gayretle çırpınarak kalkmaya, kendini o gözlerden kurtarmaya uğraşıyor. Kalkamıyor. Başını yastıktan bir türlü doğrultamıyor. Gücü yok. Tüllerin içinden süzülerek pencereden odaya, yüzüne vuran renkli ışıkların loşluğu arasından fark ediyor ki o kanlı sokakta değil. O sokakta değil çok şükür. Odasında. Yatağında… Az önce burnunun hemen ucunda görünüp kaybolan gözler ise ela değil mavi. Mavi ve endişeli. O gözler değil yani… Yeni kız bu. Yeni kız… Swetlana…
Swetlana, buraya geleli birkaç ay olmuş ve bu birkaç ay içinde başına gelenlerden dersini almış. Bu nedenle sinmiş yatağın bir tarafına, sessizce bekliyor. Artık başlayınca kaç saat süreceği bilinmez hırıltılara katlanmayı öğrendi. Ona bakmamayı öğrendi. Böyle zamanlarda ellememeyi, ses çıkarmamayı, görmemeyi, duymamayı, bilmemeyi, ama en çok da bakmamayı.
Kız onun nöbetine ilk tanık olduğunda çok korkmuş, çok. Ama onlar eğitimli. Korkuya teslim olmuyorlar hemen. Yardım istemeye yeltenmiş, telefonla Timur’u aramaya kalkmış, ilk tokadı da o zaman yemiş. Yine de yılmamış, direnmiş, onu öylece bırakıp gitmemiş. Sabaha kadar başında beklemiş. Havlu kâğıdı ıslatıp ıslatıp yüzünü, ensesini, koltuk altlarını silmiş. O ittikçe aldırmayıp terini silmeyi sürdürmüş. Hırıltısı bir türlü bitmeyip çaresiz kalınca ellerini alıp çıplak tenine, vücuduna dokundurmuş. Onu okşamaya çalışmış. Bir yararı olmamış… Ancak sabaha doğru nefesi kendiliğinden açılınca kâbus bitmiş. Kız, o rahatlayıp uyuduktan sonra ancak uykuya yatmış.
Kız birkaç gün sonra meseleyi kendince anlamış, ikinci nöbette ses çıkarmamaya çalışmış. Yattığı yerde geçmesini beklemiş. Ama huzursuz bir bekleyiş olmuş. Kıpırtılarından kızın gözünü yummadığını anlamış. O ağır nöbet arasında bile anlamış, onun kendini dert ettiğinin farkına varmış. Bu durum önceleri daha çok kızmasına neden olmuş. Öfkesi kontrolden çıkmış. Ama sonra ilk kez, belki de ilk kez sevgiye benzer bir kıpırtı doğmuş içinde… Swetlana bu kâbusa ilk tanık olduğunda, “Görürse görsün orospu, hepsi gördü, ne olacak ki“ diye üzerinde durmamışmış ama onun sorgulamayan, bir şey talep etmeyen, razı gelen, ızdırabını dindirmeye çalışan haline alışınca onun diğerleriyle birlikte gönderilmesine, yeni bir kız getirilmesine izin vermemiş. İlk kez böyle bir şey yapmış, ilk kez. Ama artık her şey gibi gururunu da yerle bir eden bu parçalanmış halini sürekli görsün istemiyor. Tahammülü yok böyle bir duruma. Swetlana’nın kendi kararıyla gitme şansı yok ama gitsin istemiyor. Kendisinden tiksinsin istemiyor. Onu aşağı görsün istemiyor. Aksine yanında dursun, onu karanlık gecelerde sarıp sarmalasın, yüreğini yumuşatsın, ısıtsın istiyor…
Hırıltısı geçse de hâlâ nefes almakta zorluk çekiyor. Sanki can verecek de veremiyor. Swetlana sırtını dönmüş, uyur gibi yapmaya, gözlerini kulaklarını kapalı tutmaya çalışıyor. Ne olursa olsun, yatakta kendisine bakmamaya çalışıyor. Uyurken de uyanıkken de bakmamaya çalışıyor. Artık iyice biliyor ki, ölse bile dönüp bakmayacak. Kimseye söylemeyecek. Kimseyi çağırmayacak. Timur’dan, Yuri’den hatta öz ağabeyi Cemil’den bile yardım istemeyecek. Durumu kimseye anlatmayacak. Bekleyecek. Sadece sabırla bekleyecek. Bakmayacak.
Kimsenin kendisine doğrudan bakmasını sevmiyor sahiden. Kimseyle göz göze gelmeyi, birinin kendine baktığını algılamayı sevmiyor. Kendisine doğudan bakılmasından hiç hoşlanmıyor. “Ürperiyorum” demiyor, diyemiyor, “Hazzetmem” diyebiliyor.
Başı mecalsiz yastığa düşüyor yeniden. Swetlana dayanamayıp, çıplak vücuduna bir şey giyinmeden, giyinmek gereğini duymadan mutfağa koşup bir bardak suyla dönüyor. Suyu başucundaki komodine, ilaçların yanına bırakıp hemen yataktaki yerine arkası dönük uzanıp siniyor.
Doğrulmaya çalışıyor. Titreyen elleriyle ilaç şişesine uzanıyor, bir yudum su alıyor ama yutamıyor. Bir kez daha öksüre öksüre, öğüre böğüre yutamadığı suyu üstüne başına, yatağa püskürtüyor. Elindeki ilaç şişesini duvara fırlatıyor. İstanbul’un, Ankara’nın namlı doktorlarının, beş yıldızlı otel gibi lüks olan hastanelerinin başhekimlerinin yedi sülalesine dümdüz gidiyor. Canı burnunda, öfkesinden kuduruyor. Ama yapacak bir şey yok. Sabredip beklenilecek. Bu kez çaresizlikten gözlerinden yaşlar boşalıyor. Boş bir çuval gibi bırakıyor kendini yatağa. O başını yastığa bırakıyor ama geçmiş onun başını bırakmıyor. Bütün acısıyla çullanıyor üzerine. Gözleri açık, tavana bakarak ve çaresizce sakin olmaya çalışarak yatıyor… Birden sıçrıyor…
Ama, ama bugün pazartesi değil ki. Bugün pazar. O lanetli güne, pazartesiye daha çok var. Saat, daha sabahın ikisi. Daha çok zaman var o uğursuz pazartesi gününün sabahına, o uğursuz saate, o uğursuz dakikaya daha çok var… Kimi kandırıyor. O gün çoktan geldi de geçti bile. Olanlar oldu. Yapacağını yaptı. Üzerinden yıllar yıllar geçti… Zaman aşımı bile oldu.
Ama günlerden pazartesi değilse bu yaşadıkları ne oluyor? Neden? Neden? Bir tek o mu suçlu… Çok gençti. Ne yaptığını bilmiyordu. Onlara güvenmişti. İyi bir iş yaptığını düşünmüştü.
Allah’ım, bugün pazartesi değil. Pazartesi değil bugün Allah’ım. Bugün o gün değil… Neden? Neden? Akşamı anımsıyor birden.
Bütün nefreti ve lanetiyle akşamı anımsıyor. O akşamı, ve beyefendiyi anımsıyor.
“Sana ne verdiler” diye sormak istiyor akşam. Tüm davetlilerin; bakanların, kulüp başkanlarının, cemiyet adamlarının arasında bağıra çağıra sormak istiyor. Gelinle damadın, nikâhı kıymaya gelmiş büyük şehrin belediye başkanının, piyasaya yeni sürülmüş manken gibi kızların, acar futbolcuların ve badem bıyıklı yeni tüccarların arasında beyefendiye sormak istiyor, “Sana ne verdiler?” Bakalım salondaki herkes o soruyu duyduğunda, bakışlarındaki herkese yönelik o aşağılama kalacak mı? Yüzünde her zaman taşıdığı o yavşak gülümseme duracak mı?
“Bilmediğim adamlar yirmi yıl önce ruhumu elimden alıp bana bir tatil köyü verdiler. Bilmediğim adamlar yirmi yıl önce ruhumu elimden alıp bana bir tatil köyü verdiler tamam da, sana ne verdiler? Okumuş olman, koskoca bir adam olman fark etmiyor. Ruhunu aldılar da sana ne verdiler? İki tatil köyü mü? Üç mü? Beş mi?”
Şimdi her şey hatırlıyor. Akşamın tüm ayrıntılarını anımsıyor. Ve anımsadığı her ayrıntı, gelip gelip nefesini tıkıyor. Akşam, limandaki büyük otelin salonunda düğün var. Paşa, kızını evlendiriyor. Gitmemek olmaz. Gitse de zaten herkes huyunu biliyor. İki üç yılda bir, bir on dakika. Gidip bir masaya ilişiyor. On dakika oturuyor. Düğünse takısını takdim ediyor başka bir toplantıysa gereğini yapıp kalkıyor. Herkes onun toplum içine bu kadar az katılmasında bir kibir olduğunu düşünüyor. Bu da onun çok işine geliyor. Şanı yürüyor. Kimse gelip de ona bulaşmıyor, mesele yaratmıyor.
Oysa durum farklı. O kasabaya inmiyor değil, inemiyor. Topluluklara karışamaz o. Ya o gözlerle bir yerde karşılaşırsa. Olur da karşılaşırsa donup kalmaktan düşüp bayılmaktan korkuyor. Zorunlu hallerde kasabaya sadece Timur’un kullandığı zırhlı bir arabayla gidip geliyor. Timur onu her yere götürüyor. Timur onun eli ayağı. Cemil’den bile çok, ona güveniyor. Kırk yılda bir, bir yere gittiğinde de, başını kaldırıp bir yana bakamıyor. Arabanın koyu renk camlarından içerisinin görünmeyeceğini bile bile dışarıya bakmıyor. Gideceği mekâna, arabayı kapısının ağzına park ettirerek giriyor. Timur hemen koşup kapıyı açıyor. O hemen inip mekâna giriyor. Kimseyi görmemeli kimseye bakmamalı kimseyle göz göze gelmemeli. Hayati bir konu olmadıkça yollarda asla durulmuyor. Tüm kasaba onun bu tutumunu gururuna, meşhur kibrine bağlıyor. Oysa içinde olanları bir tek o biliyor. Yıllarca yer ayırtan, kayıt olan müşteri listesini tek tek incelemiş biri o. İçi titreye titreye, asla olmayacağını bile bile ama korka korka incelemiş biri. Kasabaya inme meselesi de aynı işte. O gözlerle bir yerde karşılaşmak olasılığından öylesine ürkmüş ki kasabaya, kente gitmekten çoktan vazgeçmiş. Otelde bile çok dolaşmaz. İnsan içine çıkmaz olmuş.
Kırk yılda bir on dakikalığına kasabaya iniyor ve yıllar sonra nereden çıktıysa bu sefer de beyefendiyle yüz yüze geliyor dün akşam. Yüzünde her zamanki o cellât gülümsemesi, herkesi tek tek süzüyor. Herkesi, darağacındaymış da o çekip almış ama sandalyeden de indirmemiş gibi bakıyor. Herkese, fermanı için kalemini kıracakmış da kırmamış gibi yukardan bakarak salonda geziniyor, tıkınıyor. Neredeyse patlayacak. Zaten o kadar yiyor ki bir gün öyle olacak. Patlama anı gözünün önüne gelince gülecek gibi oluyor. Geceye tahammülü artıyor.
Salona girip de tenha bir yer bakınırken kalabalığın arasında dikkatini çekiyor beyefendi. Horoz gibi kabarmış hâli, içgüdüleri hemen uyarıyor. İlk tepkisi acilen, hemen salondan çıkmak oluyor. Ama beyhude. Geç kalmış. Beyefendi tarafından görülmüş. Bir baş hareketi çıkamayacağını derin, sarsıcı bir huzursuzlukla anlatıyor. “Eyvah!”
Timur olanları fark ediyor. Çaresizce yüzüne bakıyor. Beklemek zorundalar. Pezevenk, yanlarına gelmek için inadına ağırdan alıyor. İçinden bağırmak, haykırmak geliyor. “Sana ne verdiler?“ “Senin ruhun kaç tatil köyü ediyor?” Ah bir sorabilse. Bir sorabilse… Onu görmeye hiçbir zaman tahammülü olmadı. Ne babasını öldürdüğü kızın gözlerinden korka korka katıldığı duruşmalarda ne öncesinde ne sonrasında. Kendini ne kadar hazırlarsa hazırlasın tahammülü olmadı. O kürsüdeyken yüzüne karşı hep öyle bağırmak istedi. Şimdi de bağırmak istiyor. Tüm gücüyle duygularını bastırıyor. Her gün azalan gücünü fark ettikçe de paniğe kapılıyor. Ya bir gün bastırma gücü tükenir de hislerine hâkim olamazsa. Ya olmadık bir yerde bağırırsa… Felaketi düşünmek bile istemiyor.
Bir masaya iliştiğini fark ediyor. Timur oturtmuş olmalı. İçindeki isyan büyüdükçe büyüyor. Beyefendi beğenip mekâna gelmez ama yanındakileri peşine takmasından korkuyor. Beyefendileri ağırlamaktan, beyefendilerin tanımadığı misafirlerine kadın ayarlamaktan, kuş sütü eksik olmayan sofralar kurmaktan, kumara götürmekten, kumarı çevirmekten bıktı artık. Bıktı tükendi artık. Tü-ken-di.
Neyse ki çevresi yağcılarla çok kalabalık oluyor da yine bir baş işaretiyle gidebileceğini söylüyor. Timur işareti ondan önce çakıp toparlayıp salondan çıkarıyor. Son hızla otele yetiştiriyor. Swetlana onu tatlılıkla karşılıyor.
Güzel bir gece oluyor. Ama sonrası… Keşke uyumasaydı. Keşke hiç uyumasa, çıksa sabaha kadar dolaşsaydı.
Hiçbir şey hiçbir şey onun nöbetlerine, kasılma-katılma ataklarına engel olamıyor. Nerelere, kimlere gitmedi, nerelere kimlere götürmediler? Olmadı. Bir şifa bulamadı. Bekliyor. Hiçbir şey düşünmemeye çalışarak bekliyor.
Sabretmekten başka yapacak bir şeyi yok ama gittikçe sabrı azalıyor. Aksine nöbetler sıklaşıyor. Sıkıştırıyor. Hayat çoğu zaman bir cehennem.
Bir saate yakın sakin olmaya çalışarak bekliyor.
Artık nefesi hafif hafif düzelmiş, kalp çarpıntısı azalmış yatağın içinde toparlanmış oturuyor. Neon ışıklarının vurduğu pencereden dışarıya doğru, sisli bir boşluktan başka bir şey görmeden bakıyor. Swetlana’nın hafif soluğunu dinliyor, geçmişi ve geleceği tasa etmeden, öylece beklemeye çalışıyor. Gevşemeye. Artık bedeni nöbetin son aşamasında. Gerçek uykuya benzer bir rahatlama için kendini bırakmaya hazırlanıyor. Tedirgin olmadan yatağa tam uzanmak için ağır ağır pikenin altına doğru kayıyor. Gözleri kapanmaya istekli. Kapatıyor.
Kapatmasıyla açması bir oluyor. Bir çift ela göz bu sefer tam başucunda. Öylece durup bakıyor. Bedeni yok sadece bir çift göz. Ne yardım ediyor ne tiksiniyor ne alay ediyor. Tüm ciddiyetiyle göz kırpmaksızın bakıyor. Bakıyor. Artık uyku haram. Artık nefes alıp verebilmek hayal.
Ölmek istiyor. Bugün pazartesi olmadığı için, bugün pazartesi olduğu için, bugün herhangi bir gün olduğu için ölmek istiyor. O ela gözler ona bakmasın diye ölmek istiyor. Artık hiçbir şeyi taşıyacak gücü kalmadığı için ölmek. Ama öldürmeyen Allah öldürmüyor.
Bu düş bu karabasan yıllardır her pazartesi olmasa da bazı pazartesileri gelip üzerine kapanıyor başka bir gün değil, sadece pazartesi. Yalnızca pazartesi. Her pazartesi olsa alışacak bir şekilde. Tam “Artık olmuyor kurtuldum” dediğinde hortluyor yeniden. Bir lanet gibi üzerine çöküp, ağır karanlık kan kokulu kanatlarını üzerine kapatıp başlıyor göğsünü gagalamaya. Onun yüzünden tansiyon hastası oldu. Onun yüzünden şeker hastası oldu. Onun yüzünden kalbi hiç iyi değil. Onun yüzünden sevişemiyor bir türlü. Hep yarım. O yüzden sevdiği kadın, ‘Gülsümmmm’ hep uzağında. O yüzden “geyik i” sevmiyor, o yüzden yalanı doğrusundan çok muhabbetleri istemiyor. O yüzden sırtını dayayacak bir oğul yapamadı. Hiçbir kadını doğurtamadı. O yüzden yalnız kaldığında hep ağlıyor.
Yeniden yatağın içinde toparlanıp oturuyor. Kendi tarafındaki gece lambasını açıyor. Yana döndüğünde Swetlana’nın acı dolu bakışlarıyla karşılaşıyor. Swetlana ağlamış. Onun masum ve güzel yüzüne bakmaya dayanamıyor. Onu öyle görünce ciğerine keskin bir bıçak saplanmış gibi oluyor. Yaralı bir hayvan gibi inliyor. Artık yeter… Yeter… Yeter…
Yataktan hızla kalkıyor. Banyoya gidiyor. Duşa girip soğuk suyun altında bekleyecek. Suyun altında ayakta duramazsa oturacak, oturamazsa yatacak. Ne olursa olacak. Yeter ki bir az hava girsin ciğerlerine. Ruhu biraz huzur bulsun. Duş bazen iyi geliyor. Su; ağladığını da nefes almak için uğraşıp başaramayınca boğazını yırtan hırıltısını duymanın çaresizliğini de ondan gizleyebiliyor. Ama banyoya girer girmez aynada hayalete dönmüş bir yüzle karşılaşıyor. Her şeyi solmuş bir yüz. Tıraşlı kafasındaki yarım santimlik saçlar gri, surattaki üç günlük sakallar gri, bakışlar gri. Hayalet gibi bir şey. Anında geri çıkıyor. Bu haliyle duştan bir hayır gelmez.
Aynı hızla odaya dönüyor. Kendi yattığı taraftaki komodinin üst çekmecesinde her zamanki yerinde duran tabancayı kapıp odadan ok gibi fırlıyor. Merdivenlerden mermi hızıyla inip kendine tahsis ettiği dört katlı villadan dışarıya çıkıyor. Ayakları çıplak. Odada biraz daha kalsa ya kendi kafasına ya Swetlana’nın kafasına sıkacak.
Tatil köyünün en sakin saati. Disko kapanmış, sarhoşlar ya odalarında ya kuytuluklarda uzanmış. Gündüz ağır başlı, gece kuduruk İngilizlerle hep kuduruk Ruslar bile sızmış. Sesler kesilmiş. Mutfak ise yeni günün hazırlıkları için beklemekte. Bu nedenle daha tabak çanak gürültüsü başlamamış. Sanki derin bir huzur var ortalıkta.
O hiç birinin farkında değil. O içinin karanlık hücresinde alkolün, sigaranın ve başka birçok alışkanlığın yıprattığı bedeni ve öksürüğüyle yalınayak hedefsizce yürüyor.
Kâbusunun karanlığında yürüyor ve gece mi gündüz mü bilmiyor. Gözlerini kapatsa da açsa da, rüyada olsa da olmasa da o gözler peşini bırakmıyor. Ezâ içinde. Bütün ruhu bütün bedeni ezâ içinde. Artık dayanamıyor artık taşıyamıyor.
Yel yepelek yürüyor.
Nasıl güzel bir gece. Yıldızlar avuç avuç. Gökyüzünde bir düğün alayı. Havada çam, ıhlamur ve çiçek kokusu. Uzaktan, kıyıyı okşayan dalgaların güzel şarkısı.
Ne havanın ne gökyüzünün farkında. Bir sahile bir ormanlığa doğru gidip gidip geliyor.
İlk zamanlar memleketten, o kurak, çorak araziden kavruk insanlardan farklı, lüks, pırıltılı, sosyetik bu yere gelmek, hayal bile edemeyeceği kadar güçlü olmak gururunu ne çok okşamış. Nasıl havalarda uçurmuş. Kendini ne çok bir şey zannetmiş. Kumsalı, ormanı, denizi, dünyada hiç fakirlik yokmuşçasına rahat yaşayan insanları, serbest kadınları görünce sanki cennete düşmüş. Kendine bir cehennem yarattığını fark edememiş. O adama karşı eli tetiğe gittiğinde yarattığı cehennemi görememiş. Kendisine hiç bir zararı olmamış o insana ateş ettiğinde neler yaşayacağını kavrayamamış. Düşünmesine izin verilmemiş. İnsanın hayatının ciddi bir kötülük yaptığında nasıl kirli bir bataklığa dönüştüğünü algılayamamış. Bu kötülüğün asla peşini bırakmayacağını anlamamış. O bir anın hesabının yıllarca nefes alamamak olduğunu bilememiş.
“Allah’ım, Allah’ım cenneti alıp bana bir tatil köyü verdiler. Artık bir cennet hayalim bile yok. Sen de bıraktın. Beni bu cehennemden kim çıkaracak?“
Onlar “Vatan” için demişlerdi, Timur ise, “Bir defadan bir şey olmaz reis”
Ne vatan için olmuştu yaptığı ne bir defada kalmıştı cinayet.
Bir pazartesi günü bir cinayet işlemişti. İyi bir adamı pusuya düşürmüştü.
Sonraki her pazartesi gecesi aynı cinayeti işlemişti. Daha doğrusu her pazartesi aynı sinsi yöntemle, pusu kurarak, bir cinayet işlemişti. Her pazartesi gecesi kendisini, çocukluğunu, annesini, ilkokul öğretmenini, en sevdiği ablası Sakine’yi, Gülsüm’ü, doğmamış oğullarını pusu kurup öldürmüştü. Ama en çok o ela gözlerin sahibi kızın babasını öldürmüştü. Kız pusuyu görmüştü. Ellerine kan bulaştırdığını görmüştü. Ve bir daha da bakışlarını üzerinden çekmemişti.
Ondan vatanını alanlar, sürekli bir şeyler istemekteydiler. Sürekli, sürekli. “Bu malı karşıya yolla.” “Bu adamı karşıya geçir.” “Şunu ağırla.” “Şunu ağırla ve videoya çek” “Şu gemiye şunu yüklet” Oysa o artık rahat bırakılmak istiyor. İhalelerle, yüklerle, belgelerle uğraşmak istemiyor. Bilmediği adamları mekânında ağırlamak istemiyor. Ağaların mekâna gelmesini hem mekânın hem de onun patronu gibi davranmalarına tahammülü kalmadı. Artık doğru dürüst nefes almak istiyor. Unutmak, unutmak, unutmak… Kim olduğunu? Ne yaptığını Unutmak… Unutamıyor. En çok da o ela gözler unutmasına izin vermiyor.
Bir türlü unutturmuyor bir türlü rahat bırakmıyorlar. Gençliğindeki kadar güçlü değil artık. Direnci giderek azalıyor. Kaldıramıyor… Yaşlanınca çenesi düşen, sürekli konuşan, kendilerini susturamayan kederli kadınlar gibi oldu. Sürekli ağlıyor. Ayıplanacağını bildiğinden sürekli yalnız kalıp ağlıyor. Şimdi de öyle bir yandan söyleniyor bir yandan ağlıyor. Ama bu kez sesli ağlıyor.
Özel misafirler için ayrılmış bungalov görünümlü içleri pek lüks evlerin oraya yaklaştığında, ağaların; orada, bahçenin bir köşesinde donatılmış bir masa etrafında mırıl mırıl konuştuklarını görüyor. Onları öyle bulacağını bilerek geldi. Onların artık buraya gelmemesini istiyor. Kendisinin gidecek yeri yok. Onlar gitsin. Bir daha gelmesinler. Daha kirlenecek bir yerciği kalmamış ama gelip daha da kirletmesinler. Onu yormasınlar. Çok yorgun o. Çok yorgun. Çok.
Silahı önce onlardan, ağalardan birine kararlama çevirip bekliyor. O onları görüyor ama onlar onun farkında değil. Burada akıllarına bile gelmez böyle bir şey olacağı. Evlerinden bile daha fazla güvendeler. Kaç tane güvenlik önlemi var. Kaç güvenlik hattı. O yüzden öylesine rahatlar. Cipleri, korumaları ve şoförleriyle geldiler. Korumalar izinli, uyumak için gitmişlerdir ama aranırlarsa odalarında bir kadının koynundadırlar. Ağaların arasında çok nefret ettiği biri yok vazgeçiyor. Sonra gökyüzüne doğrultuyor silahı. Oradan da vazgeçiyor. Ama artık eli silahı kavramış. Kendisine rağmen kavramış. Koşarak denize doğru gidip “Tak tak tak “ diye sıkıyor. Yeterli gelmiyor. Bir daha bir daha sıkıyor. Ne yaparsa yapsın içinin yangınını söndürmüyor. Çaresiz kalakalıyor. Ağlaya ağlaya olduğu yere çöküyor. Bağıra bağıra ağlıyor artık. Bebekliği sayılmazsa ömründe ilk defa bilincinde olarak bağırarak ağlıyor, kimseyi iplemeden haykırarak ağlıyor. Atmış tabancayı bir kenara, çömelmiş, başını ellerinin arasına almış, ağlıyor. Timur yetişmiş, başucunda. Eğilmiş, usul usul teskin etmeye çalışıyor. Uzaktan, patlayanın havai fişek değil de silah olduğunu anlayanların sesleri, duyulur duyulmaz bir şekilde hissediliyor. Swetlana da koşmuş gelmiş. Üstünde incecik bir gecelik. Korkusunu bir yana bırakmış kolundan tutmuş onu ayağa kaldırmaya uğraşıyor. Kimse görmeden onu odaya götürme telaşında.
Uzaktaki seslerden olaya doğru gelmeye çalışan grubun otel görevlileri tarafından dağıtıldığı anlaşılıyor. Bir sessizlik oluşuyor. Her zaman tedbirli olan Timur yine de belinden silahını çekip bekliyor. Az ilerde mokasen hafifliği bir küçük kuru dal kırıyor, bir ayak sesi yaklaşıyor. Sanki çıt çıkarmamaya çalışıyor. Timur o yana, gelene doğru dönüp bakıyor. Ayak sesi kesiliyor. Ama yakında bir yerde adam. Yakında bir yere gelip duruyor, her kimse. Timur gelene doğru yürüyor. Karanlıkta karartı oluyorlar. Gelen, sanki Timur’a mır mır bir şeyler söylüyor. Bir şey anlatıyor. Cemil’in sesine benzetiyor. Her kimse gelen, küçük bir oğlan çocuğuna büyük masallar anlatan bir adamın sesiyle konuşuyor Timur’la.
Swetlana olanların, seslerin farkında değil, onu kalkamaya ikna etmeye çabalıyor. Ama yine de, silahı daha bir kavramış olarak üzerlerine gelen Timur’u ilk o fark ediyor. Timur’un bakışlarındaki değişimi o fark ediyor. Çömlediği yerden ayağa kalkıp önüne atılıyor. Timur, Swetlana’yı geri doğru savuruyor ve silahı doğrudan onun ensesine dayıyor. Ne olduğunu anlamadan kulağının dibinde iki el silah sesi duyuyor ve akabinde boynunda bir sıcaklık bir yanma hissi artarak beliriyor.
İçindeki bütün sesler birden susuyor. Çevresindeki bütün hareket birden duruyor. Ağır çekim bir film izler gibi oluyor. Sisler arasından Swetlana’yı ve o ince geceliğini görüyor. Ona doğru uzanmış kendi ellerini görüyor. Uzaktan bir siren sesi duyuyor. İlk kez hayatında ilk kez ürkmeden o sesi dinliyor. Kendisine, yaptığının korkusuyla bakan Timur’un gözlerini görüyor ağır çekim. “Seni affediyorum” demek için elini uzatıyor ağır çekim. Her şey ağır çekim. İçinde serin bir rüzgâr esiyor. İlk kez ferah bir rüzgâr, içinde. Yine o eski çocuk. Yine otların arasında ve özgür. Gözlerini yumup, ölüme teslim oluyor. “Nihayet” diyor. “Allah’ım nihayet bitiyor”
Ölmüyor ama. Swetlana’nın Timur’un bileğine vurmasıyla, kurşunlar hayati bir zarar vermiyor. Kurtulmak derse kurtuluyor. Ölse, kimsesizler mezarlığında olacağını biliyor. Ama kurtuluyor. Üç ay sonra tedavisi bitip hastaneden çıkıyor ve artık sağ elini kullanamıyor. Hastanedeyken kendisine; çok iyi bildiği bir kural iletiliyor mahkemeye başvurmazsa ve konuşmazsa bir şey yapılmayacağı, ellenmeyeceği bildiriliyor.
Köye dönüyor. Baba evine. Yaşlılıkta tek gözü kapanmış olan annesiyle yaşamaya başlıyor. Duyuyor ki Timur ve Cemil almış yerini. Öyle istemiş ağalar… Bir gün tüm gücüyle karşısına çıkacağını, kapıp götüreceğini hayal ettiği Gülsüm evlenmiş, torun tosuna karışmış, kocasını kaybetmiş ama buna karşın yüzüne bile bakmıyor. Köy küçük. Ne zaman karşılaşsalar başını çevirip görmemezlikten geliyor. Hatta biraz küçümseyerek saklıyor bakışlarını. Kahroluyor. Ara ara Swetlana geliyor hatırına. Ona ne yaptıklarını merak ediyor. Kahroluyor. Ara ara ela gözlü kadın geliyor hatırına. Kahroluyor… Kahrola kahrola anasının başını bekliyor.
Her şeye kahrederek bekliyor, bekliyor, bekliyor… Ölüm gelmeyince gelmiyor işte…
...
Bu öykü yersizyurtsuz.com/suje'de yayımlandı
7 Mayıs 2025 Çarşamba
O Son Görüşme/Öykü
O SON GÖRÜŞME
Kış akşamı... Ankara caddeleri ıssız... Korona zamanları... Acayip bir rüzgâr... Üç gündür kontrollü yasak nedeniyle ayak değmediği için üst üste yağan yığılan kar, sıfırın altına düşen sıcaklıktan tozlaşmış. Tozlar. akşam üstü başlayan acayip rüzgârla oradan oraya savrulduğundan göz gözü görmüyor.
Oğuz, Aydın, Rafet ve Halim... Havaya ve yasağa inat, sadece kendileri için açılmış bir küçük lokantanın loşluğunda oturmuş, huzur içinde demleniyorlar. Pandemi nedeni ile her yer kapalı. Her yer... Akşam alacasında, sokaklarda, insanlar yok denecek kadar az, arabalar tek tük, caddelerde ses soluk kesilmiş...
DilTarih’ten yirmi küsur yıl önce mezun olmuş üç arkadaş; Oğuz, Halim ve Rafet, o kadar yıldır birbirinden kopmamış hiç. Ne olursa olsun beş altı ayda bir mutlaka bir araya gelmişler. Ölümleri, düğünleri atlamamışlar. Dertleşmeyi, paylaşmayı bırakmamışlar.
Bu geceki de öyle bir yemek. Halim, Eskişehir’den, Rafet, Yozgat’tan, macera olsun diye sağlık kontrolü diye uydurup gelmiş. Gelir gelmez de yasağa yakalanmış, misafirhanede mahsur kalmışlar. Oğuz gitmiş kurtarmış. Ertesi sabaha da seyahat iznini halletmiş, evlerine dönebilecekler.
Şehirdeki son akşamlarında bu kuytudaki lokantaya sığınmış, ısınmışlar... Şöyle çorbasından pilavına, salatasından kebabına güzel bir yemek yemiş, üstüne çay içip, şerbeti aka aka baklava yemekteler. Dışarıdaki havaya bakıp bakıp, "İyi ki buluşmuşuz birader" deyip deyip çayları tazeletiyorlar... Hepsine tatlı bir rehavet çökmüş... Ama muhabbet hâlâ çok iyi... Hatta dibi... Anılar, özellikle okul ve kazı anıları, misaller, meseller, söylenceler, gençlikten kalma şiirler gırla... Ah o şiirler! O asi yıllar, aşklar ayrılıklar, hasretler... Kimse yerinden kalkmak istemiyor... Kalkıp, gündelik sıkıntıları yüklenmek o yük altında bastırılmak, hayatın tatsız, sorumluluk dolu koşturmasına katılmak istemiyor. Sanki hâlâ öğrenciler.
Oğuz'un telefonu, tam da bu zamanda çalıyor. Açıp, kısa bir süre dinleyip, ciddiyetle; "Ablalardan birini bul hemen!" diyor. “Ben de geliyorum.” Ve gitmek için hızlıca toparlanıyor. Halim’in ağzından bir, “Haydaaa!” nidası fırlıyor ama o saatten sonra kimse oralı olmuyor. Telefon gelmiş bir kere. Bu gidişler biliniyor.
Büyü bozulmuş... Masadakiler bu telefonların aciliyetini çok yaşamış.Aydın ondan da önce ayaklanmış.Tadı kaçıyor hepsinin. Bir telefon ile tutkulu gençlikleri, öğrencilik şımarıklıkları ellerinden alınmış ansızın. Yapacak bir şey yok. Halim ile Rafet de kalkmak için yetkiniyor.
Oğuz telefonunu, arabanın anahtarını, çakmağını, sigara paketini toparlama derdinde. Aydın çoktan paltosunu sırtına geçirmiş. Neredeyse koşacak.
Oğuz,aceleyle istediği hesabın parasını ve gece onda kalacakları için evin anahtarını masaya koyup bir kuru, “Hoşçakal,” ile çıkıp gidiyor. Aydın topuklamış bile.
Kalanlar, masada, muhabbetin ortasında aniden terk edilmenin burukluğu içindeler. Halim bir yandan ağır ağır atkısını boynuna sararken, “Haydaaa!” demeyi sürdürüyor ve ekliyor.
"Rafo senin de dikkatini çekti mi? Bu Oğuz geçenlerde, bir telefonda daha, "Bir kadın bulun," diye yanıtlayıp kalktı hemen.”
Rafet, dalgacı,
“Ne oluyor sence?”
"Ne bileyim arkadaş."
"Hani diyorum?"
“Ne diyorsun?"
"Hani?"
“Ulan Rafo! Yine dalga derdindesin. Kız meselesi olsa böyle mi söyler oğlum? Sen iyice yaşlandın. Uçuyorsun! İçme bu kadar. İçme!"
"Tamam ya! Tamam! Gidelim biz de o zaman. Ayaklarım çok şişmiş zaten. Biraz uzanalım."
Ramazan gözünü yoldan ayırmadan bir yandan yüz yirmi, yüz kırkla sürdüğü arabaya hâkim olmaya, bir yandan, "Ambulans nerede kaldı? Ardımızdan yetişmeliydi" derdindeyken Furkan’a da laf anlatmaya çalışıyordu. Furkan da mübarek, yola çıktıklarından bu yana dur durak bilmeden söyleniyordu.
"'Kadınlardan çağırın' dedi yine değil mi?”
"Ne diyecekti başka baboş?"
“Şimdi bu havada, başka işimiz yok, o baş belası kadınlardan bulup getirmeye uğraşacağız değil mi?”
“Aman korkma! Sana bırakmam hiç. Aradım ben.”
“Sanki başka işimiz yok?”
Artık sahiden sabrı tükenmekte olan Ramazan, her tepesi attığında tizleşen sesiyle,
"Bana bak! İşimiz neymiş bizim?”
"Abi bak bu kadınlar sonradan çok başa bela oluyor!"
"Oluyorsa oluyor! Bize ne abicim."
"'Oluyorsa oluyor!' diyorsun da hiç denk gelmedin mi bunlara? Adamı perişan ediyorlar... Hiç
susmuyorlar hiç durmuyorlar... 8 Mart yaklaşıyor ya, bak gör, erkeklerden daha beter zorluk çıkarıyorlar. Böyle kadın olmaz olsun."
"Ya ne saçma saçma konuşuyorsun. O baş belası kadınlar olmasa o kadar işi nasıl çözecektin geçen yıl?”
“Niye ki daha önce biz çözmüyor muyduk?”
Ramazan dehşetle,
“Çözüyor muyduk? Çözüyor muyduk? Allahtan kork! Bu kadarını mı? Bu kadarını öyle mi?”
“Belki yapardık?”
“Boş boş konuşuyorsun... Rıfat’la mi çözeceksin? Hayrullah’la mı? Kiminle? Görmüyor musun sahiden? Çatır çatır rüşvet yemelerini görmüyor musun? Onu bunu gammazlamalarını görmüyor musun? Akşama kadar acayip acayip videolar izlemelerini görmüyor musun? Bunları böyle yetiştirdiler. Her türlü dalavera ile yükselmeden başka bir şey bilmez onlar... Sıksa, Oğuz komiserimin başını da yiyecekler de yiyemiyorlar. Onların derdi iş yapmak değil açık aramak. Hâlâ öğrenemedim deme bana.”
“Abi kusura bakma da sen de Oğuz Komiser de şunu öğrenemediniz, bir anlarlarsa çevirdiğimiz dolabı… O zaman gammazı görün siz?”
Ramazan durdu, sustu, duramadı. Derin bir nefes alıp yavaş yavaş normale döndürmeye çalıştığı sesiyle devam etti,
“Bak güzel kardeşim? Senle ben, geçen yıl, o ablalar sayesinde çözdüğümüz cinayetlerden aldık o üç ikramiyeyi. O kadınlar sayesinde sen, ilk kez karını çocuklarını tatile götürebildin. İlk kez deniz gördü yavrular. Hanımın gönlünü aldın lan! Seni boşayacak olan hanımının gönlünü aldın da kurtuldun evden atılmaktan... Neyse yahu! Hadi koçum! Ara şu ambulansı bir daha! Kız ağır yaralıymış. Ölecek şimdi. Ölmese de donar bu havada, hadi koçum!”
Furkan ikiletmeden aradı. Hoperlörü açık bıraktı. Ramazan, verilen yanıtları açık seçik duydu. Ambulans da ekip de yola çıkmış, olay mahalline yaklaşmışlardı. Belki de onlardan önce varırlardı. İkisinin de içi rahatladı.
Az ileride, gecenin karanlığında dağınık bir demet gibi çıktı önlerine, konumu verilmiş yerleşim yeri. Ufacık bir köyden mahalle yapılmış, inşaatı, karanlığı, ıssızlığı, sessizliği bol bir alandı vardıkları. Söylediklerinden ve yaptıklarından bir şekilde, haksızlık ettiğini fark etmiş olmalıydı ki Furkan şimdi telaşla,
"Abi bak! Bak şurada! Aha orası da ışıkları yanan muhtarlık binası gibi! Hemen sağımızda! Yavaşla! Yavaşla! Yanaş! Ben şimdi konuşur alır, gelir hallederim. Tamam! Tamam! Bak çıkmışlar yola, oradalar! Yanaş yanaş abi! Alıp geliyorum hemen!"
Furkan, muhtar ve yanındaki kadınla iki dakikada konuşup geri geldiğinde ilk baştaki o tepkileri veren kendisi değilmiş gibi sevinçliydi;
“Senden telefon gidince hemen hazırlanmış bizi beklemişler. Muhtarın arabasıyla önümüze düşecek, bizi kısa yoldan götürecekler. Bak sağa işaret verdi! Gidiyorlar! Hadi hadi!”
Muhtarın arabasının ardında biraz gitmişlerdi ki Furkan heyecanla,
“Ya abi! Bak bana kızıyorsun da şu izbelik yerde bile bu kadınlardan var... Ne ara bu kadar çoğalıp yayıldılar. Korkulur bunlardan. Göreceksin bizim hanımları bile ayartırlar bu gidişle. Başımıza bela olacaklar.Göreceksiniz.”
Ramazan sabırsızca ve dikkati yolda,
“Hiç de olmayacaklar. Sen de göreceksin. Onların derdi sadece kendilerini korumak.”
Furkan uzata uzata,
“Diyorsun?”
“Ne bu? Çocuklarından mı öğreniyorsun? Televizyondan mı? Bu nasıl konuşma aslanım? Bak belki şimdilik anlamıyorsun ama ben anladım, Oğuz ağabeyin ablasının sayesinde çok iyi anladım. O bize anlattı. Kadınlar korkmadan yaşamak istiyor. Bir de adalet istiyorlar.“
“Başka dertleri yok yani.”
“Başka hiç bir dertleri yok. Ya başka dertleri ne olsun istiyorsun oğlum? Ayrıca çoğu ablayı da tanıyorum artık. Bak bu abla hemşire emeklisi. Burada da oturmuyor. Ankara’dan, merkezden gelme. Bu havada bu salgında, ‘Yatağım da pek sıcak,’ dememiş. ‘O kadar yolu nasıl giderim?’ dememiş. Uçmuş, bizden önce gelmiş."
"Başka dertleri yok da niye bize öğretmiyorlar? Niye bizi karıştırmıyorlar?"
Ramazan yine cırtlaklaşan bağırtısıyla,
"Acaba neden? Neden acaba? Neden? Senin kot kafandan olmasın. Senin gibilerin dar kafasından olmasın. Beni konuşturup duruyorsun kaza yapacağım şimdi.”
“Tamam abi! Geldik abi! Şuradalar!”
Ambulans da olay yeri inceleme de onlardan az önce varmıştı. Sağlık ekibi karlar üzerinde yolunmuş, atılmış kızıl güller gibi yatan yaralı genç kadına doğru koşuyordu. Olay yeri birimi ilk inceleme ve fotoğraf çekimini yaparken bir yandan da sağlık ekibinin kalan delilleri bozmadan yaralıyı almasını sağlamaya çalışıyordu.
Muhtarla birlikte gelen kadın, sakin bir biçimde arabadan inip yanlarına gelerek kimliğini gösterdi.
“Merhaba ben emekli hemşire Gülsüm... Eğer izin verirseniz?”
Furkan, Ramazanın yanıt vermesine fırsat vermeden atılarak,
“Dikkat edin ama! Delilleri bozmayın.”
Ramazan bir, “La havle!” çekti.
Gülsüm sesini çıkarmadan başını salladı, sırt çantasından hijyenik tulumunundan başlayıp tek tek; galoş, bone ve eldiven çıkardı ve sihir yaparmış gibi bir dakikada giyindi. Galoşu araç içinde giymek için elinde tuttu. Giyindikten sonra Furkan’a dönüp gülümseyerek,
“Biliyorum çocuğum,“ deyip, onlarla birlikte, ambulansa taşınmakta olan yaralının yanına doğru koştu.
Bu sırada Oğuz ve Aydın da yetişmiş, doğrudan ambulansın yanına gelmişlerdi. Gülsüm bir yandan kendini sağlık ekibine tanıtırken bir yandan ambulansa binmeye çalışıyordu. Yaralının içeri taşınmasına nezaret eden acil doktoru, kadının ne dediğini, nereden çıktığını, ne olduğunu anlamamış, yarı şaşkınlık yarı kızgınlıkla, “Bu da kim?” dercesine bir Oğuz'a bir Ramazan’a bakıyordu.
Ramazan başıyla işaret vererek,
“Ablamız hemşire.”
“Yasak olduğunu biliyorsunuz.”
Kadın temkinli ve sabırlı bekledi. Acil doktoru, yaralı kızın ve onunla aynı yaşlarda olan beti benzi solmuş gencecik hemşirenin hâli karşısında anlık bir kararla, izin verdi.
Kadın çevik bir adımla, alelacele attı kendini aracın içine. Her iki hemşire de daha hekimin ağzından çıkarken, talimatı yakalamaya ve uygulamaya başladılar.
Gülsüm,
“ismi ne? İsmi ne?”
Tabletten yaralının kimliğini incelemekte olan Furkan aracın dışından, ‘Ne yapacaksın?’der gibi asabiyetle yanıtladı.
“Şule!”
Gülsüm, usulca, duyulur duyulmaz bir sesle, müdahale etmekte oldukları kan içindeki yaralıyla konuşmaya başladı. Oysa yaralı genç kadın çoktan kendinden geçmişti.
“Korkma Şule! Korkma kızım! Buradayız!”
Doktor şaşkınlıkla kadının deneyimindeki mükemmelliği izliyordu. Hem konuşuyor hem neye gereksinim duysa ondan önce algılayıp uzatıyordu.
Kadın sanki karşılıklı oturmuşlar dertleşiyorlar gibi güzel güzel konuşuyordu yaralıyla. “Şule! Yanındayız Şule! İyileşeceksin. Okuluna, işine gideceksin. Sabahları güzel uyanacaksın. Şarkılar söyleyeceksin. Arkadaşların seni saracak.”
Biteviye ve şefkatle konuşması da sadece hastayı değil tüm ekibi sakinleştiriyordu. “Uyu şimdi Şule. Yanındayız. Güvendesin.”
Ama her zamanki gibi o kadar kan kaybeden bedende olan oluyordu. Yaralının kalbi duruyordu. Kalbi duruyordu. Kalbi duruyordu... Durdu!
Doktor telaşlandı. Kendince telaşını ekibe belli etmemeye çalışarak, onların anladığının da farkında olarak uğraşmaya devam etti. Uğraştı. Bir daha! Bir daha! Bir daha uğraştı, olmadı. Makineyi bıraktı, doğrudan kendisi girişti.
Kalp masajı sırasında da Gülsüm konuşmayı bırakmadı. Kalp duyardı. Biliyordu. Kalp duyardı. Duysun istiyordu. Genç hemşire de ona uymuş o da sakin tutmaya çalıştığı sesiyle, “Hadi Şule! Bak biz buradayız, yanındayız. Sana ben bakacağım. Söz veriyorum. İzin alıp hastanede sana ben bakacağım.” Genç hemşire ağlıyordu.
Onların gayreti doktorun umutsuzluğunu azaltmasa da masajı bırakmasını, teslim olmasını engelledi... Kalp söylenenleri duydu sonunda... Yapılanları anladı. Gençti, tazeydi, güçlüydü. Dayandı. Uzun uğraşlardan sonra birden yanıt verdi. Usul usul normale döndü. Gencecik hemşire sevinçle Gülsüm’ün elini tuttu.
Üçü de ter içinde kalmıştı. Gülsüm’ün gelişini tepkiyle karşılamış olan hekim onun o kadar çaba göstermesi karşısında dayanamayıp,
“Siz benden önce anlamışsınızdır da yine de söyleyeyim, artık hayati tehlikesi görünmüyor gibi.” Soğuk, mekanik, profesyonel tavrı gitmiş, duyguları olan bir hekim gelmişti. Daha iyimser bir hava gelmişti hepsine. Ambulans sürücüsüne bile.
Şimdi ikinci bir kriz gelmeden onu tam teşekküllü bir hizmete kavuşturma zamanıydı. Doktor gayretle, şevkle;
“Hadi arkadaşlar hadi! Hastaneye yetişmemiz lazım.”
Neşeyle ekledi
“İşimiz bu! Hayat kurtarmamız lazım. Hadi! Hadi!”
Ekibin profesyonel üyeleri ortalığı toparlayıp harekete hazır hale gelirken Gülsüm son hızla yaralı fidanın giysilerini inceliyordu. Saçlarına bakmıştı önce, sonra eteğine, bluzuna, ellerine, ayaklarına, tırnaklarına, kolyesi, yüzüğü, küpesi, ojesi, tokası, çamaşırı, südyeni, askısı, rengi, çorabı, ayakabısı, ayakkabısının altı, boydan boya kana batmış mantosu.
Yaralı kızı zerrece incitmeden ama onları sonuca götürecek hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan ve onu
izleyenlerin şaşkınlık içinde bırakacak kadar hızla çalışarak tek tek bakmıştı her yanına ve aynı hızla sirenlerini en yüksek volümde açıp hareket etmeye hazırlanan ambulanstan kendini atarcasına inmişti.
Nefes nefeseydi araçtan indiğinde. Bir dakika sürmemişti incelemesi. Çünkü Oğuz’un onlara tanıdığı süre, azami iki dakika kadardı. İner inmez de bir kuytuya çekilip büyük bir dikkat ve ciddiyetle aklında tuttuklarını telefonuna yazıyor, aldığı sonuçları değerlendirmeye çalışıyordu. Telefonunun ekranına baktı baktı, ‘Evet!’ sonuç bir anlam ifade ediyordu. Hem de çok net bir anlam. Kendi kendine, “Ah be yavrum bir telefona bakardı! Bir telefona! Bu kadar korkuyla o son görüşmeye gideceğine... Offff! Nasıl bu kadar geç anladın bu alçağı? Nasıl?“
Kendi kendine konuşa konuşa olay yerinin aydınlattığı alanın dışındaki loşlukta onu bekleyen Oğuz’la Ramazan’ın yanına gitti. Furkan’la muhtar yol çatına, gelmekte olan savcının aracına yol göstermeye gitmişlerdi. Aydın hem rahat konuşsunlar diye hem de ajansa haber geçmek için uzaklaştı. Oğuz can sıkıntı ve kötü bir haberi vermenin rahatsızlığıyla,
“Telefonu yok! Telefonunu almış ya da almışlar.”
Gülsüm,
“Telefondaki bilgileri evdeki bilgisayarında varmış. Bilgisayarı kaptırmayın komiserim. Deliller oradaymış.”
Oğuz hemen telsizden bildirdi.
Gülsüm ona, telefonuna işaretlediklerinden bakarak, yavaş yavaş, tek tek anladığını anlattı. Yaralı kızın saçlarına baktığında yaralı kızın polisi neden aramadığını anlamıştı. Ailesinin ve sosyal çevresinin, bilgisinin olmadığını belirlemişti. Dış kıyafetinden bunu test etmişti. İstemediği bir ilişkiye zorlandığını yönündeydi ojesinin rengi. Südyeninin rengi ya da askısı, failin arkadaş, tanıdık çevresinden olup olmadığı ayak tırnakları ise iş çevresini, işvereni işaret ediyordu. İç çamaşırından telefon ya da bilgisayarında, sosyal medyasında, failin profilinin olduğu, yine bilgisayarında fail ile yaşadıklarının ipuçlarını başına bir iş getirirse yazılı olarak saklamış. olduğunu anlamıştı. Ayakkabısına baktığında ise failin üzerinde bıraktığı işareti anlamıştı. Failin giysisinde ve vücudunda saldırının işaretini bırakmıştı.
Üçü de kederlenmişti. Gülsüm,
“Herşeyi yapmış bir tek telefon etmemiş. Hâlâ bu kadar kötülük olmaz diye düşünmüş olmalı.”
Ramazan,
“Vücuduna iz bırakacağına keşke vurup öldürseymiş.”
İkisinin de suskunluğu karşısında hırsla devam etti.
“Madem ölüme gideceği ihtimali var, öldürmeye de hazırlıklı gitsinler bâri abla.”
Gülsüm’ün onaylamayan bakışları karşısında,
“Ben hemen öldürsün demiyorum. Öldürmeye teşebbür ettiğinde hazırlıklı olsun, kendini savunsun diyorum.“
Oğuz düşünceliydi. Onların dediklerini duyup duymadığı belli değildi. Birden, büyük bir öfkeyle, Ramazan’a,
“Bu o şerefsizin işi. Göreceksiniz bak! Haberlere bir bakalım, tek tek ama, tek tek. Dosyasına da satır satır. Kesinlikle o çıkacak. Artık eminim. Bir sıçradı iki sıçradı ama bu sefer kurtulamayacak bu alçak. Babası, arkası ne kadar sağlam olursa olsun. Ben üzerine gideceğim. Bu sefer adaletten kurtulamayacak.”
“İnşallah Amirim.”
“Bu savcı, ben daha tanışmadım ama hiç bir konuda yasalardan taviz vermiyormuş. Umarım onun hakkından bu savcı gelecek. “
Gülsüm’e,
“Abla çok teşekkür ederim. İnan bunu yapandan adalet önünde birlikte hesap soracağız. Sana söz veriyorum o alçak ceza almadan kurtulamayacak.”
“Keşke! Neyse, dosyası eksiksiz olacarak tamamlanacak en azından. Bugün olmazsa yarın ama mutlaka cezasını bulacak. O anlamda içimiz rahat.”
Derin bir nefes alarak devam etti.
“Biz kadınlar olarak da sizi asla unutmayacağız.”
“Yapmayın hocam. Görevimiz bu.”
“Yok öyle değil işte!”
Durdu,
“Hiç öyle değil!”
İçtenlikle,
”Gönlümüzde hep yeriniz olacak Oğuz komiser. Hep yeriniz olacak!“
Oğuz mahcubiyetinden konucu acilen değiştirerek,
“Siz neyle geldiniz? Vakit çok geç oldu. Sizi evinize bırakalım. “
“Çok sağ olun. Muhtar beyle eşi davet etti beni. Zaten yasağı deldim geldim. Bir de giderken delmeyeyim. Ben şimdi bir avukat arkadaşlarımızı arayacağım. O gider bulur hastanede Şule’yi.”
Ramazan;
“Abla, sen yarın sabah toplarsın bütün kadınları.”
Gülsüm ilk kez gülümsedi, muzip
“Bizim dilimizde toplamak yok ama haklısın, toplaşırız biz yarın.”
Muhtarla savcının arabası gelmişti. Oğuz’lar savcıya doğru yönelirken, Gülsüm de muhtarın arabasına bindi gitti.
...
*Bu öyküyü; 10 ekim 2022’de, Bursa’da, uzaklaştırma kararına rağmen eve gelip, kapıyı içeriden kitleyip eşini balkondan atmaya, öldürmeye çalışan failin elinden kadını kurtarmak için üçüncü kattaki balkona tırmanan ve balkon demirinin kopması üzerine düşüp yaralanan ve kaldırıldığı hastanede hayatını kaybeden polis memuru Sami Altuntaş’ın onuruna adamak istedim. Biz kadınların kalbinde her zaman yeri var.
*2025 Mart ayında, bu ülkede, on beş kadın cinayeti, otuz şüpheli kadın ölümü istatistiklere geçti. Bu öyküyü, şüpheli kadın ölümleri açığa çıkarılsın diye kaleme aldım.
*’DilTarih’i özellikle birleşik yazdım. Ankaralılar Dil Tarih Coğrafya Fakültesine, “DilTarih,” der sadece.
30 Nisan 2025 Çarşamba
Yukarı Fırat Havzasının Güzel Abisi
Ne ortak bir soy bağı vardı bizi çekecek ne ortak bir kan bağı. Bizi çeken şiir ve roman oldu. Yani edebiyat. Kardeşliğin en derin bağı olan edebiyat.
Hele ki halkların derdine düşmüş olup kendi derdini söyleyemeyenlerin bu coğrafyada sığınağı olan edebiyat.
Siz "Selinti"' de anlatmışsınız. Dilerim basılacak ve okuyacağız. Eğer siyanürden, civadan kurtulup yaşayabilirse, İliç'ten bir küçük kız ya da erkek çocuk da büyüyünce, Yukarı Fırat Havzasının havasını, suyunu, toprağını, insanını zehirleyen bu büyük kıyımı anlatacak belki. "Liç" koyacak o da belki adını. Çoğrafyaların da kederli bir kaderi oluyor bazen. Yüz yıllık periyotlarla derinleşerek yinelenen. Bu keder dolu kaderi belki bu yazılanlar yüzleştirip, aydınlatacak. Belki bir gün gülecek ve güldürecek insanların yurdu olacak, bu küçük dünyamız.
Umudumuz kalmasa da çaremiz var: Okumak, üretmek, şarkı söylemek, kendini bozmamak, komşulara saygı, bitki yetiştirmek, çocuklarla ilgilenmek, yaşlıları terk etmemek, bölüşmek, dayanışmak, yazmak.
Yazmak...
Ömrümüzün vefası olmuyor çoğunlukla, bari yazdıklarımızın olsun.
Şiirinizin vefası bol olsun.
(Sarmal Çevrim Dergisini Nisan/Mayıs sayısında yayımlanan yazıyı aşağıda paylaşıyorum)
YUKARI FIRAT BOYLARININ GÜZEL ABİSİ KİRKOR YETEROĞLU
Güven Tunç
Yeni yayımlanan romanımı yollamıştım size, yayınevinden telefon numaramı almış, “Nezaketinize teşekkür ederim hanımefendi” diye aramıştınız. Aradan çok geçmedi; imzalı şiir kitabınız kırık çan elime ulaştı.
“yok sessizlikten başka sesimiz,” dizenizle başlıyordu kitap.
“Her köşe başında kimlik soruyor benden/ açıp yaramı gösteriyorum,” A. Hicri İzgören’den alıntılanan bu dize ile açılıyordu şiirlerinizin cümle kapısı.
İşte böyle başlamıştı aramızda şiir kardeşliği…
‘Hanımefendi,’ diye başlayan, ‘güzel kardeşim’e, ‘hocam,’ diye süren içtenlikli konuşmalarımız, ‘ağabey’e evrilmişti bir süre sonra. Karşılıklı bir acı kahve daveti, sonrasında her yerden ahbabın bir araya geleceği, Yukarı Fırat dolayının yemekleriyle dostluğun büyük sofrasına genişlemişti umudumuzla.
Ancak ne siz gelebildiniz buralara ne de biz oralara…
Ankara’da bulunmayı, dostlara kavuşmayı, onlarla kucaklaşmayı ne çok istemiştiniz. Meğer ne çok tanışınız, yareniniz, arkadaşınız varmış Ankara’da.
Başta Remzi Ağabey, eski kuşaktan birçok yayıncıyı, edebiyatçı dostu arayıp hâl hatır sorduğunuzu bilirdim. Genç kuşaktan da bir hayli tanışınız olduğunu anlardım.
Sizinle ilk tanıştığımız zamanların birinde Remzi Ağabey’e gitmiştim. Evlerimiz uzak sayılmazdı birbirine, her yayınlanan kitabımı mutlaka götürür; çalışkanlığımla takdir, dilbilgisi kurallarına pek kulak asmadığım için de uyarı alırdım kendisinden. Yine öyle bir uğrayışımda, ‘Gülümse’nin koca şairi de oradaydı. Birlikte çay içerken aramıştınız beni, onlarla da görüşmüştünüz. Dostlarla konuşmanın delikanlı mutluluğu yansımıştı seslerinize. Yaşadığım, anlatılması güç bir duyguydu. Ortak bir coğrafyadan kopmuş; farklı, uzun mecralarını geride bırakmış insanların, demlenmiş sohbetiydi tanık olduğum.
Her görüşmemizde incelik gösterip yaşlı annemle de söyleşirdiniz. Annem Malatyalı, candan komşularını bulmuş gibi olurdu. Siz de ‘gülün dalında solması arapgir’i,‘ ‘unutulmuş bir kent gelir aklıma’ dizenizdeki taş konakları, cumbaları yıkılmış, ‘geceleri öksüz çocuk çığlığı’ şehri, ‘yuvası dağılmış kuşları’’ Ağın, Eğin dutlarını…
Siz İstanbul’dan varıp gittiniz, bağbozumuna kaldınız, katıldınız, biz bugün olmuş; gidip de kurulu evimizin kapısını açmadık daha. Annem, biz çocuklarına okuduğu nazar duasını her konuşmamızda size de okurdu. Nezaketle dinler, kabul ederdiniz.
Sizde ilk dikkatimi çeken özellik, nezaketiniz olmuştu. Nezaketinizin yanı sıra vefa duygunuz da çok yoğundu. Vefa, şiirinize sinmişti tüm derinliğiyle. Memleketiniz, dedeniz, anneniz, babanız, kardeşleriniz, eşiniz, kız evlat, erkek evlat için derin bir sevgi hissedilen şiirleriniz vardı kitabınızda.
Bütün bu sevdiklerinizle birlikte Bedri Rahmi vardı, öğretmeniniz Yusuf Uludağ vardı… Kirkor Zohrap, Hrant Dink, Zehra Bilir, Mehmed Uzun, Aytaç Arman şiirlerinizi vefa ile adadığınız isimlerdi. Şiirinizde sevgiyle andınız arkadaşlarınızı, endişeyle sarmaya çalıştınız dostlarınızı felaketlerden, ‘sesin buğulu camdan yankılanıyor şimdi/mangalda yalnızlığı korun.’ Babası Almanya’da ölen bir işçi çocuğu için yazdığınız şiiri de okumuştum; hüzünle, hayranlıkla.
Ne ırmaklar akardı dizelerinizde. Ne çok bağ bahçe ne çok Şepik, Çemişgezek, Arapgir… Sonrasında Diyarbakır, Hançepek…
‘hançer ucunda coğrafya,’
Sonrasında Üsküdar, Bağlarbaşı, Fıstıkağacı… Galata Köprüsü, vapur düdükleri, martılar… Sonrasında yaşam gailesi. Şiirler.
Ne zaman şiirden, edebiyattan konuşsak sınıfsal bir temeli yoksa çok çabuk bir zemin kaybı yaşanacağından konuşurduk.
Ben şimdi, bu konuşmalar arasında sizden ne çok şey öğrendiğimi fark ediyorum. Hiç doğrudan söylemeden, sadece tavırdan, duruştan öğrendiklerim bunlar. Birincisi, edebi değer taşıyan her tümceye her dizeye, saygı. Hiç dikkate almadığım nice yazardan, şairden öyle örnekler okurdunuz ki nasıl fark etmediğime yanardım. İkincisi ise bildiğimizi düşündüğümüz her konuyu derinlemesine bilmek rahatlığı.
Hiçbir zaman kitabi konuşmazdınız. Hiç basmakalıp bir cümlenizi hatırlamam. Hepsi hayattan, yaşanmışlıktan, deneyimden ve bunları tertemiz bir yürekten süzerekten… Bazen de hayatın tam göbeğinden konuşurduk. Geçim derdinden. Zamansızlıktan. Kitap fiyatlarından. Yazmayı zorlaştıran ne çok şey vardı. Emeklilikten konuşurduk büyük salgın sonrasının getirdiği hastalıklardan.
Günler öyle geldi geçti.
Önce siz babanızı kaybettiniz sonra ben annemi. Siz başsağlığı için aradıktan sonra hastaneye kaldırıldınız, hastanede yatmakta olan hasta kuzenim, paylaşımımı görüp size iyilikler diledi. Olmadı. Önce sizi kaybettik sonra kuzenim Sıtkı Ağabeyimi. Sonra…
Üç ayrı şiirinizdeki üç ayrı dize ile selamlamak istiyorum sizi,
‘yitik bir adanın son kuşuyum
umudun ateşten gülü uzak
tarlakuşları söylesin şimdi ağıdımı’
Yukarı Fırat Boylarını Güzel Abisi…
Dilerim, rüzgâra karışır şiirleriniz. Dolaşır dilden dile. Yaşatır sizi genç şairlerin gönlünde. Ulaşır dünyadaki bütün iyi çocuklara… Fırat’a, Dicle’ye kavuşur, akar akabildiğince.
24 Nisan 2025 Perşembe
Fırat Kenarı
Ölümlerden ölüm beğen Samo.”
Kederle, düşünceyle gidip silahlarını teslim etmişti…
“Artık ava da gidemeyeceksin Samo. Kanatlı kapının üstüne astığın geyik başı, demek ki son avınmış. Ava gitmeyeceksin… İbo’nun Tutu’ndan öteye geçemeyeceksin… Fırat’ın kenarından bir daha yürümeyeceksin… Sarp yamaçlardan, yüksek uçurumlardan aşağılara, ovalara, çaylara uzun uzun bakamayacaksın… Atlarını gururla görücüye çıkardığın pazar, artık sana haram… Dağlara oduna, yaprak kırmaya da gidemeyeceksin… Dağda taşta kendini nasıl koruyacaksın ki silahsız? Kazaya bile gidemezsin artık. Nalbant Pazarı’ndan geçemeyeceksin. Beydağı’na uzaktan bakacaksın… “Yatacak yeriz olmaya.”
Onların silahları toplanırken Gülağa, altında, Samo’nun kızıl Rüzgâr’ı, gaftan gafa hükmekmekte, köye de haber üzerine haber yollamaktaydı,
“Yine geleceğim, geldiğimde tumanlarına kadar alacağım.”
Köy bu sefer korkudan tir tir titriyordu. Civar köylere yaptıklarını onlara da yapar diye dehşete düşüyorlardı. Bazıları arkasından, Samo için,
“Atlarını verse hepimiz kurtuluruz. Versinler malı mülkü... Ne olacak ki? Onlara ne dokunur? Mal mülk gani… Söylemedi demeyin, sırf onların yüzden başımız yanacak?” diye konuşarak dolaşıyordu sinsice, Söz kulağına gelince de, Mısto celaleniyordu, çıkıp açıkça soruyordu,
“Ulan dağdan geldiniz de bağdakini mi kovuyorsunuz? Köyse, onların köyü… Altında oturduğuz dutu da onlar dikti, çeşmelere suyu da onlar getirdi. Gülağa da sadece ona gelmiyor, hepinize geliyor… Görmüyor musunuz? Bu iş bir başlarsa yangın, hepinizi yakar. "
Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı
18 Nisan 2025 Cuma
Kerametli Topraklardan
Kırk yıllık arkadaşlıktan, ŞD'den.
Ay Dilbere Romanı üzerine bir yazı.
Kerametli Topraklarda,
Kerametli Sularda Geçen Bir Roman: Ay Dilbere
“Uykuyla uyanıklık arasındaydı. İnmiş gözkapaklarının arasından, uzaklarda bir yer beliriyordu hayal meyal. Baktığı yerde bir kız çocuğu duruyordu. Kendisi gibiydi. Kendi çocukluğu. Bin bir renkte çiçekle donanmış, bin bir renkte kelebeklerin bulut halinde, çevresinde, şilanlardan bir çember gibi usulca dans ettiği, havanın, suyun toprağın güzel koktuğu dağlarda neşeyle, güzel giysileriyle koşup oynuyordu. Aynı gün batımı ışığı altındaydı. Koştu, oynadı, coştu, yoruldu. Durdu. Duruldu. Neşesi uçup gitti birden. Bedeni susuz kalmış bir çiçek gibi soldu. Boynu bükülüverdi. Sesini duyuyordu annesinin uzaktan. Canlandı. Annesi ona sesleniyor, ona doğru geliyordu. “
Yukarıdaki metni, Güven Tunç’un “Ay Dilbere(*)” adlı kitabından, Çariçe nam-ı diğer İpek Hanımın ağzından yazılan “Başşehir’de bir akşamüstü” bölümünden aldım.
Yazar Tunç son kitabında, her yeri dağ, her yeri uçurum, her yeri su olan; derin uçurumların, karanlık vadilerin, geniş çayırların ve yüksek yaylaların arasından ve yarların dibinden akan çayların, derelerin, pınarların kısacası bereketiyle büyük, cüssesiyle küçük aceleci suların diyarından; “Jar u Diyar”dan, “Dersim”den –adeta- bir masal anlatıyor bize; “Haldir! Haldir! Halimiz yamandır” diyerek.
“Bak unutuyorsun her şeyi artık. Bak bize suları unutturuyorlar.”
Acının, kanırt(ıl)maların, -zorla- kopar(t)ılmaların, ayrı bırak(ıl)maların yaşandığı; yüreklerde açılan yaralardaki cerahatin durmaksızın aktığı, göçlerin, ölümlerin, kıyım(lar)ın olduğu; unut(tur)ulma ve sus(turul)maların diyarı olan bu coğrafyada doğan Çariçe (İpek) ve Hesen adlı iki(z) kardeş, romanın kahramanları. Birbirinden ayrı düş(ürül)müş bu kardeşler. Çariçe başşehir’de bir aileye evlat edindirilmiş çocukken; mecburiyetten, hastalıktan. Okutulmuş, öğretmen olmuş. Yaşı –epeyce- kemale erdiğinde yaşamını huzurevinde sürdürmeyi tercih eden, suskun –ahh, bir konuşabilse- , -Hesen’e de- küskün bir kadın. Ama…
“Eli elimde olsun, kapı kapı dilenek”
Harde Dewres’te kalmış, Hesen. Bacısı tek bir acı yaşarken Hesen; aç, acılı, çaresiz, (u)mutsuz, ıssız zamanlar geçirmiş. Zerife’si her dem yanında olsa da. Çocuklarından torunları olmuş. Kocamışlar birlikte ama... İşte bu “ama” kahretmiş, onu hep.
Kuzey yarım kürede bahar gündönümünde, Mart dokuzunda başlayan AY DİLBERE” romanı, kış gündönümünde Aralık yirmi birde bitiyor. Bu süreçte “April 5’i”, “Ülker Doğumu Fırtınası”, “Kızıl Erik”, “Turna Geçimi” ve “Koç Katımı” Fırtınaları yaşanıyor, “Hızır Günleri” başlayıp bitiyor, “Kiraz Bolluğu Zamanı” yaşanıyor, “Ayam Buhur Günleri” başlayıp bitiyor, bağlar bozuluyorken iki farklı coğrafyada yaşamını sürdüren iki(z) kardeşin hayatında da mevsimler değişiyor, ama… Dünya uykusuna yatmadan önce bacısının eli elinde olsun diye, kapı kapı dilenmeye razı olan Hesen bu süreçte tek bir şey istiyor, ama... Roman ağırlıklı olarak bu “ama” üzerine kurgulanmış.
Kitaptan…
“Ah benim bacım! Yalnız, kimsesiz kalacaksın? Bunu kendine yapacaksın? Cigeram! Ah cigeram! Sevdadır bu dünyanın özü. Sevdadır, candır, cigerdir, muhabbet edecek dosttur, yoldaştır. Onlar olmazsa ben ne yapayım hayatı? İnsan özüne sevgisiz yaşayabilir? Serpilir yetişir? Bir gönül; sevgiyle adanmışsa eğer, kıymetlidir. Sevgisiz adanırsa, nereye akacağı belirsiz bir sel… Cigeram, bilir misin kio kadar ayrıdır birbirinden. Biri barışa götürürken biri zulme geçit verir. Ruh da, beden de sevgiyle akar canem. Bütün kainat sevgiyle döner.” demiş her dem, Hesen. İçinden, dışından -sessizce- haykırmış, bacısına: “Derviş Toprağı da seni sevgiyle bekliyor. Gel artık…”
Üretken bir yazar Güven Tunç. Son romanı “ayaz”a dair. Okuyup bitirdiğinizde -bir şekilde- gözlerinizin gökyüzü laciverti ile yeryüzünün buz beyazı parlaklığının sizi teslim olacak ve üzerinize ‘karanfilli elma’ kokusu sinecek.
Tunç, son kitabı “Ay Dilbere” ile okurunu “Bir tek Leyl ü Nehar’da oluşan o rengarenk dönüşüme” davet ediyor.
Güven Tunç Kimdir?
1958 doğumlu. Sosyal Hizmetler Akademisi'ni 1980’de bitirdi. Sosyal Hizmet Uzmanı. Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğünde çalıştı. Emekli.
ESERLERİ:
Gökyüzünü Arayan Mavi. Alan Yayınevi. 1992,
Şehrin Zulası: Ankara Kalesi. (yazarlarından biri) İletişim Yayınevi, 2005
Elim Sende. Akademi Matbaası. 2009
Bir Aşk, Bir Hayat, Bir Şehir. Dipnot Yayınevi.2011
Sen Çok Yaşa Babaanne. Ürün Yayınları.2013.
Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı. Ürün Yayınları. 2019
Ay Dilbere. KKM Yayınları. 2024.
(*)Kitap adını Ay Dilberé şarkısından almıştır. Şarkının sözleri Kürt yazar Feqiyê Teyran‘a, müziği ise Aram Tigran‘a aittir.
16 Nisan 2025 Çarşamba
11 Nisan 2025 Cuma
Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı romanı üzerine
Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı
Destansı bir
Epik öyküsü var mı?
yok.
Var tabii ki. Destansı bir anlatım.
Var.
Aşırı bir duygu yoğunluğu görülüyor mu?
Hayır..!
Duygu var. Hem de yoğun.
Cinsellik sezinliyor musunuz ?
Kapıdan geçmemiş...
Ama aşk var. Derinden bir aşk. Güzel anlatılmış bir aşk.
Ama ne hikmetse ;
elinize aldığınızda
bitirinceye kadar elinizden bırakamayacağınız
gerçek bir yaşanmışlık öyküsünün ustaca kurgulanmış
akışkan bir olay örgüsü var...
Öyle.
Akışkan. Merak uyandırıcı. Biraz karışık ve çok karakterli.
Yüz yıllık yaşanmışlıklar. Dikkatle okunmadı mı ipin ucu kaçıyor.
Ve ayrıca
vesvese yaratmayacak
yalın arı ve duru bir dille anlatılmış olması,
hadiseyi daha ilk paragraflarda benimsetip,
kitapla bütünleştiriyor.
Yazarın
ilk roman denemesinde göstediği
bu ezgi ağıt türkü tadındaki
şiirsel anlatım ustalığının devamı,
yazın dağırcığımızı dolduracak niteliktedir.
İşlenen konunun,
bu coğrafyada yaşanmış yokluk ve acılarla dolu “toplumsal gerçekci” sorunsalının sosyolojisine hiç girmiyorum...
Yolun açık olsun Müjgan(!)
Müjgan teşekkür eder.
E. G. ve M. ve G.
9 Nisan 2025 Çarşamba
Söyleşi/Aziz Şeker/Sosyalhizmetuzmani
Güven TUNÇ ile Edebiyat ve Sosyal Hizmet Üzerine Bir Söyleşi
(2023)
Güven Tunç, Sosyal Hizmetler Akademisinde okudu. Yazmaya; "Gökyüzünü Arayan Mavi" adlı bir öykü kitabı ile başladı. Çocuklar için yazdığı; "Benim Haklarım" ve "Bir Anadolu Masalı" adlı iki kitapçık ve "Elimsende-Benim Haklarım Annemin Hakları Dünyamın Hakları" adlı bir kitabı ile öykülerden oluşan "Sonbaharda Körebe" adlı bir e-kitabı bulunuyor. "Şehrin Zulası-Ankara Kalesi" adlı kitabın yazarlarından biri. 2011'de "Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir-Ankara'nın Mekânları Zamanları İnsanları" ile 2014 başında ise “Sen Çok Yaşa Babaanne” adlı kitabı yayımlandı.
Son kitap bir roman, "Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı"… aynı zamanda meslektaşım… Yazarak, hayata dokunmaya devam ediyor…
Aziz ŞEKER: Merhabalar, bizi kırmayarak bu söyleşiyi gerçekleştirmeye olanak tanıdığınız için öncelikle teşekkür ederiz. Sizi tanıyabilir miyiz?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: Edebiyat alanında eserler verdiğinizi ve bu anlamda çalışmalarınızı sürdürdüğünüzü biliyoruz, söyleşide o kısma geçmeden önce, mesleğinizle ilgili sormak istiyorum. Sosyal hizmet/sosyal çalışma eğitimi aldığınızı biliyoruz. İnsanı en büyük değer gören bir mesleğin aynı zamanda eyleyenisiniz. Meslekle olan tanışıklığınız, başka bir ifadeyle meslek maceranız hakkındaki deneyiminizi/görüşlerinizi bizimle paylaşır mısınız?
Güven TUNÇ:Mavi" adlı bir öykü kitabı ile başladı. Çocuklar için yazdığı; "Benim Haklarım" ve "Bir Anadolu Masalı" adlı iki kitapçık ve "Elimsende-Benim Haklarım Annemin Hakları Dünyamın Hakları" adlı bir kitabı ile öykülerden oluşan "Sonbaharda Körebe" adlı bir e-kitabı bulunuyor. "Şehrin Zulası-Ankara Kalesi" adlı kitabın yazarlarından biri. 2011'de "Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir-Ankara'nın Mekânları Zamanları İnsanları" ile 2014 başında ise “Sen Çok Yaşa Babaanne” adlı kitabı yayımlandı.
Son kitap bir roman, "Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı"… aynı zamanda meslektaşım… Yazarak, hayata dokunmaya devam ediyor…
Aziz ŞEKER: Merhabalar, bizi kırmayarak bu söyleşiyi gerçekleştirmeye olanak tanıdığınız için öncelikle teşekkür ederiz. Sizi tanıyabilir miyiz?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: Edebiyat alanında eserler verdiğinizi ve bu anlamda çalışmalarınızı sürdürdüğünüzü biliyoruz, söyleşide o kısma geçmeden önce, mesleğinizle ilgili sormak istiyorum. Sosyal hizmet/sosyal çalışma eğitimi aldığınızı biliyoruz. İnsanı en büyük değer gören bir mesleğin aynı zamanda eyleyenisiniz. Meslekle olan tanışıklığınız, başka bir ifadeyle meslek maceranız hakkındaki deneyiminizi/görüşlerinizi bizimle paylaşır mısınız?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: İnsan onur ve haysiyetini en yüksek değer olarak gören sosyal hizmetin, edebiyatla da ilişkisi bu değerler noktasında kesişmiyor mu sizce? Sonuçta her ikisi de insanla başlıyor, insanı dert ediniyor… Bu açıdan bakıldığında edebiyatta/yapıtlarda olması gereken değerler açısından neler söylemek istersiniz?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: Yine mesleğe dönelim… Sosyal hizmetin günümüz koşullarındaki imajı hakkındaki düşünceleriniz? Olması gerektiği yere geldi mi ya da neden gelemedi? Açıkçası Ülkenin reel sosyal sorunları konusunda sosyal hizmet yeterince etkin mi? Nasıl bir paradigmaya sahip olması gerekir sosyal hizmetin, ülkenin yapısal sorunları haline gelmiş olan yoksulluk, kadına yönelik şiddet, işsizlik, göç, çocuk gelinler, sosyal dışlanma vb sorunların çözümü konusunda?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: Edebiyat-sosyal hizmet ilişkisini nasıl ele alıyorsunuz, buradan hareketle sosyal hizmet öğrencilerine, meslek elemanlarına, akademisyenlerine edebiyat söz konusu olduğunda neler söylemek istersiniz?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: Yapıtlarınızdan biraz söz eder misiniz? Hangi konular etrafında okurunuza sesleniyorsunuz?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: Son çalışmanız yanılmıyorsam bir roman. Bende olan son çalışmanız desem daha doğru olur: “Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı.” Roman, yeni yapıtlara doğru yola alacağınızı hissettiriyor. Okuduğumda bende oluşan duygu bu idi. Var mı yeni çalışmalar?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: Toplumsal cinsiyet normlarının hâkim olduğu, sırtını Ortadoğu’ya yaslamış bir coğrafyada yaşıyoruz. Kamusal alanın birçok yüzünde ataerkil yapı egemen. Toplumsal cinsiyet açısından bakıldığında edebiyatta da uzun bir dönem eril söylemin baskın olduğu görülür. Yazarlar açısından da bu böyledir, roman kahramanları açısından da. Ne yazık ki, kadın ikincil kılınmaktadır. Evet, bir roman kadın yazarı olarak yazma uğraşınızda yaşadığınız sıkıntılar oldu mu? Yazarlığı düşünen kadınlara neler önerirsiniz?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: Toplumsal eşitsizliklerin yoğun yaşandığı bir dünyanın sakinleriyiz. Mutlu azınlığın karşısında giderek büyüyen bir yoksul kitlesi yaşam mücadelesi veriyor. Küreselleşmeyle de birlikte yeni risklere açık bir insanlığın, sorunlarıyla nasıl mücadele etmesi gerektiği tartışıla geliyor. Bu çerçeveden bakıldığında gelecekteki toplum öngörünüzü okurlarımızla paylaşabilir misiniz?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: Sorularımıza verdiğiniz yanıtlar için en dileklerimizle sevgilerimizi sunar, teşekkür ederiz. Mavi" adlı bir öykü kitabı ile başladı. Çocuklar için yazdığı; "Benim Haklarım" ve "Bir Anadolu Masalı" adlı iki kitapçık ve "Elimsende-Benim Haklarım Annemin Hakları Dünyamın Hakları" adlı bir kitabı ile öykülerden oluşan "Sonbaharda Körebe" adlı bir e-kitabı bulunuyor. "Şehrin Zulası-Ankara Kalesi" adlı kitabın yazarlarından biri. 2011'de "Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir-Ankara'nın Mekânları Zamanları İnsanları" ile 2014 başında ise “Sen Çok Yaşa Babaanne” adlı kitabı yayımlandı.
Son kitap bir roman, "Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı"… aynı zamanda meslektaşım… Yazarak, hayata dokunmaya devam ediyor…
Aziz ŞEKER: Merhabalar, bizi kırmayarak bu söyleşiyi gerçekleştirmeye olanak tanıdığınız için öncelikle teşekkür ederiz. Sizi tanıyabilir miyiz?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: Edebiyat alanında eserler verdiğinizi ve bu anlamda çalışmalarınızı sürdürdüğünüzü biliyoruz, söyleşide o kısma geçmeden önce, mesleğinizle ilgili sormak istiyorum. Sosyal hizmet/sosyal çalışma eğitimi aldığınızı biliyoruz. İnsanı en büyük değer gören bir mesleğin aynı zamanda eyleyenisiniz. Meslekle olan tanışıklığınız, başka bir ifadeyle meslek maceranız hakkındaki deneyiminizi/görüşlerinizi bizimle paylaşır mısınız?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: İnsan onur ve haysiyetini en yüksek değer olarak gören sosyal hizmetin, edebiyatla da ilişkisi bu değerler noktasında kesişmiyor mu sizce? Sonuçta her ikisi de insanla başlıyor, insanı dert ediniyor… Bu açıdan bakıldığında edebiyatta/yapıtlarda olması gereken değerler açısından neler söylemek istersiniz?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: Yine mesleğe dönelim… Sosyal hizmetin günümüz koşullarındaki imajı hakkındaki düşünceleriniz? Olması gerektiği yere geldi mi ya da neden gelemedi? Açıkçası Ülkenin reel sosyal sorunları konusunda sosyal hizmet yeterince etkin mi? Nasıl bir paradigmaya sahip olması gerekir sosyal hizmetin, ülkenin yapısal sorunları haline gelmiş olan yoksulluk, kadına yönelik şiddet, işsizlik, göç, çocuk gelinler, sosyal dışlanma vb sorunların çözümü konusunda?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: Edebiyat-sosyal hizmet ilişkisini nasıl ele alıyorsunuz, buradan hareketle sosyal hizmet öğrencilerine, meslek elemanlarına, akademisyenlerine edebiyat söz konusu olduğunda neler söylemek istersiniz?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: Yapıtlarınızdan biraz söz eder misiniz? Hangi konular etrafında okurunuza sesleniyorsunuz?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: Son çalışmanız yanılmıyorsam bir roman. Bende olan son çalışmanız desem daha doğru olur: “Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı.” Roman, yeni yapıtlara doğru yola alacağınızı hissettiriyor. Okuduğumda bende oluşan duygu bu idi. Var mı yeni çalışmalar?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: Toplumsal cinsiyet normlarının hâkim olduğu, sırtını Ortadoğu’ya yaslamış bir coğrafyada yaşıyoruz. Kamusal alanın birçok yüzünde ataerkil yapı egemen. Toplumsal cinsiyet açısından bakıldığında edebiyatta da uzun bir dönem eril söylemin baskın olduğu görülür. Yazarlar açısından da bu böyledir, roman kahramanları açısından da. Ne yazık ki, kadın ikincil kılınmaktadır. Evet, bir roman kadın yazarı olarak yazma uğraşınızda yaşadığınız sıkıntılar oldu mu? Yazarlığı düşünen kadınlara neler önerirsiniz?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: Toplumsal eşitsizliklerin yoğun yaşandığı bir dünyanın sakinleriyiz. Mutlu azınlığın karşısında giderek büyüyen bir yoksul kitlesi yaşam mücadelesi veriyor. Küreselleşmeyle de birlikte yeni risklere açık bir insanlığın, sorunlarıyla nasıl mücadele etmesi gerektiği tartışıla geliyor. Bu çerçeveden bakıldığında gelecekteki toplum öngörünüzü okurlarımızla paylaşabilir misiniz?
Güven TUNÇ:
Aziz ŞEKER: Sorularımıza verdiğiniz yanıtlar için en dileklerimizle sevgilerimizi sunar, teşekkür ederiz.
8 Nisan 2025 Salı
Ay Dilbere romanı üzerine/ Ali Erkan Güneri
GÜVEN TUNÇ - AY DİLBERE (*)
“Bir tarih sanki gözlerimin önünden akıp giden,
Geçmiş günleriniz, iki, üç, beş oluşunuz, birken
Oğullar, kızlar, yavrularınız, yaşadıklarınız.
Aklıma bugünü hazırlamanız geliyor dünden” (**)
Kasım 2024’te yeni bir kitapla çıktı karşımıza Güven Tunç. 1958 Erzincan doğumlu olan yazarımız Sosyal Hizmetler Akademisi 1980 yılı mezunudur. Yaşamını Ankara’da sürdürmektedir.
Yazarın basılmış diğer eserleri:
Gökyüzünü Arayan Mavi, Alan Yayınevi, 1992.
Şehrin Zulası Ankara Kalesi (ortak yazar), İletişim Yayınevi, 2005,
Elimsende-Akademi Matbaası, 2009.
Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir, Dipnot Yayınevi, 2011.
Sen Çok Yaşa Babaanne-Ürün Yayınları, 2013.
Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı, Ürün Yayınları, 2019.
“Gelmekte olan güneşin tutuşturduğu kızıllıktan hayat dolu bir şafak söküyor.” (s. 11) İşte bu şafakla başlıyoruz romana. Sanki bir fotoğraf gibi geliyor gerçekler gözümün önüne…
Güven Tunç dört kuşağı ele alıp anlattığı “Ay Dilbere”sini “Ya Hızır” deyip salmış memlekete/vatana; oradan kentlere, şehirlere. O gözeleri, akan suları, gümleyen suları, şelaleleri, esen rüzgârları, fırtına ile savura savura vermiş; yönlendirmiş yüreğimize doğru başarıyla… O çapraz bağlantıları, insanlığı, Doğu’yu, Batı’yı, dünyayı gösteriyor okuyucuya… “Âdem ile Havva’nın… dünyada ayak bastıkları ilk yer… İlk buğday ilk arpa ilk nar ilk elma ilk aşk… ilk aşk şiiri… ilk karanfilli elma” (s. 14) “Uzun yürüyüş” böyle başlıyor.
Acılarla örülmüş, örtülmüş “tehcir”, sürgün günlerine günümüzden bakmak da aynı acıları yaşatıyor insana. Bugün baktığımızda yalnız kalan canlar; bırakılan, savrulan o azgın sularla bir yerlere dağılan insanların acıları, mutlulukları, umutları günümüz koşullarında yoğrulup verilmiş drajeler hâlinde. Herkes ayrı ayrı yaşasa da… Yudum yudum içiyorsunuz ama boğazınızda tıkanıyor su oysa kitap su gibi akıyor, acılar takılıp kalıyor boğazınıza. Tıpkı ikizini özleyen kahramanımız “Hesen” gibi. “Hesen daha çok kendisiyle konuşurdu… bacısıyla konuşurdu... Çocuklarıyla, akrabalarıyla, keçiyle, kuzuyla, yağmurla, karla, rüzgârla, taşla, canlı cansız tüm varlıklarla konuşurdu.” (s. 20) Bulaşıcı mıdır ne? Ben de başladım kendimle konuşmaya, “Ay Dilbere” ile konuşmaya, yokluğunda yazar Güven Tunç’la konuşmaya, arada bir de Hesen’le…
“Mayınlar, dikenli teller olmasa da bu geçilmezlik, o şehre dağlardan bakan insanın yüzüne öylesine keskin ve aşağılayıcı çarpıyordu ki nefesi boğazında kesiliyordu.” (s. 22) “Derin bir nefes aldı. Bir daha bir daha bir daha… Toprak kokusuydu bu! Çiğdem mi? Kardelen mi? Nergis mi? Sümbül mü? Kekik mi? Ne kokuyorsa baş döndürücü kokuyordu… Kanla karışmış bu toprak nasıl kan değil de böyle kokabilirdi?” (s. 23) Gümbür gümbür akan sular almış yazarımızı rüzgârlar eşliğinde fırtınalarla bir kente, bir dağlara savurmuş. O da muhteşem savrulmalarla bizleri o mis gibi kokan dağların toprağından alıp ilaç kokan huzurevinin boş koridorlarında dolaştırıyor. Hepsi yudum yudum sudur billur kadehlerle, bülbül seslerinde, yılan ıslıklarında; nergis, sümbül kokularında; kanla yıkanmış topraklarda...
“Tehcir” “Zorunlu Göç”, “Sürgün”… Adına ne derseniz deyin acıların kol gezdiği, akıl almaz günler sonunda yurtlarından olan, yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalan kuşaktan arta kalan insanlar, bu gidenlerin yaşadıklarını görüp bir şekilde oradan kaçıp dönenlerle oralarda yaşayan ikinci kuşak ve kentlere, büyük şehirlere giden, göçen 3. kuşak insanları ve orada en son 4. kuşak… Hepsi yurt hasretiyle tutuşan, yaşamın acılarıyla hemhal olmuş insanlar işleniyor bu romanda çağdaş bir bakışla. Bağlantılı olarak da kent hayatında hukuk büroları, sinema, ödüllü belgeseller, festivaller ve huzurevleri; çalışanları, üretenleri ile yer alıyor. Bu etkileşimi, bu kurguyu yan ögelerle besleyerek merak uyandıran yazar, çağımızdan geriye bakarak hepsini birbirine bağlamış. Yazar, romanı ayrı ayrı bölümler ve başlıklar hâlinde irdeleyerek yol alıyor. Bölümler adını aldığı fırtınalar, rüzgârlarla örülmüş. Ateş, su, toprak, hava, kadın, aşkla işlenmiş. Her işin başı olan aşkla, sevdayla... Bu yöntem okuyucuya büyük kolaylık sağlıyor, rahat okumasına yardımcı oluyor, eşlik ediyor yazar okura. Aklınıza takılan sorulara anında ya da sonraki bölümlerde yeterli cevabı bulabiliyorsunuz.
Güven Tunç, ilmek ilmek bir kanaviçe işler gibi insanı işlemiş “Ay Dilbere”de. Bir yazar olarak üzerine düşen tarihi görevini yerine getirmiş, diğer taraftan bir sosyal hizmet uzmanı olarak mesleki yaklaşımını da kendisine tamamıyla katıldığım şekilde yansıtmış. Bu tavrıyla beni bir insan olarak o vatana, o dağlara, o göl gibi dingin ovalara, o dut ağaçlarına, turnaların peşine aldı götürdü bir seherin yelinde; yetmezmiş gibi bir meslek elemanı olarak da aldı huzurevi nöbetlerime, bir çariçenin peşine götürdü. Aynı duygular, aynı yaklaşımlar ve yaşanmışlıklarla… Buralarda insan olmakla buluştuk tıpkı Hakan’ın söylediği gibi o yerde… Romanda Sosyal Hizmet Uzmanı Hakan için “yaşlıları seviyordu Hakan. Yuvalardayken çocukları, yurtlarda görevliyken gençleri sevdiği gibi. İnsanı seviyordu aslında. Hocalarının dediği gibi mesleği seviyordu insandan dolayı.” (s. 68) Başka türlüsü olabilir mi?
Bir insanlık dersi daha. Ve aşk! Ve savaş! Şehirde yaşayan Hesen’in kızı Asya, yeğenini sakinleştirmeye çalışırken kendi kendine anasıyla konuşur: “Ah anne! Hep söylüyorsun ‘sana kötülük yapana kızma öfkelenme’ diye. ‘… kin insanın kalbini karartır. Sen Hızır’a havale et. Düzgün Baba’ya bırak… Sen yola bak. Bizim yolumuz var. Yoksa biz nasıl dayanabilirdik o büyük kırıma? O kırımdan nasıl çıkabilirdik?’ diye dersin” (s. 44) Çözüm yolunu bulur rüzgârların savurduğu sokaklardan savaşlarda yaşanan aşktan oluşturduğu senaryodan Asya: “Bazı yerler var ki oralar savaşın en görülebilir sivil hali. Güya sivil hali tabii. Aslında cepheden beter belki”… “Bazen hakikat, hayal dünyasının yetemediği bir gerçeklilikle ve zenginlikle yaşanır.” (s. 62) der. Aşkın ve savaşın birleştiği yerlerden devam ederek. “… Kadının ruhunda aşkla birlikte, dünyamızı daha yaşanır kılacak ne güneşler doğar.” (s. 63) “Dünya öküzün boynunda durur derler ya… Aslında bir kadının kalbindeki aşkın yörüngesinde durur. Kalbindeki temiz duyguların ışığından doğar.” (s. 64) Analardır insanı insan eden. Akıldan çıkarlar mı hiç? Ya baba? Baba Hesen de “En özgür canlılar değil midir bizde kadınlar? Bir de yalnızlarsa… Bilirsin… Onlar ceylanlar gibi, onlar rüzgârlar gibi, onlar akıp giden sular gibi özgür ve uludur. Kutsalımızdır…” (s. 82) diyerek oralarda onlara kimsenin dokunamayacağını belirtir.
"Ay Dilbere”de Güven Tunç bugünden geçmişe bakarken seçtiği, kendine has sözcükler ve betimlemelerle okuyucuya çok güzel çekilmiş bir fotoğraf sunuyor. Okuyucu olarak fotoğrafı izlemekten ziyade etkileyici, insanı sarsan bir filmi izliyor hissine kapılıyoruz. Bizim de kalbimiz Deniz’in “kırık kalbi” gibi “tüm ince yerlerinden kanıyordu”…
Kitap hakkında genel hatlarıyla bir bilgi sundum sizlere. Okuduğunuzda bana hak vereceğinizi biliyorum. Hep birlikte de Güven Tunç’u anlamış olacağız kanısındayım. Tarihe olan saygısını bize fırtınalar, çağlayan sular eşliğinde aşkla çarpıcı sahneleri olan, etkileyici bir film sunulmuş gibi bıraktım elimden “Ay Dilbere”yi “Ya Hızır” diyerek.
“Sen yola bak. Bizim yolumuz var.” diyor ya Zerife. Sen de o yola bak.
“Ay Dilbere”nin yolu da açık olsun Güven Tunç…
Ali Erkan Güneri / 30 Kasım 2024
(*) Ay Dilbere, Roman, KKM Yayınları, 1. Baskı, Kasım 2024, 224 sayfa
(**) “Bir Günü Daha Yaşamak” adlı şiirimden alınmıştır.
20 Mart 2025 Perşembe
Bahar Gündönümü / Ay Dilbere / Giriş
"KUZEY YARIM KÜRE BAHAR GÜNDÖNÜMÜ
MART DOKUZU
1.
SU
21 Mart.
Tan atımı.
Yukarı Fırat Havzası / Batıucu Platosu.
Ezeli suların, kutsal dağların ve eteklerinde uzanan geniş, kerim ve bereketli ovaların güzel diyarı...
Bu güzel diyardaki olağanüstü bir mevsim geçişi. Yeryüzünün özel yaratılmış bölgelerinden birinde, yeni bir yıla uyanışın görkemli gecesi...
Yukarı Fırat Havzasının geniş, ferah batıucu platosunda, bin bir yıldır yinelenen gün dönümü dansının bütün yörede yaşanacağı bir Leyl ü nehar…
Bir tek gündüzle gecenin eşit olduğu, bir tek o leyl ü neharda oluşan o büyük o inanılmaz o rengârenk dönüşüm…
Burası kutsal sırlarla bezenmiş dağlar yurdu. Bu dağlardan, üç bin metre yükseklikten, vakarla; uzak denizleri, çölleri, vahaları, şehirleri, neredeyse yeryüzünü ve ruhunu kuşbakışı seyredebilen, bilen ve hissedebilen kadını, ihtiyarı, çocuğu, toprağı, suyu ve ateşi ile bir başka coğrafya…
Zirveleri gökyüzüne ulaşan, gölgesi birbirinin üzerine düşen, yüksek, sarp, kayalık dağların ülkesi… Kendini bu dağların içinde koruyan derin derin vadilerin, dibi görünmez uçurumların, yüksek yüksek düzlüklerin… Debisi yüksek suların… Bir zamanlar eteklerinde uzanan geniş geniş ovalarda kurulu, şimdilerde kendisinden kopmuş, gitmiş, el olmuş, kaç kez yıkılmış kaç kez imar edilmiş, beş koca şehrin…"
Roman böyle başlıyor...
Ay Dilbere...
Nevruz, Nevrozi, Newroz, Nevroz kutlu olsun
Ay Dilbere üzerinden bir söyleşi
Röportajı Yapan: İlhan Tomanbay
Sosyal Hizmetler Akademisinden mezun meslektaşımız Güven Tunç’la bütün meslektaşları gurur duymaktadır. Çünkü o içimizden çıkarak adeta “dışa vurdu!”. Bu ne demek? Bizleri, meslektaşlarını aştı, zamanı aştı, günceli aştı ve önemli romanlarıyla Türk edebiyatında önemli bir yere oturdu. Meslektaşları kendisiyle ne denli gurur duysa azdır. Biz de bu gururla – sabırsızlıkla – son romanının çıkmasını bekledik. Yayınlanır yayınlanmaz kutlamaya koştuk. Kitabının yayınlandığı KKM Yayınlarının kitap dolu aydınlık salonunda kitabının tanıtım toplantısı yapıldı. Toplantı yöneticisi Hüsniye Şimşek Güven Tunç’u edebi yönüyle öyle güzel tanıttı ve kendisi de edebiyat üzerine görüşlerini anlatınca kitabını okuma sabırsızlığımız daha da arttı. Aldık, kendisine imzalattık ve okuma heyecanıyla evlerimize döndük. Özellikle sınıf arkadaşları ve birçok meslektaşları ve tanıyan diğer dostları kendisini yalnız bırakmamış, gelmişlerdi. Gün güzel geçti.
Ay Dilbere adlı romanın adı bir kere okumaya itiyor insanı. Anlamak için, Ay Dilbere’nin ne olduğunu. Başlarda Anadolu’nun Fırat havzasını büyüleyici bir biçemle betimlemesi sizi daha baştan sarıyor. Sonra romanın içinde ara ara yeralan adeta “kilometre taşları” olan kısa arabaşlıklar insanı hem yeni heyecanlara yönlendiriyor hem okumayı yalınlaştırıyor ve hızlandırıyor. Yarıladım bile… Ama ara verdim. Yoksa Sosyal Hizmet Magazin’in çıkması gecikecek! Varol Sevgili Güven Tunç. Verimin kutlu ve büyük olsun.
SORU: - Bize kendinizi tanıtır mısınız?
- Sanırım en zorlandığım soru bu. Biraz çocukluğumdan başlayayım. Doğduğum şehir ve babamın görevleri nedeniyle dolaştığımız yerlerin çok renkli çok umutlu insanları, yaşantıları, evlatlarını okutma gayretleri, becerikli anneleri, çalışkan babaları, sinemaları, sokak oyunları, kilitlenmeyen kapıları ile zengin geçti.
Ankara, ilk ve orta eğitimden sonra Sosyal Hizmetler Akademisi, mezuniyet, daha çok belediyelerde kreş ve toplum merkezi yöneticilikleri ile halka yakın görevlerde bulunma. Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu ile de çalışma hayatını tamamlama.
Bütün hayatımın yazmaya zemin olması ve yazmayla iç içe yürümesi.
Okumaya, filmlere, hayallere kapılan bir insandım hep.
İlk kitabım, Gökyüzünü Arayan Mavi, 1992 yılında yayımlandı. Sonra sırasıyla,
Şehrin Zulası Ankara Kalesi kitabının yazarlarından biri oldum.
Elimsende
Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir/Ankara'nın Zamanları Mekanları İnsanları
Sen Çok Yaşa Babaanne
Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı
Ve bu yıl yayımlanan, Ay Dilbere
SORU: - Çok güzel romanlarınız var. Bir yenisi de bugünlerde çıktı. Sizde roman yazma dürtüsünü tahrik eden ne olabilir? Roman yazma isteğini ortaya çıkaran... nedir?
- Çok teşekkür ederim, önce yazmaya yönelişimden başlayayım çünkü sadece roman yazmadım.
Bende yazma isteğimi kışkırtan çocukluğumdur. Komşularımızın renkliliği, dinlediğim masallar, bir çok dilde söylenmiş türküler, yaz sinemaları, şimdiki gibi el kadar değil, bildiğimiz o uçsuz bucaksız bahçeler, o bolluk o bereket o umutlu yaşamlar...
Bir de özgürlük, eşitlik, kardeşlik özlemi.
Roman içerdiği evren genişliği nedeniyle benim özlemlerimi anlatmaya uygun. Zaman ve mekan genişliği açısından bana olanaklar sunuyor. Bu nedenle romana yöneliyorum.
SORU: - Sizde herhalde sanat deyince akla ilkkez edebiyat gelir. Sizce sanat içinde edebiyatın yeri nerededir?
- Sanat deyince bende ilk edebiyat geliyor tabii ki ama yazıdan önce mağara duvar resimleri de bir dert paylaşımı bir duygu ve düşünce ifadesi bir tanıklık bir güzellik arayışı anlamında çok şey anlatıyor.
Sözün, melodinin, çizimin insanlığın ilk başlangıcında çok farklı olmadığı kanısındayım.
Edebiyatı; resmin, müziğin, plastik sanatların, görsel sanatların aynı kökten gelen olarak tanımlayabiliyorum kendi içimde. Çok net çizgilerle ayıramıyorum. Birbirini besleyen alanlar.
SORU: - Sizce roman mı öykü mü?
Benim edebiyat serüvenim öyküyle başlıyor. Öyküden vazgeçmiyorum. Roman kurgularımı bile öykü öykü geliştiriyorum.
Roman bana, yüz yıllık değişimleri, yaşantıların çeşitliliğini, coğrafyaların büyüklüğünü, bol bol karakterler oluşturarak, olayları onların üzerinden anlatmayı sağlıyor. Roman yazmayı da öykü yazmak kadar seviyorum.
SORU: - Romanla mesleğiniz arasında bir bağlantı kurun desek, neler söylersiniz? Öncelikle, böyle bir bağlantı var mı yok mu?
- Genç meslektaşlarımla yazma üzerine yaptığımız bir çalışma olmuştu. O çalışma kitaplaştırılmıştı. Kitabın önsözünde yazdığım düşüncemi burada da söyleyeyim; Biz sosyal hizmet uzmanları insanlık hallerinin çoğuna şahit oluyoruz. Tanıklığımızın yanısıra birey/grup/toplumla çalışma yoluyla çözüm ortaklığı yapmayla görevliyiz. Çözümü de insan hakları ve insan haysiyeti çerçevesinde uygulamak ve geliştirmekle yükümlüyüz . Bu iki unsur, yazmak için çok iyi bir başlangıçtır diye düşünüyorum.
SORU: - Sizce roman nasıl okunmalı? Okurlara neler tavsiye edersiniz?
- Okur olarak sadece kendi adıma yanıt verebilirim.
Gençlikte bir gecede bitirdiğim kitaplar çok olmuştur. Şimdi biraz daha günlere yayıyorum. Bazıları düşüne düşüne, sindire sindire okunuyor bazıları alıp peşine takıyor sizi sürüklüyor. Sonra bir bakıyorsunuz ki basit ve sürükleyici bulduğunuz roman midenize oturmuş. Oturup günlerce düşünüyorsunuz bu kadar sade anlatımla bu farkında olmadığımız, görmediğimiz olgu, olay, yaşanmışlığı bize nasıl aktarmış... Sanatın gücü bu olmalı.
Roman, öykü, anı, inceleme ne olursa kitabı çok uzatmadan okumayı seviyorum.
Zamanın ruhunu iyi yansıtan, zamanı, çevreyi, ortamı iyi betimleyen, gerçekçi, okuru eğitecek kişi değil paylaşacağı değerli bir arkadaşı olarak gören, toplumsal sorunları dışlamayan, dili akıcı, insancıl ve merak uyandıran, çözümü okurla birlikte bulmaya çalışan romanları daha çok severek okuyorum.
SORU: - Romanlarınızın sizce ne kadar hayal ürünü ne kadarı sizin yaşamınızdan ürüyor?
- Romanlarımın mutlaka dayandığı bir toplumsal gerçekliği oluyor. Onun üzerine hayal dünyamı katıyorum. Hayal dünyamı o gerçekliğin üzerinde, ipi gevşek bir uçurtmanın yükselebileceği kadar yükselmesine izin veriyorum. Buna rağmen okuyanların geri dönüşlerinde, roman kahraman ve karakterleriyle özdeşleşmişim gibi bir görüşle karşılaşıyorum. Roman sayımın az olmasından kaynaklanıyor. Ömrüm ve isteğim olur yazmayı sürdürürsem bu görüşün değişeceğini biliyorum.
SORU: - Son olarak kendinize romanlarınızla ilgili bir soru sorun desek, nasıl bir soru sorardınız?
- Yazmayı seviyorum da yazdıklarım üzerinden konuşmayı sevmiyorum şimdilik. Belki neden yazıyorsunuz diye bir soru olursa, Arkadaş Z. Özger'in bir dizesi vardır, "Hiç kimse bilmiyor içimin yangınını... " Benim içimin yangını da özgürlük, eşitlik, kardeşlik özlemi. Özgür, eşit ve kardeş dünyanın ne denli şenlikli, neşeli, üretken olacağına yönelik derin hasret.
Ne dediniz? Güven Tunç’a son romanı Ay Dilbere üzerine hiç soru sormadık mı? Önce romanı hepberaber bir okuyalım da roman üzerine sorularımızı da daha sonra hazırlar ve birlikte sorarız, olur mu?
*
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)