8 Eylül 2014 Pazartesi

ŞEHİRDE VE GECEDE


 

Havada kar sesi var.”



Üç çocuk...
Üç küçük çocuk…
Ancak ve ancak el dokuması ipek bir kumaşın veya Küçük Asya’ya, Balkanlar’a Mezopotamya’ya, Akdeniz’e özgü antik, atlas bir kilimin motifleri kadar ayrı olabilen ailelerden, aşiretlerden ya da sülalelerden, aynı kökboyalı iplikle dokunmuş üç yakın şehirden, kasabadan, köyden, biri kız ikisi oğlan, üç hülyalı çocuk…

Bir sabah uyanır uyanmaz aynı saniyelerde yataklarından deli gibi fırlayıp evlerinin kapılarına koştular. Büyülenmiş gibiydiler. Ana babaların, dedelerin, halaların, nenelerin, yengelerin, evlerinde büyük küçük, az çok kim varsa, o delice seğirtmelerini kim gördüyse, onlardan en azından bir iki tanesinin şefkatli girişimlerini, sert otoritelerini dinlemediler. Sokağa, bahçeye açılan kanatlı kapıları, büyük bir güç sarf ederek sonuna kadar açıp ileri atıldılar ama kala kaldılar. Burunları, bütün o uçsuz bucaksız coğrafyaya yağmış olan, boyları hizasındaki kara gömüldü… Hele kız olanın boyunu da aşıp geçti, kapının önündeki yığıntı. Üzerine yıkılıverdi ve her yanını kar içinde bıraktı. O daha ileri atılayım diye çabalarken evdekiler yetiştiler. Tüm direnmesine karşın önce o içeri alındı. Saçları, gecelik entarisi, elleri, çıplak ayakları ıslanmış ve buz gibi olmuştu. Bağırdı, kapının koluna sarıldı, ısırdı, edepsizce tükürdü, salya sümük ağladı. Aileden iki genç ve güçlü kadın onu içeri zorla sokabildiler.

Oğlanlara da öyle oldu sayılır. Birbirlerinden ve kızdan habersiz ancak gelenekten, görenekten, terbiyeden, haberli olan oğlanlar, daha ağır başlı davranarak ve ikna olmuş görünerek ama ayakları da geri geri giderek, evdekilerce gömüldükleri kar yığınının altından sökülerek içeri alınmalarına ses çıkarmadılar. Huysuz olanı bile öyle davrandı. Kafası meşgul ve dalgındı. Dalgın olduğu için de munis. 

Üç çocuk...
Üç güzel çocuk…
Duydukları bir sesle, sanki sadece onlar için özel olarak yapılmış bir çağrıyla uyandırılmışlardı… Kalplerinin işaret ettiği yöndeki, kulaklarında bir parça tınısı kalan o sesleri yitirmemeye, yeniden bulmaya, ulaşmaya koşmuş, aradıklarına yaklaşamadan da tüm dünyanın kar altında kaldığını görmüşlerdi.

Bütün gece yağan kar, çatıların tepesinden, bahçelerin ötesini, dağların doruklarından, düzlüklerin ta ilerisini kaplamıştı. Ufka kadar görünebilen bütün bir çevre, tüm sesleri silen, beyaz, kalın bir tül altında kalmıştı. Bulutlar yere inmişti sanki.

Bu üç mahmur çocuk, gece boyunca yağan karın sessizliğinde, derin uykularının arasında evlerinin kapılarının ya da pencerelerinin baktığı dağdan sanki bir tayın kişnemesini, bir kuzunun melemesini, bir ceylanın ayak sesini bir çocuğun acemice söylediği sıcak bir melodiyi, bir ıslığı duymuşlardı… O sesin ardından gitmek, kulaklarına fısıldanmak istenen bir büyük sırrı çözmek için karşı konmaz bir istekle ve silkinerek uyanıp kapılara koşmuşlardı…

Bir bütünlüğü olmayan, ha bire parçalanıp bölünerek kendini gizleyen düş parelerine göre, bütün bir gece sanki yataklarında değil de dağlardaydılar. Üşümeden, ıslanmadan, acıkmadan, yorulmadan, özlemeden ve hatta korkmadan oralardaydılar. Ayakları yere basmadan geziyor, yorulmadan dolaşıyor ormanın bütün varlıklarıyla, onların dillerinden anlaşabiliyorlardı. Cesur, kahraman ve çok güçlüydüler.

Ormanın şarkılarını söyleyen kendileriydi belki, meleyen, kişneyen de kendileri. Kendileri değilse de tanıdık bir çocuktu. Onlara başka dünyaların öykülerini anlatan, hiç duymadıkları şarkıları söyleyen bir yabani taydı, yeni doğmuş kuzuydu, belki de bir oğlaktı. Ormana kaçmış geri dönmeye çalışan bir sıpaydı. Sonbaharda sapanla vurup ardından da kanadındaki yaraya dayanamayıp akranlarından gizli gizli yarasını onarıp yeniden saldıkları kuştu. Belki, belki de bir çiçekti. Fısıltıyla açan bir kardelen... Erken açmış çiğdem. Çağıldayan dereydi. Mutlaka tanımaları, bilmeleri gereken biriydi, bir şeydi işte... Onlara, yalnızca onlara bir şey söyleyen, onlardan, sadece onlardan bir şey isteyen bir içli sedaydı. Belki uzun gecelerin başlangıcında nenelerinin anlattığı bir masaldan arta kalmış, geri dönememiş oralarda çaresiz dolaşan bir peri kızının suretiydi… Ak sakallı Hızır’dı… İyi kalpli bir devdi…


Üç çocuk…
Bu üç tatlı çocuk…
Evlere sokulur sokulmaz ocağın, sobanın, mangalın, evde ne yanıyorsa onun yanına koyuldular. Ayaklarına çorap, patik üstlerine hırka, yelek, kazak ne bulunursa giydirildiler. Yorganların, battaniyelerin altına tıkıldılar. Boğazlarına, o anda ocakta kaynayan çay, çorba, süt, artık ne varsa,  Allah ne verdiyse, o akıtıldı. Ana babaları azarladı, ebeleri, abaları, dedeleri korudu.

Üç çocuk…
Gün içinde evdekileri daldalayıp daldalayıp yüksek pencerelere tünediler, yüksek katlara çıktılar ve karşılara baktılar. Yaşlı adamların, yaşlı kadınların yaptığı gibi oturup uzun uzun karşılara baktılar. Derin derin iç geçirdiler. Gurbet yolu bekler gibi, “Ah” ettiler. Efkârlandılar... Ne yemek akıllarına geldi, ne içmek ne çiş ne oyun ne yaramazlık. Kimseler, onları yerlerinden kıpırdatamadı. Ağızlarından bir tek laf alamadı. Söylediklerini duyuramadı. Anneleri, inatlarına isyan edip yakalarını bıraktı. Kardeşleri, abileri, ablaları onları oyuna da işe de ikna edemeyince kendilerini terkedilmiş hissedip küsüp uzaklaştılar. Onlarsa, kızarmış yanaklarıyla öylece susup durdular.

Oğlanlardan biriyle kızın şehri, Munzur’a bakıyordu. Biri kuzeyden biri güneyden de olsa ikisi Munzur’a baktılar. Diğer oğlan ise Karacadağ’a… Karacadağ’dan Zozan’dan Nemrut’dan, Ağrı’dan Munzur’dan, Bey Dağı’ndan başlayıp evlerinin önüne kadar inen ve yüksekliği kapı açtırmayan kar örtüsüne, dalıp dalıp gittiler…

Evlerin ahalisi çatılardan, damlardan, kapılardan kar küredi, çatısı olmayan dam loğladı, atı olan atını yemledi, köyde olan da malını… Kimi odun taşıdı bahçeden kimi su kimi müştemilattan ya da varsa tandırdan ekmek… Yapılması mutlak olan ve gözlerde büyüyen işler çar çabuk bitti. Evlerdeki diğer çocuklarının oluşturup bazı komşu çocukların ve yetişkinlerin de katıldığı kartopu savaşları, kızak kayışlar da tükendi, gitti. Yorgunlukla, üşümüşlükle birlikte evlere kapanıldı.

Geniş bakır tencerelerde buharı tüten çorbalar, duruma göre yahniler, pilavlar pişirildi. Sofralar kuruldu kaldırıldı. Soba küllerinde ayva, patates közlendi. Boğaz gailesi de işler de bitti. Kalakaldılar.

Aile bireyleri, alçalıp alçalıp külrengi haliyle üzerlerine kapanan gökyüzünün ağır kederiyle, içlerine, içlerindeki ülkelere çekildiler. Sedirlere, o yoksa birer mindere sinip karşıları izleyen çocuklarının yanına eklendiler. Küçük mavi ışıltıların, kızıllara dönüşüp kaybolarak dans ettiği uzak, yakın, sonsuz, karanlık görünen beyazlığı seyrettiler. Dağlardan gelen ulumalara mahalle aralarından duyulan köpek ürümelerine ürpererek tanık oldular. Adını, cismini bilmedikleri bir kişi ya da nesnenin özlemiyle elleri böğürlerinde oturup karşılara daldılar.

Kalın kar örtüsü; yeşil tanımlanan bir yerden farklı olarak, beyaz masalsı bir cenneti, kor ateş
Diye tanımlanan bir yerden farklı olarak da, ıssız, dingin bir cehennemi sermişti gözlerinin önüne… Koskoca bir sessizlik… Kalplerinin ritmini, hasretlerinin ince sızısını duyuran bir sessizlik.Kimsesiz bir sessizlik çöktü evlerinin, köylerinin, şehirlerinin üzerine. Zamanı durduran, içlerindeki saati susturan bir sessizlik… Sanki tüm dünya, tüm yaşam, geçmiş, gelecek kar altındaydı…

Üç çocuk…
Üç lâl çocuk…
Minik kalplerinin, engin ruhlarının anlayışıyla, bir boşluktan başka bir görüntüsü olmayan karşıları seyreden büyüklerin, kendileri gibi hüzünlü gözleriyle karşılaşınca şaşırmadılar…
Bu topraklarda, bu kılıcın, kanın, topun, tüfeğin, cesaretin, sürgünlüğün ve hainliğin her türlüsünün yaşandığı bu geniş topraklarda karın her nesneyi kapatmasıyla, unutuş perdesi usulca, çok usulca, hiçbir canlıya sezdirmeden, bir tek damla kan sızdırmadan kendini eritiyordu. Kim bilir kaç bin yıllık geçmişle dün, aynı oranda, kimde ne nişan bırakmışsa ona, bağırarak değil zor duyulur fısıltılarla yaklaşıyordu. Bazılarına istedikleri olayları anlatıyordu bazılarına kendi geniş, büyük, gizemli torbasında ne varsa onu. Unutuş perdesi bazıları için tümden eriyip kalkıyor, yok ediyordu kendini, bazılarına da ancak kaldırılabildiği kadarını. Kar; bugünü örterken, geçmişten anlatılamayanın, yazılamayanın ve bilinemeyenin hayal perdesini açıyordu perde perde, ağır ağır, tek tek… Yaşlılar; başları önlerinde, elleri böğürlerinde, kulaklarına fısıldanan geçmişten hüzünlü türkülerle kalakaldılar. Evlerdeki sesler de eriyip yok oldu. Akşam, bu evlere de mahpushaneler gibi erken indi. Gece bastırdı. Deli bir ayaz, alıcı kuşlar gibi gelip bölgenin üzerine çöktü

Ailelerin ya genç babaları ya da genç yetişkin erkekleri bahçeleri, kapıları, malları, kilitleri kontrol edip geldi bir çalım. Son sofralar kuruldu. Çıralar idare lambaları yakıldı. Radyosu olan açtı. Evin büyükleri ile büyümeye yüz tutan çocuklar, ajansa dikkat kesildiler. Kadınlar, kızlar “Radyo Tiyatrosu’ndan” önce bulaşıkları yıkamaya, ortalığı toplamaya, ocakların, mangalların üzerine cezveleri sürmeye, karyolası olan yatakları açmaya, olmayan yatak sermeye koşturdular. Küçük çocuklar, “gelmedi” diye tuttursalar da yatmadan önce, çiş yapmaya gönderildiler. Radyosu olmayanlar da büyük küçük toplanıp ağzından bal damlayan bir erişkin kadının sihirli masallarını, araları süsleyen zengin manileri dinleyip, erkenden yatmaya yönelik sıkıntılarını başlarından uzaklaştırmaya çalıştılar.

Üç çocuk…
Üç masum çocuk…
Akşama kadar yarı aç yarı tok oturup, anneleriyle didişmelerinin verdiği yorgunluktan olsa gerek, uyuyakaldıkları pencere önünden uyandırılmadan yataklarına taşındılar. O gece aynı çağrıları duymasalar da uyur uyanık birkaç kez karanlıkta pencere önüne gittiler. Hiçbir şey seçemediler. Bilindik orman uğultular onları korkutmaya yetti. Üşümeyle, titremeyle yataklarına döndüler. Düşsüz, deliksiz uyudular.

Kara kış uzun sürdü, kar kırk gün kalkmadı. İnat etti, gitmek için Cemrelerin havaya, suya, toprağa düşmesini bekledi.

Üç çocuk…
Üç delibozuk çocuk…
Kırk gün ne yapıp edip pencerelere, kapılara yakın durdular. Gözlerini, kulaklarını dağlardan,uzaklardan ayırmadılar.

Üç çocuktan…
Üç söz dinlemez çocuktan, oğlanlardan biriyle kız, bir yıl sonra okula başladı. Öbür oğlan ise diğer yıl. Okumayı çabuk söktüler. Dersleri sevmeseler de sorun yaşamadılar. Zekiydiler. Yazları büyük bir zevkle aylaklık etmeyi sürdürdüler. Ağaçlara tırmandılar. Dere kenarlarına koştular. Kimi sokaklarda, oyun parklarında, apartman arkalarında oynadı kimi havuzlu bahçelerde, uçsuz bucaksız ovalarda, dağ eteklerinde. Oyunlara dalıp babalarından önce eve gitmeyi unuttular. Dizleri kanayıp durdu yaramazlıklarından… Bazı çocuklara kardeşliğe benzer duygular beslediklerini fark edince coştular. Arkadaşlığı keşfetmiş olduklarını sonradan anladılar. Gün geldi o arkadaşların anneleri tarafından annelerine şikâyet edildiler. Küstüler, barıştılar... Geceleri yıldızlara dalıp bin bir çeşit hayal kurdular. Üniversiteye kadar okulların açılma günlerini sevmediler.

Nice yaz nice kış geçti.

Üç çocuk…
Üç kabına sığmaz çocuk…
Geçirdikleri kışı, gördükleri düşü unuttular…

Üçüne de benzer çağlarına denk düşen ama hepsine de erken zamanlarda ağabeylerinden, okula giden dayılarından, amca çocuklarından, ablalardan biri, bir kitap verdi… Kimine Reşat Nuri, Muazzez Tahsin, Kerime Nadir, Halide Edip, Kimine Balzac, Hugo, Stendall, Kimine Gorki. Sefiller’le Hıçkırık, Suç ve Ceza ile Çalıkuşu aynı zamanda ellerine konan kitaplardı.

İlk kitaplarını ellerinden bırakamadılar. Nefes nefese bitirdiler. Hemen başka kitapların peşine düştüler. Ama öyle kolay değildi başka bir kitaba ulaşmak. Gizli kutularda saklanan mücevherler gibiydi o zamanda kitaplar… Çok az ve çok değerli. Başka kitapların izini sürmekte hep ısrarcı oldular. Ama okudukları ilk kitabı hiç ama hiç unutmadılar. Ve bu ilk kitaplarını biraz çaresizlikten biraz içlerinde açtığı ufuktan olsa gerek bir kez daha bir kez daha okudular.

Daha ilk okudukları kitaptan başlayıp; büyüleyici bir dünyanın içine sürüklendiler. Başka yaşamları başka dünyaları keşfettiler. Kahramanlara özendiler, karakterlere üzüldüler. En çok da karlı dağları anlatan kitapları sevdiler. Karlı dağlardan gelen bir sesin, bir insanın, yaralı bir hayvanın, kaçak bir askerin,  yakışıklı bir eşkıyanın hikâyesini, gözlerini kırpmadan tükettiler. Heyecanlı serüvenlerin peşine düştüler. Aşkı okudular, aşka düştüler… En ufak bir gerilimde kalpleri duracak kadar çok çarptı… Kitabın bir sayfasında bıçak çekildiyse, yaralanıp, günlerce kanadılar. Kahramanın başı ağrıdıysa yataklara düştüler.., Ölüme gidenlerin arkasından ölümü düşündüler uzun uzun. Ayrılıkları, gözyaşlarını, hasretlikleri ve zulmü sevmediler… Sonu iyi biten kitaplara başka türlü bağlandılar. Çocuktular, bütün çocuklar gibi her şeyin sonunun iyi olacağına, açlığın, acının, yokluğun bir daha yaşanmayacağını inanıyorlardı…  Onlara göre acıya, ayrılığa tanık olan, yaşayan, dinleyen son kuşaktılar… Artık hiçbir çocuk ağlamayacak, aç kalmayacak, ayrılmayacak, kaybolmayacaktı…

Kitap; nasıl bir işti ki başka hayatları, başka dünyaları, o dünyaların insanlarını, yaşadıklarını, acılarını, sevinçlerini gelip onlara anlatıyordu. Onları da ortak ediyordu tüm zamanlara tüm yaşanlara. Onları kanatlarına alıp, uzun, güzel yolculuklara çıkarıyordu. Ne büyülü bir şeydi ki, hep okumak, okumak hep başkalarının heyecanlı maceralarına, yaşantılarına tanıklık etmek isteği hissediyorlardı.

Anlatılan acılardan, arzulardan, mutluluklardan, dostluklardan, aşklardan, isyanlardan kendi yaşadıklarını anlamlandırdılar, kendi duygularını isimlendirdiler. Kılavuz edindiler. Deneyim saydılar. Ve birçok hayatı denemeyi hayal ettiler... Bir roman gibi yaşamayı düşlediler... Kitapları yazılan yerlerde yaşamayı özlediler… Kahraman olmayı dilediler…

Bu üç meraklı çocuk… Zamanla, nerelere, hangi şehirlere dağılmış olurlarsa olsunlar kitapları bırakamadılar. Uzun çok uzun yıllar kitapları o kitapları yazanları izlediler. Yine benzer zamanlarda İnce Memet’i, Yer Demir Gök Bakır’ı, Cemile’yi, Bereketli Topraklar Üzerinde’yi, Lüzumsuz Adam’ı, Parasız Yatılı’yı, Yılanların Öcü’nü, Kaçakçı Şahan’ı, Reşo Ağa’yı hatmettiler… Bunlar yetmezmişcesine, Koca Nazım’ı, Enver Gökçe’yi, Ahmet Arif’i, Behcet Necatigil’i, attila ilhan’ı, Mayakovski’yi, Lorca’yı keşfettiler. Sonra geldi yeniler… Yeni yazanlar… Yeni okunacaklar…

Üçü de daha ilk günden okumayı çok sevdi… Okudular… Çok okudular… Ders arasında, ders sırasında, tatilde, gün ortasında, gecede, evde, misafirlikte, bahçede, bağda... Bazen gizleyip saklayarak, bazen bir söğüt ağacının altına uzanarak serüvenlerin peşine düştüler, en önemli buldukları en sevdikleri bir işi gerçekleştirdiler, okudular. Okuduklarında ara ara, o kış düşünü anımsatır imgelerle karşılaşır gibi olsalar da bir türlü neyi çağrıştırdığını çıkaramadılar.

Okuma büyüsüne öyle bir kaptırdılar ki, kendileri de bir şeyler karalamadan duramaz oldu… Yazdıklarını yeterli bulamadılar ama. Neden yeterli bulamadıklarını çözemediler. Vazgeçemediler de. Ders kitaplarının, kullanılmış defterlerin arasında sürüp durdu acemi karalamaları… 

Okudukça, yaşadıkları yerler daraldı gözlerinde. Küçücük kaldı. Dağlar ufaldı, ovalar nehirler, sokaklar, kısaldı. Evler basıklaştı. Renkleri soldu. Her şey azaldı sanki. Sıradanlığın içine sıkıştı kaldı hayatları.

Dünyanın merkezi saydıkları doğdukları, yaşadıkları, okullarında okudukları farklı şehirlerinin, mahallelerinin köyün dünyanın merkezinden çok uzak, küçücük bir parçasından biri olduğunu algıladılar. Başka yerlere başka şehirlere meraklandılar. Uzaklardan gelenleri ilgiyle dinlediler. Gidenlerin, giden otobüslerin, trenlerin, kamyonların, göçenlerin, ardından özlemle baktılar. Hep gitmek istediler.

Nerde olurlarsa olsunlar, “Gitmek”  düşüncesini hep yanlarında götürdüler.

Üçünün de hayali bir şekilde oldu sonunda. Onlar da doğdukları şehirlerden gittiler. Birçok yer gördüler. Birçok şehir tanıdılar.

Bu üç çocuktan ilk olarak kızın babası gelmiş, bir yıllığına memlekete bıraktığı ailesini alıp başka bir diyara götürmüştü. Denize kıyısı, yazlığa sineması olan bir kasabaya… Kız ilk okula orada başlamıştı. İlkokul üçüncü sınıfta, bozkırdaki o büyük şehre taşındılar ve orada kaldılar.
Oğlanların gitmesi biraz zaman aldı. Bir vakit sonrası oğlanlardan biri yatılı ortaokul için çıktı köyünden. Şehir şehir sürdü bu yatılı okul serüveni. Daha sonrasında ise diğer oğlan… Lise sırasında oldu bu gidiş. Mesafece yakın kalben uzak bir şehre götürmüştü babası…

Zamanla büyük şehirler, diğerleri gibi oğlanları ve yeni kurdukları ailelerini de çekti. Evlerden bakıldığında, dağların, ovaların, bağların görünmediği kadar büyük olan şehirler... Sokak lambalarının yıldızların yerini alıp geceleri aydınlattığı ama her kapının tanıdık olmadığı büyük şehirlere gittiler. Oğlanlar da, kızın daha çocukken geldiği bozkırın büyülediği büyük şehre gelip yerleştiler.

Üç çocuk…
Pervasız çocuk…
Diğer bütün pervasız çocuklar gibi, pervasızca yola çıkmış abileri ve ablaları gibi, masallardaki gibi, türkülerdeki gibi kitaplardaki gibi büyük düşler kurdular… Herkes için mutluluk kurabilecekleri bir dünya umdular... Gençlik yelkenlerini özgürlük rüzgârlarıyla doldurup açıldılar hayata… Her gün tazelenen sıcacık bir somun gibiydi büyük umut... Umutlu düşlerin peşinden koştular…

Üç asi çocuktular.
Koşa koşa büyüdüler. Okudular. Aşık oldular, özlediler, kavuştular, ayrıldılar, terk ettiler, terk edildiler, dostluklar kurdular, dostlukları bitirdiler, yollara yolculuklara çıkıp döndüler, zorluklara göğüs gerdiler, kolaylıkları kutladılar, dinlenmeye gereksinimleri olmadan koşturdular. Yalnızlığı da tattılar, dayanmayı da, hayal kırıklığını da, coşkuyu da. En çok bir isyana muhabbet duydular. Ama en çok bu muhabbetleri yüzünden cezalandırıldılar.

Bir gece, üçünün de yirmili yaşları ile yeni yeni tanıştıkları bir yılın gecesiydi… Bütün ülkedeki çocukların sevdalarını, hayallerini, umutlarını tanklarla kırdılar… Kurtların önüne atıldı gençlikleri… Kitapları yakıldı…

Ülkedeki bütün çocukların gözlerini bağlayıp kitaplarını ellerinden zorla, zorbalıkla aldılar. Kitapları çocuklardan, kitapları işçilerden, evlerden, kitaplıklardan, okullardan, üniversitelerden, fabrikalardan aldılar. Yaktılar. Yangın yeri oldu yaşadıkları yerler. Dumanı tüm dünyadan görüldü.

Bu üç çocuk…
Üç kırık çocuk…
Gençtiler, yaşananlardan olgunlaştılar…

Zaman bazen hızlı bazen yavaş geçti.

Aynı büyük bozkır şehrinde birbirlerinden habersiz uzun süre yaşadılar.  Eskiden daha sakin, mutlu, ışıklı olup, zincirlenen caddelerinin, kocaman pespaye tabelaların, çirkin çirkin binaların, üst geçitlerin, kalabalığın egemen kılındığı ve giderek de kararan bu şehirde kaybolmayıp bir düzen tutturdular. Birçok kez kırılıp kırılıp durdu hayat… Hayatları… Yeniden yeniden başladılar…

Kendilerince hayata anlam katan işlerin ucundan tutup çabaladılar. Oğlanlardan biri güçsüzlerden yana oldu, diğeri sessizlerden yana, kız da kalkınmacı oldu…

Oğlanlar evlendi bir aile, bir ocak, bir düzen kurdular kendilerine, kız evlenmedi. Yeterince düzen içinde olduğunu düşünüyordu.

Kız edepsizliğini, asiliğini çoktan susturmuştu. Oğlanlardan huysuz olanı iyice pervasız olmuştu. Diğerinin kırık gülüşleri kendisiyle büyümüştü.

Üç laftan anlamaz çocuğun üçü de, karalamaları yazmaya dönüştürüp bir şekilde sürdürdü serüveni.

Bir yere varmayı değil içlerindeki sesi bulmayı, dünyayı anlamayı, değişimi kavramayı arzulayarak yazdılar. Edebiyat çevrelerinin içinde pek bulunamadılar. Bulunmadılar, işleri vardı. Koşturmaları çoktu. Başka kaygıları söz konusuydu. Yazmak daha çok bireysel serüvenleri gibiydi ilk zamanlar. Hele oğlanlardan biri tüm ısrarlara karşın dostlarının dışında kimseyle paylaşmaya yanaşmıyordu. Oysa en çok onun en büyük tutkusuydu yazmak.

Gerçekten yazmaya başladıkları zaman romanlara, şiirlere, öykülere özgü mekânların, karakterlerin, kahramanların olmadığını anladılar. Nasıl bakıldığıyla ilgiliydi… İşte o zaman, doğdukları, çocukluklarının geçtiği köyleri, şehirleri, kasabaları özlemeye başladılar. Bir merak gelişti… Kim olduklarının peşine düştüler. Toprak çekti. Belki asıl yazılacak yerler oralardı. Renk, zenginlik, hikâye bu büyük yoran, tüketen şehirde değil, oradaydı. Bir ayakları geçmişte kaldı bir ayaklarını geleceğe attılar.

Oğlanlardan biri bu kara şehirden bıktı. Yoruldu. Bırakıp gitmeyi düşledi ciddi ciddi. Gitmek, hep vardı hayallerinde. O şehirden gidemedi bir türlü. Oysa gidebilse, “şehir, arkasından gitmeyecekti.”

Kız uzun süre yazmayı bıraktı. On yıl yazmadı. Kitaplara sığınmak hissettiğinde de eski kitapları bulamadığını fark etti. İçinde kendini kaybettiği kitapları yazılmıyordu artık.  Ne yazarlar o kadar ulaşılmazdı ne kahramanlar. Hayalleri kırıldı. Ayda bir iki kitaptan fazlasına bakmadı…Bıraktı…

Oğlanlar okumayı da yazmayı da sürdürdüler.


Üç çocuktan…
Üç orta yaşlı çocuktan…
Kırklı yaşlarına bastıklarında, hayata bütün dişleriyle sımsıkı tutunanı bile, bir ağır hüzün bastı.

Üç çocuk…
Doğdukları şehirlere ve zamanlara benzeyen bu üç olgun çocuk…
Günün birinde yaşamakta oldukları bu büyük şehirde, farklı zamanlarda karşılaştılar. Birinin birine işi düştü, başka bir zamanda ise diğeri, öbürünü tanıştırdı.

Olgunlaşmışlardı. Ses tonları kalınlaşmıştı. Orta yaşın güvenli vurgular yerleşmişti konuşmalarına… Büyük şehir çoğaltmıştı sözcükleri… Ama hala acemiydi söyledikleri şarkılar… Şarkılarda bir şey vardı… Çok eskileri, kimsesizlikleri, nedensiz coşkuları, karlı dağları anımsatıp anımsatıp unutturan bir esinti… Ne kendini ele veren ne tam kapatan bir görüntü... Bir kıpırtı sadece… Bir soluk imge… Bu imgenin peşine düşüp arkadaş oldular.

Arada bir görüşüp dertleşir oldular. Fıkralar anlatıp birbirlerini güldürür oldular. İşlerinden, memleket meselelerinden, dünya hallerinden, hayatın gelip tıkandığı yerden söz etmeyle başladıkları konuşmalara yazdıklarını, yazacaklarını birbirlerine okur, anlatır oldular. Olmayacağını bile bile yazmaya yönelik ortak hayaller kurdular. Hayallerinden sarhoş oldular.
Yazdıklarını yayımlamayana, “yayınla artık” diye söylemeyi sürdürür oldular…

Karlı bir akşam ilk kez gittikleri bir lokantada buluştuklarında, canlı müzik yapılan bir yer olduğunu görünce rahat sohbet edemeyeceklerini anlayıp biraz huzursuz oldular. Oysa ne güzel çalıp ne güzel söylüyordu sahnedekiler. Kaptırdılar onlar da… Vazgeçtiler kalkmaktan. Biraz konuşup biraz dinlediler. Onlara da istek parçaları soruldu.

            Oğlanlardan biri,

           “Altun hizmav mülayim
            Seni Hak’tan dileyim.
            Yaz günü temmuzda
Sen terle men sileyim “
diye başlayıp “seni gördüm beg oldum” diye devam eden bir türküyü istedi.

Oğlanlardan diğeri,
             “Şu yangında har olsaydım
              Ağlayıp bizar olsaydım
              Belki yaslanırdın bana
Mahpusta duvar olsaydım”

Kızsa,
“Bir gülün çevresi dikendir hardır
Bülbül gül elinden ah ile zardır
Ne de olsa kışın sonu bahardır
Bu da gelir bu da geçer ağlama“ yı istedi


O akşam eve döndüklerinde üçü de nedenini bilmedikleri bir istekle bir yazının, bir dizenin ardına düştü.

Üç çocuktan…
Büyümüş, kamil olmuş ama iyi ki çocuk kalmış bu üçünden biri, o akşam bir yazıyı tamamladı

Bu üç çocuktan birinin o karlı gece tamamladığı on satırlık o yazı, dünyanın tüm asi ve aşık çocukları tarafından anlaşıldı… Sevildi… Ezberlendi… Elden ele, dilden dile yayıldı…
O dizeler yıllarca dünyanın bütün sokaklarda okundu, durdu…




7 Eylül 2014 Pazar

- çocuklar ve barış içinde hayat için küçük bir güzelleme çabası - hakukabenimhaklarım

Hakuka;
Hakko ya da Hakuğa olarak da söylenir.
Bir evin duvarının dibinde, kapısının önünde kaynayan bir pınardır.
Siteye bu ismi verirken; hem çocukların hem de sayfanın böyle küçük ama capcanlı ve büyüyebilen, akan, kendi şarkılarını neşeyle söyleyebilen bir ifadesi olsun istedim.
Ve bu küçücük gözeden çıkan suyun; engellenmezse bir çaya, oradan bir büyük nehre karışmasını, denizlere ve okyanusa kavuşmasını, her insanı her canlıyı kucaklamasını görmeyi arzu ettim.
Ve çocuğu; sadece bir birey olarak değil de akan bir su gibi, değdiği dokunduğu her şeyle ailesiyle, yoksa yuvasıyla, komşusu, mahallesi, büyükleri küçükleri, şehri, kültürü ve dünyası ile kabul ettim.

Hakuka aynı zamanda Hak Hukuk Adalet sözcüklerinin kısaltılmış halini de çağrıştırıyordu.

Bu nedenle adını Hakuka olarak seslendirdim.


 eğitim amaçlı bir site değil. Eğitimi çok başarılı yapan gruplar ve okullar var.
Hakuka hak savunuculuğunda da çok iddialı değilim. Çok iyi çalışan dernekler ve hayatını vakfetmiş insanlar var.

Burada daha çok ; dünyadaki eşitsizlik nedeniyle, sürekli ayrımcılıkla karşılaşan başta çocuklar olmak üzere kadınların, engellenen bireylerin, yaşlıların ve tüm insanların, derelerin, ağaçların,  hayvanların ve tüm canlıların sadece kendileri olmaktan gelen özgürlüklerine ve onurlarına vurgu yapmak istiyorum.
Çocuklara ve özellikle kız çocuklarına yönelik bir parça pozitif ayrımcılık yapmıyor değilim.

Hakuka için; yaşama ve insan olmaya küçük bir güzelleme çabası diyelim.

Güven Tunç
hakukabenimhaklarim


3 Eylül 2013 Salı

"SEN ÇOK YAŞA BABAANNE"


Önsöz


Hani; Bora Ayanoğlu’nun; hem yazıp hem bestelediği bir şarkısı vardır ya,
güzelim bestecinin, o güzelim İstanbul şehrinde, bir zamanlar her gün önünden geçtiği, o güzelim Cibali Tütün Fabrikası’nın, o güzelim işçi kadınlardan aldığı ilhamla yazdığı o güzelim şarkısı,
70’li yılların başında, Alpay tarafından yorumlanarak dilimize yerleşen ve bazılarımızın hâlâ dilinde olan şarkısı vardır ya;
işte o;
“Fabrikada tütün sarar,
Sanki kendi içer gibi
Sararken de hayal kurar
Bütün insanlar gibi
Bir evi olsun ister
Bir de içmeyen kocası
Tanrı ne verirse geçinir gider
Yeter ki mutlu olsun yuvası”

Bu kitap için, çocukları için, bu coğrafyanın hiç bitmeyen sancılı zamanlarının önemli bir dilimi için konuşan, bu güzel ve cesur kadınların öykülerinin aktarıldığı bu yazım süreci içinde bana hep bu şarkı eşlik etti…
Aslında onlar, bu şarkıdaki gibi, 1970’lerin değil, on beş, yirmi yıl öncesinin, 1950’lerin, telaşlı, heyecanlı genç kızlarıydılar.
Şimdi, yaş olarak, yetmişlerinin sonlarıyla, seksenlerinin başlarını süren bu güzel kadınların bir kısmı; 1929 doğumlu, bir kısmı 30’lu, 32’li, bir kısmı 34’lü ya da 36’lıydı. Doğumları; İsa’nın doğumuna gore belirlenmiş dünya zamanının, yine sancılı bir dönemine denk geliyordu. İkinci Dünya Savaşı.
Biz bugün öyle algılamasak, onları hep bugünkü gibi kır saçlı, hafif unutkan, çift gözlüklü halleriyle yaşamış sansak da; onlar da, bir zamanların minicik minicik bebekleriydiler.
Sonra çocuk oldular, genç oldular, masum oyunlar oynadılar, hisli hayaller kurdular, kimbilir kimler için gecelerce uykusuz kaldılar, gizli saklı nameler yazdılar. Kına gecelerinin, nişanların, düğünlerin kâh neşeli kâh hayalbaz korosunu oluşturdular.
Bir dönemlerin; elleriye bir hayatı yaratan genç kadınlarıydılar, zamanla kendine güvenli genç annelere dönüştüler.
En sonunda da, işte bu vakitler; ananelere, babannelere dönüştüler.
Hayat bu kadar da kalın çizgilerle akıp gitmedi tabi ki. Esas sırlarını ince çizgilerinde saklanarak yaşadılar. Umuduyla, sevinciyle, sıkıntılı dönemleriyle; bu hayatın, hayat mücadelesinin hep içinde oldular. Sanal dünyaya denk gelmeyen belki de son kuşaktılar.
Tarih; 1930’lu yılların sonuna doğru geldiğinde, onların çoğu; sekiz, on, on iki civarı yaşlarına kavuşmuştu çoktan. İkinci Dünya Savaşı’nı – ve savaşa girmemenin bedelini yoklukla ödemiş bir ülkeyi –gören, zorluklarını yaşayan, ve her koşulda hep uslu olması, hep sessiz olması beklenen küçücük kız çocuklarıydılar.
40’lı yılların başlarıyla, ortalarına gelindiğinde;
Yokluğun, kıtlığın, bitlenmenin, karneyle dağıtılan ekmeğin, şekerin, gazın, çilenin yılları başlamıştı bu sefer de.
Ve bu zor yılların, aileler için; yaşamaları, erkek evlatlar kadar önemi olmayan, sıradan ve belki de ‘fazladan’ ama ağzına kadar hayat dolu olan küçük tanıklarıydılar.
40’ların sonuydu ve onlar, dünya savaşının bitiminde, bu kez de, Anadolu’da; kırdan kente olan büyük göç edişin, belki de ettirilişin derin kıyısındaydılar. Çoğu köyde, kimi kasabada kimi şehirdeydi. Kimi fakültede öğrenci kimi fabrikada işçi kimi biçki dikiş kursunda rüya içinde bir terzi kimi daktilo kursunda hayal içinde bir romantik kimi tarlada rençper kimi mutfakta annesinin yanında sabırsız bir çıraktı. İlk gençlikleri böyle geçti çoğunun.
Hepsi ama hepsi, kır çiçekleri kadar cesur, güzel ve azimliydi.  
Sonra yıl, 50’lere geldi dayandı;
Onların çoğu, daha yirmilerinde bile yoktu. Hülyalarını kucaklamış, umut dolu genç kızlıkları, nişanlılıkları ve yeni evlilikleri ile bu yılları, belki büyük hayal kırıklıkları belki büyük umutlarla geçirdiler.
Evliliklerin; mutlu mutsuz diye ayrılmadığı yıllardı. Zaten toplum da onlardan öylesini kabullenmelerini bekliyordu.
İleriki yıllarda can havliyle peşlerinden gidecekleri çocukları, çoğunlukla bu yılların ortalarından sonra doğacaktı. Ya da, bir sonraki on yılın başında.
Belki hayatın en derin anlamını anneliklerinde bulan kadınlardandılar.
Ve sonra 60’lar geldi;
Sanki bu dünyanın gördüğü en umutlu yıllar.
İkinci Dünya Savaşı’nın, Nazizmin vahşeti bitmiş. İnsanlar; acıları bir yana, “Bir daha böyle bir vahşet yaşanmaz’ın” saf ve mutlak inancıyla rahat bir nefes almış, bir büyük cehennemden kurtulmanın hırsıyla hayata tutunmaya çalışmakta. Dünya çapında büyük, kitlesel bir umut var ve o büyük umudun çocukları; 68 Kuşağı.
68’liler; o büyük savaşın; acımasız, kör, sağır kötülüğünü doğrudan yaşamamış, büyüklerinden dinlemiş, kitaplardan okumuş olan kuşak. Firuzan’ın kitabının başlığıyla, bizdeki ‘47’liler’
O gençler, 68’lier; belki bu kitaptaki anneannelerin, babaannelerin kardeşleri, yeğenleri. Komşu çocukları belki. Köylüleri. Belki hiçbir şeyleri. Ama çoğunlukla bir şekilde bildikleri, tanıdıkları, ve yabancı saymadıkları.
İşte bu yeni kuşağın, dünya çapındaki böylesi bir vahşet karşısında sessiz kalan kitlelere yönelik bir tepkisi var. İnsanlığın böyle davranabilmesine inanamıyorlar.
Böylesi büyük bir savaşın engellenememesini, bir savaşın bu denli kitlesel bir yıkım yapabilmesini akılları almıyor. Ne de olsa gençler…
Savaş zamanı, savaşan ülkelerden olmadığı halde, devlet tarafından savaşa karşı olan insanların; takip edilmesine, zindanlarda tutulmasına, üniversitelerden atılmasına çok öfkeliler.
Vietnam’da, savaş adı altında, bir halkın bir coğrafyanın bir kültürün talan edilmesine engel olmak istiyorlar.
Hiroşima’yı unutmuyorlar.
Filistin’in kadim halkına yapılanlara isyan ediyorlar.
Dünyada da aynı tepki aynı haykırış yankılanıyor; “Savaşa Hayır” “No War” “Lâ li’l-Harbi”
Ve nihayet, bu yıkımların müsebbibi olan büyük büyük ”medeni milletler” gençlerin haykırışından da çekinerek belki, belki de ulusüstü şirketlerin gördüğü zarar bir daha olmasın diye, bir parça özgürlük bir parça sosyal refah için zinciri azıcık gevşetmeş için devreye giriyor.
İşte o minik refah seviyesi bile öyle büyük bir umut oluyor ki geniş kesimlere, sonuçları inanılmaz oluyor. İşte bu küçücük özgürlük penceresi bir kez daha büyük büyük ütopyaları uyandırıyor yeniden…İnsanlık umudu bir kez daha yeşeriyor.
Bu kitaptaki ananelerle babaannelerin hepsi  işte o zamanların gencecik anneleri. 
Çocuk;  hayatın tazelenen yönü, köylerden, kasabalardan ya da küçük şehirlerden büyük şehirlere göçülmüş, kocaları işlerini bulmuş ya da kurmuş, evler dizilmiş, aileler oturmuş. Kocalar çalışıyor, çocuklar okuyor. Hayat müşterek; kendileri de mutfakta iktisatlı davranarak, el işleri yaparak, çalışarak bir şekilde aile bütçelerine katkıda bulunuyorlar.  Hayata inanıyorlar. Yarından umutlular. En azından çocukları için umutlular. Aslında en çok çocuklarından umutlular. Çok.
Ve yıllar artık daha çabuk geçmeye başlıyor;
70’lerin, nasıl hemen geldiğini anlayamıyorlar. Koşturma çok. “Hayat gailesi” diye önemli bir şey var o zamanlar. Şimdiki gibi, tüm aile bireylerine ayrı ayrı cep telefonu, ayrı ayrı bilgisayar gerekmiyor. Şimdiki gibi sosyal medyada beğeni oranı insanların başını döndürmüyor. O dönemler en önemli şey geçim. Başkasına muhtaç olmama. O zamanlar; önce karın doyrulacak, kiradaysan kira ödenecek, odun kömür, kışlık erzak, çocuklara palto, önlük, ayakkabı alınacak. Herkeste aynı gaile, geçim. Herkeste aynı eğlence, komşuluk, yazlık sinemalar, ajansı kaçırmama ve “radyo tiyatrosu” “Arkası yarın”. Herkeste aynı umut. Bu çocuklar büyüyecek.
Bu çocuklar okuyacak. Okuyacak çocuklar. Eskisi gibi değil artık, kızlar da okuyacak. Okullar bitirilecek. Kocalar emekli olacak, o emekli ikramiyelerine şöyle doğru dürüst bir ev alınacak, kiradan kurtulunacak. Çocukların elle tutulur meslekleri olacak. Garantili işleri olacak. Sonra da; gelsin kız istemeler, kız vermeler, nişanlar, düğünler, doğumlar, torunlar, tosunlar.  Yaşasın hayat…
Ama bırakmıyorlar. Önce 68 kuşağı saldırıya uğruyor. Daha, 70’lerin başında, üç gence, Deniz’lere kıyılıyor. Onlar, o gençleri pek tanımasalar da, gençlerin bir insana kıymadıklarını, bir suç işlemediklerini biliyorlar. Suçu olmayan bu gençler neden asılır ki?… Neden? Yürekleri yanıyor. İdam sabahı, Anadolu’daki milyonlarca evde olduğu gibi onların evinde de herkesin gözü, sessizce ve kederlice yaşlı. Şimdi o gençlere karşı büyük bir suç işlendi. Ve sanki o büyük suçu herkes, birlikte işledi. Vicdanları susmuyor, bağışlayamıyorlar, unutamıyorlar. Çocukları da unutmuyor. Deniz’leri en çok, neneler, anneler ve çocuklar unutmuyor.
Ve aslında çok önceden başlatılmış uluslararası boyutta, aç gözlü ve kanlı bir süreç, yeni yeni, onların da olduğu bölgeye doğru sinsice yaklaşıyor. O zamanlar kimsenin göremediği anlayamadığı bir saldırı hazırlığı var ve bu hazırlık tüm halklara yönelik. Dünya için bir yeni düzen tanımlıyor birileri. Yeni bir dünya düzeni çiziliyor. Planlanıyor. Sakince uygulamaya geçiliyor. 
Bu yeni düzenin daha kimse farkında değil. Bizimkiler hiç değil. Onlar genç bir kadından olgun bir anneye evrilirken, çocuklarına güvendikleri gibi hayata da güveniyorlar.
Çocuklar büyüyor. Çocuklar okuyor. Günümüze aykırı olarak, bir de o zamanlar, ceketini satıp çocuğunu okutan babaların olduğu bir yer Anadolu. İlk okullar, orta okullar, liseler bitiyor. Üniversite, genç olmanın güzel ve özgür ülkesi. Üniversiteye gidemeyen bir iş bulma derdine düşüyor. Ama bu çocuklar, ne olurlarsa olsunlar okuyorlar. Hem okulda hem evde hem işte okuyorlar.  Bu çocukları sere serpile okuyor, izliyor, bakıyor, onlar okudukça yazarlar şairler, sanatçılar gayrete gelip aşkla, iştahla yazıyor, üretiyor, film çekiyor, oyun sahneye koyuyor. Umut okutuyor. Umut yazdırıyor. Geleceğin iyi olacağı inancı hayatı besliyor.
Asi ve hülyalı bir kuşak büyüyor; Dünyayı değiştireceğine inanan kuşak bu. Artık savaş olmayacak. Artık kimse yoksul olmayacak. Artık kimse asılmayacak. Herkese iş olacak. İşçi hakkını alacak. Düşünce özgür olacak. Hiç bir baba eve ekmek götürmediği için çocuğundan utanmayacak. Kimse çocuklardan utanılacak bir şeye sessiz kalmayacak. Utanılacak şeylerin bu dünyada yaşanmasına gerek kalmayacak.
Babaların çoğu çocuklarının bu hayallerine mesafeli dururken, bu güzel kadınlar, o süreçte, çocuklarından çok şey kapıyor.  Öyle ki 70’li yıllarda, sadece Deniz’leri bilirken sonraki yıllarda Nazım’ı, hatta Che’yi tanıyorar. Teori’den Pratik’ten, Marks’tan Engels’ten, Hoşiming’ten, Sosyal Faşist’ten, Oligarşi’den, Oportünist’ten, Revizyonist’ten bir şey anlamasalar da çocuklarının tanımladığı o büyük vicdandan anlıyorlar. Bela Ciao’yu bile, o olduğunu bilmeden mırıldandıkları olacak. Hani “Beynelmilel bir parça” gibi. Ama kendi yaşadıklarından olsa gerek adaleti, eşitliği, hele hele özgürlüğü, kavramlarına takılmadan, iyi biliyorlar.  Çocuklarının sevdiğini onlar da seviyor. Çocuklarının hayallerini onlar da anlıyor. Çocuklarının şarkılarına onlar da katılıyor.
Ne tehlikeli bir hayaller bunlar. Ne kadar tehlikeli bilgiler, duygular, hülyalar, anlayışlar. O hayallerin o annelerin o evlatların üzerinden o panzerler geçmeseydi, şimdi bu yapılanlar yapabilir miydi?
Şimdi, böyle bir dünya kurgulanabilir miydi?
Bu tehlike algısından olsa gerek ki, 70’lerin sonunda 80’lerin başında çocuklarının peşine avcılar takılacak.
Ama bunlar biraz kalabalık. Bunlar; bildiğin işçilerin, köylülerin, küçük esnaf ailelerin çocukları. Tabandan, halktan geliyorlar. Kızlar var oğlanlar var anneler, anneanneler var.  Bir de umutla dolular. Kendilerine inanıyorlar. Okuyorlar, biliyorlar. Acayip bir dinamikleri var ve toplumda acayip bir dinamik oluşturuyorlar.
İşte bu asi ve hayalci çocuklara tahammül edemiyor sistem.
Bunlar için büyük ve kitlesel bir sürek avı başlatatılacak.
Bunlara başka bir şey yapılacak.
Başka bir şey yapılacak. Çok başka bir şey yapılacak.
Bir çok şehirde, günler öncesinden evler, kapılar işaretlenecek, eşit ve açıkça olamayan bir yöntemle saldırılacak, yangınlar çıkarılacak, yağma yapılacak, kadın çocuk yaşlı demeden  kıyılacak.
Öğrenci evlerinde; masum çocuklar kan uykularında öldürülecek.
Ve ne yazık ki topumun bazı kesimleri özellikle iş yeri sahipleri, yüksek bürokratar; bu çocukları tehlikeli bir çatışmanın tarafı olarak gördüğünden, uygulanan vahşet karşısında, vicdanlarının körlüğünden rahatsız olmayacak. Çünkü gençlerin antikapitalist olmalarından, kendi mallarına zarar gelecek diye korkacaklar, korkutulacaklar. Oysa, o çocukların, annelerin, babaların, işçilerin, öğretmenlerin, hemşirelerin üzerinden geçen silindir; bir on yıl sonra her şey unutulmuşken hatta rahatlık uykusuna geçilmişken o zamanlar marka olan bir çok işletmenin  üzerinden de sessizce, sitemsizce  geçecek. Öyle ki o işletmeler, o markalar yok edilecek. Gün gelecek Kapitalizm artık sadece işçi sınıfına değil tüm insanlığı karşısına almış ve herkesin yaşamına zarar vermeye başlamış olacak. Eski ve kocaman ormanlar yok edilecek, derelerin suyu kesilecek, deniz kirlenecek, dağlar un ufak edilecek. Büyük efendiler; yine kendilerince kaynakları kurutulmuş olan içme suyu ve petrol için; ülkeleri tek tek karıştıracak. Savaşlar çıkaracak. Çocukları öldürecek. Bin yılık müzeleri talan edecek.  İnsanın tek evi olan dünya, yavaş yavaş ölüme götürülecek.
Daha vahimi, o zamanlar bu ülkedeki bazı insanlar, bu kendilerini de yok edecek gidişe, “Dur” demek isteyen o çocuklara yapılanlardan/yapılacaklardan ziyadesiyle memnun olacak. Zulme ortak olacak.
Öyle günler gelecek ki;  çocuklar mahallelerine, okullarına, kahvelerine, işçiler fabrikalarına, anneler çocuklarına sahip çıkma derdinde düşecek. Ölümüne bir süreç işleyecek. Ölümüne sürecek. 
Evlat avcıları; önce gizliden bir çok karmaşa yaratcak, sonra da o karmaşaya engel olmaya çalışan kahramanlar olarak ortaya çıkarılacak. Sanki bir Hollywood filmi gibi kurgulanacak hayat. Herşey bir film senaryosundan çok daha titiz ve planlı olacak. Bütün bunlar, bir kaç bin genç; barış içinde kardeşçe bir dünya hayali kurduğu için olacak. 
Gün gelecek. Hesabı yapılan tarihte, darbeciler gelecek. Amerikalıların “Bizim çocuklar’ı bizim diye bildiğimiz coğrafyada başaracak, yönetime el koyacak.
Çünkü bu çocuklardan korkacaklar… Bu halk çocuklarından, bu çocukların hevesinden korkacaklar…
Kitaplardan kasetlerden plaklardan tiyatrolardan korkacaklar. Kaç ton kitap yakılacak? Kaç oyun yasaklanacak? Kaç film yok edilecek? Kaç şarkı susturulacak?
Çocukların peşine darbecilerin ölüm meleği salınacak. Cehenneme dönen coğrafyada, bir tek zebaniler özgür kalacak.
Ayşeler, Fatmalar, Hüsniyeler, Haticeler epeydir adını koyamadıkları bir şeyin farkındalığıya davranacaklar. Ve çocuklarını zebanilere kaptırmama derdine kendilerine bile bildirmeden düşmüş olacaklar.
O güzel periler, çocuklarını kaptırmama derdi ile yanacak.
Ama ne yazık ki; bir kısmı yetişemeyecek, bir kısmının gücü yetmeyecek, bir kısmının çocuğuna yapılanlardan haberi bile olmayacak. Kendi başka şehirde, kasabada, köyde, çocuğu başka şehirde olacak...
Anneler çocuklarının peşine düşecek. Ama eğer haberi olursa düşecek çocuğunun peşine. Haberi olmazsa ne yapacak? Haberdar olduğu kadarını uzaktan, aralıklarla yanıtlanan mektuplarla, ayda bir edilen telefonlarla, anlamı ağır sessizliklerle, endişeyle izleyecek. Özellikle Anadolu’dan Ankara’ya, İstanbul’a, İzmir’e gelmiş çocukların çoğunun annesinin, çocuğuna yaşatılanlardan haberi olmayacak.
80 Darbesi’nde bilanço olarak; 650 bin kişi göz altına alınacak. 230 bin kişi yargılanacak. 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atılacak, 171 insan, çoluk çocuk demeden idam edilecek…
Öyle günler yaşanacak ki, uluslararası ve büyük bir insan hakları örgütü; sadece bu ülkeye, sadece Türkiye’ye, darbecilerin halka yaptıklarına ve yapılanların halk üzerindeki ağır etkisine yönelik olarak, çok bir özel tanım yapacak. Adına; “Büyük Sosyal Korku” diyecek. Bu halkın ‘Büyük Sosyal Korku’su onlarca yıl sürecek. Büyük korkutulmuşluğu onlarca yıl sürdürülecek.
Bir gazeteci, bir gün, bir haber olsun diye darbeden kaç yıl sonra, “Dur” ve “Yere yat” diye bağıracak bir kalabalığın arasında. İskelede bekleyen yüzlerce insan, kimin komut verdiğine bakmaksızın korkudan taş kesilecek. Taş kesilip olduğu yere çömelip  kalacak.
İşte bu kitap; bu günlerde seksenli yaşlarını süren bir kuşaktaki kadınların, o dönemdeki “annelik halleri”ni anlatmaya uğraşacak.
Yeryüzünde ya da gökyüzünde de olsalar, o cesur tanrıçaları anlatabilmeyi umut edecek.
Çocukları kadar, hayata yönelik umutlarının da peşinden giden, çocuklarını ve yaşamı cesurca savunan, o güzel kadınları anlatmayı umut edecek. Çünkü onların çocuklarının, hiç biri adam öldürmedi bir yeri soymadı bir kadına saldırmadı bir çocuğu incitmedi, insana, insanlığa karşı utanılacak bir şey yapmadı. Yani özetle, bir suça bulaşmadı, buna rağmen hayalleri bir yana hayatları ile ciddi biçimde oynandı, yaşamları ciddi biçimde değişti, değiştirildi.
Bu kitap, o olağanüstü bir dönemi anlatmayı istiyor. Hâlâ sürmekte olan bir olağanüstü dönemin o sıcak o sancılı yıllarını.
Olağanüstü dönemlerin olağanüstü yaşanmışlıkları da çok olur. Ama bu kitap olağanüstü dönemin olağanüstü yaşanmışlıklarını anlatmıyor. Olağanüstü dönemin sıradanlığını anlatmayı amaçlıyor.
Bu olağanüstü dönemin, olağanüstü insanlarından her kim, bu kitapta olmadığı için üzülürse, ne olur beni bağışlasın. İncinmelerinden incinirim. Ayakları taşa değse canım yanar.
Özellikle o dönem, çocuğunun peşine giden kadınlardan, çocuğunun ne olduğundan, ne kadar uğraşırsa uğraşsın haberdar olamayan kadınlardan, bugünün cumartesi annelerinden ise üzülen, ne olur beni bağışlasın.
Aslında bu kitap; en derin en içten duygularımla kendilerine ithaf edilmiştir.
Bu kitap, olağanüstü bir sürecin tüm sıradanlığına ve sadece bir kuşak gencin annesine, bir parça dokunmak üzere yola çıktı. 
İşçi sınıfını, aydınları, öğretmenleri, mühendisleri, avukatları asla unutmadı ama sadece bir kuşağın dar bir bölümünü ele aldı.
Bu kitap kahramanlığı ya da kurbanlığı anlatmıyor. İkisinin arasına olan bir parçaya ait.
Ve bu parçada; herkes için özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi bir hayalin peşinde koşan çocukları değil, hürriyet içinde bahtiyar bir hayat ve güzel dünya oluşturmaya yönelik büyülü şarkılar söyleyen bir gençliği de değil, sadece daha iyi bir hayat isteyen ve onu yalnız kendileri için değil herkes için isteyen öğretmenleri, işçileri, sanatçıları değil, bir büyük düş kuran bir kuşağı da değil, tüm içtenliği ve sıradanlığı ile o kadınları o tanrıçaları o kır çiçeklerini anlatmayı deniyor
Bu kitapta, o asi çocukların şarkısına inanarak eşlik etmeye çalışan annelerini anlatabilmeyi umut ediyorum.
Şimdi yok edilmeye çalışılan dereler gibi siyanürle delik deşik edilen dağlar gibi yok edilmeye çalışılan diller gibi yok edilmeye çalışılan ağaçlar, dallar, çiçekler gibiler.
Onlar çok kıymetli. Bu kitap, onlarla ilgili olarak benden sonrası kuşağa bir küçük yadigâr olsun istedim.
O kadınların ki, şimdi kendimi, onların o dönemki yaşlarında hissediyorum. Hatta onlara kıyamayan ablaları gibiyim neredeyse. Bu nedenle onları, bu kitapta, ilk adları ile andım. “Teyze” demedim.” Ana” demedim “Hanım” demedim. Ama daha çok, “adlarıyla bin yaşasınlar” diye, adlarıyla andım.

Ve Telli Teyze;
Telli Teyze; bu kitabı en çok senin için yazdım ama sen yoksun.
Senin, o soğuklarda, yokluktan olsa gerek, bir teki başka bir teki başka erkek çorabı giyip, koşa koşa geldiğin okul önündeki halin, bugün bile gözümün önünden gitmediği için yazdım.
Pijamanın paçaları ile bu çoraplar arasında üşümekten morarmış çıplak ayak bileklerini unutmadığım için yazdım.
Ama sen yoksun.
Belki varsın ama ben sana ulaşamıyorum.
Ne ayıp değil mi? Bu ayıp daha çok kendim için tabi ki.
Bu denli nasıl kopabildik.
Bütün o çektiklerinizi, korkularınızı ama aynı zamandaki yaşadıklarınız karşısındaki büyük cesaretinizi, umutlarınızı ve bazen birdenbire gelişen gülmelerinizi anlatmak için bu yola koyuldum.
Senin, Ayşe Teyzenin, Nezihe Teyzenin, her gün her gün çocuklarınızın ve kendi çocuklarınızdan ayırmadığınız başka çocukların üzerine gelen azgınlığa karşı, kalkan olma çabalarınızı anlatmak için yazdım.
On beşindeki on yedisindeki çocukların özgürlük hayallerinden ürken, o korkakların sinsiliğine karşı, duruşunuzdaki cesareti ve delikanlılığı yazmak için yola çıktım. 
Çocukları tehlikeye karşı korumak için nelerden vazgeçtiğinize tanık oluşumla yazdım.
Çocukları okul önlerinde, cezaevi önlerinde, emniyet önlerinde, korkuyla, endişeyle bekleyen ama umudun ipini elinden hiç bırakmayan, gülüşlerinizi, kahkahalarınızı engelleyemeyen, o cesaretinizi anlatabilmek için yazdım.
Dönemin kıyıcılığından en çok nasip alan Karadeniz’i, Ege’yi, Diyarbakır’ı, Metris’i, Mamak birlikte yazmak isterdim ama çoğunluka Ankara oldu, çoğunluka Mamak oldu.
Ama bilmelisiniz ki her nerede olursanız olun kalbim sizinle.
İster yeryüzünde ister gökyüzünde olun, sizlere fiyakalı bir selam çakmak için yazdım.
Bugün bile, çocuklarından cesur, çocuklarından umutlu, gayretli ve diri gençliğinize hayranlığımla kaleme aldım.
Babalar daha uzak ve mantıklı durmaya çalışırken, sizlerin,  kainatta yankı bulan, o büyük koronun, çocukarınızın şarkılarını duyduğunuzu ve anlamasanız da katıldığınızı gördüm.
Bu kitabı biraz da Berfo Ana için. Didar Abla için yazdım.
Aslında epey bir geç kaldım. Çoğunuz yaşadıklarımızdan olsa gerek, erkenden yıldızları mesken tuttunuz güzel kadınlar.
Bugün; benzer bir kuşak kadın, yine aynı acılarla çocuklarının peşinde. Çocukları atmacalara, şahinlere teslim etmeme derdinde. Sizlerle birlikte onlara da saygı, sevgi, selam yollamak için yazdım
Annesini kaybetmiş çocuklara "öksüz" denir bu memlekette. Ya çocuğunu yitirmiş annelere ne diyeceğiz? Çocuğu elinden alınmış kadınlara ne diyeceğiz? diye sormak için yazdım.
Ve tüm kaçınmalarıma karşın; o dönemin olağanının, sıradanının bile ne kadar travmatik olduğunu görmezden gelemedim, yazmaktan kaçınamadım.
Kitabı; bir intikam bir hesaplaşma için de yazmadım. Sadece intikam almak derdine düşenlerin, gözlerinin ne kadar karardığını, onları nerelere sürüklediğini gördüğüm için başka bir yol seçtim.
Yaşananları kadın dilinden aktarmak istedim.
Şimdi beyaz saçlarınız, ufak tefek bedenleriniz ile, belki bilmediğiniz bir devrimin, çocuklarınızdan da daha sadık bekçileri olarak, yaşadıklarınızı, yaptıklarınızı dünyanın tüm çocukları bilsin diye yazdım.
Kendimden çok sizin için, umalım ki olmuştur.

Ve…
Ey benim yirmili yaşlarımda, uzaktan aşık olduğum yakışıklı delikanlılar. Bu kitapta olmasanız da, şimdi ben; bir annenin kalp titreyişiyle bakıyorum siyah beyaz fotoğraflarınıza. Biraz da bu annelik için…
Hadi bakalım…

9 Ağustos 2013 Cuma

YAZILMAKTA OLAN BİR ROMAN İÇİN ŞARKILAR

"Sen şimdi başka bir denize bakarken Başka bir rüyaya dalarken Mavi mavi maviye dalar gözlerin Gittin gittin Elimden uçtu ellerin..." Hayal. Güven ve Tunç https://youtu.be/YSattmQ_uPU

4 Ağustos 2013 Pazar

Ciğer yangınlanları ile yazılıyor tarih

Şimdi tüm Akdeniz'de eyyam-ı bahur başladı. Bir de Lavent var tabii ki... Çevremiz, önümüz aramız, sağımız solumuz korkunç bir yangınla sarıldı ya birileri bu yangınla çaresizce mücadele ediyor da birileri de bu mücadele edenleri uzaktan izliyor ya... Aslında onlar da yanıyor... O hiç bir şey yokmuş gibi izleyenler de yanıyor. Ama farkında değiller... Sonuç sadece ekosistem olduğu için değil Yangının yerine, zulüm, şiddet, kötülük, savaş sözcüklerini koyduğumuzda da durum değişmiyor. Birileri zulme uğruyorsa, izleyenler de zulüm altında kalıyor aslında, ama çoğunluğu farkında olmuyor. Büyük zulüm kendine yapılan zulmü bakılıyor, gizliyor. Zulmü yapanların da sığınağı oluyor bu farkında olamama hali. Bunu çok iyi kullanıyor zulüm aygıtı. Bir kısım ise zulme uğrayanların karşıtı yapılmış zaten. Ve olan oluyor... Zulme uğrayanların karşıtı olarak bu süreç, memnuniyetle izlese bile aynı kitle farklı alanlarda ama mutlaka zulüm altında oluyor. Zulme uğrayandan çok daha "zavallı" bir durumda, olanları izliyor. Aymazlık içinde çünkü. Ne kadar nemalansa ya da ezse de karşıt dedikler kadar hayatlarında bir anlam bir bereket bir esenlik olmuyor. Çürüyor çünkü. "öteki" ezik" "fakir" "itibarsız" "değersiz" diye gördüğünün, kendinden çok daha onurlu ve diri olduğunu göremiyor. Zulüm aygıtınca manipüle edilmekten İnsanlığını kaybediyor. Hortlağa dönüşüyor. İki dünyaya da sığmayan bir hortlağa... Bu aymazlığını kuşaktan kuşağa aktardığından da, insanlık bu kadar zavallı duruma düşüyor. Ve sınıfsal tarih de böyle yazılıyor galiba... Tarihimiz böyle oluşuyor. Ciğerlerimiz yana yana... Ey insanlık silkin artık. Öteki beriki yok. Hepsi sensin. *Yazarken kendim için bazen böyle çözümlemelerde bulunurum. Bu yüz kısa notlar benim romanı otutturduğum kavramsal çerçeveyi oluşturur. "Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı'" yı böyle yazdım. Şimdi yazdığımı da böyle yazıyorum.

27 Temmuz 2013 Cumartesi

Kan Sebili Coğrafya

Biliyorum... Bir akşam alacasında Bu kan sebili coğrafyada Hayat Açık unutulmuş bir televizyona boş boş bakışımızdır Ekran toz ve duman Ölüyor Çocuklar ölüyor...

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Güzelim Mezopotamya Ağlamaklı

Önce çocuklara oyuncak götüren çocuklar sonra kahrından Tarık Akan kederinden ben. Evlatlarımızı bize bağışlamıyorsun patron neden? Çocukları sevmiyorsan kimi seviyorsun? Bak şehirler ve anneler yıkılıyor. .... Bak şehirler ve anneler yıkılıyor. Küçük mavi gezegenin solgun. Güzelim Mezopotamya ağlamaklı. Çok yıldızlı oteller boğazlamış doğduğun toprakları. Şehrikadimlerimizde derin pusular. Bir zeytin dalımız var, narin Bir güvercin kanadı, ürkek Bunu bile çok görüyorsun. Güven Tunç

Ay Dilbere

... Sonra... Onlar gitti. Sonra... Ben burada kaldım işte... Niye burada kaldım? Niye onlardan önce, niye onlarla gitmedim? Bunu bir türlü anlamadım... Çok uzun süre, neden burada kaldığımı düşündüm durdum... Bulamadım. Sonra... Sonra... Hayal gücümün sisleri arasından, sen, yavaş yavaş belirmeye başladın... Yavaş yavaş, rüyada gibi belirmeye başladın... Reşo... Reşo... Sen o yaşında, gecenin o karanlığında, yatağından kalkıp, koltuğunun altında bir teyp, yollara düştün... Bir temmuz ayında, göyneğinin üzerine, en son ananın yetmiş yıl önce, yünden eğirip ördüğü, delik deşik olmuş kazağı, ayağına, yün çorabın üzerine de, kıştan kalma potinleri giyinip, çıktın yola... Elinde, belki kırk yıldır kimseye elletmediğin Almanya işi teyp... Bir tek kaset. Gözün gibi koruduğun, o bir tek kaset... Yaya ve kan ter içinde iki saat yol yürüyüp, seherle birlikte bir tepeye vardın... Uzandın yüzüstü... Hasankeyf'in betona gömülmüş haline, Dicle'nin dizginlenmiş, boğulmuş suyuna uzun uzun baktın... Baktın... Baktın... Baktın... Sonra açtın teybi... Aram Dikran'ın sesi kapladı tüm ovayı... Dicle kıyılarına aktı ses... "Ay Dilbere" "Ay Dilbere" Ben, belki de, rahat ve parıltılı bir şehir hayatını bırakıp, seni hayal etmek ve seni yazmak için burada kaldım... *Ben roman yazarken atmosferi algılamak, hissetmek için kendime bir çok öykü yazarım. Bir kısmı romana girmez bir kısmı girer. Bu da başlamak için ilk yazdığım öykü... Hadi bakalım...

3 Kasım 2012 Cumartesi

Bir zamanlar bir radyo programı

Merhaba... Beni duyuyor musun? Ben Mavi... Gökyüzünde dolaşan martı. Mecrasını arayan su. Büyüyen ağaç... Merhaba bir ömür boyu yalnızlığını yüklenip yürüyen insan. Merhaba sabrıyla kendini şaşırtan kadın. Merhaba çocuklar. Merhaba sığındığı her kapıdan kovulmuş kedi yavrusu. Merhaba sevgili. Merhaba anne merhaba dünya merhaba insan kardeşlerim. Hepinize merhaba...

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Kimse terk etmez yurdunu

YURT / HOME kimse terk etmez yurdunu yurdu bir köpekbalığının ağzı olmadıkça kimse dönüp sınıra doğru kaçmaz bütün şehir onlarla birlikte kaçmıyorsa. komşuların senden hızlı kaçtığında kan ter içinde, nefesleri tıkalı birlikte okula gittiğin o genç çocuk hani şu eski fabrikanın arkasında öptüğün kendinden bile büyük bir silah taşıyorsa işte o zaman terk edersin yurdunu başta yurdun izin vermez kalmana. kimse yurdundan kaçmaz, peşinden kovalayan olmadıkça ayaklarının altında ateşler dalağı patlarcasına hiç kimse düşünmez bile bunu yapmayı o keskin bıçak dayanmadan önce boğazına hatta o zaman bile marşını söylersin fısıltıyla da olsa pasaportunu yırtarsın bir havalimanı tuvaletinde ağzına attığın her kâğıt parçası hıçkırıklarına karışır geri dönmeyeceğini ilan ederken. şunu anlamak zorundasın kimse çocuğunu bir kayığa bindirmez su karadan daha güvenli olmadıkça kimse avuçlarını yakmaz trenlerin altında vagonların diplerinde kimse kamyonların kasasında günler geceler geçirmez gazete parçalarını yemez gidilen onca yolun bir anlamı olmadıkça kimse dikenli tellerin altında sürünmez kimse dövülmek istemez acınmak istemez. kimse mülteci kamplarını yeğlemez veya çıplak şekilde aranmayı vücutları acı içindeyken hapishaneyi de yeğlemez kimse ama hapishane daha güvenlidir yanan bir şehirden gece başında dikilen tek bir gardiyan daha iyidir babana benzeyen bir yığın adamdan hiç kimse kaldıramaz bunu hiç kimse yediremez kendine hiç kimsenin derisi o kadar kalın olamaz bütün o laflar defolun gidin siyahlar mülteciler pis göçmenler sığınmacılar ülkemizi yiyip bitirenler ellerini uzatan o zenciler garip kokuyor hepsi vahşiler kendi ülkelerini batırdılar şimdi de gelip bizimkini batıracaklar. nasıl oluyor da bütün o laflara o kötü bakışlara katlanabiliyorlar belki de hiçbir darbe acıtmaz diye kopan bir kol kadar. sözcükler yine yumuşak gelir kulağa on dört adam olmasındansa bacaklarının arasında. hakaretleri daha kolay hazmetmesi molozlara kıyasla veya kemiklere veya parçalanmış o çocuk bedenine. yurduma dönmek istiyorum ben ama yurdum köpekbalığının ağzında bir namlunun ucunda. kimse terk etmez yurdunu o seni sahillere doğru kovalamadıkça yurdun sana demese çabuk ol kaç diye bırak her şeyini ardında çöllerde sürün bata çıka git okyanuslarda boğul kurtul aç kal dilen gururunu unut sadece hayatta kal. kimse terk etmez yurdunu, o yorgun bir ses olmadıkça kulağında sana fısıldayan git diye kaç kurtul benden ne hale geldim ben de bilmiyorum ama biliyorum ki başka neresi olursa olsun daha güvenli buradan. WARSAN SHIRE Çev: Acar Erdoğan

19 Ağustos 2012 Pazar

Neredeler 1

Neredeler... Bizi sesleri ve şarkılarıyla duygulandıran, kedere boğan, ağlatan, coşturan, ayağa kaldıran... Bu güzel insanlar... Yeni roman yeni tema... Neredeler? Yaşayanlar da dahil neredeler? Dolıres Vargas, Aram Dikran, Ümmü Gülsüm, Feyruz, Cesaria Evore, Maria Farantoiri, Dalida, Beatles, Melina Merkoiri, Selda, Meryem Xan, Mercedes Sosa, Amelia Rodriguez, Yasemin Levy, Viktor Jara, Joan Baez, Esma Recepova, Kevser Selimova, Rafaella Carra… Selda, Fairouz, Ümmü Gülsüm, Selda, Dalida, Mercedes Sosa, Aram Dikran, Viktor Jara, Carmen Amaya, Joan Baez, Dario Moreno, Aşilleas Pulos, Dolores Vargas, Meryem Xan, Mariza, Paco de lucia, Estrella Morente, Zehra Bilir, Zadina Şakir, Melina Merkouri,Cesaria Evore, Maria Farantoiri, Yasmin Levi, Amanda lear Bir de romanın giriş sayfası için peşine takıldığım sözlerden biri... "İnsan üç lokma, bir tas su, yedi adım, biraz can biraz da hevestir. Bunların nuru onurdur.” Günlerdir, bu sözleri söyleyen ya da yazan insanın adını arıyorum. Bilen var mı acaba? Kıttik, glistik, gıkkılik... Ardımızdan gelen sözcükler...

11 Şubat 2012 Cumartesi

KENTİN Yaprakları - bir aşk bir hayat bir şehir


Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir-- ekşisözlük

KENTİN YAPRAKLARI


Röportaj

GÜVEN TUNÇ'UN KİTAPLARI ve ONLİNE ESERLER


minik bir katkı da benim kalemimden...











minik bir katkı da benim kalemimden ...












Cesur ve Güzel kadınların kitabı











Bir Ankara Hikayesi

















Umudumun kitabı









Kişisel yayım
2009






Kişisel Yayım
Çocuk Kitabı








Çağdaş Özel Yayım
Çocuk Kitabı











Online yayım
Öyküler










Şehrin Zulası Ankara Kalesi
İletişim
2005








h7
<
http://www.icc.org.tr/uploads/documents/ICC_kitap/CocukHaklariKitabi-ICC.pdf
data-original-height="609" data-original-width="787" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjuG5c1vAw-CFDoG6WI2637_3-0s0ePnUuIz1vB1u_WodzseEYSJ_UJoknK3rUf6436_jVT_lExlFMeimbPrnvihipJQWjgHncFJy5648IfeojBKIBg48y70ZbZOP5bDQEx4vcmGjqjM8ukf1n4kbvg4klIksOxiK60ibVr9lmd1ySp_0bwdPJZO2mWsIA/s320/1000008956.jpg"/>

ŞEMS'İN BAŞI İÇİN




O Şems.
Ta kendisi.
Hoş geldi.
Sefaya değişmeyeceğimiz cefalar getirdi.
Aşık ve aşmış bir adam.
Kalplerimizi açmaya, bizleri daha insan yapmaya gelenlerden.

Şems o.
Cehennemi ateşlere kendini bilerek atan, hayallerini çığlık çığlığa yakarak ışıklara karışan bir deli köz. Ve bu nedenle ışığı hiçbir zaman cılız olmayıp her koşulda göz kamaştıran, büyüleyen ve yine bu nedenle de hep göz önünde olan adamlardan.
Tenin, bedenin ve terin bütün labirentlerinde, dehlizlerinde, uçurumlarında ve mağaralarında gezinip acılarlarından imbik imbik döktüğü yeteneğin, işçiliğin, yaratıcılığın, zevkin ve sabrın, işte o büyük aşkın meraklı ve cesur çırağı.
O göğsünü gagalayarak ve kanatarak ve kanına da kızılcık şerbetiymiş gibi bakarak bir de üstüne üstlük bir tül inceliğinde yüreklerimize dokunarak bizleri aşka çağıran bir divane.
Işığından, yeteneğinden, cesaretinden ve kudretinden ve öfkesinden ve sivri dilinden çekinip korksak ve yabancı bulsak ve hatta uzak, çok uzak dursak da bir şekilde içimize ağıp iç dünyamızı aydınlatan bir Şems o.
Yürek işçisi yani.
Ve Şems aşka ve ateşe bir kez daha dokunuyor.
Başına gelecekleri bile bile dokunuyor.
Birini korumak adına bir kez daha kendini açık ediyor.
Heyhat...

Ve sen.
Şems’in başını isteyen sen.
Bir kadını, bir erkeği severek öpmemiş, öpememiş, elini bir çocuğun başına şefkatle koymamış, kendine acımaktan başka bir duygusu kalmamış insan. O özgürlükten korkan, kaçan, sadece güce ve güçlüye tapan, tek olduğunda cılız çok olduğunda asabi ve saldırgan olan sen. Yalnızken ağlayabilen kalabalıklarda ise kendini kanıtlamak için bir garibanı ağlatana kadar uğraşan, yaşamak istediklerini başkaları yaşadığında sanki suç işlemişler gibi onları yargılayan, hesap sormaya koşan ikiyüzlüleşmiş insan, sen.

Ve bugün bir kez daha iştahla ve zalimlikle Şems’in başını istiyorsun.
"Bu kaçıncı ölümüm hain" der Pir Sultan. Ve sana rağmen ve belki senin için gelir yine.

Ve sen, kendi tüylerini parlatmaktan başka kimseyi iplemeyen aydın görünümlü şahin.
Ne diyeyim; sana dokunmayan yılan bin yaşasın.
Ama dokunacaklar.
Bir kez daha Şems’in başını istiyorlar.
Bir kez daha susuyorsun.
Susuyoruz.

Hani, Yılmaz Odabaşı’nın bir dizesi vardır ya; “Feride” şiirinde geçer, “Herkesin bir Feride’si vardır” diye. Bir kadın olarak bu çok sevdiğim şiirin şairine, o şiirdeki o dizesinde biraz bozulurum. Bir zamanlar, “Herkesin bir Yılmaz’ı vardır” diye bir yazı yazacaktım ve kendimce aşkı savunacaktım, kadın cephesinden aşkı anlatacaktım. Olmadı. Aştan ve anlatmaktan vazgeçtim.

Yazmadım.

Ama yaşananları görünce; herkesin her zamanın her coğrafyanın bir Şems’i varmış ve her zamanda da kıskanıp başını istenler çıkıyormuş gibi bir duyguya kapıldım. İnsanlığın bir dirhem ilerlemediğini aksine giderek öfkeli ve şuursuz bir kitleye dönüştürüldüğü kaygısını taşımaya başladım. Şems'in yanında durmak istedim. Kadını erkeği bir yana bırakıp aşkın yanında durmak istedim. Bu yazıyı erteleyemedim. Keşke birileri Şems'in tırnağı olabilse aşkta diye düşündüm. Ve onun şövalyeliğine bir kez daha tutuldum.

Bu günlerde Şems’i çok okuyorum ondandır belki onun için aşk için bu kadar endişelenmem. Ve bağırmak geliyor içimden sık sık. “Şems’i rahat bırakın. Hiç mi işiniz gücünüz yok sizin”

Şems’e dokunmayın sakın. Ona dokunursanız aşka dokunmuş olursunuz. Aşk olmadan bu dünya dönmez. Bereket olmaz. Kurur suyu toprağı.

Bana mı düşmeliydi bunları düşünmek? "Bana mı düşmeli bunları yazmak" diye düşünmüyorum artık. Evet bana düşüyor. Kesinlikle bana. Ev kadınından hallice bir yaşamda, yazmaya çalışan bana düşüyor. Diğerleri fazla meşgul. Neyle meşgul olduklarını bize pek hissettiremeseler de fazla meşguller.

Oy siz Şems’e hayran olun.

Sakın ola ki Şems’e dokunmayın. Beğenmiyorsanız daha iyisini yapın daha iyisini yazın. Daha iyisi olmasa da olur, herhangi bir işle aşkla uğraşın yeter. Aşkla.
Kalbinize ve vicdanınıza bir kez olsun bakın.
Vicdanınız rahatsızsa çocuklara iyi davranın.
Birini çok özlüyorsanız şiirler okuyun, şarkılar söyleyin, bağırın, gidin söyleyin.
İçiniz sıkılıyorsa yıldızlara bakın.
Bunalıyorsanız ister evinizi ister arabanızı ister çekmecelerinizi temizleyin.
Çok daha bunalıyorsanız gözyaşlarınıza güvenin, iyi ruh temizleyicileridir. Mektup yazın, çıkın dolaşın, doktora gidin.
Bir tek başkalarıyla uğraşmayın.
Başkalarıyla uğraşmak İnsanı uyutmaz, rahat bırakmaz, soluk aldırmaz, huzur bırakmaz.
Bir de Şems’e dokunmayın.
Daha doğrusu kimseye dokunmayın.
Ve Şems'in başı için Murathan Mungan’ı da rahat bırakın.

10 Şubat 2012 Cuma

ANKARA GARI VE TRENLERİ ÜZERİNE BİR HERCAİ DERLEME

Önce Nazım Hikmet’in dizeleriyle bir merhaba diyelim Ankara Garı’na. ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’ kitabından dizelerle olsun merhabamız. Hani şu; Hatice Pirâye Pirâyende’ye, “dünyanın en güzel kadınına” ithaf ettiği ve “939’da İstanbul’da tevkifanede başladığı bu kitaptan gerçek, acı ama aynı zamanda da umudu görmemezlikten gelmeyen dizelerle…


“Haydarpaşa’dan 15;45’de kalkan katar
girdi sessizce Ankara Garı’na
Saat sekizi çeyrek geçiyordu
(beş dakika rotar).

Ankara Garı’na bahar:
İstasyon polisinde artan gizli bir telaşla,
üçüncü mevki bekleme salonunda köylü yapı işçileriyle
ve büfesinde göbekli bir marula benzeyen İstanbul hasretiyle gelir.
Ankara Garı temizdir, rahattır ve bilhassa yenidir.
Fakat mermerlerin aydınlığına rağmen
anlatılması öyle zor (yahut öyle kolay) bir şey vardır ki rüzgarında
bağrışılmaz, koşuşulmaz, yüksek sesle gülüşülmez Ankara Garı’nda.
O kadar ki
Kalkacak tirenlerini ses-büyütenlerle haykırdığı zaman
Boş bulunursa insan
Şaşırır, başka bir dünyadan sesleniyorlarmış gibi.

Mahkûmlar indi tirenden.
bavulları ve jandarmalarıyla.
Kelepçeleri vurulmuştu yine.
Yürüdüler ilgi uyandırmadan,
(yahut uyanan ilgiler belirtilmedi)
Yalnız, bir kadın bir kadına:
‘ – bunlar Alman casusu,’ dedi.
(sarışındı Süleyman)

Mahkûmlar yola koyuldular jandarma merkezine doğru
(aktarma tirenlerini orda bekleyecekler)
Bir köylü hamal taşıyordu bavullarını.

Issızdı caddeler:
belki erken
belki geç
belki ölü bir saat,
belki duvarların arkasına çekilmiş hayat.
Yığın yığın
kat kat
mermer
beton
ve asfalt.

……………
……………
………………


‘ – Süleyman,’ dedi mahkûm Halil,
‘şehirle bozkırın kavgasına bak.’
‘- Görüyorum,
Henüz ayakta olsa da bozkır yeniliyor.’
Durdu tesviyeci mahkûm Fuat,
okşadı ince bıyıklarını kelepçenin demiriyle,
bir tezgâha bakar gibi şehre baktı:
‘- Ben beğendim Ankara şehrini kardaşlar,’ dedi,
‘aklım ermez ama yapı işine
belli ki ter dökmüş bizim işçi milleti
temiz iş çıkarmışlar.”


Nazım’ın bu şiirde anlattığı Ankara Garı, o dönem yeni yapılmış hatta yeni bitmiş bir yapı. Ondan öncesi, küçük bir ‘Direksiyon Binası’ küçük birkaç ofis o kadar.

Nazım’ın gördüğü bina; Mustafa Kemal’in isteğiyle, daha otuzunda bile olmayan mimar Şekip Sabri Akalın tarafından tasarlanan ve yapımı 1935’de başlayıp 1937’ye kadar süren binalar topluluğunun Ankara Garı diye isimlendirdiğimiz, ‘Ankara Ana İstasyonu’ binası.

Mustafa Kemal’in Ankara’ya gelişinde, bugün Meteoroloji Genel Müdürlüğü olarak kullanılan ancak 1919’larda ‘Ziraat Mektebi’nde kalışı ancak binanın, o zamanki şehirden çok uzak ve çevresinin özellikle geceleri korunamaz oluşuyla, 15 Ekim 1920’de Ankara İstasyon’undaki “Direksiyon Binası’na taşınması.

Ziraat Mektebi’nde bir çok insanla kolektif bir hayat yaşanırken Mustafa Kemal’in bu küçük binaya yalnız gelişi, gündelik yaşamı sürdürmede bir yardımcıya ihtiyaç duyuşu. Belki o dönem soyadı kullanılmadığından belki garip bir yakınlık hissettiğimizden olsa gerek, onu hep ön adıyla anmayı, “Fikriye” demeyi pek sevdiğimiz genç hanımın yardım için çağrılışı. Fikriye’nin İnebolu üzerinden Ankara’ya gelişi. Mustafa Kemal’in yazılarını yazışı, çalışmaktan uyumaya zamanı olmayan paşasının kahvelerini yapışı, o küçük ve çok hareketli binada paşasını rahat ettirecek bir düzen kuruşu. Ve belki de kısa ömrünün en güzel günlerini burada geçirişi…

O küçük istasyon binasının da kurtuluş savaşının sevk ve idaresindeki büyük rolü, Mustafa Kemal’in hem konutu olup hem de başkomutanlık karargâhı oluşu. 23 Nisan 1920 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin oluşturulması ile bu günün ‘Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’ olarak kutlanması kararının alınışı, bir çok antlaşma metninin bu küçük, taş binada tasarlanışı, hazırlanışı.


Ankara’ya bu küçük taş bina da dâhil istasyon yapılmasının, demiryolunun Ankara’dan geçmesinin de bir hikâyesi, bir geçmişi olması...

İşte Ankara İstasyonu’nun da; İzmit’e kadar gelmiş olan demiryolunun, Anadolu’ya geçişte bir durağı olan Ankara’ya bağlanması, 1892 yılında 485 kilometrelik hattın tamamlanması sürecinde oluşturulması

Ankara’nın dört tarafına koyun ya da dana ciğeri asıp en geç çürüyen çiğerin olduğu yere, bugünkü Abidinpaşa semtine, havası latif diye konağını yaptırdığı rivayet edilen o dönemin ünlü Ankara valisi Abidin Paşa’nın, trenin Ankara’ya ulaşmasını istasyonda büyük ve kalabalık bir törenle karşılaması. Açılışta demiryolu inşaatında çalışan işçiler için değil ama yabancı mimar ve mühendisler için Macaristan’dan orkestra getirilmesi…

Bağdat Demiryolu için bir anlamı olmasa da, zamanı gelince bu küçük istasyonun, bu küçük taş binanın kurtuluş savaşının komuta edilmesinde, çok sınırlı bir güzergaha sahip demiryollarının ise gerek cepheye asker, silah, erzak sevk etmekte gerek gazilerin taşınmasında yani bir bağımsızlık savaşının kotarılmasında çok önemli bir rol oynaması…

Ve 1921 yılı ortalarında Çankaya’da bir bağ evine geçinceye kadar Mustafa Kemal’in işte bu mütevazı istasyonda, Direksiyon Binasında kalması…

1926 yılında ise Gazi Paşa Çiftlik Tren İstasyonunun Ahmet Burhanettin Tamcı tarafından tasarlanmasıyla inşa edilmesi. Bu istasyonun açılış törenine de katılan Mustafa Kemal’in yurt gezilerinden Ankara’ya dönüşlerinde o istasyonda inmesi ve oradan otomobille Çankaya’ya çıkması. İlk resmi Konuk olan Afgan Kralı’nın Gazi İstasyonunda karşılanması daha doğrusu birçok konuğunu da o istasyondan karşılanması ve yolculanması…

Bugün ise müflis iş adamları gibi eski defterleri karıştıra karıştıra bir hal olunmasının özelleştirme furyası ile AOÇ gibi bir arazinin parça parça dağıtılabilmesinin, Gazi Çiftliği İstasyon Binasının 2000 yılından itibaren lokantaya kiraya verilebilmesinin bağımsızlığımız kadar önümüzdeki yıllarda doğal ve kültürel hiçbir şey bulamayacak çocuklarımızla torunlarımıza da haksızlık olması.

Yeniden konumuza dönersek; Ankara’ya yeni bir gar tasarlayan genç mimar Şekip Akalın; bugün ‘Atatürk Konutu’ (Direksiyon Binası) ve ‘Sanat Galerisi’ adlarıyla yeniden işlevlendirilip isimlendirilerek kullanılan eski istasyon binalarını da koruyarak, Gar Gazinosu ve lokantası ile birlikte bir büyük kompleksi Ankaralılara hediye etmesi.

O dönemler Ankara Palas’daki eğlenceleri resmi bulanlar için Gar Gazinosu’nun iyi bir seçenek olması.

Yahya Kemal Beyatlı’nın; Ankara’nın İstanbul’a dönüşünü bu denli sevmesine karşın millet vekilliğinden vazgeçememesi. Yataklı trenlerle gidiş gelişi. Gar Gazinosu’ndaki masası sohbetleri…

Dario Moreno’nun da, Safiye Ayla’lar, Zeki Müren’ler gibi Gar Gazinosu’nda sahne alışı ama onun daha tanınmamış zamanlarının oluşu.

Ve sıranın anılara gelmesi;


Nimet Berkok Toygar ile Kamil Toygar tarafından “Ankara Mutfak Kültürü ve Yemekleri” adıyla derlenmiş kitapta, Süleyman Kazmaz’dan Bir Gar Gazinosu anısı; tarih 1947’ler gibi

‘Gar Gazinosu’nda sık sık tekrarlanan bir yöntem vardı. Kadehlerdeki içkiler sona yaklaşınca garson gelir,
- Sıcaklara başlayalım mı? Diye sorar; ardından bizim yemekler, etler, kızartmalar ya da kebaplar gelir; musiki, dans, gösteri ve pembe yolculuk. Zaman akıp gider…
Bir akşam yemek getiren garson gülerek bana baktı ve selam verdi. Sanat Okulu’ndayken öğrencim olduğunu söyledi. Hal hatır sorduktan sonra tatlı sert konuşmaktan kendimi alamadım.
- Niçin sanata devam etmedin?
Cevap yaygın bir olayla ilgili; para meselesi; burada daha çok kazanıyor; eline 200 lira geçiyor; meslekte bu kadar kazanamazmış. 1950 öncesi için hatırı sayılır bir para. O tarihlerde benim aylığım daha azdı. Bunu bilen öğrencim uyarıda bulunmak ihtiyacı duydu:
- Hoca sakın heveslenme; garsonluk zor iştir, sen yapamazsın.
Gülüştük; o işine döndü ben de pembe yolculuğa devam ettim’

Altan Öymen’den “Bir Dönem Bir Çocuk” adlı, (1930’larda 40’larda olup bitenlerin hikayesi olan) “anılı kitap” ından, Ankara İstanbul arası bir tren anısı.

‘ Ulus’taki ahşap evdeki günlerimizden ilk anılarım arasında bir de İstanbul yolculuğu var. Bir yaz sanırım 15-20 günlüğüne İstanbul’a gidip geldik. Trenle… Hatta o sözcüğü de galiba o zaman öğrendim ‘Ekspres’ trenle…
Zaten Ankara’dan İstanbul’a trenden başka bir şeyle gidilmezdi…………..Ankara’dan İstanbul’a doğrudan doğruya yapılan otobüs seferi yoktu.
Ankara’ya temelli taşınırken de trenle gelmişiz ama onu hiç hatırlamıyorum. O yazki gidişimizi ise hiç unutmuyorum. Çünkü gözüme kurum kaçmıştı. Kolay kolay da çıkmamıştı.
…………….
Ankara’dan İstanbul’a, İstanbul’dan Ankara’ya giden ekspres tren akşamları kalkardı. Adı “ekspres”ti ama, acele etmeden giderdi. Birçok istasyona uğrardı. Gece yarısı Eskişehir’de 15-20 dakika dururdu. Trenden inilir, simit yenir salep içilirdi.
Sabahın çok erken bir saatinde İzmit’e varılırdı. İzmit’ten sonra deniz görülürdü. İstanbul’a yaklaştıkça lokomotiften çıkan düdük sesleri, hedefe varmanın “zafer”ini ilan eder gibi sıklaşır ve tizleşirdi… Tren hattının kenarındaki apartmanlardan, düdük seslerini işitip balkonlarına çıkanlar olurdu. Bazıları sabah kıyafetleriyle… Trenden onlara onlardan trene el sallayanlar olurdu’

Yazarının daha çok, kız kardeşleri olan Rezzan Kellecioğlu- Bilgü Taşlıca’nın anılarını derleyerek onlara da kalem olan Prof. Dr. Siber Göksel olduğunu sandığım ‘Üç Kızkardeşin Eski Ankara Anıları SANDVİÇ NESİL’ adlı kitapta da bu ekspres trenlere özel vurgu yapılması

‘Ankara Ekspresi üzerinde mutlaka durmak gerekir. Kendi başımıza yolculuk yapacak hale geldiğimizde ve sonraları yıllarca hep ‘Yataklı Ankara Ekspresi’ ile seyahat ettik. O zamanın treni ‘Vagon lee cook’ çok güzeldi. Kompartımanlar maun rengi kaplamaydı, bir tarafta manzara tablosu bir tarafta ayna yerleştirilmişti. Bazen iki kompartıman arasında kapı olur, kalabalık aileler için o kapı istendiğinde açılırdı. Perdeler şık, bordo renkli kadifeydi. Kompartımanda iki yatak açılır, en üstteki üçüncü yatağın açılabilmesi de mümkündü. Kanepenin üzerine değil yatağa yatılırdı. O zamanlar yastıklar mutlaka kuştüyüydü. ….Sık yolculuk yapanlara meyve tabağı ikram edilirdi. O zamanlar kompartımanda buzdolabı yoktu. Tren çok rahattı ama hep rötarlıydı. ‘

Ankara Ekspresi dönemin insanlarında çok etkili olmalı ki, 1970’te Mahmut Esat Bozkurt’un bir eserinden aynı isimde bir film çekilmesi. Başrollerinde Ediz Hun, Filiz Akın ve Kadir İnanır’ın oynadığı bir casusluk filmi olması. Filmin 1971’de Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde en iyi film ödülünü alması. Filiz Akın en iyi kadın oyuncu ödülünü alması

Anılara devam edersek;

Adalet Ağaoğlu’nun –Denemeler, Değiniler, Söyleşiler- i içeren “Karşılaşmalar” adlı kitabından da bir, ‘Tren Yazısı’

‘Uzun zamandır Ankara’ya trenle gitmemiştim. Bu sefer, ansızın çok özlediğim bozkırdoğası içinden, kışın soluk akşamüstü ışığında geçmek, bu arada TCDD ‘nin Fatih Ekspres’ini de denemek üzere, gündüz trenini seçtim.’

Yazarın romanlarından kahramanlarının Kısmet ve Kardelen ile karşılaşma ve bugün nerede ve ne yapıyor oldukları üzerine düşünmesi ile tren yolculuğu devam etmesi…

‘Fatih Ekspresi’nde hizmet verenlerden biri, bildiğimiz yer süpürgesiyle vagonun bol toz içmiş lacivert taban halısını sakin sakin süpürüp duruyor. Havada uçuşan toz bulutundan yolcuların, kucaklarındaki yavruların büyük oranda pay aldıkları gözle de görülebiliyor. Beride iki hanım yolcu, ayakta durmuş, oturmakta olan başka iki hanım yolcuyla yüksek sesli bir sabah sohbetindeler. Sağda, solda, geride üç ayrı makamdan çocuk çığlıkları… Bebeklerin bir derdi olmalı, ama kimse ilgilenmediğine göre, herhalde yok; ben yanılıyorum.

Vagonumuzda bol kirli hava, bol gürültü vardı. TCDD’deki gizli işsizimiz, elde süpürge-faraş, yeri yeniden süpürmeye başlamıştı. Kimsenin, hiçbir şeye ses çıkarma özgürlüğü apaçık. Ben de, birkaç başka kişi gibi, bize kalan özgürlüğü kullandım; kendimi yemekli vagona attım. Orada, roman kişileri yerine gerçek hayattaki dostlarımla karşılaştım. Aradan geçen zamanın o kadar sarsıcılığına karşın, dostlarım neşeli sorgulayışlarından bir şey kaybetmemişlerdi. Belki asıl Kardelen onlardı.’

Ankara’da 1940’ların Hacettepe’sini ve civarını, yürekten gelen sesini satırlarında işiterek okuduğum, A. Erkan Fişenk’in ‘Bir Sokağın Hikâyeleri’ adlı kitabında, Hamamönü’den
Tandoğan’a demiryolundan yaya gitmenin nasıl bir şey olduğunu anlatması…

‘Bahçede babamın pantolonunu ütüleyen annem;
- Koş,dedi. Hemen ağabeyini çağır. Çabuk buraya gelsin. Bir iki dakika sonra ağabeyimle birlikte annemin yanında idik. Annem babamın pantolonunu ütülerken, pantolonun ceplerini boşaltmış bu sırada yere düşen bir yığın renkli kupon dikkatini çekmişti. Bunların ne olduğunu en iyi ağabeyim bilirdi.
- Bunlar Fişek fabrikasının Tandoğan’daki Tüketim Kooperatifinin fişleri dedi ağabeyim. Kocaman bir bakkal düşün anne. Orada para değil bu fişler geçiyor.
……………………………..
…………………………………
…………………………..

Ertesi gün evde bulabildiğimiz ne kadar tencere, file ve torba varsa yanımıza aldık. Hiç paramız olmadığı için Tandoğan’a demir yolundan yürüyerek gidecek ve yine demir yolundan yürüyerek dönecektik. En kestirme yol bu idi.
………………………
……………………..

Fişlerin hepsini kullandık. Taşıyabileceğimizin iki katı pirinç, un, şeker, makarna, yağ ve peynir almıştık. Çok güçlü olan ağabeyim bütün torba ve fileleri boynuna ve sırtına bağladı. Ellerinde peynir tenceresi ve makarnalar vardı. İçinde Vita yağı olan fileye oturtulmuş en büyük tencereyi de bana verdi. Bir saatte geldiğimiz Tandoğan’dan eve ancak iki saatte, her yüz adımda bir mola vererek döndük..’

Bir zamanlar Ankaralıların pek rağbet ettikleri Gençlik Parkı’ndaki çocuklar için tasarlanmış olan küçük trenin Eskişehir Cer Atölyesinde yapılmış olması.

Kayaş ile Sincan arasındaki banliyö treni. Bir zamanlar Sıhhiye’den binildiğinde, bu şehrin, sakinlerine doğuya yönünde Kayaş’a, batı yönünde ise Atatürk Orman Çiftliği’ne pikniğe gidebilme olanağı sunabilmesi…

Banliyö treninin iki ay önce durdurulması. Daha iyi bir hizmet için durdurulmuş olduğunun söylenmesi. Buna çok inanılmaması.

Hızlı trenlerin gelmesi. Hızlı tren seferlerinin yeterli deneme yapılmadan başlatılması sonucu kaza olması. Ve herşey gibi çabuk unutulması.


Hızlı trenlerle Eskişehir ve Konya’nın Ankara’ya kapı komşusu yapılması. Bu işin Ankaralı gezginlerin hoşuna gitmesi.


Babaları demiryolu çalışanı olan iki gencin hızlı trende tanışıp hızlı trende evlenmesi.

Hızlı trenin doğuya sefer yapabilmesi için alt yapı çalışmalarına hızla başlanması.

Hızlı trenler için yeni gar gerekecek mantığıyla Ankara Garı’nın zarar göreceği endişesi...

Ankara garı'nın uyanık bir müteşebbis tarafından otele ve lokantaya dönüşmesi endişesi...

Hatta öngörüsü...

Mimarlar Odasının mücadelesi.

Bu yazının veda zamanının, Edip Cansever’den, ‘Mendilimde Kan Sesleri’nden birkaç dize ile gelmesi;

‘Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler’


DEV KİTAP YOLA ÇIKIYOR


·













Umudun Büyük Kitabı Yola Çıkıyor















ÇOCUKLARIMIZDAN ÖĞRENİYORUZ
HAKLARIMIZ

İÇİNDEKİLER
HAKLARIMIZ;https://hakukabenimhaklarim.blogspot.com.tr/p/our-rights-as-children.html
1.BİZ ÇOCUKLARIN HAKLARI
Çocuk Haklarına Dair Sözleşme
2.TÜM İNSANLARIN HAKLARI
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi
3.ANNELERİN, TEYZELERİN, NİNELERİN, ABLALARIN - TÜM KADINLARIN VE KIZ ÇOCUKLARININ HAKLARI
Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan kaldırılması Uluslararası Sözleşmesi
4.ENGELLİ HAKLARI BİLDİRGESİ
5.NİNELERİN DEDELERİN HAKLARI
Birleşmiş Milletler Tarafından hazırlanan yaşlı İlkeleri
6.YAYA HAKLARI BİLDİRGESİ
7.AVRUPA KENTLİ HAKLARI BİLDİRGESİ
8.HAYVAN HAKLARI BİLDİRGESİ
9.BİR KIZILDERİLİ AMCANIN MEKTUBU
( Çevre bildirge ve anlaşmaları yerine kullanılmıştır

çocuklar için değilse kimin için
Perşembe, Temmuz 28, 2011

https://hakukabenimhaklarim.blogspot.com.tr/p/benim-haklarim-madde-1-ben-cocugum.html
https://hakukabenimhaklarim.blogspot.com.tr/p/diritti-dei-bambini-spiegati-ai-bambin.html
https://hakukabenimhaklarim.blogspot.com.tr/p/los-derechos-de-nosotros-los-ninos.htmlhttps://hakukabenimhaklarim.blogspot.com.tr/p/our-rights-as-children.html