3 Eylül 2013 Salı

"SEN ÇOK YAŞA BABAANNE"


Önsöz


Hani; Bora Ayanoğlu’nun; hem yazıp hem bestelediği bir şarkısı vardır ya,
güzelim bestecinin, o güzelim İstanbul şehrinde, bir zamanlar her gün önünden geçtiği, o güzelim Cibali Tütün Fabrikası’nın, o güzelim işçi kadınlardan aldığı ilhamla yazdığı o güzelim şarkısı,
70’li yılların başında, Alpay tarafından yorumlanarak dilimize yerleşen ve bazılarımızın hâlâ dilinde olan şarkısı vardır ya;
işte o;
“Fabrikada tütün sarar,
Sanki kendi içer gibi
Sararken de hayal kurar
Bütün insanlar gibi
Bir evi olsun ister
Bir de içmeyen kocası
Tanrı ne verirse geçinir gider
Yeter ki mutlu olsun yuvası”

Bu kitap için, çocukları için, bu coğrafyanın hiç bitmeyen sancılı zamanlarının önemli bir dilimi için konuşan, bu güzel ve cesur kadınların öykülerinin aktarıldığı bu yazım süreci içinde bana hep bu şarkı eşlik etti…
Aslında onlar, bu şarkıdaki gibi, 1970’lerin değil, on beş, yirmi yıl öncesinin, 1950’lerin, telaşlı, heyecanlı genç kızlarıydılar.
Şimdi, yaş olarak, yetmişlerinin sonlarıyla, seksenlerinin başlarını süren bu güzel kadınların bir kısmı; 1929 doğumlu, bir kısmı 30’lu, 32’li, bir kısmı 34’lü ya da 36’lıydı. Doğumları; İsa’nın doğumuna gore belirlenmiş dünya zamanının, yine sancılı bir dönemine denk geliyordu. İkinci Dünya Savaşı.
Biz bugün öyle algılamasak, onları hep bugünkü gibi kır saçlı, hafif unutkan, çift gözlüklü halleriyle yaşamış sansak da; onlar da, bir zamanların minicik minicik bebekleriydiler.
Sonra çocuk oldular, genç oldular, masum oyunlar oynadılar, hisli hayaller kurdular, kimbilir kimler için gecelerce uykusuz kaldılar, gizli saklı nameler yazdılar. Kına gecelerinin, nişanların, düğünlerin kâh neşeli kâh hayalbaz korosunu oluşturdular.
Bir dönemlerin; elleriye bir hayatı yaratan genç kadınlarıydılar, zamanla kendine güvenli genç annelere dönüştüler.
En sonunda da, işte bu vakitler; ananelere, babannelere dönüştüler.
Hayat bu kadar da kalın çizgilerle akıp gitmedi tabi ki. Esas sırlarını ince çizgilerinde saklanarak yaşadılar. Umuduyla, sevinciyle, sıkıntılı dönemleriyle; bu hayatın, hayat mücadelesinin hep içinde oldular. Sanal dünyaya denk gelmeyen belki de son kuşaktılar.
Tarih; 1930’lu yılların sonuna doğru geldiğinde, onların çoğu; sekiz, on, on iki civarı yaşlarına kavuşmuştu çoktan. İkinci Dünya Savaşı’nı – ve savaşa girmemenin bedelini yoklukla ödemiş bir ülkeyi –gören, zorluklarını yaşayan, ve her koşulda hep uslu olması, hep sessiz olması beklenen küçücük kız çocuklarıydılar.
40’lı yılların başlarıyla, ortalarına gelindiğinde;
Yokluğun, kıtlığın, bitlenmenin, karneyle dağıtılan ekmeğin, şekerin, gazın, çilenin yılları başlamıştı bu sefer de.
Ve bu zor yılların, aileler için; yaşamaları, erkek evlatlar kadar önemi olmayan, sıradan ve belki de ‘fazladan’ ama ağzına kadar hayat dolu olan küçük tanıklarıydılar.
40’ların sonuydu ve onlar, dünya savaşının bitiminde, bu kez de, Anadolu’da; kırdan kente olan büyük göç edişin, belki de ettirilişin derin kıyısındaydılar. Çoğu köyde, kimi kasabada kimi şehirdeydi. Kimi fakültede öğrenci kimi fabrikada işçi kimi biçki dikiş kursunda rüya içinde bir terzi kimi daktilo kursunda hayal içinde bir romantik kimi tarlada rençper kimi mutfakta annesinin yanında sabırsız bir çıraktı. İlk gençlikleri böyle geçti çoğunun.
Hepsi ama hepsi, kır çiçekleri kadar cesur, güzel ve azimliydi.  
Sonra yıl, 50’lere geldi dayandı;
Onların çoğu, daha yirmilerinde bile yoktu. Hülyalarını kucaklamış, umut dolu genç kızlıkları, nişanlılıkları ve yeni evlilikleri ile bu yılları, belki büyük hayal kırıklıkları belki büyük umutlarla geçirdiler.
Evliliklerin; mutlu mutsuz diye ayrılmadığı yıllardı. Zaten toplum da onlardan öylesini kabullenmelerini bekliyordu.
İleriki yıllarda can havliyle peşlerinden gidecekleri çocukları, çoğunlukla bu yılların ortalarından sonra doğacaktı. Ya da, bir sonraki on yılın başında.
Belki hayatın en derin anlamını anneliklerinde bulan kadınlardandılar.
Ve sonra 60’lar geldi;
Sanki bu dünyanın gördüğü en umutlu yıllar.
İkinci Dünya Savaşı’nın, Nazizmin vahşeti bitmiş. İnsanlar; acıları bir yana, “Bir daha böyle bir vahşet yaşanmaz’ın” saf ve mutlak inancıyla rahat bir nefes almış, bir büyük cehennemden kurtulmanın hırsıyla hayata tutunmaya çalışmakta. Dünya çapında büyük, kitlesel bir umut var ve o büyük umudun çocukları; 68 Kuşağı.
68’liler; o büyük savaşın; acımasız, kör, sağır kötülüğünü doğrudan yaşamamış, büyüklerinden dinlemiş, kitaplardan okumuş olan kuşak. Firuzan’ın kitabının başlığıyla, bizdeki ‘47’liler’
O gençler, 68’lier; belki bu kitaptaki anneannelerin, babaannelerin kardeşleri, yeğenleri. Komşu çocukları belki. Köylüleri. Belki hiçbir şeyleri. Ama çoğunlukla bir şekilde bildikleri, tanıdıkları, ve yabancı saymadıkları.
İşte bu yeni kuşağın, dünya çapındaki böylesi bir vahşet karşısında sessiz kalan kitlelere yönelik bir tepkisi var. İnsanlığın böyle davranabilmesine inanamıyorlar.
Böylesi büyük bir savaşın engellenememesini, bir savaşın bu denli kitlesel bir yıkım yapabilmesini akılları almıyor. Ne de olsa gençler…
Savaş zamanı, savaşan ülkelerden olmadığı halde, devlet tarafından savaşa karşı olan insanların; takip edilmesine, zindanlarda tutulmasına, üniversitelerden atılmasına çok öfkeliler.
Vietnam’da, savaş adı altında, bir halkın bir coğrafyanın bir kültürün talan edilmesine engel olmak istiyorlar.
Hiroşima’yı unutmuyorlar.
Filistin’in kadim halkına yapılanlara isyan ediyorlar.
Dünyada da aynı tepki aynı haykırış yankılanıyor; “Savaşa Hayır” “No War” “Lâ li’l-Harbi”
Ve nihayet, bu yıkımların müsebbibi olan büyük büyük ”medeni milletler” gençlerin haykırışından da çekinerek belki, belki de ulusüstü şirketlerin gördüğü zarar bir daha olmasın diye, bir parça özgürlük bir parça sosyal refah için zinciri azıcık gevşetmeş için devreye giriyor.
İşte o minik refah seviyesi bile öyle büyük bir umut oluyor ki geniş kesimlere, sonuçları inanılmaz oluyor. İşte bu küçücük özgürlük penceresi bir kez daha büyük büyük ütopyaları uyandırıyor yeniden…İnsanlık umudu bir kez daha yeşeriyor.
Bu kitaptaki ananelerle babaannelerin hepsi  işte o zamanların gencecik anneleri. 
Çocuk;  hayatın tazelenen yönü, köylerden, kasabalardan ya da küçük şehirlerden büyük şehirlere göçülmüş, kocaları işlerini bulmuş ya da kurmuş, evler dizilmiş, aileler oturmuş. Kocalar çalışıyor, çocuklar okuyor. Hayat müşterek; kendileri de mutfakta iktisatlı davranarak, el işleri yaparak, çalışarak bir şekilde aile bütçelerine katkıda bulunuyorlar.  Hayata inanıyorlar. Yarından umutlular. En azından çocukları için umutlular. Aslında en çok çocuklarından umutlular. Çok.
Ve yıllar artık daha çabuk geçmeye başlıyor;
70’lerin, nasıl hemen geldiğini anlayamıyorlar. Koşturma çok. “Hayat gailesi” diye önemli bir şey var o zamanlar. Şimdiki gibi, tüm aile bireylerine ayrı ayrı cep telefonu, ayrı ayrı bilgisayar gerekmiyor. Şimdiki gibi sosyal medyada beğeni oranı insanların başını döndürmüyor. O dönemler en önemli şey geçim. Başkasına muhtaç olmama. O zamanlar; önce karın doyrulacak, kiradaysan kira ödenecek, odun kömür, kışlık erzak, çocuklara palto, önlük, ayakkabı alınacak. Herkeste aynı gaile, geçim. Herkeste aynı eğlence, komşuluk, yazlık sinemalar, ajansı kaçırmama ve “radyo tiyatrosu” “Arkası yarın”. Herkeste aynı umut. Bu çocuklar büyüyecek.
Bu çocuklar okuyacak. Okuyacak çocuklar. Eskisi gibi değil artık, kızlar da okuyacak. Okullar bitirilecek. Kocalar emekli olacak, o emekli ikramiyelerine şöyle doğru dürüst bir ev alınacak, kiradan kurtulunacak. Çocukların elle tutulur meslekleri olacak. Garantili işleri olacak. Sonra da; gelsin kız istemeler, kız vermeler, nişanlar, düğünler, doğumlar, torunlar, tosunlar.  Yaşasın hayat…
Ama bırakmıyorlar. Önce 68 kuşağı saldırıya uğruyor. Daha, 70’lerin başında, üç gence, Deniz’lere kıyılıyor. Onlar, o gençleri pek tanımasalar da, gençlerin bir insana kıymadıklarını, bir suç işlemediklerini biliyorlar. Suçu olmayan bu gençler neden asılır ki?… Neden? Yürekleri yanıyor. İdam sabahı, Anadolu’daki milyonlarca evde olduğu gibi onların evinde de herkesin gözü, sessizce ve kederlice yaşlı. Şimdi o gençlere karşı büyük bir suç işlendi. Ve sanki o büyük suçu herkes, birlikte işledi. Vicdanları susmuyor, bağışlayamıyorlar, unutamıyorlar. Çocukları da unutmuyor. Deniz’leri en çok, neneler, anneler ve çocuklar unutmuyor.
Ve aslında çok önceden başlatılmış uluslararası boyutta, aç gözlü ve kanlı bir süreç, yeni yeni, onların da olduğu bölgeye doğru sinsice yaklaşıyor. O zamanlar kimsenin göremediği anlayamadığı bir saldırı hazırlığı var ve bu hazırlık tüm halklara yönelik. Dünya için bir yeni düzen tanımlıyor birileri. Yeni bir dünya düzeni çiziliyor. Planlanıyor. Sakince uygulamaya geçiliyor. 
Bu yeni düzenin daha kimse farkında değil. Bizimkiler hiç değil. Onlar genç bir kadından olgun bir anneye evrilirken, çocuklarına güvendikleri gibi hayata da güveniyorlar.
Çocuklar büyüyor. Çocuklar okuyor. Günümüze aykırı olarak, bir de o zamanlar, ceketini satıp çocuğunu okutan babaların olduğu bir yer Anadolu. İlk okullar, orta okullar, liseler bitiyor. Üniversite, genç olmanın güzel ve özgür ülkesi. Üniversiteye gidemeyen bir iş bulma derdine düşüyor. Ama bu çocuklar, ne olurlarsa olsunlar okuyorlar. Hem okulda hem evde hem işte okuyorlar.  Bu çocukları sere serpile okuyor, izliyor, bakıyor, onlar okudukça yazarlar şairler, sanatçılar gayrete gelip aşkla, iştahla yazıyor, üretiyor, film çekiyor, oyun sahneye koyuyor. Umut okutuyor. Umut yazdırıyor. Geleceğin iyi olacağı inancı hayatı besliyor.
Asi ve hülyalı bir kuşak büyüyor; Dünyayı değiştireceğine inanan kuşak bu. Artık savaş olmayacak. Artık kimse yoksul olmayacak. Artık kimse asılmayacak. Herkese iş olacak. İşçi hakkını alacak. Düşünce özgür olacak. Hiç bir baba eve ekmek götürmediği için çocuğundan utanmayacak. Kimse çocuklardan utanılacak bir şeye sessiz kalmayacak. Utanılacak şeylerin bu dünyada yaşanmasına gerek kalmayacak.
Babaların çoğu çocuklarının bu hayallerine mesafeli dururken, bu güzel kadınlar, o süreçte, çocuklarından çok şey kapıyor.  Öyle ki 70’li yıllarda, sadece Deniz’leri bilirken sonraki yıllarda Nazım’ı, hatta Che’yi tanıyorar. Teori’den Pratik’ten, Marks’tan Engels’ten, Hoşiming’ten, Sosyal Faşist’ten, Oligarşi’den, Oportünist’ten, Revizyonist’ten bir şey anlamasalar da çocuklarının tanımladığı o büyük vicdandan anlıyorlar. Bela Ciao’yu bile, o olduğunu bilmeden mırıldandıkları olacak. Hani “Beynelmilel bir parça” gibi. Ama kendi yaşadıklarından olsa gerek adaleti, eşitliği, hele hele özgürlüğü, kavramlarına takılmadan, iyi biliyorlar.  Çocuklarının sevdiğini onlar da seviyor. Çocuklarının hayallerini onlar da anlıyor. Çocuklarının şarkılarına onlar da katılıyor.
Ne tehlikeli bir hayaller bunlar. Ne kadar tehlikeli bilgiler, duygular, hülyalar, anlayışlar. O hayallerin o annelerin o evlatların üzerinden o panzerler geçmeseydi, şimdi bu yapılanlar yapabilir miydi?
Şimdi, böyle bir dünya kurgulanabilir miydi?
Bu tehlike algısından olsa gerek ki, 70’lerin sonunda 80’lerin başında çocuklarının peşine avcılar takılacak.
Ama bunlar biraz kalabalık. Bunlar; bildiğin işçilerin, köylülerin, küçük esnaf ailelerin çocukları. Tabandan, halktan geliyorlar. Kızlar var oğlanlar var anneler, anneanneler var.  Bir de umutla dolular. Kendilerine inanıyorlar. Okuyorlar, biliyorlar. Acayip bir dinamikleri var ve toplumda acayip bir dinamik oluşturuyorlar.
İşte bu asi ve hayalci çocuklara tahammül edemiyor sistem.
Bunlar için büyük ve kitlesel bir sürek avı başlatatılacak.
Bunlara başka bir şey yapılacak.
Başka bir şey yapılacak. Çok başka bir şey yapılacak.
Bir çok şehirde, günler öncesinden evler, kapılar işaretlenecek, eşit ve açıkça olamayan bir yöntemle saldırılacak, yangınlar çıkarılacak, yağma yapılacak, kadın çocuk yaşlı demeden  kıyılacak.
Öğrenci evlerinde; masum çocuklar kan uykularında öldürülecek.
Ve ne yazık ki topumun bazı kesimleri özellikle iş yeri sahipleri, yüksek bürokratar; bu çocukları tehlikeli bir çatışmanın tarafı olarak gördüğünden, uygulanan vahşet karşısında, vicdanlarının körlüğünden rahatsız olmayacak. Çünkü gençlerin antikapitalist olmalarından, kendi mallarına zarar gelecek diye korkacaklar, korkutulacaklar. Oysa, o çocukların, annelerin, babaların, işçilerin, öğretmenlerin, hemşirelerin üzerinden geçen silindir; bir on yıl sonra her şey unutulmuşken hatta rahatlık uykusuna geçilmişken o zamanlar marka olan bir çok işletmenin  üzerinden de sessizce, sitemsizce  geçecek. Öyle ki o işletmeler, o markalar yok edilecek. Gün gelecek Kapitalizm artık sadece işçi sınıfına değil tüm insanlığı karşısına almış ve herkesin yaşamına zarar vermeye başlamış olacak. Eski ve kocaman ormanlar yok edilecek, derelerin suyu kesilecek, deniz kirlenecek, dağlar un ufak edilecek. Büyük efendiler; yine kendilerince kaynakları kurutulmuş olan içme suyu ve petrol için; ülkeleri tek tek karıştıracak. Savaşlar çıkaracak. Çocukları öldürecek. Bin yılık müzeleri talan edecek.  İnsanın tek evi olan dünya, yavaş yavaş ölüme götürülecek.
Daha vahimi, o zamanlar bu ülkedeki bazı insanlar, bu kendilerini de yok edecek gidişe, “Dur” demek isteyen o çocuklara yapılanlardan/yapılacaklardan ziyadesiyle memnun olacak. Zulme ortak olacak.
Öyle günler gelecek ki;  çocuklar mahallelerine, okullarına, kahvelerine, işçiler fabrikalarına, anneler çocuklarına sahip çıkma derdinde düşecek. Ölümüne bir süreç işleyecek. Ölümüne sürecek. 
Evlat avcıları; önce gizliden bir çok karmaşa yaratcak, sonra da o karmaşaya engel olmaya çalışan kahramanlar olarak ortaya çıkarılacak. Sanki bir Hollywood filmi gibi kurgulanacak hayat. Herşey bir film senaryosundan çok daha titiz ve planlı olacak. Bütün bunlar, bir kaç bin genç; barış içinde kardeşçe bir dünya hayali kurduğu için olacak. 
Gün gelecek. Hesabı yapılan tarihte, darbeciler gelecek. Amerikalıların “Bizim çocuklar’ı bizim diye bildiğimiz coğrafyada başaracak, yönetime el koyacak.
Çünkü bu çocuklardan korkacaklar… Bu halk çocuklarından, bu çocukların hevesinden korkacaklar…
Kitaplardan kasetlerden plaklardan tiyatrolardan korkacaklar. Kaç ton kitap yakılacak? Kaç oyun yasaklanacak? Kaç film yok edilecek? Kaç şarkı susturulacak?
Çocukların peşine darbecilerin ölüm meleği salınacak. Cehenneme dönen coğrafyada, bir tek zebaniler özgür kalacak.
Ayşeler, Fatmalar, Hüsniyeler, Haticeler epeydir adını koyamadıkları bir şeyin farkındalığıya davranacaklar. Ve çocuklarını zebanilere kaptırmama derdine kendilerine bile bildirmeden düşmüş olacaklar.
O güzel periler, çocuklarını kaptırmama derdi ile yanacak.
Ama ne yazık ki; bir kısmı yetişemeyecek, bir kısmının gücü yetmeyecek, bir kısmının çocuğuna yapılanlardan haberi bile olmayacak. Kendi başka şehirde, kasabada, köyde, çocuğu başka şehirde olacak...
Anneler çocuklarının peşine düşecek. Ama eğer haberi olursa düşecek çocuğunun peşine. Haberi olmazsa ne yapacak? Haberdar olduğu kadarını uzaktan, aralıklarla yanıtlanan mektuplarla, ayda bir edilen telefonlarla, anlamı ağır sessizliklerle, endişeyle izleyecek. Özellikle Anadolu’dan Ankara’ya, İstanbul’a, İzmir’e gelmiş çocukların çoğunun annesinin, çocuğuna yaşatılanlardan haberi olmayacak.
80 Darbesi’nde bilanço olarak; 650 bin kişi göz altına alınacak. 230 bin kişi yargılanacak. 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atılacak, 171 insan, çoluk çocuk demeden idam edilecek…
Öyle günler yaşanacak ki, uluslararası ve büyük bir insan hakları örgütü; sadece bu ülkeye, sadece Türkiye’ye, darbecilerin halka yaptıklarına ve yapılanların halk üzerindeki ağır etkisine yönelik olarak, çok bir özel tanım yapacak. Adına; “Büyük Sosyal Korku” diyecek. Bu halkın ‘Büyük Sosyal Korku’su onlarca yıl sürecek. Büyük korkutulmuşluğu onlarca yıl sürdürülecek.
Bir gazeteci, bir gün, bir haber olsun diye darbeden kaç yıl sonra, “Dur” ve “Yere yat” diye bağıracak bir kalabalığın arasında. İskelede bekleyen yüzlerce insan, kimin komut verdiğine bakmaksızın korkudan taş kesilecek. Taş kesilip olduğu yere çömelip  kalacak.
İşte bu kitap; bu günlerde seksenli yaşlarını süren bir kuşaktaki kadınların, o dönemdeki “annelik halleri”ni anlatmaya uğraşacak.
Yeryüzünde ya da gökyüzünde de olsalar, o cesur tanrıçaları anlatabilmeyi umut edecek.
Çocukları kadar, hayata yönelik umutlarının da peşinden giden, çocuklarını ve yaşamı cesurca savunan, o güzel kadınları anlatmayı umut edecek. Çünkü onların çocuklarının, hiç biri adam öldürmedi bir yeri soymadı bir kadına saldırmadı bir çocuğu incitmedi, insana, insanlığa karşı utanılacak bir şey yapmadı. Yani özetle, bir suça bulaşmadı, buna rağmen hayalleri bir yana hayatları ile ciddi biçimde oynandı, yaşamları ciddi biçimde değişti, değiştirildi.
Bu kitap, o olağanüstü bir dönemi anlatmayı istiyor. Hâlâ sürmekte olan bir olağanüstü dönemin o sıcak o sancılı yıllarını.
Olağanüstü dönemlerin olağanüstü yaşanmışlıkları da çok olur. Ama bu kitap olağanüstü dönemin olağanüstü yaşanmışlıklarını anlatmıyor. Olağanüstü dönemin sıradanlığını anlatmayı amaçlıyor.
Bu olağanüstü dönemin, olağanüstü insanlarından her kim, bu kitapta olmadığı için üzülürse, ne olur beni bağışlasın. İncinmelerinden incinirim. Ayakları taşa değse canım yanar.
Özellikle o dönem, çocuğunun peşine giden kadınlardan, çocuğunun ne olduğundan, ne kadar uğraşırsa uğraşsın haberdar olamayan kadınlardan, bugünün cumartesi annelerinden ise üzülen, ne olur beni bağışlasın.
Aslında bu kitap; en derin en içten duygularımla kendilerine ithaf edilmiştir.
Bu kitap, olağanüstü bir sürecin tüm sıradanlığına ve sadece bir kuşak gencin annesine, bir parça dokunmak üzere yola çıktı. 
İşçi sınıfını, aydınları, öğretmenleri, mühendisleri, avukatları asla unutmadı ama sadece bir kuşağın dar bir bölümünü ele aldı.
Bu kitap kahramanlığı ya da kurbanlığı anlatmıyor. İkisinin arasına olan bir parçaya ait.
Ve bu parçada; herkes için özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi bir hayalin peşinde koşan çocukları değil, hürriyet içinde bahtiyar bir hayat ve güzel dünya oluşturmaya yönelik büyülü şarkılar söyleyen bir gençliği de değil, sadece daha iyi bir hayat isteyen ve onu yalnız kendileri için değil herkes için isteyen öğretmenleri, işçileri, sanatçıları değil, bir büyük düş kuran bir kuşağı da değil, tüm içtenliği ve sıradanlığı ile o kadınları o tanrıçaları o kır çiçeklerini anlatmayı deniyor
Bu kitapta, o asi çocukların şarkısına inanarak eşlik etmeye çalışan annelerini anlatabilmeyi umut ediyorum.
Şimdi yok edilmeye çalışılan dereler gibi siyanürle delik deşik edilen dağlar gibi yok edilmeye çalışılan diller gibi yok edilmeye çalışılan ağaçlar, dallar, çiçekler gibiler.
Onlar çok kıymetli. Bu kitap, onlarla ilgili olarak benden sonrası kuşağa bir küçük yadigâr olsun istedim.
O kadınların ki, şimdi kendimi, onların o dönemki yaşlarında hissediyorum. Hatta onlara kıyamayan ablaları gibiyim neredeyse. Bu nedenle onları, bu kitapta, ilk adları ile andım. “Teyze” demedim.” Ana” demedim “Hanım” demedim. Ama daha çok, “adlarıyla bin yaşasınlar” diye, adlarıyla andım.

Ve Telli Teyze;
Telli Teyze; bu kitabı en çok senin için yazdım ama sen yoksun.
Senin, o soğuklarda, yokluktan olsa gerek, bir teki başka bir teki başka erkek çorabı giyip, koşa koşa geldiğin okul önündeki halin, bugün bile gözümün önünden gitmediği için yazdım.
Pijamanın paçaları ile bu çoraplar arasında üşümekten morarmış çıplak ayak bileklerini unutmadığım için yazdım.
Ama sen yoksun.
Belki varsın ama ben sana ulaşamıyorum.
Ne ayıp değil mi? Bu ayıp daha çok kendim için tabi ki.
Bu denli nasıl kopabildik.
Bütün o çektiklerinizi, korkularınızı ama aynı zamandaki yaşadıklarınız karşısındaki büyük cesaretinizi, umutlarınızı ve bazen birdenbire gelişen gülmelerinizi anlatmak için bu yola koyuldum.
Senin, Ayşe Teyzenin, Nezihe Teyzenin, her gün her gün çocuklarınızın ve kendi çocuklarınızdan ayırmadığınız başka çocukların üzerine gelen azgınlığa karşı, kalkan olma çabalarınızı anlatmak için yazdım.
On beşindeki on yedisindeki çocukların özgürlük hayallerinden ürken, o korkakların sinsiliğine karşı, duruşunuzdaki cesareti ve delikanlılığı yazmak için yola çıktım. 
Çocukları tehlikeye karşı korumak için nelerden vazgeçtiğinize tanık oluşumla yazdım.
Çocukları okul önlerinde, cezaevi önlerinde, emniyet önlerinde, korkuyla, endişeyle bekleyen ama umudun ipini elinden hiç bırakmayan, gülüşlerinizi, kahkahalarınızı engelleyemeyen, o cesaretinizi anlatabilmek için yazdım.
Dönemin kıyıcılığından en çok nasip alan Karadeniz’i, Ege’yi, Diyarbakır’ı, Metris’i, Mamak birlikte yazmak isterdim ama çoğunluka Ankara oldu, çoğunluka Mamak oldu.
Ama bilmelisiniz ki her nerede olursanız olun kalbim sizinle.
İster yeryüzünde ister gökyüzünde olun, sizlere fiyakalı bir selam çakmak için yazdım.
Bugün bile, çocuklarından cesur, çocuklarından umutlu, gayretli ve diri gençliğinize hayranlığımla kaleme aldım.
Babalar daha uzak ve mantıklı durmaya çalışırken, sizlerin,  kainatta yankı bulan, o büyük koronun, çocukarınızın şarkılarını duyduğunuzu ve anlamasanız da katıldığınızı gördüm.
Bu kitabı biraz da Berfo Ana için. Didar Abla için yazdım.
Aslında epey bir geç kaldım. Çoğunuz yaşadıklarımızdan olsa gerek, erkenden yıldızları mesken tuttunuz güzel kadınlar.
Bugün; benzer bir kuşak kadın, yine aynı acılarla çocuklarının peşinde. Çocukları atmacalara, şahinlere teslim etmeme derdinde. Sizlerle birlikte onlara da saygı, sevgi, selam yollamak için yazdım
Annesini kaybetmiş çocuklara "öksüz" denir bu memlekette. Ya çocuğunu yitirmiş annelere ne diyeceğiz? Çocuğu elinden alınmış kadınlara ne diyeceğiz? diye sormak için yazdım.
Ve tüm kaçınmalarıma karşın; o dönemin olağanının, sıradanının bile ne kadar travmatik olduğunu görmezden gelemedim, yazmaktan kaçınamadım.
Kitabı; bir intikam bir hesaplaşma için de yazmadım. Sadece intikam almak derdine düşenlerin, gözlerinin ne kadar karardığını, onları nerelere sürüklediğini gördüğüm için başka bir yol seçtim.
Yaşananları kadın dilinden aktarmak istedim.
Şimdi beyaz saçlarınız, ufak tefek bedenleriniz ile, belki bilmediğiniz bir devrimin, çocuklarınızdan da daha sadık bekçileri olarak, yaşadıklarınızı, yaptıklarınızı dünyanın tüm çocukları bilsin diye yazdım.
Kendimden çok sizin için, umalım ki olmuştur.

Ve…
Ey benim yirmili yaşlarımda, uzaktan aşık olduğum yakışıklı delikanlılar. Bu kitapta olmasanız da, şimdi ben; bir annenin kalp titreyişiyle bakıyorum siyah beyaz fotoğraflarınıza. Biraz da bu annelik için…
Hadi bakalım…

9 Ağustos 2013 Cuma

YAZILMAKTA OLAN BİR ROMAN İÇİN ŞARKILAR

"Sen şimdi başka bir denize bakarken Başka bir rüyaya dalarken Mavi mavi maviye dalar gözlerin Gittin gittin Elimden uçtu ellerin..." Hayal. Güven ve Tunç https://youtu.be/YSattmQ_uPU

4 Ağustos 2013 Pazar

Ciğer yangınlanları ile yazılıyor tarih

Şimdi tüm Akdeniz'de eyyam-ı bahur başladı. Bir de Lavent var tabii ki... Çevremiz, önümüz aramız, sağımız solumuz korkunç bir yangınla sarıldı ya birileri bu yangınla çaresizce mücadele ediyor da birileri de bu mücadele edenleri uzaktan izliyor ya... Aslında onlar da yanıyor... O hiç bir şey yokmuş gibi izleyenler de yanıyor. Ama farkında değiller... Sonuç sadece ekosistem olduğu için değil Yangının yerine, zulüm, şiddet, kötülük, savaş sözcüklerini koyduğumuzda da durum değişmiyor. Birileri zulme uğruyorsa, izleyenler de zulüm altında kalıyor aslında, ama çoğunluğu farkında olmuyor. Büyük zulüm kendine yapılan zulmü bakılıyor, gizliyor. Zulmü yapanların da sığınağı oluyor bu farkında olamama hali. Bunu çok iyi kullanıyor zulüm aygıtı. Bir kısım ise zulme uğrayanların karşıtı yapılmış zaten. Ve olan oluyor... Zulme uğrayanların karşıtı olarak bu süreç, memnuniyetle izlese bile aynı kitle farklı alanlarda ama mutlaka zulüm altında oluyor. Zulme uğrayandan çok daha "zavallı" bir durumda, olanları izliyor. Aymazlık içinde çünkü. Ne kadar nemalansa ya da ezse de karşıt dedikler kadar hayatlarında bir anlam bir bereket bir esenlik olmuyor. Çürüyor çünkü. "öteki" ezik" "fakir" "itibarsız" "değersiz" diye gördüğünün, kendinden çok daha onurlu ve diri olduğunu göremiyor. Zulüm aygıtınca manipüle edilmekten İnsanlığını kaybediyor. Hortlağa dönüşüyor. İki dünyaya da sığmayan bir hortlağa... Bu aymazlığını kuşaktan kuşağa aktardığından da, insanlık bu kadar zavallı duruma düşüyor. Ve sınıfsal tarih de böyle yazılıyor galiba... Tarihimiz böyle oluşuyor. Ciğerlerimiz yana yana... Ey insanlık silkin artık. Öteki beriki yok. Hepsi sensin. *Yazarken kendim için bazen böyle çözümlemelerde bulunurum. Bu yüz kısa notlar benim romanı otutturduğum kavramsal çerçeveyi oluşturur. "Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı'" yı böyle yazdım. Şimdi yazdığımı da böyle yazıyorum.

27 Temmuz 2013 Cumartesi

Kan Sebili Coğrafya

Biliyorum... Bir akşam alacasında Bu kan sebili coğrafyada Hayat Açık unutulmuş bir televizyona boş boş bakışımızdır Ekran toz ve duman Ölüyor Çocuklar ölüyor...

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Güzelim Mezopotamya Ağlamaklı

Önce çocuklara oyuncak götüren çocuklar sonra kahrından Tarık Akan kederinden ben. Evlatlarımızı bize bağışlamıyorsun patron neden? Çocukları sevmiyorsan kimi seviyorsun? Bak şehirler ve anneler yıkılıyor. .... Bak şehirler ve anneler yıkılıyor. Küçük mavi gezegenin solgun. Güzelim Mezopotamya ağlamaklı. Çok yıldızlı oteller boğazlamış doğduğun toprakları. Şehrikadimlerimizde derin pusular. Bir zeytin dalımız var, narin Bir güvercin kanadı, ürkek Bunu bile çok görüyorsun. Güven Tunç

Ay Dilbere

... Sonra... Onlar gitti. Sonra... Ben burada kaldım işte... Niye burada kaldım? Niye onlardan önce, niye onlarla gitmedim? Bunu bir türlü anlamadım... Çok uzun süre, neden burada kaldığımı düşündüm durdum... Bulamadım. Sonra... Sonra... Hayal gücümün sisleri arasından, sen, yavaş yavaş belirmeye başladın... Yavaş yavaş, rüyada gibi belirmeye başladın... Reşo... Reşo... Sen o yaşında, gecenin o karanlığında, yatağından kalkıp, koltuğunun altında bir teyp, yollara düştün... Bir temmuz ayında, göyneğinin üzerine, en son ananın yetmiş yıl önce, yünden eğirip ördüğü, delik deşik olmuş kazağı, ayağına, yün çorabın üzerine de, kıştan kalma potinleri giyinip, çıktın yola... Elinde, belki kırk yıldır kimseye elletmediğin Almanya işi teyp... Bir tek kaset. Gözün gibi koruduğun, o bir tek kaset... Yaya ve kan ter içinde iki saat yol yürüyüp, seherle birlikte bir tepeye vardın... Uzandın yüzüstü... Hasankeyf'in betona gömülmüş haline, Dicle'nin dizginlenmiş, boğulmuş suyuna uzun uzun baktın... Baktın... Baktın... Baktın... Sonra açtın teybi... Aram Tigran'ın sesi kapladı tüm ovayı... Dicle kıyılarına aktı ses... "Ay Dilbere" "Ay Dilbere" Ben, belki de, rahat ve parıltılı bir şehir hayatını bırakıp, seni hayal etmek ve seni yazmak için burada kaldım... *Ben roman yazarken atmosferi algılamak, hissetmek için kendime bir çok öykü yazarım. Bir kısmı romana girmez bir kısmı girer. Bu da başlamak için ilk yazdığım öykü... Hadi bakalım...

3 Kasım 2012 Cumartesi

Bir zamanlar bir radyo programı

Merhaba... Beni duyuyor musun? Ben Mavi... Gökyüzünde dolaşan martı. Mecrasını arayan su. Büyüyen ağaç... Merhaba bir ömür boyu yalnızlığını yüklenip yürüyen insan. Merhaba sabrıyla kendini şaşırtan kadın. Merhaba çocuklar. Merhaba sığındığı her kapıdan kovulmuş kedi yavrusu. Merhaba sevgili. Merhaba anne merhaba dünya merhaba insan kardeşlerim. Hepinize merhaba...

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Kimse terk etmez yurdunu

YURT / HOME kimse terk etmez yurdunu yurdu bir köpekbalığının ağzı olmadıkça kimse dönüp sınıra doğru kaçmaz bütün şehir onlarla birlikte kaçmıyorsa. komşuların senden hızlı kaçtığında kan ter içinde, nefesleri tıkalı birlikte okula gittiğin o genç çocuk hani şu eski fabrikanın arkasında öptüğün kendinden bile büyük bir silah taşıyorsa işte o zaman terk edersin yurdunu başta yurdun izin vermez kalmana. kimse yurdundan kaçmaz, peşinden kovalayan olmadıkça ayaklarının altında ateşler dalağı patlarcasına hiç kimse düşünmez bile bunu yapmayı o keskin bıçak dayanmadan önce boğazına hatta o zaman bile marşını söylersin fısıltıyla da olsa pasaportunu yırtarsın bir havalimanı tuvaletinde ağzına attığın her kâğıt parçası hıçkırıklarına karışır geri dönmeyeceğini ilan ederken. şunu anlamak zorundasın kimse çocuğunu bir kayığa bindirmez su karadan daha güvenli olmadıkça kimse avuçlarını yakmaz trenlerin altında vagonların diplerinde kimse kamyonların kasasında günler geceler geçirmez gazete parçalarını yemez gidilen onca yolun bir anlamı olmadıkça kimse dikenli tellerin altında sürünmez kimse dövülmek istemez acınmak istemez. kimse mülteci kamplarını yeğlemez veya çıplak şekilde aranmayı vücutları acı içindeyken hapishaneyi de yeğlemez kimse ama hapishane daha güvenlidir yanan bir şehirden gece başında dikilen tek bir gardiyan daha iyidir babana benzeyen bir yığın adamdan hiç kimse kaldıramaz bunu hiç kimse yediremez kendine hiç kimsenin derisi o kadar kalın olamaz bütün o laflar defolun gidin siyahlar mülteciler pis göçmenler sığınmacılar ülkemizi yiyip bitirenler ellerini uzatan o zenciler garip kokuyor hepsi vahşiler kendi ülkelerini batırdılar şimdi de gelip bizimkini batıracaklar. nasıl oluyor da bütün o laflara o kötü bakışlara katlanabiliyorlar belki de hiçbir darbe acıtmaz diye kopan bir kol kadar. sözcükler yine yumuşak gelir kulağa on dört adam olmasındansa bacaklarının arasında. hakaretleri daha kolay hazmetmesi molozlara kıyasla veya kemiklere veya parçalanmış o çocuk bedenine. yurduma dönmek istiyorum ben ama yurdum köpekbalığının ağzında bir namlunun ucunda. kimse terk etmez yurdunu o seni sahillere doğru kovalamadıkça yurdun sana demese çabuk ol kaç diye bırak her şeyini ardında çöllerde sürün bata çıka git okyanuslarda boğul kurtul aç kal dilen gururunu unut sadece hayatta kal. kimse terk etmez yurdunu, o yorgun bir ses olmadıkça kulağında sana fısıldayan git diye kaç kurtul benden ne hale geldim ben de bilmiyorum ama biliyorum ki başka neresi olursa olsun daha güvenli buradan. WARSAN SHIRE Çev: Acar Erdoğan

19 Ağustos 2012 Pazar

Neredeler 1

Neredeler... Bizi sesleri ve şarkılarıyla duygulandıran, kedere boğan, ağlatan, coşturan, ayağa kaldıran... Bu güzel insanlar... Yeni roman yeni tema... Neredeler? Yaşayanlar da dahil neredeler? Dolıres Vargas, Aram Dikran, Ümmü Gülsüm, Feyruz, Cesaria Evore, Maria Farantoiri, Dalida, Beatles, Melina Merkoiri, Selda, Meryem Xan, Mercedes Sosa, Amelia Rodriguez, Yasemin Levy, Viktor Jara, Joan Baez, Esma Recepova, Kevser Selimova, Rafaella Carra… Selda, Fairouz, Ümmü Gülsüm, Selda, Dalida, Mercedes Sosa, Aram Dikran, Viktor Jara, Carmen Amaya, Joan Baez, Dario Moreno, Aşilleas Pulos, Dolores Vargas, Meryem Xan, Mariza, Paco de lucia, Estrella Morente, Zehra Bilir, Zadina Şakir, Melina Merkouri,Cesaria Evore, Maria Farantoiri, Yasmin Levi, Amanda lear Bir de romanın giriş sayfası için peşine takıldığım sözlerden biri... "İnsan üç lokma, bir tas su, yedi adım, biraz can biraz da hevestir. Bunların nuru onurdur.” Günlerdir, bu sözleri söyleyen ya da yazan insanın adını arıyorum. Bilen var mı acaba? Kıttik, glistik, gıkkılik... Ardımızdan gelen sözcükler...

11 Şubat 2012 Cumartesi

KENTİN Yaprakları - bir aşk bir hayat bir şehir


Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir-- ekşisözlük

KENTİN YAPRAKLARI


Röportaj

GÜVEN TUNÇ'UN KİTAPLARI ve ONLİNE ESERLER


minik bir katkı da benim kalemimden...











minik bir katkı da benim kalemimden ...












Cesur ve Güzel kadınların kitabı











Bir Ankara Hikayesi

















Umudumun kitabı









Kişisel yayım
2009






Kişisel Yayım
Çocuk Kitabı








Çağdaş Özel Yayım
Çocuk Kitabı











Online yayım
Öyküler










Şehrin Zulası Ankara Kalesi
İletişim
2005








h7
<
http://www.icc.org.tr/uploads/documents/ICC_kitap/CocukHaklariKitabi-ICC.pdf
data-original-height="609" data-original-width="787" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjuG5c1vAw-CFDoG6WI2637_3-0s0ePnUuIz1vB1u_WodzseEYSJ_UJoknK3rUf6436_jVT_lExlFMeimbPrnvihipJQWjgHncFJy5648IfeojBKIBg48y70ZbZOP5bDQEx4vcmGjqjM8ukf1n4kbvg4klIksOxiK60ibVr9lmd1ySp_0bwdPJZO2mWsIA/s320/1000008956.jpg"/>

ŞEMS'İN BAŞI İÇİN




O Şems.
Ta kendisi.
Hoş geldi.
Sefaya değişmeyeceğimiz cefalar getirdi.
Aşık ve aşmış bir adam.
Kalplerimizi açmaya, bizleri daha insan yapmaya gelenlerden.

Şems o.
Cehennemi ateşlere kendini bilerek atan, hayallerini çığlık çığlığa yakarak ışıklara karışan bir deli köz. Ve bu nedenle ışığı hiçbir zaman cılız olmayıp her koşulda göz kamaştıran, büyüleyen ve yine bu nedenle de hep göz önünde olan adamlardan.
Tenin, bedenin ve terin bütün labirentlerinde, dehlizlerinde, uçurumlarında ve mağaralarında gezinip acılarlarından imbik imbik döktüğü yeteneğin, işçiliğin, yaratıcılığın, zevkin ve sabrın, işte o büyük aşkın meraklı ve cesur çırağı.
O göğsünü gagalayarak ve kanatarak ve kanına da kızılcık şerbetiymiş gibi bakarak bir de üstüne üstlük bir tül inceliğinde yüreklerimize dokunarak bizleri aşka çağıran bir divane.
Işığından, yeteneğinden, cesaretinden ve kudretinden ve öfkesinden ve sivri dilinden çekinip korksak ve yabancı bulsak ve hatta uzak, çok uzak dursak da bir şekilde içimize ağıp iç dünyamızı aydınlatan bir Şems o.
Yürek işçisi yani.
Ve Şems aşka ve ateşe bir kez daha dokunuyor.
Başına gelecekleri bile bile dokunuyor.
Birini korumak adına bir kez daha kendini açık ediyor.
Heyhat...

Ve sen.
Şems’in başını isteyen sen.
Bir kadını, bir erkeği severek öpmemiş, öpememiş, elini bir çocuğun başına şefkatle koymamış, kendine acımaktan başka bir duygusu kalmamış insan. O özgürlükten korkan, kaçan, sadece güce ve güçlüye tapan, tek olduğunda cılız çok olduğunda asabi ve saldırgan olan sen. Yalnızken ağlayabilen kalabalıklarda ise kendini kanıtlamak için bir garibanı ağlatana kadar uğraşan, yaşamak istediklerini başkaları yaşadığında sanki suç işlemişler gibi onları yargılayan, hesap sormaya koşan ikiyüzlüleşmiş insan, sen.

Ve bugün bir kez daha iştahla ve zalimlikle Şems’in başını istiyorsun.
"Bu kaçıncı ölümüm hain" der Pir Sultan. Ve sana rağmen ve belki senin için gelir yine.

Ve sen, kendi tüylerini parlatmaktan başka kimseyi iplemeyen aydın görünümlü şahin.
Ne diyeyim; sana dokunmayan yılan bin yaşasın.
Ama dokunacaklar.
Bir kez daha Şems’in başını istiyorlar.
Bir kez daha susuyorsun.
Susuyoruz.

Hani, Yılmaz Odabaşı’nın bir dizesi vardır ya; “Feride” şiirinde geçer, “Herkesin bir Feride’si vardır” diye. Bir kadın olarak bu çok sevdiğim şiirin şairine, o şiirdeki o dizesinde biraz bozulurum. Bir zamanlar, “Herkesin bir Yılmaz’ı vardır” diye bir yazı yazacaktım ve kendimce aşkı savunacaktım, kadın cephesinden aşkı anlatacaktım. Olmadı. Aştan ve anlatmaktan vazgeçtim.

Yazmadım.

Ama yaşananları görünce; herkesin her zamanın her coğrafyanın bir Şems’i varmış ve her zamanda da kıskanıp başını istenler çıkıyormuş gibi bir duyguya kapıldım. İnsanlığın bir dirhem ilerlemediğini aksine giderek öfkeli ve şuursuz bir kitleye dönüştürüldüğü kaygısını taşımaya başladım. Şems'in yanında durmak istedim. Kadını erkeği bir yana bırakıp aşkın yanında durmak istedim. Bu yazıyı erteleyemedim. Keşke birileri Şems'in tırnağı olabilse aşkta diye düşündüm. Ve onun şövalyeliğine bir kez daha tutuldum.

Bu günlerde Şems’i çok okuyorum ondandır belki onun için aşk için bu kadar endişelenmem. Ve bağırmak geliyor içimden sık sık. “Şems’i rahat bırakın. Hiç mi işiniz gücünüz yok sizin”

Şems’e dokunmayın sakın. Ona dokunursanız aşka dokunmuş olursunuz. Aşk olmadan bu dünya dönmez. Bereket olmaz. Kurur suyu toprağı.

Bana mı düşmeliydi bunları düşünmek? "Bana mı düşmeli bunları yazmak" diye düşünmüyorum artık. Evet bana düşüyor. Kesinlikle bana. Ev kadınından hallice bir yaşamda, yazmaya çalışan bana düşüyor. Diğerleri fazla meşgul. Neyle meşgul olduklarını bize pek hissettiremeseler de fazla meşguller.

Oy siz Şems’e hayran olun.

Sakın ola ki Şems’e dokunmayın. Beğenmiyorsanız daha iyisini yapın daha iyisini yazın. Daha iyisi olmasa da olur, herhangi bir işle aşkla uğraşın yeter. Aşkla.
Kalbinize ve vicdanınıza bir kez olsun bakın.
Vicdanınız rahatsızsa çocuklara iyi davranın.
Birini çok özlüyorsanız şiirler okuyun, şarkılar söyleyin, bağırın, gidin söyleyin.
İçiniz sıkılıyorsa yıldızlara bakın.
Bunalıyorsanız ister evinizi ister arabanızı ister çekmecelerinizi temizleyin.
Çok daha bunalıyorsanız gözyaşlarınıza güvenin, iyi ruh temizleyicileridir. Mektup yazın, çıkın dolaşın, doktora gidin.
Bir tek başkalarıyla uğraşmayın.
Başkalarıyla uğraşmak İnsanı uyutmaz, rahat bırakmaz, soluk aldırmaz, huzur bırakmaz.
Bir de Şems’e dokunmayın.
Daha doğrusu kimseye dokunmayın.
Ve Şems'in başı için Murathan Mungan’ı da rahat bırakın.

10 Şubat 2012 Cuma

ANKARA GARI VE TRENLERİ ÜZERİNE BİR HERCAİ DERLEME

Önce Nazım Hikmet’in dizeleriyle bir merhaba diyelim Ankara Garı’na. ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’ kitabından dizelerle olsun merhabamız. Hani şu; Hatice Pirâye Pirâyende’ye, “dünyanın en güzel kadınına” ithaf ettiği ve “939’da İstanbul’da tevkifanede başladığı bu kitaptan gerçek, acı ama aynı zamanda da umudu görmemezlikten gelmeyen dizelerle…


“Haydarpaşa’dan 15;45’de kalkan katar
girdi sessizce Ankara Garı’na
Saat sekizi çeyrek geçiyordu
(beş dakika rotar).

Ankara Garı’na bahar:
İstasyon polisinde artan gizli bir telaşla,
üçüncü mevki bekleme salonunda köylü yapı işçileriyle
ve büfesinde göbekli bir marula benzeyen İstanbul hasretiyle gelir.
Ankara Garı temizdir, rahattır ve bilhassa yenidir.
Fakat mermerlerin aydınlığına rağmen
anlatılması öyle zor (yahut öyle kolay) bir şey vardır ki rüzgarında
bağrışılmaz, koşuşulmaz, yüksek sesle gülüşülmez Ankara Garı’nda.
O kadar ki
Kalkacak tirenlerini ses-büyütenlerle haykırdığı zaman
Boş bulunursa insan
Şaşırır, başka bir dünyadan sesleniyorlarmış gibi.

Mahkûmlar indi tirenden.
bavulları ve jandarmalarıyla.
Kelepçeleri vurulmuştu yine.
Yürüdüler ilgi uyandırmadan,
(yahut uyanan ilgiler belirtilmedi)
Yalnız, bir kadın bir kadına:
‘ – bunlar Alman casusu,’ dedi.
(sarışındı Süleyman)

Mahkûmlar yola koyuldular jandarma merkezine doğru
(aktarma tirenlerini orda bekleyecekler)
Bir köylü hamal taşıyordu bavullarını.

Issızdı caddeler:
belki erken
belki geç
belki ölü bir saat,
belki duvarların arkasına çekilmiş hayat.
Yığın yığın
kat kat
mermer
beton
ve asfalt.

……………
……………
………………


‘ – Süleyman,’ dedi mahkûm Halil,
‘şehirle bozkırın kavgasına bak.’
‘- Görüyorum,
Henüz ayakta olsa da bozkır yeniliyor.’
Durdu tesviyeci mahkûm Fuat,
okşadı ince bıyıklarını kelepçenin demiriyle,
bir tezgâha bakar gibi şehre baktı:
‘- Ben beğendim Ankara şehrini kardaşlar,’ dedi,
‘aklım ermez ama yapı işine
belli ki ter dökmüş bizim işçi milleti
temiz iş çıkarmışlar.”


Nazım’ın bu şiirde anlattığı Ankara Garı, o dönem yeni yapılmış hatta yeni bitmiş bir yapı. Ondan öncesi, küçük bir ‘Direksiyon Binası’ küçük birkaç ofis o kadar.

Nazım’ın gördüğü bina; Mustafa Kemal’in isteğiyle, daha otuzunda bile olmayan mimar Şekip Sabri Akalın tarafından tasarlanan ve yapımı 1935’de başlayıp 1937’ye kadar süren binalar topluluğunun Ankara Garı diye isimlendirdiğimiz, ‘Ankara Ana İstasyonu’ binası.

Mustafa Kemal’in Ankara’ya gelişinde, bugün Meteoroloji Genel Müdürlüğü olarak kullanılan ancak 1919’larda ‘Ziraat Mektebi’nde kalışı ancak binanın, o zamanki şehirden çok uzak ve çevresinin özellikle geceleri korunamaz oluşuyla, 15 Ekim 1920’de Ankara İstasyon’undaki “Direksiyon Binası’na taşınması.

Ziraat Mektebi’nde bir çok insanla kolektif bir hayat yaşanırken Mustafa Kemal’in bu küçük binaya yalnız gelişi, gündelik yaşamı sürdürmede bir yardımcıya ihtiyaç duyuşu. Belki o dönem soyadı kullanılmadığından belki garip bir yakınlık hissettiğimizden olsa gerek, onu hep ön adıyla anmayı, “Fikriye” demeyi pek sevdiğimiz genç hanımın yardım için çağrılışı. Fikriye’nin İnebolu üzerinden Ankara’ya gelişi. Mustafa Kemal’in yazılarını yazışı, çalışmaktan uyumaya zamanı olmayan paşasının kahvelerini yapışı, o küçük ve çok hareketli binada paşasını rahat ettirecek bir düzen kuruşu. Ve belki de kısa ömrünün en güzel günlerini burada geçirişi…

O küçük istasyon binasının da kurtuluş savaşının sevk ve idaresindeki büyük rolü, Mustafa Kemal’in hem konutu olup hem de başkomutanlık karargâhı oluşu. 23 Nisan 1920 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin oluşturulması ile bu günün ‘Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’ olarak kutlanması kararının alınışı, bir çok antlaşma metninin bu küçük, taş binada tasarlanışı, hazırlanışı.


Ankara’ya bu küçük taş bina da dâhil istasyon yapılmasının, demiryolunun Ankara’dan geçmesinin de bir hikâyesi, bir geçmişi olması...

İşte Ankara İstasyonu’nun da; İzmit’e kadar gelmiş olan demiryolunun, Anadolu’ya geçişte bir durağı olan Ankara’ya bağlanması, 1892 yılında 485 kilometrelik hattın tamamlanması sürecinde oluşturulması

Ankara’nın dört tarafına koyun ya da dana ciğeri asıp en geç çürüyen çiğerin olduğu yere, bugünkü Abidinpaşa semtine, havası latif diye konağını yaptırdığı rivayet edilen o dönemin ünlü Ankara valisi Abidin Paşa’nın, trenin Ankara’ya ulaşmasını istasyonda büyük ve kalabalık bir törenle karşılaması. Açılışta demiryolu inşaatında çalışan işçiler için değil ama yabancı mimar ve mühendisler için Macaristan’dan orkestra getirilmesi…

Bağdat Demiryolu için bir anlamı olmasa da, zamanı gelince bu küçük istasyonun, bu küçük taş binanın kurtuluş savaşının komuta edilmesinde, çok sınırlı bir güzergaha sahip demiryollarının ise gerek cepheye asker, silah, erzak sevk etmekte gerek gazilerin taşınmasında yani bir bağımsızlık savaşının kotarılmasında çok önemli bir rol oynaması…

Ve 1921 yılı ortalarında Çankaya’da bir bağ evine geçinceye kadar Mustafa Kemal’in işte bu mütevazı istasyonda, Direksiyon Binasında kalması…

1926 yılında ise Gazi Paşa Çiftlik Tren İstasyonunun Ahmet Burhanettin Tamcı tarafından tasarlanmasıyla inşa edilmesi. Bu istasyonun açılış törenine de katılan Mustafa Kemal’in yurt gezilerinden Ankara’ya dönüşlerinde o istasyonda inmesi ve oradan otomobille Çankaya’ya çıkması. İlk resmi Konuk olan Afgan Kralı’nın Gazi İstasyonunda karşılanması daha doğrusu birçok konuğunu da o istasyondan karşılanması ve yolculanması…

Bugün ise müflis iş adamları gibi eski defterleri karıştıra karıştıra bir hal olunmasının özelleştirme furyası ile AOÇ gibi bir arazinin parça parça dağıtılabilmesinin, Gazi Çiftliği İstasyon Binasının 2000 yılından itibaren lokantaya kiraya verilebilmesinin bağımsızlığımız kadar önümüzdeki yıllarda doğal ve kültürel hiçbir şey bulamayacak çocuklarımızla torunlarımıza da haksızlık olması.

Yeniden konumuza dönersek; Ankara’ya yeni bir gar tasarlayan genç mimar Şekip Akalın; bugün ‘Atatürk Konutu’ (Direksiyon Binası) ve ‘Sanat Galerisi’ adlarıyla yeniden işlevlendirilip isimlendirilerek kullanılan eski istasyon binalarını da koruyarak, Gar Gazinosu ve lokantası ile birlikte bir büyük kompleksi Ankaralılara hediye etmesi.

O dönemler Ankara Palas’daki eğlenceleri resmi bulanlar için Gar Gazinosu’nun iyi bir seçenek olması.

Yahya Kemal Beyatlı’nın; Ankara’nın İstanbul’a dönüşünü bu denli sevmesine karşın millet vekilliğinden vazgeçememesi. Yataklı trenlerle gidiş gelişi. Gar Gazinosu’ndaki masası sohbetleri…

Dario Moreno’nun da, Safiye Ayla’lar, Zeki Müren’ler gibi Gar Gazinosu’nda sahne alışı ama onun daha tanınmamış zamanlarının oluşu.

Ve sıranın anılara gelmesi;


Nimet Berkok Toygar ile Kamil Toygar tarafından “Ankara Mutfak Kültürü ve Yemekleri” adıyla derlenmiş kitapta, Süleyman Kazmaz’dan Bir Gar Gazinosu anısı; tarih 1947’ler gibi

‘Gar Gazinosu’nda sık sık tekrarlanan bir yöntem vardı. Kadehlerdeki içkiler sona yaklaşınca garson gelir,
- Sıcaklara başlayalım mı? Diye sorar; ardından bizim yemekler, etler, kızartmalar ya da kebaplar gelir; musiki, dans, gösteri ve pembe yolculuk. Zaman akıp gider…
Bir akşam yemek getiren garson gülerek bana baktı ve selam verdi. Sanat Okulu’ndayken öğrencim olduğunu söyledi. Hal hatır sorduktan sonra tatlı sert konuşmaktan kendimi alamadım.
- Niçin sanata devam etmedin?
Cevap yaygın bir olayla ilgili; para meselesi; burada daha çok kazanıyor; eline 200 lira geçiyor; meslekte bu kadar kazanamazmış. 1950 öncesi için hatırı sayılır bir para. O tarihlerde benim aylığım daha azdı. Bunu bilen öğrencim uyarıda bulunmak ihtiyacı duydu:
- Hoca sakın heveslenme; garsonluk zor iştir, sen yapamazsın.
Gülüştük; o işine döndü ben de pembe yolculuğa devam ettim’

Altan Öymen’den “Bir Dönem Bir Çocuk” adlı, (1930’larda 40’larda olup bitenlerin hikayesi olan) “anılı kitap” ından, Ankara İstanbul arası bir tren anısı.

‘ Ulus’taki ahşap evdeki günlerimizden ilk anılarım arasında bir de İstanbul yolculuğu var. Bir yaz sanırım 15-20 günlüğüne İstanbul’a gidip geldik. Trenle… Hatta o sözcüğü de galiba o zaman öğrendim ‘Ekspres’ trenle…
Zaten Ankara’dan İstanbul’a trenden başka bir şeyle gidilmezdi…………..Ankara’dan İstanbul’a doğrudan doğruya yapılan otobüs seferi yoktu.
Ankara’ya temelli taşınırken de trenle gelmişiz ama onu hiç hatırlamıyorum. O yazki gidişimizi ise hiç unutmuyorum. Çünkü gözüme kurum kaçmıştı. Kolay kolay da çıkmamıştı.
…………….
Ankara’dan İstanbul’a, İstanbul’dan Ankara’ya giden ekspres tren akşamları kalkardı. Adı “ekspres”ti ama, acele etmeden giderdi. Birçok istasyona uğrardı. Gece yarısı Eskişehir’de 15-20 dakika dururdu. Trenden inilir, simit yenir salep içilirdi.
Sabahın çok erken bir saatinde İzmit’e varılırdı. İzmit’ten sonra deniz görülürdü. İstanbul’a yaklaştıkça lokomotiften çıkan düdük sesleri, hedefe varmanın “zafer”ini ilan eder gibi sıklaşır ve tizleşirdi… Tren hattının kenarındaki apartmanlardan, düdük seslerini işitip balkonlarına çıkanlar olurdu. Bazıları sabah kıyafetleriyle… Trenden onlara onlardan trene el sallayanlar olurdu’

Yazarının daha çok, kız kardeşleri olan Rezzan Kellecioğlu- Bilgü Taşlıca’nın anılarını derleyerek onlara da kalem olan Prof. Dr. Siber Göksel olduğunu sandığım ‘Üç Kızkardeşin Eski Ankara Anıları SANDVİÇ NESİL’ adlı kitapta da bu ekspres trenlere özel vurgu yapılması

‘Ankara Ekspresi üzerinde mutlaka durmak gerekir. Kendi başımıza yolculuk yapacak hale geldiğimizde ve sonraları yıllarca hep ‘Yataklı Ankara Ekspresi’ ile seyahat ettik. O zamanın treni ‘Vagon lee cook’ çok güzeldi. Kompartımanlar maun rengi kaplamaydı, bir tarafta manzara tablosu bir tarafta ayna yerleştirilmişti. Bazen iki kompartıman arasında kapı olur, kalabalık aileler için o kapı istendiğinde açılırdı. Perdeler şık, bordo renkli kadifeydi. Kompartımanda iki yatak açılır, en üstteki üçüncü yatağın açılabilmesi de mümkündü. Kanepenin üzerine değil yatağa yatılırdı. O zamanlar yastıklar mutlaka kuştüyüydü. ….Sık yolculuk yapanlara meyve tabağı ikram edilirdi. O zamanlar kompartımanda buzdolabı yoktu. Tren çok rahattı ama hep rötarlıydı. ‘

Ankara Ekspresi dönemin insanlarında çok etkili olmalı ki, 1970’te Mahmut Esat Bozkurt’un bir eserinden aynı isimde bir film çekilmesi. Başrollerinde Ediz Hun, Filiz Akın ve Kadir İnanır’ın oynadığı bir casusluk filmi olması. Filmin 1971’de Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde en iyi film ödülünü alması. Filiz Akın en iyi kadın oyuncu ödülünü alması

Anılara devam edersek;

Adalet Ağaoğlu’nun –Denemeler, Değiniler, Söyleşiler- i içeren “Karşılaşmalar” adlı kitabından da bir, ‘Tren Yazısı’

‘Uzun zamandır Ankara’ya trenle gitmemiştim. Bu sefer, ansızın çok özlediğim bozkırdoğası içinden, kışın soluk akşamüstü ışığında geçmek, bu arada TCDD ‘nin Fatih Ekspres’ini de denemek üzere, gündüz trenini seçtim.’

Yazarın romanlarından kahramanlarının Kısmet ve Kardelen ile karşılaşma ve bugün nerede ve ne yapıyor oldukları üzerine düşünmesi ile tren yolculuğu devam etmesi…

‘Fatih Ekspresi’nde hizmet verenlerden biri, bildiğimiz yer süpürgesiyle vagonun bol toz içmiş lacivert taban halısını sakin sakin süpürüp duruyor. Havada uçuşan toz bulutundan yolcuların, kucaklarındaki yavruların büyük oranda pay aldıkları gözle de görülebiliyor. Beride iki hanım yolcu, ayakta durmuş, oturmakta olan başka iki hanım yolcuyla yüksek sesli bir sabah sohbetindeler. Sağda, solda, geride üç ayrı makamdan çocuk çığlıkları… Bebeklerin bir derdi olmalı, ama kimse ilgilenmediğine göre, herhalde yok; ben yanılıyorum.

Vagonumuzda bol kirli hava, bol gürültü vardı. TCDD’deki gizli işsizimiz, elde süpürge-faraş, yeri yeniden süpürmeye başlamıştı. Kimsenin, hiçbir şeye ses çıkarma özgürlüğü apaçık. Ben de, birkaç başka kişi gibi, bize kalan özgürlüğü kullandım; kendimi yemekli vagona attım. Orada, roman kişileri yerine gerçek hayattaki dostlarımla karşılaştım. Aradan geçen zamanın o kadar sarsıcılığına karşın, dostlarım neşeli sorgulayışlarından bir şey kaybetmemişlerdi. Belki asıl Kardelen onlardı.’

Ankara’da 1940’ların Hacettepe’sini ve civarını, yürekten gelen sesini satırlarında işiterek okuduğum, A. Erkan Fişenk’in ‘Bir Sokağın Hikâyeleri’ adlı kitabında, Hamamönü’den
Tandoğan’a demiryolundan yaya gitmenin nasıl bir şey olduğunu anlatması…

‘Bahçede babamın pantolonunu ütüleyen annem;
- Koş,dedi. Hemen ağabeyini çağır. Çabuk buraya gelsin. Bir iki dakika sonra ağabeyimle birlikte annemin yanında idik. Annem babamın pantolonunu ütülerken, pantolonun ceplerini boşaltmış bu sırada yere düşen bir yığın renkli kupon dikkatini çekmişti. Bunların ne olduğunu en iyi ağabeyim bilirdi.
- Bunlar Fişek fabrikasının Tandoğan’daki Tüketim Kooperatifinin fişleri dedi ağabeyim. Kocaman bir bakkal düşün anne. Orada para değil bu fişler geçiyor.
……………………………..
…………………………………
…………………………..

Ertesi gün evde bulabildiğimiz ne kadar tencere, file ve torba varsa yanımıza aldık. Hiç paramız olmadığı için Tandoğan’a demir yolundan yürüyerek gidecek ve yine demir yolundan yürüyerek dönecektik. En kestirme yol bu idi.
………………………
……………………..

Fişlerin hepsini kullandık. Taşıyabileceğimizin iki katı pirinç, un, şeker, makarna, yağ ve peynir almıştık. Çok güçlü olan ağabeyim bütün torba ve fileleri boynuna ve sırtına bağladı. Ellerinde peynir tenceresi ve makarnalar vardı. İçinde Vita yağı olan fileye oturtulmuş en büyük tencereyi de bana verdi. Bir saatte geldiğimiz Tandoğan’dan eve ancak iki saatte, her yüz adımda bir mola vererek döndük..’

Bir zamanlar Ankaralıların pek rağbet ettikleri Gençlik Parkı’ndaki çocuklar için tasarlanmış olan küçük trenin Eskişehir Cer Atölyesinde yapılmış olması.

Kayaş ile Sincan arasındaki banliyö treni. Bir zamanlar Sıhhiye’den binildiğinde, bu şehrin, sakinlerine doğuya yönünde Kayaş’a, batı yönünde ise Atatürk Orman Çiftliği’ne pikniğe gidebilme olanağı sunabilmesi…

Banliyö treninin iki ay önce durdurulması. Daha iyi bir hizmet için durdurulmuş olduğunun söylenmesi. Buna çok inanılmaması.

Hızlı trenlerin gelmesi. Hızlı tren seferlerinin yeterli deneme yapılmadan başlatılması sonucu kaza olması. Ve herşey gibi çabuk unutulması.


Hızlı trenlerle Eskişehir ve Konya’nın Ankara’ya kapı komşusu yapılması. Bu işin Ankaralı gezginlerin hoşuna gitmesi.


Babaları demiryolu çalışanı olan iki gencin hızlı trende tanışıp hızlı trende evlenmesi.

Hızlı trenin doğuya sefer yapabilmesi için alt yapı çalışmalarına hızla başlanması.

Hızlı trenler için yeni gar gerekecek mantığıyla Ankara Garı’nın zarar göreceği endişesi...

Ankara garı'nın uyanık bir müteşebbis tarafından otele ve lokantaya dönüşmesi endişesi...

Hatta öngörüsü...

Mimarlar Odasının mücadelesi.

Bu yazının veda zamanının, Edip Cansever’den, ‘Mendilimde Kan Sesleri’nden birkaç dize ile gelmesi;

‘Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler’


DEV KİTAP YOLA ÇIKIYOR


·













Umudun Büyük Kitabı Yola Çıkıyor















ÇOCUKLARIMIZDAN ÖĞRENİYORUZ
HAKLARIMIZ

İÇİNDEKİLER
HAKLARIMIZ;https://hakukabenimhaklarim.blogspot.com.tr/p/our-rights-as-children.html
1.BİZ ÇOCUKLARIN HAKLARI
Çocuk Haklarına Dair Sözleşme
2.TÜM İNSANLARIN HAKLARI
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi
3.ANNELERİN, TEYZELERİN, NİNELERİN, ABLALARIN - TÜM KADINLARIN VE KIZ ÇOCUKLARININ HAKLARI
Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan kaldırılması Uluslararası Sözleşmesi
4.ENGELLİ HAKLARI BİLDİRGESİ
5.NİNELERİN DEDELERİN HAKLARI
Birleşmiş Milletler Tarafından hazırlanan yaşlı İlkeleri
6.YAYA HAKLARI BİLDİRGESİ
7.AVRUPA KENTLİ HAKLARI BİLDİRGESİ
8.HAYVAN HAKLARI BİLDİRGESİ
9.BİR KIZILDERİLİ AMCANIN MEKTUBU
( Çevre bildirge ve anlaşmaları yerine kullanılmıştır

çocuklar için değilse kimin için
Perşembe, Temmuz 28, 2011

https://hakukabenimhaklarim.blogspot.com.tr/p/benim-haklarim-madde-1-ben-cocugum.html
https://hakukabenimhaklarim.blogspot.com.tr/p/diritti-dei-bambini-spiegati-ai-bambin.html
https://hakukabenimhaklarim.blogspot.com.tr/p/los-derechos-de-nosotros-los-ninos.htmlhttps://hakukabenimhaklarim.blogspot.com.tr/p/our-rights-as-children.html



"Aşkın ve Hayatın Şehri Ankara"



Kitap: Bir Aşk, Bir Hayat Bir Şehir,

Bir Aşk, Bir Hayat, Bir Şehir, Yazan: Güven Tunç, Dipnot Yayınevi
Güven Tunç’un yaptığı, olağanüstü, harika bir iş var: Ankara’nın
eski esnaflarıyla, dükkan sahipleriyle, hatta bazı eski dükkan
çalışanlarıyla, belirli bir sistematik içinde görüşmüş ve bu
görüşmeleri yayınlamış. Ankara için, bundan daha hoş ve değerli
bir katkıyı düşünmek bile zor. Görüşülen esnaf arasında ne tür iş
yerleri/ iş kolları var? Tavukçu Lokantası, Boğaziçi Lokantası, Ayhan
Mağazası, Baykal Mağazası, Piknik, bozacılar, berber dükkanları,
örücüler, ipekçiler, sinemacılar, tiyatrocular, sendikacılar, Ankara’nın
eski sakinleri, herkes var konuşulanların arasında… Güven Tunç
bu çalışmayı neden yaptığını şöyle açıklıyor: “Çünkü kalbim
kanıyor, çünkü hayatın gelip tıkandığı noktayı çözemiyorum.
Çünkü asi çocuklar gibi sokaklarında şarkılar söylediğimiz bu
şehrin, insanların, yaşantıların, acısıyla tatlısıyla bir zamanlar ne
kadar sahici olduğunu anımsamaya ihtiyacım var.” … “Ankara’yı
bir vitrinin camından her gün izleyenlerle çıkıyorum yola. Sonlara
doğru, başka Ankaralılar da katılıyor.” Sevdiği bu kenti anlattırıyor
Güven Tunç ve esnafının, insanlarının, bu kenti neden sevdiklerini,
bize göstermek istiyor. *Sadece materyali toplamış ve yayınlamış
ama kendi bu materyal üzerine, pek bir şey söylemek istememiş.
Buradaki insanların söylediklerine bakıldığında, bir önceki kuşağın
gözünden, (bu büyük bir genellikle idealize edilmiş bir Ankara
imajı olsa bile) kentin o döneme ait imgesi/ temel özellikleri ile
ilgili, bireysel olarak başlayan ve toplumsal olarak yaygınlaşan bir
beklentinin varlığı sezilebiliyor.
Esnaf anlatılarına göre 1950-60’lar Anakarası adeta, masumiyet
çağının yaşandığı bir dönem gibi… Hemen hemen herkes ağız
birliği etmişçesine, kentin geçmişinden böyle bahsediyor. Bu yıllar,
Ankara’nın başkent olmasından yaklaşık çeyrek yüzyıl sonrasıdır
ve bu dönem, çok yoğun yenilenmenin ve modern kent inşasının
olgunluğa ulaştığı dönemidir. Henüz kitlesel bir göç söz konusu
değildir. Görüşmelerden çıkan genel sonuca, şöyle kuşbakışı
bakacak olursak, neler görebiliriz? Durgun, hareketsiz, sakin ve
“kendi başına”, dışarıya oldukça kapalı bir şehir (gerçekten dışarıya
açılan tek pencere, belki de sinemalar). İnsanlar “mazbut”, yumuşak
ve mütevazı, esnaf arasında “yardımlaşama ve irtibat” var, “her şey
muntazam, toplum saygılı”, komşuluk ilişkileri var… Beklenmedik
şeyler, sürprizler yok. Ama riskler, güvenlik sorunları da yok. Ancak
1945’ten sonra, hızlanarak gelmeye başlayan kırsal göç, giderek
göçmen kitlesinin karakterine egemen olmaya başlıyor ve kentsel
mekan, artık sadece “modern” doğrultusunda gelişmiyor. Hatta
bu modern mekan, giderek, diğer mekanın gecekonducu mantığı
(gel-geç, iyi düşünülmemiş, evrensel standartlara uymayan mantık)
içinde boğulmaya başlıyor.
Herkes, bugünün Ankara’sından şikayetçi ve eski Ankara’ya
güzelleme yapıyor. Ama özlenen geçmiş de gerçek bir geçmiş
değil, idealize edilmiş, kurgusal bir geçmiş.
Ankara üzerinde “içeriden” ve insanların belleğinden doğru
düşünmek isteyen insanlar için, bulunmaz bir fırsat Güven Tunç'un kitabı

http://gazetesolfasol.com/media/pdf/Agustos_16_kucuk_format.pdf




ANKARAYI TANIMAK (28.04.2013)


Askeri Tıbbiye Ankara’ya nakledilip de tıp fakültesinin son iki yılını Ankara’da okumasaydım bu kenti iyi tanımak olanağı bulabilir miydim?

İlk işim Türk Dil Kurumu’na gitmek olmuştu. O zamanlar Türk Dil Kurumu Cihan Sokağı’ndaydı. Benim için Ankara demek Nurullah Ataç demekti. Ataç üst kattaki toplantı salonunda çalışırdı. Hem daktiloda yazısını takırdatır, hem de sizinle çene çalardı. Onunla konuşurken kendinizi rahat hissederdiniz, sıkılmazdınız.

Kimi zaman Sıhhiye’den Kızılay’a yürüdüğümüz olurdu. Yol üstünde Özen Pastanesi’nde mola verilir, Ataç, paracıklarına kıyıp birer pasta ısmarlardı.

Benim için Ankara’ya gelmek demek Ahmet Muhip Dıranas’ı görmek demekti. Dıranas, Anafartalar’da Çocuk Esirgeme Kurumu ikinci başkanıydı. Necatibey Caddesi’nden İzmir Caddesi’ne geçilen bir ara sokak vardı. Muhip Bey orada otururdu. O sokağın başındaki kahvede nargile tokurdatmayı severdi.

Cahit Külebi, konservatuvarda baş muavindi. Ataç’la bir gün ona gitmiştik. Ataç, Külebi’yi Türk Dili dergisine Yazı Kurulu üyesi olarak davet etmişti.

Külebi, Ataç’ın odasına gelişini abartılı bir saygıyla karşılamıştı.

Ataç’ın son beş yılında oldukça yakınındaydım. Ankara’yı Ataçsız düşünmek olanaksızdır.

Yalnız Ataçsız mı? Daha nice kültür insanı var ki adı Ankara’yla anılır.


MEKÂN-ZAMAN-İNSAN

Bunları anımsayışımın nedeni Güven Tunç’un Ankara üzerine hazırladığı bir kitabı anlatmak istediğim içindir (Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir: Ankara’nın Mekânları-Zamanları-İnsanları, Dipnot Yayınları, 2011).

Güven Tunç “Bu Kitabın Öyküsü” derken, böyle bir çalışmaya neden giriştiğini anlatmak gereksinimi duyuyor:

“Çünkü kalbim kanıyor. Çünkü hayatın gelip tıkandığı noktayı çözemiyorum. Çünkü asi çocuklar gibi sokaklarında şarkılar söylediğimiz bu şehrin, insanlarının, yaşantıların, acısıyla tatlısıyla, bir zamanlar ne kadar sahici olduğunu anımsamaya ihtiyacım var.”

Güven Tunç, Ankara’yı çok eskilerden bilenleri bulup onlardan öğrenmeye çalışıyor. Böylece Ankara’nın ünlü yerleri, oraların gerçek sahipleri tarafından anlatılıyor. Yazarın görevi onların ağzından bunları derlemek. Derlerken de onların anlatım biçimlerine özen göstermek.

Yazar o dönemlerdeki sevi ilişkilerini de merak ediyormuş. Ama onlar “eski terbiye” insanları oldukları için, “biraz mesafeli” duruyorlar, açıkça yanıt veremiyorlarmış.

Kentlerin de kendine göre bir yaşama serüveni var. O kente kişilik kazandıran insanların anılarımızda yaşadığını görüyoruz.

Yazar bir köşeye çekilip uzaklardan dalgalanan bir sesi dinliyor, o sesi dinleyenleri anımsıyor:

“Hamiyet’in Esenpark’taki mikrofonu bırakıp şarkıya asıldığında, sesinin Sıhhiye’den duyulmasını, insanların durup o sesi dinlemesini gözümün önüne getirebiliyorum.”

Gerçek Ankara’yı anlatmak için kimleri bulmak gerekirdi? Nereleri dolaşmak, o yerlerin kimlerden sorulduğunu öğrenmek gerekirdi?

Ankara derken yalnızca bazı mekânları değil, hangi zaman aralığında, kimleri de aramak gerektiğini saptamalıydı. Çünkü o mekânlar o insanlarla bütünleşiyordu.

Gerçek Ankara’yı onlar öğretecekti bize. Kimler gelmiş geçmiş buralardan? İnsansız Ankara neye yarar! Ankara’yı yaşatan o insanlardı. O insanların gittiği meyhaneler, yeme içme yerleriydi.

Oralarda çalışan insanların ilgisiyle bu ortamları daha kolay anlatmak olanağı var.


BAZI MEKÂNLARDAN BAKINCA

İnkılap Sokak’taki “Tavukçu Lokantası”nda garsonluk yapan İsmail Poyraz anlatıyor:

“Bir zamanlar Ankara demek Ulus demekti. Karpiç bir numaralı lokantaydı. İçkisiz Cumhuriyet Yıldız Lokantası vardı. Bakanlar Kurulu dağılınca Cumhuriyet’e gider, yemeklerini orada yerlerdi.”

Samet Ağaoğlu Posta Caddesi’nde Acemin Meyhanesi’ne gidermiş. Turan Güneş en çok “Tavukçu”da yemek yermiş.

İsmail Poyraz yeniden dünyaya gelse gene garson olmak istermiş. Değişik insanlarla karşılaşıyor, kendini geliştiriyormuş.

Ayhan Sümer, Adalet Ağaoğlu’nun kardeşidir. Ayhan Mağazası, Ziya Gökalp Caddesi’nde ünlü bir mağazadır. Onlar Hatay Sokak’ta otururlardı. Daha nice ünlülerin oturduğu bir sokakta Hatay: Fahir Aksoy, Ahmet Kutsi Tecer, Refik Ahmet Sevengil, Azra Çaplı, Fehmi Tokay, Sevgi Soysal o sokağın insanlarıydı.

Flamingo Pastanesi’nin sahibi Dursun Ali Kuluhan ile Boğaziçi Lokantası’nın sahibi Halil İbrahim Boyacıoğlu kendi dönemlerinin Ankara’sını anlatıyorlar.

Ankara’ya bir berber salonundan da bakılabilir. Mithatpaşa Berber Salonu sahibi Salih Atakan dönemin sinemalarını anlatıyor. Evlenmiş, üç çocuğu olmuş, oğlunu Amerika’ya göndermiş. Otuz yıldır tıraş olmaya gelen müşterileri var.

Ankara kendi halinde bir yaşama serüveni sürdürürken unutulmaz olaylar oluyor. Bunlardan biri Ulus’a bir uçağın düşmesi. Kaldırımdaki ayakkabı boyacıları kömür kesilmiş.

Ankara’nın sesini duyurur diye berberlere geniş yer ayrılmış. Ama sıradan insanların da kendine özgü bir sesi var. Örücü Arif (Arif Güngör) de bunlardan biri.

Sokakların adı değişiyor, yapılar yeni bir biçim alıyor. Giderek Ankara kendini yenileştiriyor. Türk filmleri beğeni kazanıyor.

Bir yandan yıllar geçiyor, yıllarla birlikte nice insanlar da gelip geçiyor. Herkesin kendince bildiği, kendince anlattığı bir Ankara var.

Kamil Ateşoğulları diyor ki:

“Ankara’ya geldiğim yıllarda, 1960’larda ve 1970’lerde, daha farklı bir Ankara vardı. Coğrafyası, binaları, mekânları ve kültürel yaşamıyla başka bir Ankara.

O zamanlar Neşet Ertaş Kör İzzet’in kahvesinde dururdu ve arayanlar onu orada bulup düğünlere götürürlerdi.”

Ankara’nın özel tarihinde kimlerin yeri yoktu ki:

“Erdal Öz’ün Sergi Kitabevi bulvarda, Büyük Sinema’nın üst katındaydı.”

“Mehmed Kemal, bulvar üzerinde Kalem adında bir restaurant açmıştı. Ruhi Su oraya gelirdi.”

“O dönemde Ankara’da çok sayıda özel tiyatro vardı. O tiyatroları yaşatacak da tiyatro seyircisi.”


KENTİN KİŞİLİĞİ OLAN YERLER

Zaman geçiyor. Ankara yeniden yapılanıyor. Bildiğimiz yerler yeni bir oluşum içinde değişiyor. Alıştığımız yerleri tanımaz oluyoruz.

Herhangi bir Ankaralı bildiği yerlerin değiştiğini görünce şaşırabilir. Ama o değişikliğe de alışmaya çalıyor:

“Radyoevi karşısında Toptancı Hali vardı. Bugünkü Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın olduğu yerdeydi. Bugünkü Adliye’nin olduğu yer siloydu. İstasyonda tekerlekleri lastikli faytonlar vardı.”

Kimi oluşumlar yavaşça değişiyor. İnsan önemli değişimlerin ayrımına bile varmıyor. Uzak illerden, ilçelerden Ankara’ya geliyor, yaşayan Ankara’ya kendinden de bir şeyler katıyor.

Yusuf Yıldırım gibi bir sendikacı yargıyla uğraşmaktan bıkmıyor. Üstelik yaşlı annesi, “Deh Deh, karyağdı yazilere, çöl kaldı kirli tazilere, bunlar da benim oğluma ceza kesecekler” diyecek kadar yiğit bir davranış içinde, oğlunun yanında yer alıyordu.

Ankara her insanın ayrı sorunuyla uğultulu bir kent. Yürüyenlerin durumundan içlerindeki değişimin ayrımına varabilir misiniz? O uğultudan bir başka Ankara çıkarabilir misiniz?

Kimbilir hangi uzaklardan bir kente gelirsiniz. Orada yeni bir düzen kuracaksınız. O düzen kente de kişilik kazandıracaktır.

“Akman Boza” Ankara’yla bütünleşen bir içecek. Ulus İşhanı’nda onu bilmeyen yok. Vahap Akman ile Muharrem Akman kardeşler Üsküp’ten gelmiş, Akman Boza ve Pasta Salonu’nu açmışlar. “Akman Boza” Ankara’ya ayrı bir kişilik kazandırmış.

Orada boza içmeye gelen öyle ünlüler var ki, onların bozayla bütünleşen özellikleri Ankara’nın özelliği haline gelmiştir. Onlar “Arnavut mertlikleri sayesinde çok büyük bir çevre edinmişlerdir.”

Demek bir “Akman Boza” Ankara’nın simgesi haline gelebiliyor.

Numan Akman üşenmemiş oraya gelen ünlüleri sayıyor. Tiyatro sanatçıları, edebiyatçılar, siyasetçiler hep “Akman Boza”ya gelenler arasındadır.

Yetmiş yılı aşkın yaşayan bir kurum artık o kentin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir.


BİR ZAMANLAR ANKARA

“Bir Zamanlar Ankara” demek kolay. Kentin dokusuna girmesini bilen insan için nice bilinmeyeni öğrenmek gerekir.

Ama çoğu zaman bir kentte yaşadığımızın ayrımında bile değiliz. Kendi serüvenimizi sürüklerken Ankara’yı içinden tanımıyoruz.

Herkesin kendine göre bir Ankara’sı var. O Ankara’da tanıdığı insanlarla bütünleşen bir zamanı var. O kentte yaşadıkları sürece öyle yerler edinmişler ki onlarsız Ankara olmaz. Öyle insanlar tanımışlar ki onlarsız Ankara olmaz.

Güven Tunç’un Ankara’sını okurken insan ister istemez kendi Ankara’sına dalıyor.

Nasıl bir kentte yaşadığımızın bilincinde miyiz? O kentin bize neler kazandırdığının bilincinde miyiz? Bizden de o kente geçen bir şeyler yok mu?

“Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir” Ankara’ya, birtakım insanlara coşkuyla bakmayı kolaylaştıracak bir kitap.

Yaşadığı zaman insana bir düş gibi geliyor. Yılların ötesinden nice tanıdıklarını anımsarken, sanki bir öykü kahramanıymış gibi onları anımsıyor.

Zaman bir düş gibi geçecek. Ankara’yı yaşatan nice insan göçüp gidecek. Ankara gölgeli anılarla kendine özgü yaşama serüvenini sürdürecek...


Bu sayfayla iletişim kurabilmek için dergilerinizi ve kitaplarınızı aşağıdaki adrese gönderiniz:

Mustafa Şerif Onaran
Hekimköy Sitesi Ümitköy-Ank.
Cumhuriyet

Bu yazıdan yaklaşık üç buçuk hafta sonra, 22 Mayıs'ta Mustafa Şerif Onaran Hocayı kaybettik.

Bir düzeltme; İsmail Poyraz "Tavukçu" Lokantasının garsonu değil sahibidir.







·





Hürriyet Gazetesi Ankara Eki - ESRA KAYA "Behzat Ç. dizisiyle başlayan Aşk Tesadüfleri Sever filmiyle esmeye devam eden Ankara rüzgarı son olarak yazar Güven Tunç’un Ankara’yı anlatan “Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir” kitabıyla taçlandı."

Ankara’nın geçmişten günümüze bütün mekanlarını, zamanlarını ve insanlarını konu alan kitap Dipnot Yayınlarından çıktı. Bir zamanların Ankara’sını konu alan kitapta öncesinde Ulus’un, Hisar’ın, Anafartalar Caddesi’nin, Samanpazarı’nın, Dörtyol ve Cebeci’nin sonrasında Sıhhiye’nin, Yenişehir’in, Kızılay’ın en sonunda da Yenimahalle’nin Kavaklıdere’nin ve Cinnah’ın hikayesi anlatılıyor. Bugünkü Ankaralılara isimleri belki de hiç tanıdık gelmeyen, Palabıyığın Meyhanesi, Arnavudun Lokantası, Kürdün Mey­hanesi, Acemin Bahçesi, Madamın Yeri gibi birçok anıya şahitlik etmiş mekanlarda zaman yolculuğuna çıkılıyor. Yazar Tunç, kitaba ilişkin küçük ipuçları verirken, şunları söylüyor: Başkent’in sinemaları “Hamiyet’in, Samanpazarı Esenpark’da mikrofonu bırakıp şarkıya asılmasını ve Sıhhiye’deki insanların nasıl bir duygu yoğunluğu içinde durup bu sese kulak kesilmesini hayal ede­biliyor muyuz? O zamanlar Ankara, akasyalar ve sinemalar demek. Küçücük bir bölgeye kaç sinema sığar? Yıldırım Beyazıt Meydanı’nda Emek, Atlas ve Nur; Çalışkan­lar’ın Samsun Asfaltı’na bakan yönünde Sefa; Aydınlıkevler’de Cici ve Doğan; Kavacık Subayevleri’ndeki Çamlık’ta Erdem; Dışkapı’da Yaman; Yenidoğan’da Zafer ve Yüksel sinemaları yer alıyor. Bu sinemalarda ayrıca konserler de düzenleniyor. Hatay Sokak çok güzel bir sokak. Mimar Kemal İlkokulu’ndan başlayıp Selanik Caddesi’nin köşesinde biten bu kısacık so­kaktan, Türk edebiyatı ve sanatına damgasını vuracak kaç sanatçı çıkabilir? Ankara’nın hikayesi bu. İçinde; çevresinde piknik yapılan, balık tutulan, kıyılarında kuş seslerinin dinmediği o güzel derelerin yer aldığı bir şehrin hikayesi.” Hürriyet Gazetesi Ankara Eki - ESRA KAYA



"Ankara; 1920'lerden Behzat Ç'ye"

Funda Şenol Cantek - Radikal Kitap Eki

Güven Tunç'un kitabı, hafızası olmayan bir şehrin kaydını tutarken, o şehre kimliğini veren kurumların sahiplerinin, o şehri karşılıksız seven ama sevmek için sebepleri olanların hikâyelerini anlatıyor
Ankara: 1920'lerden Behzat Ç.'ye
FUNDA ŞENOL CANTEK Arşivi

Orta Anadolu’nun mütevazı kasabası Ankara, başkent Ankara olalı beri sıkletine denk olmayan, güçlü, kıyıcı ve caydırıcı bir rakiple kıyaslanagelmiştir. Bir ayağı Asya’ya, öbür ayağı Avrupa’ya basan, alemin gözbebeği, ‘medeniyet beşiği’ İstanbul’la. Rakip bu kadar güçlü, dolayısıyla rekabet bu kadar haksız olunca, ‘Ankaralı’ olan da, Ankara’da yaşamak zorunda kalan da, bu acıklı mekansal mahrumiyeti meşrulaştıracak bahaneler aramaya sevkedilmiştir. Erken Cumhuriyet döneminde, tartışma götürmeyeceğine inanılan bahane, İmparatorluk terekesine sırt çevirme yürekliliğini göstererek bozkırda bir ulus inşa etmek amacıyla şehre yerleşmenin gururudur. Mahrumiyet bölgesinde yaşıyor olmak, perhizcilerin kahramanlık hikayelerini cilalar. Ne yol vardır, ne iz. Başını sokacak ev, içecek su, doğru dürüst hizmet veren bir aşevi bile yoktur. Sinema, restoran, bar ise hak getire… Yerli Ankaralı nüfuz edilemeyecek kadar yabanidir. Erken Cumhuriyet dönemi edebiyatı, kurucu seçkinlerin anıları, anekdotlar hep bunu söyler. Görev duygusuyla Ankara’ya yerleşenler trenlere doluşup İstanbul’a dönünce geride kalan şehir, ‘nezih’ addedilen bir sosyal hayatı olan, dingin, düzenli bir karasal iklim, bir saklı coğrafya gibi algılanmıştır sakinlerince. Kendisini yurt edinenleri yutmayan, sokaklarında kaybolunmayacak, tam tersine bir evin odalarında dolaşır gibi dolaşılacak, ‘herkesin yerini bildiği’ ve ‘her yerin herkesçe bilindiği’ bir şehirdir Ankara. Mekânsal organizasyonu değişse de, bu özelliği bugün de pek değişmemiştir. Hâlâ Ankara’da yaşıyor olmanın güncel bahanesi, hatta özrüdür bu haddini bilme hali, bu tanışıklık hissi ve bu konfor.

Şehre aşkla bağlı olanlar
‘Cumhuriyet çocukları’nın özlemle andıkları, Riyaset-i Cumhur Orkestrası konserinden çıkan tuvaletli ve papyonlu çiftlerin Süreyya Pavyon’da dans ettikleri; Piknik’te içilen Arjantin biranın çakırkeyifliğiyle Özen Pastanesi’nin sokağa taşan masalarına oturulup bahar havasının tadının çıkarıldığı günler geride kalmıştır çoktan. Ama başkent Ankara hala, ulaşımın rahatlığının avantaj, dostluğun sığınak olduğu bir kocaman evdir. Sokakta gönül çelen az bir şey varsa, o da kalmamıştır artık. Ne Çubuk Barajı’nda sandal sefası, ne de Gençlik Parkı’nda aile matinesi. Hatta bu büyükşehir, kadimleşen büyükşehir belediye başkanı eliyle çevre sorununun bir parçası haline getirilmiş, sakinlerinin yaşam kalitesini düşüren dışsal bir etken olarak görülmeye de başlanmıştır.
Son yıllarda Ankara’ya yönelik medya ilgisi, diziler, filmler ve kitaplarla dikkat çekici hale geldi. Haliyle bunların arasında öne çıkan Gökçek Ankarası’nın başrolü paylaştığı Behzat Ç., Ankara’yı sevmek için bahaneye veya özre ihtiyacı olmayanların duygularına tercüman olduğu için de çok sevildi. Güven Tunç’un hazırladığı ‘Bir Aşk, Bir Hayat, Bir Şehir’, Ankara’nın 1920’lerden Behzat Ç.’ye kadar olan serüvenini, o süreci yaşayanların diliyle anlatıyor. Daha önce Figen Özbay ile birlikte ‘Şehrin Zulası’ adıyla bir Ankara kalesi kitabı hazırlayan Güven Tunç, Ankara’nın mekânları, zamanları ve insanlarını aramaya çıkmış bu kitapta. Aradığını bulmak için Ankara’nın marka olmuş ticarethanelerinin kurucularıyla da konuşmuş. Bunun yanında, en eski Ankara semtlerinin sakinleriyle, küçük esnafla, sokakların tanıdık simalarıyla görüşmeler yapmış. Görüşülen herkes adeta aşkla bağlı olduğu için bu şehre hâlâ, kitabın adı da ‘Bir Aşk, Bir Hayat, Bir Şehir’ olmuş.
Tunç, çocukluğunun Ankarasının izini aramak için yola çıktığını belirtiyor kitabın girişinde: “Çocukluğumdaki gibi, şehir tanımına uygun; mahallenin, her mahallede okulun, çocuk parklarının, sağlık ocağının, yazlık kışlık mahalle sinemalarının, özgür çocukların, elmaları çalınacak bahçeli evlerin, o evlerdeki huysuz ve tatlı ihtiyarların, yaz akşamları sokağa yayılan kızartma kokularının, kahkahaların olduğu bir şehir ararken, onların anlattıklarında çok daha iyi ve güzel bir Ankara buluyorum.”
Tunç’un nostaljiyle yüklü romantik arayışı, istisnasız, her görüşmesinde aynı karşılığı buluyor. Akman Pastanesi’nin sahibi Numan Akman, Tavukçu’nun sahibi İsmail Poyraz, Boğaziçi Lokantası’nın sahibi Halil İbrahim Boyacıoğlu, Nergiz, Menekşe ve Kavaklıdere sinemalarının sahibi Ayhan Nergiz, Net Piknik’in sahibi Eren Önat, Yenişehir sakinleri ve diğerleri bu nostaljik yolculuğun duygusal yükünü ağırlaştırıyorlar. Şehrin “altın çağı”nı yaşama şansına sahip olduklarını söyleyen anlatıcılar, bir yandan da yitirilen masal ülkesi için yas tutuyorlar. Anlatıcıların bir bölümü, daha küçük yerlerden ve zor yaşam koşullarından gelerek sonradan Ankaralı olmuş kişiler. Onların geldikleri şehirlere kıyasla, başkentin yıllar önceki görünümü, yıldızların yere indiği bir ütopya haliyle. Dışlanmamış, yenik düşmemişler geldiklerinde. Doyduğun yer vatanındır, sözüne de ihanet etmiyorlar bu sebeple. Hemen hemen her anlatıcı, Numan Akman’ın ifadesiyle, “Küçüğün küçük, büyüğün büyük olduğunu bildiği” yıllara özlem duyuyor. Yenişehir sakinlerinden Nil Öget, “Bu şehirde bana kendimi özel hissettirecek pek bir şey kalmadı. Eskiden seçilirdik. Baleye, resme kabiliyeti olan giderdi. Şimdi herkes her yerde” sözleriyle ifade ettiği yenilmişlik hissine tercüman oluyor.

Şehrin havası özgür kılar
Ankara’yı İstanbul karşısında güçlü ve farklı kılan son koz, ‘seçilir olma’ imkânı da ortadan kalkınca, geçmişin ipine sarılmaktan başka seçenek kalmıyor Ankaralılar için. ‘Şehrin havası özgür kılar’ sözünün işaret ettiği, kalabalığa karışıp herhangi biri olma imkânı, Ankara büyükşehir olmaya doğru hamle ettikçe, kaçınılmaz son olarak beliriyor. Bu da seçilir oldukları o tenha günlerin anısıyla yaşayanları ürkütüyor, bedbinliğe sevkediyor. Kitapta kendi Ankaralarını esrime hissiyle anlatan eski Ankaralılar, anlatılarını güncele bağlarken, bedbinliklerinin altını bu yüzden çiziyorlar.
Tunç’un kitabı, hafızası olmayan bir şehrin kaydını tutarken, o şehre kimliğini veren kurumların sahiplerinin, o şehri karşılıksız ve bahanesiz seven ama sevmek için sebepleri olanların hikayelerini anlatıyor. Bir yandan, eski kuşağa ‘Neydi o günler?’ dedirtiyor, öte yandan da, şehrin hafızasını tazelemek isteyen araştırmacılara malzeme sunuyor.






aşkın ve hayatın şehri
BİR AŞK, BİR HAYAT,
BİR ŞEHİR

"Umudun, akasyaların, sinemaların şehri; Ankara"
Evrensel Gazetesi Ankara Eki - Derya Kaya

“Bu bir Ankara kitabı olduğu kadar Ankaralılar kitabı da oluyor. Belki daha çok onların. kibar, mütevazı ve çalışkan insanların kitabı” diyor Güven Tunç kitabı için. Dipnot Yayınevi’nden Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir-Ankara’nın Mekanları, Zamanları-İnsanları ismiyle çıkan kitapta bir zamanların Ankarası’nın hikayeleri var. Tunç, Ankara’nın eski sakinlerini, özellikle terk edip gitmemiş olanlarını bir araya getirmiş kitabında. Ulus’un, Anafartalar Caddesi’nin, Samanpazarı’nın, Dörtyol ve Cebeci’nin sonrasında Yenişehir’in, Kızılay’ın, Kavaklıdere’nin ve Cinnah’ın hikayelerini yaşayanları anlatıyor.

Ankara’nın ilk yürüyen merdiveninin Ulus Anafartalar Çarşısında açılışından, 1956’da Bentderesi’nin taşmasıyla oluşan sele, Von Papen olayından uçak kazasına, 27 Mayıs Darbesine, Sendikalar Yasası’nın çıkarılması için işçilerin Meclisi kuşatmasına kadar Ankara’nın birçok iz bırakan olayını dönemin tanıkları kendi hikayeleriyle anlatıyorlar. Kitapta birçok bürokratı, sanatçıyı, milletvekilini ağırlamış Çiçek Lokantası’ndan Flamingo Pastanesi’ne, Baykal Mağazası’ndan İpekçi Cemal’e hepsinin hikayeleri var. “Hacettepe’de adam keserler, sakın gitmeyin” diye korkutulan da, Hacettepe’de elektrik direğine adam bağlayan da kitapta yer alıyor.

‘ULUS ANKARA’NIN EN GÖZDE SEMTİYDİ’

O dönemler Ulus’un, Ankara’nın en hareketli gözde semti olduğu yıllar. Mağazalar, lokantalar, eğlence yerlerinin önemli kısmı Ulus’ta. Palabıyığın Meyhanesi, Arnavudun Lokantası, Kürdün Meyhanesi, Acemin Bahçesi, Madamın Yeri gibi isimler bugün belki kimseye tanıdık gelmiyor ama o dönemin Ankaralıları için hepsinin yeri ayrı. O dönem Ankara’nın eğlence merkezleri Gençlik Parkı, Atatürk Orman Çiftliği, Papazın Bağı, Şaraphane, gençlerin de uğrak yerleri. Kitap, bugünün Ankaralılarını hiç gitmedikleri belki de hiç duymadıkları yerlerde bir zaman yolculuğuna çıkarıyor. Bugün anlamını yitirmiş yerlerin, o dönemin Ankaralılarının hayatında hepsinin ayrı bir hikayesi var. “Etlik eskilerde bağlık bahçelik bir yer, bağlarda her türlü meyve yetişiyor, meyvelerin tadına doyum olmazdı” diyor o dönemin tanıkları.

SİNEMA VE TİYATRO ANKARALILAR İÇİN VAZGEÇİLMEZDİ

Mimar Kemal İlkokulundan başlayıp Selanik Caddesi’nin köşesinde biten kısacık Hatay Sokak, Türk edebiyatı ve sanatına damgasını vurmuş Adalet Ağaoğlu, Ahmet Kutsi Tecer, Burhan Doğançay, Fahri Aksoy ve daha başkalarına ev sahipliği yapıyor.

Devlet Tiyatrolarında Kral Lear ile Cüneyt Gökçer, “Kiss me Kate” ile Ayten Gökçer, Ankara Sanat Tiyatrosunda “Bir Delinin Hatıra Defteri”yle Genco Erkal, Meydan Sahnesinde Kartal Tibet, Sanat Severler Kulübünde Nevra Serezli ve daha nice sanatçı Ankaralıların unutulmazları arasında.

Tunç kitabında Ankara için “Umudun, akasyaların ve sinemaların şehri” diyor. Belki şimdi birçok Ankaralı adını bile duymamış olsa da Ankara Sineması, Büyük Sinema, Melek, Ulus, Emek, Atlas Sinemaları ve daha niceleri o dönem Ankaralılar için büyük anlam taşıyor.

Kitap mekanlarıyla, sokaklarıyla o dönemin insanlarının yaşanmışlıklarını, hayata ve insanlara karşı duruşlarını, anlayışlarını konu ediyor. Yazarının da dediği gibi içinde, çevresinde piknik yapılan, balık tutulan, kıyılarında kuş seslerinin dinmediği o güzel derelerin yer aldığı bir güzel şehrin hikayesini anlatıyor. (Ankara/EVRENSEL)




CUMHURİYET ANKARA EKİ

1 Haziran 2011 Çarşamba

Bir Ankara ve Ankaralılar Kitabı: ‘Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir’

Güven Tunç’un “Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir” kitabı; “Ankara’nın mekânları, zamanları, insanları”na ve “bir zamanların Ankarası’na” bir anmalık. Kızılay’ın akasya ağaçlarıyla dolu, Kurtuluş Parkı’nın fidanlık olduğu, Dikmen’de at koşturulan günleri anlatan Ankara sakinlerinden naif, kalender, sıcak sesler...
http://tureykose.blogspot.com/2011/06/bir-ankara-ve-ankarallar-kitab-bir-ask.html

“Ankara’nın en çok nesini seviyorsunuz” sorusuna “İstanbul’a dönüşünü” yanıtını veren Yahya Kemal’e inat bu kentte yaşamaktan mutlu olanlar var. Güven Tunç, eski Ankaralı dostlarıyla birlikte “umudun, akasyaların ve sinemaların, medeni insanların, pırıl pırıl derelerin şehri”ne götürüyor okuru. Adı Tavukçu Lokantası’yla özdeşleşmiş İsmail Poyraz, Ayhan Sümer (Ayhan mağazası), Dursun Ali Kuluhan (Flamingo pastanesi), Salih Atakan (Mithatpaşa Berber Salonu), İlhami Baykaler (Baykal mağazası), Eren Önat (Net Piknik), Mustafa Bağışlar (Berber salonu), Arif Güngör (Örücü Arif), Cemalettin Tatlı (İpekçi Cemal), Ayhan Nergiz (Nergiz, Menekşe ve Kavaklıdere sinemaları), Göker Zafer (Nergiz, Menekşe sinemaları), Numan Akman ile Alper Akman (Akman Boza ve Pasta Salonu), Yenişehir sakinleri Asuman Emre, Nil Öğet ve Ünal Tanıl, AST çalışanı Tekin Yücelbalkan, sendikacı Yusuf Yıldırım ve eski Ankara milletvekili Kamil Ateşoğlulları “kendi Ankaralarını” anlatıyor. “Hatır senediyle” esnaflık yaptıkları, sokaklarında âşık oldukları, tiyatro salonlarını doldurdukları, meyhanelerinde kadeh tokuşturdukları başkenti...
Ayhan Sümer “Ankara bir umuttu. Yoktan var edilmiş bir şehrin mucizesindeki umut” diyor ve kentin bugünkü halinden duyduğu üzüntüyü “Başta Türkiye ve başka Ankara olmadığına inanıyorum” diye anlatıyor. Dursun Ali Kuluhan, “Hamiyet’in Esenpark’ta mikrofonu bırakıp şarkıya asıldığında, sesinin Sıhhiye’den duyulmasını, insanların durup o sesi dinlemesini gözüne getirebiliyor” ...Herkesin hemen sınıf atlamaya çalıştığı günümüzde bu eski Ankaralıların yaşama bakışındaki sadelik, kalenderlik dokunaklı geliyor. İsmail Poyraz, “Ben yeniden dünyaya geldim. Bana sorsanız ‘Ne olurdunuz’ Garson olurdum” diyor. Örücü Arif Güngör de, “Ankara’da yaşamaktan ve örücülük yapmaktan memnunum. Bir daha dünyaya gelsem yine örücülük yapardım. Ustam Yusuf Örer bana örnek oldu. Mütevazı oldum. Kanaat ehli oldum” diyor. Alper Akman, 70 yıllık Akman’ın alışveriş merkezlerine neden şubesini açmadıklarını anlatırken “Gitsem maddi olarak çok iyi olabilirdi. Ama şunu tercih ediyorum: Eski müşterinin gözünde eski kalmak” diyebiliyor...
Kamil Ateşoğulları 60’lar, 70’lerin Ankarası’nı özlüyor: “O zamanlar Neşet Ertaş Kör İzzet’in kahvesinde dururdu ve arayanlar onu orada bulup düğünlere götürülerdi. Bu kahvede 1965 seçimlerinde TİP adına konuşma yapan Sadun Aren’i dinledim. O dönemde Ankara’da çok sayıda özel tiyatro vardı. O tiyatroları yaşatacak da tiyatro seyircisi.”
Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir, Güven Tunç, Dipnot Yayınları, 223 sayfa.

Cumhuriyet Ankara Eki'nde yayımlandı
Türey Köse



1930 YILINDA KURULMUS OLAN TAVUKÇU LOKANTASININ TARIHI Tavukçu Lokantası ve İsmail Poyraz Konunun Kısaca Açıklanması Birinci El Kaynaklar Tavukçu Lokantası ilk olarak 1930 yılında Ulus'ta Arnavut Hüsamettin tarafından kurulmustur. Daha sonra Çiçek Lokantası'nı da açan Arnavut Hüsamettin, Tavukçu'yu Rasit Bey'e devretmistir. 1954 yılına kadar Ulus'ta bulunan lokanta, 1983 yılından beri Inkılap Sokagındaki yerindedir. 1969 yılından beri Ismail Poyraz tarafından isletilen Tavukçu, Ankara denilince akla gelen mekanlardan biri olmustur. Bu ödev çerçevesinde Ankara'nın eski kültürünü hala yasatan yegane mekanlardan biri olan Tavukçu Lokantası ile Rize'den göç ederek Ankara'ya gelmis olan Ismail Poyraz'ın eski Ankara deneyimi anlatılacaktır. Ismail Poyraz Ismail Poyraz, 1935 yılında Rize'de doğdu. İş bulmak amacı ile Rize'den Ankara'ya göç eden Poyraz, 1969'dan beri Tavukçu Lokantası'nı işletmektedir. 1950 yılından beri Ankara'da olan Poyraz, her türlü iş deneyimini yaşadıktan sonra Tavukçu Lokantası ile kemikleşmiş bir kültürün temsilcisi olmuştur. Bizim için İsmail Poyraz 1950'lerin Ankara'sını deneyimleyen Eski bir Ankara'lı olarak Ankara kültürünü simgelemektedir. Güven Tunç'un Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir adlı kitabı Mehmet H. Doğan'ın Tavukçu'da Cemal Süreya ile yediği bir yemeğe dair olan anısı Döneme dair fotoğraflar ile eski Ankara fotoğrafları Tavukçu Lokanta'sının vergi levhası gibi resmi belgeleri Eski müşterilerle röportajlar İkinci El Kaynaklar Rakı Ansiklopedisi isimli kitap Gazete'de Tavukçu'ya dair çıkmış haberler ve köşe yazarlarının Tavukçu'ya ilişkin izlenimleri Göç etmeye neden olan Rize'deki döneme ilişkin kitaplar Merkezin Ulus'tan Kızılay'a geçisi konusunda Ankara'ya ilişkin kitaplar ve özellikle Gültekin Emre'nin Yitik Kent Ankara Kitabı Araştırma Soruları Ismail Poyraz Kimdir? Tavukçu Lokantası nerede, kim tarafından açılmıstır? Poyraz neden Rize'den Ankara'ya göç etmistir? Tavukçu'nun ilk açıldıgı hali ile bugünkü hali arasındaki farklar nedir? Tavukçu Lokantasını özel kılan nedir? Tavukçunun menüsünde ne gibi değişimler olmuştur? Eski Ankara kültürü dendiğinde neden hep Tavukçu'dan bahsedilir? Tesekkur Ederiz
http://prezi.com/ab7sacfwjprp/tavukcu-lokantas/



Cuma, Mart 25, 2011


CUMHURİYET - ÖZGEN ACAR - 7 Ekim 2014

Ankara Kitapları!
“Ankara’nın Dünü” başlıklı yazılarım nedeniyle, bazı okurlar görmediğim Ankara kitaplarını gönderdiler. 1956’ya gelişimden sonra, Ankaralı olmayı yeğlediğim başkent için bu kitaplarda anlatılanların çoğuna, ben de tanık oldum. Tanıklık yaptığım kişilerin çoğu tek tek göçüp gittiler... Belediyeler, kenti daha da güzelleştirmek yerine çirkinleştirdiler... Keşke bu kitapların yeni baskıları yapılsa ve gençler de sayfalar arasında yitip giden Ankara’nın dününü ilk ağızdan öğrenebilseler...

***

Adı: Ankara Tarihi 1-2
Yazarı: Avram Galanti
Yayınevi: Çağlar Yayınları
Sayfa: 303
Bodrum doğumlu, Yahudi, 1943’te Niğde milletvekili, araştırmacı yazar, kitabında başkentin tarihini, coğrafyasını, tarımını, ticaretini, eğitim kurumlarını, dinsel yapılarını, resmi belgelere dayanarak okura sunuyor. İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeliğinden sonra 1911’de Kahire’ye giden, dönüşünde Darülfünun’da “Doğu Halklarının Eski Tarihi Kürsüsü’nde” profesörlük de yapan yazar, başkentin geçmişini tarihsel bir dizin olarak belgeleyerek anlatıyor.

***

Adı: Şehrin Zulası - Ankara Kalesi
Yayına Hazırlayan: Tanıl Bora
Yayınevi: İletişim Yayınları
Sayfa: 312
Güven Tunç-Figen Özbay ikilisinin başı çektiği kitabın hazırlanmasına 6 araştırmacının da katkıları gözleniyor. Özellikle “Ankara Kalesi’nin” gelmişi ve geçmişi şöyle irdeleniyor: “Tanpınar’ın söyleyişiyle, ‘Bir iç kale, bütün ümitlerin kendisinde toplandığı son sığınak’tır. Kale, Ankara’da ‘şehir ruhu’nun kurtarılabileceği yerdir; şehrin zulasıdır...” Kalenin bireyleri de görselleri ile kitaba yansıyarak belgelendiriyor.

***

Adı: Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir
Yazarı: Güven Tunç
Yayımlayan: Dipnot Yayınları
Sayfa: 223
Başkentin geçmişte kalan bireylerini tanıtan kitap, Ankara’nın yitik toplumsal yapısını da irdeliyor. Ankara’nın mekânlarında, zamanın etkilediği değişimler gözlemleniyor. Bireylerin anlatımlarını görseller bütünlüyor. Sanki “Ankara’nın son yarım yüzyılı” geri dönüşümlü bir film gibi kurgulanıyor.