8 Eylül 2014 Pazartesi

DEĞERLENDİRME


Bir Kalp Ağrısına Uzaktan Bakmak 4

DEĞERLENDİRME

“Ah İstanbul, İstanbul olalı, hiç görmedi böyle keder”
Sezen Aksu


Her üç romanda da sıradan insan diyebileceğimiz batılı kahraman yok. Belki romancıların çevresi o insanlardan oluştuğu için onlara sıradan gelebiliyor ama bize göre sıradan değil bu kahramanlar. Basbayağı beyaz.

Romancılar; sıradan insan kahramanların bu meseleyi anlatmakta yetersiz kalacağını düşündüler de, “başarılı” yazarlardan, akademisyenlerden, gazetecilerden kahramanlar tasarlayarak, konuyu onların diliyle, bize daha iyi anlatmayı mı hedeflediler, yoksa sıradan insanı tanıyamadıklarından mı böyle yaptılar? Bilemedim. Ya da kendi kişisel görüşlerini makaleden romana evirerek bize anlatmanın bir yolu muydu okuduklarımız. Onu da bilemedim.

Birinde olsa neyse, ama üç romanda da aynı şey olunca biz okuyucular için; dünyayı gezip bilmeden, Amerika’da, İngiltere’de üniversite okumadan bu meseleler anlaşılmaz, anlatılmaz, çözülmez gibi bir sonuç çıkıyor.

Ya da üç romanı da birbirine yakın yıllarda okuyanlar için; bu ülkede özellikle İstanbul’da, neredeyse tüm okumuşların, doğuyu, o uzak coğrafyayı dert ettiği, en azından bir kez olsun oraya gittiği gibi bir sonuç çıkıyor.

Yine okurun yanlış yönde bir soyutlamaya yanlış yönde bir sonuca varmasına neden olan başka bir benzerlik ise egemen kahramanların beyaz ya da mavi olmaları yanında onların hiç gülmüyor olmaları…

Basbayağı donuklar. Doğal değiller yani… Kahramanların hayatla sıradan hiçbir bağları yok. İnsani etkinliklere yüz vermiyorlar. Aralarında; güzel şarkı, türkü, arya söyleyen birileri, gitar, saz, dümbelek, piyano, keman, gırnata çalan birileri, iyi mantı yapan, iyi pilav pişiren, iyi midye dolması yapan, iyi balık pişiren, iyi meze ustası olan, iyi likör yapan, iyi şerbet yapan birileri, batının dışında, ülke içinde bile seyahat eden, müze gezen, resim yapan, dalan, kille uğraşan, gergef işleyen, örgü ören, yürüyen, yüzen, tenis oynayan, balığa çıkan bir roman kahramanı yok.

Yaşam sadece kariyer mi? Büyük meseleler karşısında endişelenmek, büyük makaleler, romanlar, köşe yazıları yazmak, büyük konuşmalar yapmak mı? Bunu mu anlamalıyız?

Romanlarda, bir aydın olma sorumluluğunu anlıyorum ama aydın olmanın sorumluluğunun; iyi kalpli, okumuş, yol gösteren, bilgili, kurtarıcı olan, beyaz adam çerçevesine sıkıştırılmış kahramanlar tasarlayarak ve onların üzerinden bir memleket meselesine bakmak olarak verilmesine itirazım var. Bu romantizmin ta kendisi sanki…

Ve bu romantizmin sadece kendine yönelik algılanmasına, kendine üstün bir kimlik oluşturup bir düş dünyası yaratılmasına, bir düşman bir öteki tasarlanıp kendini meşrulaştırma ihtiyacına, efsanelerden prenseslerden, krallardan, kraliçelerden rol çalınmasına, incitilmemek için bu denli gerçeklikten kaçılmasına itirazım var.

Yazarlardan birinin, bir iki kitap öncesi olan Veda romanından birkaç alıntı;
“Sokaklar İngiliz üniforması giymiş Rumlar ve Ermenilerle dolu..” (sf. 27) ,
“Müslüman Osmanlıların omuzları düşük, yüzleri asık, başları öne eğikti, Rumlarla Ermenilerin yüzünde ise güller açıyordu” (sf. 43) ,
“Kadınları taciz edenler, işgalcilerin üniformalarını giyinmiş Rumlarla Ermenilerdir” (sf. 81),
“Hıristiyan tebaların her biri, kendi kilisesine ait olan devleti şakşaklamıştı….” (sf 194)
“İngiliz üniforması giymiş birkaç Rum ve Ermeni…” (sf. )
“İşgalcilerin yanı sıra Ermeniler, Kürtler, Çekezler, Rumlar….” (sf. 297) ,
"Hıristiyan azınlıkları, yüzyılların öcünü almak istercesine işgalcilerle işbirliği yapıyor. Müslümanları her fırsatta ihbar ediyor…” (sf. 9)
“Maliye Nezareti’ndeki Yahudi dinine mensup maliye memurları hiçbir şey olmamışçasına vazifelerine devam etmekteydiler.” (sf. 12),
“…ve Allahtan Yahudiler Osmanlılara hâlâ sadıktılar. “ (sf. 12)

Bir sonraki romanın kahramanlarında bir düzeltmeye gidilse de- bir birey üzerinden aklama yapılmaya çalışılsa da – sık sık başvurulan bu toptancı yaklaşım bende ciddi endişe oluşturacak çağrışımlar yaratıyor.
İçerikten söz edersek, bu bakış açısı ile, doğuda kızları ne okutursak okutalım çocukları telef ederiz. İkincisi biçim olarak bakacaksak, makalede gider bu dil. Romanda birey değil midir anlatılan.

En Uzun Gece’den bir alıntı; köylü yaşlı bir kadın misyondakilere –Yelda, Zerrin, Jacques’a - konuşuyor,
“Şimdi bakın, bunlar yalancıdır, ben size işin aslını söyleyeyim. Başlık parası alır kızın babası burada. Mal gibi satar yani… Köylünün gencinde para olmaz, nereden olsun… Para ya ağa oğlunda ya ihtiyardadır. Ağa oğlu ağa kızı alır. Köyün kızı köyün ihtiyarına kalır. Kız genç… İçi fıkırdar, semaver gibi kaynar, eti soğumuş ihtiyarı netsin, gönlünü bir gence kaptırır kaçar… Bunlar da onları bulup vurur… Sonra da kasıla kasıla namus davası derler. “ (sf. 261)

Bu yaşlı kadın şehrimizden bir yerden olsa, “aydın çevreler”, “bürokrat çevreler”, “tüccar çevreler” üzerine anlatacağı şeyler bu kadarcık mı olurdu bilemem.

Yazarların belirttiği üzere; Doğu, gerçekten memur babalarımızın, asker babalarımızın zorunlu şark hizmeti yaptığı, kaymakam babalarımızın, genç subaylarımızın idealleri uğruna gittiği o uzak ülke. Anlaşılan hep uzak ülke olarak kalmış. Ve bu kahramanlara da hâlâ çok uzak bir ülke. Belki eskilerden bile daha uzak… Çok uzak

Bu nedenle batılı kahramanların bölgede kalış zamanları da birbirine benziyor. Anladığım ve okuduklarımdan çıkarabildiğim kadarıyla; Ömer Eren, üç dört hafta civarı, Yelda ise üç beş hafta kalıyor bölgede. Nevra, çocukluğunun dışında bir günlük görüşme gerçekleştiriyor, o da hapishanede, o da büyük şehirde. Doğu’da bu kadar zaman çok az.

Ve bu nedenle coğrafya betimlemeleri zayıf kalıyor.
Sadece o coğrafyanın köyleri, dağları, patika yollarına değil, Bodrum’un köylerine köylülerine de uzağız sanki.

Coğrafyadan söz edeceksek;
Mehmed Uzun’un betimlemelerini arıyor insan.
Ya yedi iklim dört bucak; Balkanlar’dan başlayıp tüm Anadolu’yu, Kafkas’ları, Mezopotamya’yı, Arabistan çöllerini kocaman bir bahçeymiş ve bu bahçe avucunun içiymiş gibi ayrıntılı anlatan Yaşar Kemal’in bölgeyi anlatışını.
Mıgırdıç Margosyan Usta’nın bölgeden bir kentin elli yıl öncesinin yaşantılarında anlattığı medeniyeti.
Ben; Yaşar Kemal’i Osman Şahin’i Mehmet Uzun’u, Bekir Yıldız’ı, Mıgırdiç Margosyan’ı Murathan Mungan’ı, Enver Gökçe’yi, Ahmed Arif’i yeniden yeniden, bir daha okudum. Hep okurum zaten onları. Yine bu yazı için de okumaktan çok hoşlandım.
Adnan Gerger’in, Dağların Ardı Kimin Yurdu’ nu iki gecede bitirdim.
Yakın zamanda Mesut Özcan’ın, Dersim Ağıtları’nı okuyacağım.
Kardeş Türküler’i bir daha bir daha bir daha dinledim.
Bir de asla vazgeçemeyeceğim Erkan Oğur ile İsmail Hakkı Demircioğlu’nu, en eski kasetlerinden başlayarak içercesine dinledim.
Mahsun’un filmi hatırladım. Belki çok naif kalıyordu ama ne kadar içtendi. Kimseyi dövmeden, hırpalamadan bir şey anlatmaya çalışıyordu.

O coğrafya; çok bulutlu çok parçalı çok zengin.
Hiç mi türküsü yok bu halkın hiç mi masalı efsanesi, manisi. Hadi onların yok sanılıyor, o coğrafyadaki diğer halkların da mı yok. Ermenilerin, Süryanilerin, Keldanilerin….

“Ahçik’i yolladım Urum iline/ Eser bad-ı sabah zülfün teline”

O coğrafyada bir halkı, tek başına anlatmaya kalkmanın sancıları bunlar. Oralarda Hıristiyanlar var. Hem de kadim zamanlardan kalma Hıristiyanlar. Süryaniler, Ermeniler var. Yahudiler var. Sabetayistler var. Sonra Araplar var. Sünni ve Alevi Kürtlerle, Sünni ve Alevi Türkler var. Zazalar var. Keldaniler var. Bir kısmının kendisi kalmasa da kültürü var. Bu kültürü betimlemekte “Bizans Bahçeleri” demek yetmiyor. Ya da “Mezopotamya’yı özlemek” olmuyor. Oralarda halktan kimseler yaşadıkları yere, Mezopotamya demiyor, turist rehberlerinden başka. Biraz oryantalizm var sanki.

Aslında o bölgede; Türk, Kürt, Alevi, Sünni, Ermeni, Rum, Çingene bilmez insanlar, Saatçi Manuel Amca’yı bilirler, Dişçi Abid’i, Terzi Haçik’i ve okuyan, yakışıklı oğlu Garabet’i, Kiğam Usta ve karısı Bayzar’ı, Ani Teyzeyi, Gazel Teyzeyi, Kurdikgil’i, Halo’yu, Hilloş’u, Hıdo’yu, Fatik Yengeyi bilirler. Emo’yu, Zülal’i, Bakkal Simo’yu, Harikçi Efe’nin karısı Zülfinaz’ı, annesi Cıcığ Ana’yı bilirler. Zımpat’ı bilirler mesela. Bir küçük bölgeye klarnet gibi müthiş bir enstrümanı hediye edip, gönül rahatlığıyla ebediyete göçen Vahşenli Agopcan ustayı hatırlarlar. Özellikle çocuklar olarak, oruç tutulan bayramlar kadar yumurta boyanan bayramları, cacık bayramlarını bilirler. Bu kadar bayramın olmasına hangi çocuk itiraz eder ki. Bölgede eskisi kadar zengin olmasa da bir renklilik var. Görmek için bölgede, adı anılacak şehirlerde kasabalarda yaşamanın yararı var sanki.

Anadolu’nun çoğu yerinde Rındamın’ı da bilirler, “Bu dağda ceyran gezer/tellerin tarar gezer/ben yara neynemişem/ yar menden kenar gezer”i de. Aynı şarkının farklı dillerdeki ifadesidir ve her dilde güzel bir şarkı olduğu için, herkes kendi dilinde de söylensin ister.

Bu satırları yazarken bölgeden Samo’nun bestesi geliyor kulağıma, “Derdimi kimlere desem/ Başım alıp nere gitsem/Bu dert beni öldürecek/Candan mı yardan mı geçsem.” Sami Hazinses’in hayatı kadar hüzünlü olan şarkısı…

Yemeklerden hiç söz etmiyorum. Of ki of…

Töre cinayetleri, kuma, aşiret düzeni, kızların okutulmaması, yoksulluk, kan davası. Bunlar sorun. Gerçek ciddi, insanların hayatını karartan sorun.

Ama metropol şehirlerde kaç tane kız çocuğu cinselliği nerde ve nasıl deniyor? En olmaz yerde yaşanan cinsellikle ilgili öyle bir zavallılık var ki bunu görmüyoruz. Almanya’da jetonlu tuvaletlerde, bir jetonluk zamanlarda yaşıyormuş bunu çocukların bir kısmı. Şimdi var mı bilmiyorum ama bir zamanlar metropol şehrimizin metropol ilçesinin caddelerinin arka sokaklarda yetişkin erkeklere pazarlanan sahipsiz erkek çocukları vardı. Ya Avrupa’dan Tayvan’a, kız çocuklarının bekâretini bozmaya uçak kaldıran çok ciddi saygın adamlarını kim biliyor?

Kadın cinayetleri; dünyanın her yerinde her sınıfta her ırkta görülen ve soykırım kadar ciddiye alınması gereken bir konu. Dünyada şiddet arttıkça özellikle savaş gibi, ülkeler arasındaki gerginlik gibi “kurumsal” şiddet arttıkça kadına yönelik şiddet de artıyor. Devletlerin göz yumması ile de süren bir şey. Çocuklara yönelik şiddet de böyle. Ve maalesef giderek artıyor. Çünkü medeniyet öldü. Şimdi sadece kapitalizmin sefaletine teslim olmuş bir dünya var. Şiddetin gün be gün arttığı bir zamana mahkûmuz. Ya hep birlikte çıkacağız ya hep birlikte batacağız.

İster namus cinayetleri diye çevrilsin ister töre cinayetleri “kadın cinayetleri”ni belli bir coğrafyaya, belli bir halka, belli bir etnisiteye bağlamak ne büyük insafsızlık ne büyük önyargı ne büyük ayrımcılık. Farkında olmadığımız ayrımcılığımız burada başlıyor olsa gerek…

Kuma konusu da öyle. İki yüzlülüğe tapan bir yaşam biçimine alıştırıldık hepimiz. Altmışlık yetmişlik adamların on yedi on sekiz yaşlarındaki sevgilileri, metresleri, dostlarını göremiyoruz… Bunlar metropol bir kent düşünüldüğünde ne kadar sıradan değil mi? Ne kadar olağan?

Acıyı ve kurtuluşu neden o kadar uzağımızda arıyoruz ki? Kapitalizm her yerde kapitalizm değil mi? Bu insansal sorunları yaşamamıza neden olan bu sistem değil mi?

Docent Dicle Koğacıoğlu “Çok acı var dayanamıyorum” diye attı kendini köprüden. Konusu kadın cinayetleriydi. Onun makalesi çok anlamlıydı. Namus cinayetlerinin, kanunlarca, çaktırmadan desteklendiğini ve tüm suçu töreye atarak devletin kendini bu suçların işlendiği alandan kendini ayrıştırmasını anlattığı, "tradition effect: framing honor crimes ın Turkey" adlı makalesi. İnternette var. Meraklısı ararsa bulur. Ben aydın olmaktan bu tür makaleleri anlıyorum.

Büyük şehirlerin büyük evlerinde yaşanan, toplumsal ekonomik düzeyi yüksek ve okumuş kadınların suskun kaldığı, çoğu kadın gibi itiraf edemediği, şikâyette bulunamadığı bu nedenle engellenemeyen, önlenemeyen, bilinmeyen pasif, sinsi bir çeşit aile içi şiddetten kimse söz bile edemiyor. Ve okumuş yazmış kudretli kadın; kendi gördüğü şiddet ortaya çıkmasın, toplum önünde rezil olmasın diye başka kadınların yaşadıklarına da sessiz kalıyor. Ya da bu alanda bir şey yapacaksa önce şiddete maruz kalanı küçümseyerek işe başlıyor.

Ve işte, kadınları, kız çocuklarını bu bakış açılarıyla anlama olanağımız yok.

Tuzlada can veren onca tersane işçisini, kot kumlama işçilerini, denetimi yaptırılmamış ocaklarda göçük altında kalan işçileri göremiyoruz. Oysa onların da büyük bir kısmı bölgeden çalışmaya gelmiş ya da bir düzen tuttururum diye göçmüş, evini getirmiş genç insanlar. Ya büyük şehirlerdeki Heja’lar? Arabalarla önlerinden geçip gidilen, görülmeyen Heja’lar.

Büyük şehirlerin; modern kadın satıcıları, büyük uyuşturucu baronları, ultra modern rüşvet dağıtan şirketleri…

Daha dün, yakılarak öldürülen şair babasının ismi, katilleri ile aynı listede olmasın diye yazı yazdığı için büyük şehrin büyük üniversitesinden atılan bir genç kadın karşımızda dururken…

Olağanlarımız ve sıradanlıklarımızın ayrıntıları farklı, şiddeti aynı. Ama biz birilerini işaret ediyoruz. “Öteki”nin olağanını yargılamayı seviyoruz sanki…

Doğulu roman kahramanları, özellikle bir halkı temsil ettiği varsayılan karakterler çocuk –kuzu- kadın, hem çocuk hem kadın. Yani bu toplumun en kanamalı grupları. Çok etkileyici hatta vurucu sözcükler ve konular bunlar. Vicdana, vicdanlarımıza çok yakın duruyorlar. Bunlar sattıran konular…

Ama dikkat etmeli; “kuzucuk”, “kedicik”, “annesinin mikisi”, “annesinin pisisi”, “pisicik”, “minik kedicik”, “kuzu” burada sakilleşiyor.

Oysa artık biliyoruz ki, “kuzu”yu iki şekilde tanıyor bu toplum; birincisi “kuzu şiş kebap” diğeri “Anayasacılığı” değil de üniversitelilerin yağdırdığı yumurtalar yüzünden, Burhan Kuzu. Şaka yaptım Burhan Bey, şaka, şaka

Çözüm bir derneğin kızları okutması mıdır?
Çözüm AB projeleri midir? AB araştırmaları mıdır?

Doğunun kızları? Okuma yazma oranı sadece doğuda mı düşük? Ya da okullaşma oranı? Okullardaki kalite? Büyük şehirlerdeki okullaşma oranının ne kadar düştüğünü gören var mı?

Doğunun ezilen kadınları? Bölgeye ve kadına böyle bakmak da çok problemli. Ve bir de, Nevra’nın gidip Zeliha Bora’ya birkaç saatlik bir söyleşide akıl vermesiyle olmuyor. Sıdıka Avar bunu yaptı. Gidip oralarda yaşadı. At sırtında köy köy, mezra mezra dolaştı. Belki bir kısım kız çocuğunun eğitimle hayatı değişti ama bu kez de insanlar kendi kültürüne yabancılaştı.

Bu yaklaşım- Doğu’daki kızlara, bu denli ezik gözüyle bakılması- batının kızlarını da problemli gösteriyor. Hep özel hep özel olmaya çalışan, bunun için ruhunu satmaya razı gelen ama ruhu da bir türlü doymayan hep sevgiye aç, nevrotik bir kadın tipi çıkıyor. Yaşayamayan bir kadın tipi. Mükemmel ama donmuş…..Şükür ki, tüm sıkıntılarımıza, takıntılarımıza karşın bir çoğumuz böyle değiliz…

Bu yazıda; hem doğudan hem batıdan bir şeyler almış bir kadın olarak, “bir kalp ağrısı”na uzaktan bakmamızın bir yararı olmadığını, özürlük, eşitlik, kardeşlik ile güzel şarkılar, güzel aşklar ve güzel yemeklerle, bu yemekleri birlikte yediğimiz güzel dostlar olmadan yaptıklarımızın bir anlamı olmadığını kendimce anlatmayı istedim.

... 15 Ekim 2011

MERAKLISINA


MERAKLISINA;

Kitapların Arka Kapaklarındaki Yazılar;


"Alacağın olsun
Seni İstanbul seni"
Enver Gökçe

“En Uzun Gece” ;
Hayatında herkesten ve her şeyden fazla sevdiği erkekten kaçarak Güneydoğu’nun dağlarında uluslar arası bir araştırma grubuna katılan bir kadın.
Bir daha hiç kimseyi o kadını sevdiği gibi sevemeyeceğini bilmesine rağmen ruhundaki zaafları saklamak için yaptığı vahşice hatalarla karşısındakini yaralayan bir adam.
Gerçek aşkın korkunç ağırlığını taşıyamayacak bir köprü gibi çöküp iki kıyısında iki insanı çaresiz bırakan bir ilişki.
Affetmelerine izin vermediği için kendi hafızalarından bile nefret etmelerine rağmen affetmeyi beceremeyen insanların içine hapsoldukları bir yalnızlık.
İki insanın bütün zekâlarını kullanarak öldürmek için uğraştıkları ve her yediği darbeyle biraz daha hastalanarak güçlenen bir tutku.
Kutsal Mezopotamya ovasının eteklerinde yükselen dağlarda süren tehditkâr bir hayat.
Bu iki insanın yaşadıklarını izleyen herkesin sorduğu bir soru: “Hayatım boyunca beni böyle seven biri oldu mu?”

“Bir Gün”;
“…
biz iç içe büyüyen, iç içe yaşayan, birbirine benzeyen, kavgacı, hırçın ve inatçı, şefkatli, sevecen ve yürekli, sonsuz verici ve can alıcı, gözü kara, kurnaz, hain, aynı anda çileli, masum ve çocuksu biz! Biz, aynı toprağın çocukları.”

Ayşe Kulin, Bir Gün’de herkesin payına düşmüş bir kâbusun öyküsünü ele alıyor. Güneydoğu’da yaşananlar iki kadının penceresinden olduğu kadar, iki tarafın, iki yaşamın, iki ucun da yaşamından kesitlerle göz önüne seriliyor.
Uzun yılların öyküsüyle bir gün içinde hesaplaşmak zordur kuşkusuz; bir gün belki yetersiz bir zaman. Ama bir gün bir başlangıç olabilir…
Bir Gün, bu başlangıcın arandığı bir roman.

“Kayıp Söz”;

Artık yazamaz olmuş, sözü yitirmiş bir yazar. Kendisine dayatılan başarı ölçütlerini reddedip, dünyayı saran şiddetten kaçmak için uzak adalara sığınan tutkulu bir bilim kadını ve oğulları. Destanların çağrısı ve ezilmişliğin isyanıyla çıktığı dağların şiddetinden kaçan bir Kürt genci. Töreden kaçan gencecik bir kız. Bir itirafçı. İstanbul’da, bir canlı bombanın kör saldırısında parçaları dört bir yana dağılan bir yabancı. Güneydoğu’da bir şehir, özel bir kadın, özel bir yaşam. Norveç’te küçücük bir ada, hiç gelmeyecek masal prensesi annesini bekleyen bir çocuk.
Şiddet nerede başlar? Laboratuvarda deney hayvanlarını keserken mi, savaşta ölürken, öldürürken mi? Çocuğuna kendi değerlerini dayatırken mi, insanın acısının fotoğrafını çekerken mi? Töreyi uygularken mi, sevişirken mi, yoksa yabancıyı ötekileştirirken mi?
Bir söz arıyordu: kaynağı kurumuş, yitik sözü. Bir ses duydu. “Zarok Kuştin! Çocuğu öldürdüler!” Çığlığın peşine takıldı, uzaklara gitti, insana ulaştı ve sözü buldu.
Oya Baydar’ın yeni yapıtı Kayıp Söz’de roman insanla ve vicdanla buluşuyor.

15 Ekim 2011

Kalbim daha ne kadar... şiirler


1.
GİTMEK

Ben hep haklı gidiyorum kimden gidersem
ayaz gecelerin parlak ıssızlığına
kara denizlerde gemiler batırarak.
Dudaklarım jilet kesiği

Ben hep sessiz gidiyorum kimden gidersem
iliklerime kadar yorgun
kemiklerime kadar tükenmiş
boğazıma dizdiğim sözcükleri boş sokaklara döküp adımlayarak

Ben hep suçlu gidiyorum kimden gidersem
çocukları uğursuz gölgelere bırakmış bir annenin ruh yangını
nereye gitsem cehennemi arayarak.

Kalbim, kan çanağım; anla artık!

İşte hayat, bu
Ve bazen sadece gitmek tazeliyor onu...

Güven Tunç
17 ekim 2014


2.
DUDAK TİRYAKİSİYİM HAYATIN

.
.
....
Ben bir ringde yenilmiş, düşmüş yatıyorum.
Şah damarımda
bir doğum
ateşle damıtıyor kendini...

7 kasım 2014

Şiir tamamı Suje'de

MUHAMMAD ALİ'Yİ HATIRLA TÜRKİYE

"Muhammad Ali'yi iki kere hatırla Türkiye;
Küçük Asya'm,
büyük felaketim.
Zehir zıkkım sevda.
İki, üç.
Daha fazla hatırla..."
diye başlıyor şiir,
 gerisi suje'de


4.
SOFYAN VELVELELİ

 Gecen güzel geçsin Mustafa'm.
 Bu deprem uğultusu şehirde
 savrulup duruyor eylül, caddelerde.
 Gece janjanlı.
 Hastane loş.
 Tek erkek evlat.
 Yaslı bir babanın başındasın.
 Teselli ikramiyesi; acısı dinmiş,
 panik yok
 Eskilerden bulup bulup anlatıyor.
 İkinizde de mırıl mırıl bir iyimserlik.
 Gecen güzel geçsin Mustafa'm

 Gece çıplak
 Uğursuz bir rüzgârın gazabından
 ve karanlıktan korkar el ayak,
 çekilip gitmiş sokaklardan.
 Ama barlar kalabalık.
 Cam kırığı yürekleriyle tanışlar avare.
 Sen daha çok evde.
 Başucunda kuruyemiş ve kitap.
 Pencerenin alnacında  ıhlamur.
 Az ilerde kasım soygunu leylak ve iğde.
 Bu şifalı kokular nereden geliyor?
 Ellerinden ellerinden geliyor aydınlık
 Mutfakta misafirleri bekleyen bir çaydanlık.
 Derken çalan telefon.
 Gelecek olan;
 Soğuk kuzey ülkesinden sıcak bir afet,
 Bir içim su
 Bir top alev.
 Bu nasıl şey Zeus?
 Büyün randevular iptal.
 Gecen güzel geçsin Mustafa'm.


 Mezopotamya’nın en güzel bahçesi; Anadolu.
 Delirmiş bir ilkbaharda günün sonu.
 Umudun kibar yolcusu.
 Cömert ve güzel başını omzunda dinlendiren bir kadın.
 Selametle  uykuya dalan bir çocuk daha, Asya.
 En kadim türküler sofrada.
 En sadesiyle dostlar.
 En kralıyla muhabbet.
 En temiziyle vicdan.
 Bir de uzaklardan dalgasıyla deniz.
 Daha ne olsun be ahbap.
 Gecen güzel geçsin Mustafa'm.

 Biz belki varız belki yok.
 Belki yakınız belki uzağız çok.
 Belki Paristesin belki Atina, Beyrut, Ankara, Havana, Halep.
 El ele tutuşuyor insanlar komşularıyla bir uzaylı gibi yabancı ve mahcup.
 Ama gençler farklı.
 Gülerek, ağlayarak, öpüşerek, koşarak
 Kocaman ateşler yakıp üzerinden atlayarak.
 Şiirler, şarkılar haykırarak
 Bu yorgun dünyanın en güzel gününü kutluyor.
 En güzel gününü.
 Savaşın süngüsü düşmüş.
 Koşun, koşun
 Savaşın süngüsü düşmüş.
 Büyük kötülüğün kocaman kara gölgesi kalkmış yaşamın üzerinden.
 Gecen güzel geçsin Mustafa'm.
 Gecen güzel geçsin kardeşim.



5.
...
Kendini poyrazlarla bir tutan kadın
Bu dünyanın meltemi de var
Sıva paçanı
......



SAVAŞA SEYİRCİ KALMAMAK

Bu; okeyde taş çalmak gibi
süte su katmak gibi
sırf kendine yüz vermiyor diye bir kadını iş arkadaşlarına "ucuz" göstermek gibi
çalışmayıp müdüre yalakalık yaparak işte tutunmak gibi bir şey değil.
Bu; kendi evliliği cehennem gibi olsa da boşanmış ve evlenmemiş kadınları aşağılamak gibi 
komşusunun balkonuna hem de tertemiz çamaşırlar asılıyken pis halıları silkelemek gibi
para harcatmayı marifet saymak gibi bir şey de değil.
Sevgili kardeşim bu; sıradan ve günlük kötülüklerden değil.
Bu; kötülüğün bizatihi kendisi.
Bu;zaten bir cehennem tanımlanmışken dünyayı cehenneme çevirme kötülüğünden başka bir şey değil.
Hatta cehennemlik en büyük günah.
Bir insan nasıl savaş ister ki?
Sevmeyi bilen bir insan savaş isteyebilir mi?
Kimse sevinmesin "Benim oğlum askerliğini yaptı" diye. Savaş bir başladı mı ne zaman biteceğini kimse bilemez. Şimdiki çocuklarımız ölürse onların yerine yapmış olanları çağırırlar.
Kimse sevinmesin "Benim oğlum daha on beşinde" diye. Beş yıl sonra yirmi olacak.
Kimse sevinmesin "Benim oğlum yok" diye. Savaş asker sivil ayırmadan öldürür. Genç, yaşlı, çocuk, kadın, erkek ayırmadan öldürür, tecavüz eder, aç bırakır, toprağından eder.
O yüzden savaşa seyirci kalmayın lütfen.
Bizimle birlikte "Savaşa Hayır" deyin.
Belki içimizi temizleyecek tek şey bu iki kelimede gizlidir.
Savaşa Hayır...

NEGATİF ÖZGÜR KADINLAR YA DA KADINLARIN NEGATİF ÖZGÜRLÜĞÜ




(Bir Roman Karakteri Yaratma Sürecine Notlar)
Müjgan’a ve Anadolu’nun tüm kızlarına…

Bir süredir; her insanın hayatını zehir eden sistematik bir algı karmaşası içinde yaşadığımızı gözlemliyorum. Ama bu karmaşayı bu yazıda sadece kadınlar için konu edeceğim çünkü biz kadınlar bu karmaşanın sürecini ve sonucunu hem çok daha dramatik hissediyoruz hem de karakterini oluşturmaya çalıştığım romanımın kahramanı bir kadın, adı Müjgan.
Anladığım kadarıyla karmaşa şöyle başlıyor; Anadolu’da bir yerlerde -ve belki de dünyanın birçok yerinde de- bir kız doğuyor, kızın dünyaya gelişiyle annesini başka babasını, abisini başka bir sancı tutuyor. Cinsiyet temelli toplumlarda kızların doğuşu çok daha sancılı sanki. Kız çocukları aile tarafından normalden çok fazla korunuyor ve kollanıyor. İşte bu normal dışı korunma ve kollanmayla birlikte kız çocukları için bir belalı “Varoluş” süreci başlıyor. Büyüme ve yaşama süreci bir ömür törpülemesi sürecine dönüşüyor. Farkında olsunlar ya da olmasınlar –ki daha çok olmadıklarını düşünüyorum – aileler bu işte, görünürde iki ayrı yol izliyor. İki yol da, daha çocuk doğar doğmaz başlıyor ve çok küçücükten işleniyor. Eğer fark edilmez ve müdahale edilmezse de hayat boyu devam eden bir çıkmaz oluyor.
Birincisinde; “Benim kızım erkek gibidir.”, “Bir manga askerin arasına yollasam korkmam.”, ”Erkek Fatma kızım benim.”, “Bu var ya bu, abisini bile bilek güreşinde yeniyor amcası.” diye diye, bir güzel yontuluyor. Ondan sonra da kimlik bunalımından bunalım beğeniyor.
Bu tür yaklaşımla yetiştirilenler; hayatları boyunca ailelerinin, aile bireylerinin, arkadaş ve akraba çevresinin ihtiyaçlarını, toplumun ihtiyaçlarını anında ve her koşulda fark ediyor ama kendi ihtiyaçlarını bir türlü fark etmiyor, edemiyor. Hiç bir isteğini meşru göremiyor. Daha doğrusu hiçbir ihtiyacı olmadığını düşünüyor. O nedenle de ne aileden ne hayattan hiçbir talepte bulunmuyor. Olması gerekenden çok daha fazla gözü tok biri haline getiriliyor. Hep net biri olması sağlanıyor. Dosdoğru biri yapılıyor. Hep iyi karakter oluyor ama hiç kendisi olmuyor. Olamıyor. Artık istese de kız gibi davranamıyor çünkü sürekli aklı ve mantığı ile hareket ediyor. Ve ne yazık ki en gerekli zamanda bile içgüdülerinin, duygularının farkına varamıyor.
İkinci yolda ise, kız çocuğu; “Babasının prensesi”, “Annesinin ecesi”, “Ailenin nazlısı” “Nenesinin biriciği” gibi bir yıkama yağlamayla aileye bağımlılaşıyor.
Bu kez de duygularını fark eden ama onlardan nedense utanan ve utandığı için gizleyen, saklayan biri haline geliyor. Duygularını yaşarsa ailesinin üzüleceğine hükmeden, en haklı isteğini bile gizli saklı yapan bir birey haline dönüşüyor. Hayata dair her şeyi cilveyle, nazla dile getirme gayretine düşüyor. Güzellik, gençlik, beğenilme her zaman önemsediği konular haline getiriliyor.
Birimiz tüm kadınca yönlerini gizlerken birimiz tüm kadınca yönlerini abartarak yansıtır hale geliyor bu sistemle. Birisini çok erkeksi ya da cinsiyetsiz bulan toplum diğerini de çok flörtöz veya yosma bulabiliyor. Ve kendisinde uyumlu olması için böyle yetiştirilen kızları yaftalayacak, yargılayacak şeyleri yine toplumun kendisi üretiyor. Kadın korkusu. Erkek egemen toplumların kadın korkusu bu olsa gerek.
Birbirine ne kadar zıt görünse de bu coğrafyada karakterlerimiz çoğunlukla böyle oluşturuluyor. Her iki grup da, önce aileye sonra başta evlilik olmak üzere diğer kurumlara bağımlılaştırılıyor. Köleliğimizi gönüllü hale getirmenin en acıklı ve en zalimane yolu ile terbiye ediliyoruz.
Belki binlerce yıldır süren bu uygulamada, ne yazık ki aileden kadınların katılımı da söz konusu oluyor. Hatta bazen bizzat onların kanalıyla yapılıyor... Aslında anneler, neneler, ablalar daha önce de kendilerine yapılmış olanları zamanla unutuyor. Yaşadıklarını çektiklerini unutuyorlar. Unutmasalar bir insanın ruhunu bu denli parçalayan bir sürece en azından kendi çocukları için razı olmazlar gibime geliyor. Ama onlar da kendileri olma şansını çoktan yitirdiklerinden duyguları körelmiş oluyor. Unutmasalar da donuk kalıyorlar… Yoksa anne, baba, kardeş, abi hiç önemi değil kimsenin kimseye bilerek ve isteyerek ruhunu bu denli parçalayıp atacak kadar düşmanlık etmesi mümkün görünmüyor. Hele bir de bunu yapan olmak var? Bir çocuğun ruhunu söndürüyor olmak? Neyse ki işin o boyutu bu yazının konusu değil. Bir şekilde zihin bunun farkında olmuyor. Farkında olunduğu durumlar da ise binlerce yıldır süren bu düzene karşı koymaya üşeniliyor, aileyle toplumla gelenekle görenekle çatışmaya girilmek istenmiyor. Kara koyun olmak göze alınmıyor.
Biz de; bize yapılanın farkında olamıyoruz çoğunlukla. Farkında olsak biraz direnebiliriz belki. Belki biraz sorgulayabiliriz. Kadere bile olsa belki biraz kızıp isyan edebiliriz. Ama çoğunlukla algılayamıyoruz, normali bu sanıyoruz, anlayamıyoruz. Nasıl anlayalım, küçüğüz, çocuğuz daha.
Ana babalar bizleri böyle gaza getirdikçe; o öyle davranışların o öyle yapışların üzerinden kendimizi çok önemli ve değerli sanıyoruz. Ve biraz büyüdüğümüzde -ki çok erken büyütürler bizi- kiminde on kiminde on üç, on beş, on yedi kiminde yirmi, yirmi beş, otuz yaşarında olduğumuzda – evlilik olaylarını falan geçiyorum - yükleniyorlar hemen sırtımıza… Ev işlerinin yapılması gerekiyordur, bize ihtiyaç vardır gönüllüce temizlik, bulaşık, ütü yapmaya girişiyoruz gayretle. Evde çocuk, yaşlı, hasta vardır bakılacak, bakıyoruz. Eve para getirmesi gereken birine ihtiyaç vardır. İş başa düşüyor çalışıp eve para getiriyoruz. Ve bunları yapabildiğimiz için de kendimizi önemli sanıyoruz. Bir eylem bir sorumluluk bir üretim içinde olduğumuz için bir güç ve bir serbestlik elde ediyoruz ama azıcık. Bu sefer de bu güç kırıntısı en çok bizi yanıltıyor kendimizi değerli sanıyoruz özgür, hatta muktedir bile sanıyoruz. Ah ne çok ne çok yanılıyoruz… Ve bir karakter böyle böyle inşa ediliyor
Bazen de sırf övünülmesi gerekiyordur, sırf onlar bizim üzerimizden öğünebilsinler diye onlara övünecek bir başarı bir beceri hediye ediyoruz, fedakarca olduğunu bilmeden, fedakarca. Ve boyumuzu aşan böyle daha nice işlerin altına giriyoruz defalarca defalarca defalarca… .
Kız çocuğundan genç kıza oradan genç kadına dönüşürken özümüze yönelik olarak; “Her şeyi yapabiliriz” algısı oluşuyor bizde. “Her şeye izin var” algısı oluşuyor. Biz kendimizi böylesine özgür sanırken aslında kendimizden gönüllüce vazgeçmemiz sağlanıyor.
Oysa bir bakabilsek; özgürleşmemiz için bize hiçbir olanak sağlanmadığını göreceğiz. Hiçbir olanak sunulmadığına uyanacağız. Kendimizi bulabileceğimiz, özgürleşebileceğimiz hiçbir veriye asla sahip kılınmadığımızı fark edeceğiz. Çoğumuz bakamıyoruz.
Bu yapı evlilikte, çocukların sorumluluğunda, bürokraside, partide, cemaatte, sivil toplum örgütünde, devlette, aşirette de böyle, erkeklerin ardından devam edip gidiyor. Havva kızları iyi eş oluyor, iyi ev kadını, iyi örgüt yöneticisi ama hep küserek ve canları acıyarak.
Gönüllü çalışmalar da en çok bu kadınların emeği ve arızası üzerinde yükseliyor. Herhangi bir dava önce bu görünmez işçileri, Havva kızlarını esir alıyor.
Bir grup kadın; ilk otomobil kullanan oluyor, ilk tıp fakültesi okuyan ilk uçak kullanan ilk şirket yöneten ilk milletvekili, ilk savcı, ilk mayoyla denize giren gibi başarılara yöneliyor.
Aynı gruptan başka bir kadında ise şöyle bir görüntü oluşuyor. Okuma yazma bilmeyip on dördünde evlenen ve yirmisinde beş çocuk annesi olan genç bir kadına bir örgütte olmak özgürlükmüş gibi geliyor. Evden sabah çıkıp akşam geliyorsun. Kaynanaya kaynataya görümceye verilecek bir hesabın yok – kendini özgür sanıyorsun-hatta bazen yemeğini de yapıyorlar, çocuklara da bakıyorlar. Gidiyorsun bir toplantıya kadın erkek karışık ve kimse “Niye katılıyorsun?” diye sormuyor. Erkeklerle omuz omuza mücadele ediyorsun. Şehir içinde birlikte görülebiliyorsun. İstanbul’a, hatta hatta Paris’e toplantıya bile gidebiliyorsun. Oralarda topluluklar karşısında konuşabiliyorsun. Seni dinliyorlar. Tanınmış insanlarla yemek yiyebiliyorsun. Kendini özgür sanıyorsun. Birçok kadının yaşamadığı, tatmadığı, hatta aklından bile geçirmediği bir özgürlük alanı. Nasıl ferahlıyorsun. Neredeyse kanatlanıp uçacaksın… Uçamıyorsun ama. Zaman kendi telleriyle sarıyor seni. Özgürlüğünün negatif özgürlük olduğu çok sonradan kafana dank ediyor. Görünürde her şeyi yapabilirsin, hatta yapılabiliyorsun ama kendi istediklerini yapabilme yetin kalmamış oluyor. Bu arada bir de çevrende dayanışabileceğin komşu kadınlara, akraba kadınlara, arkadaş kadınlara yabancılaşmış oluyorsun.
Diğer yolla yetiştirilen kadınlar da öyle; görünürde yiyorlar, içiyorlar, süsleniyorlar, geziyorlar, eğleniyorlar. Kimseyi taktıkları yok. Görünürde onlar daha bireysel, güya çok daha rahat kadınlar. Her konuda rahatlar, kendilerine bakacak, taşıyacak birileri mutlaka var. İşvenin kitabını yazmışlar. Barlar, tek gecelik maceralar, maceralı evlilikler, sancılı ilişkiler, sevgililer. Tatlı hayatın gülleri. Akşamları barlarda danslar, halaylar, şampanyalar geceleri evlerde ise yalnızlık, gözyaşı, keder. “Ne yaşadım ben?” Yine aynı kapı… Aynı çıkmaz. Ben kendi kalbimin istediği neyi yapıyorum? Özgürsem neden ağlıyorum?
Her iki durumda da ortada bir özgürlük görüntüsü oluyor. Özgürlüğün yalan olması, yalana sıkışan kadınları mutsuz ediyor, görüntüsü ise toplumu. Topluma - özellikle de kadın korkusuna sahip topluluklara- kadınlar çok özgürmüş gibi geliyor. Kocası dışında bir erkeke gördükleri her kadını direk dansı yapıyor sanıyorlar. Hadi onlar neyse ama diğerleri de örtüyü açmadığından içini bilemiyor. Ortada gerçek bir özgürlük olmadığı fark edilemiyor. Yaşananın ancak negatif bir özgürlük çerçevesinde tanımlanabileceği ve bunun cehennemsel bir pranga olduğunu anlamak istemiyor kimse.
İki farkı yolla yetiştirilen kadınların birbirini anlamaması hatta birbirini karşı taraf olarak algılaması ve aralarında oluşan rekabet de bu aymazlığı sürdürüyor.
Roman kahramanı Mujgan bir negatif özgür kadın modelidir. Her şeye özgürlük ama kadın olmaya, kalbinin peşinden gitmeye, bir kalbin olduğunu bilmeye; “Hayır” diyen bir özgürlük içine sıkıştırılmış, bir can bir kadın. Oysa en can alıcı olan en acıtıcı olan da işin bu yanı… Gidememek, kalamamak, kıyamamak, yapamamak… Kalbinin peşinden gitmek dışında her şeye izin veren bir hürriyet çemberi içine sıkışmış kalmış, bunu da ancak kırklı yaşlarında bir aşk acısında fark etmiş bir kadın. Önceleri tüm dünya kendinin sanmış. Her şeyi yapabilirim her şeye muktedirim hissiyle yaşamış uzun süre. “Topumu değiştirebilirim, çocukları özgürleştirebilirim, yoksulluğu ayrımcılığı bertaraf edebilirim” diye bakmış hep hayata. Öyle inanmış ki aklındakilere, kendinde hissettiği güçten ve özgürlükten sarhoş olduğu günler çok olmuş. Yirmilerinde böyleymiş sonra yıllar su gibi akmış geçmiş…
Feodal bir yapıda kadının özgür olması gibi bir şey var mı? Ya da kapitalist yapıda? Mümkün olmadığını okumuş bir kadın olarak belki en çok sen biliyorsun ama gece sokağa çıkabiliyorsun ve saatin on ikisinde taksiye atlayıp eve dönebiliyorsun ya Avrupalılara Amerikalılara ahkâm kesebiliyorsun ya, sendika yönetimine, parti yönetimine girebiliyorsun ya bir hareketin bir işletmenin önemli bir görevini üstlenebiliyorsun ya…
Ama kendin olamıyorsun…
İşte bunu zamanında anlayamıyorsun. Köprülerin altından çok suların akması gerekiyor. Çocuklukta anlayamadığını gençliğinde de anlayamıyorsun…
Sonra bir gün kadın bir bakıyor ki özgürlük mözgürlük yok. Kendine yönelik hiçbir serbestisi kalmamış. Bunu kavramasına kavrıyor ama artık gidemez hale geliyor. Gidemez, yapamaz, bırakamaz, olamaz…
Hüzünlü ve küskün kadınlara bir bakın özgürlüğü yakınındaki herkes için harcamış ama kendisi için kalbindeki için hayalleri için bir şey yapmamış insanlardır.
Aslında hiçbir şey yaşamamış sayılmazlar. Onlar da bir kendilerince şeyler yaşıyorlar. Onlardaki gönül de öyle az bir şey değil hani, gani gani. Ama ya gönlündeki gönlünde kalıyor ya da gönlündekine en yakın meşru biri ile meşru bir birliktelik. Ama meşru kabul edilen birileri, benzerinin yerini bir türlü dolduramıyor, tükeniyor bir gün. Geriye kalıyor gizli saklı ve ağır suçluluk duygusu ile yaşanan kırık dökük bir aşk hikâyesi… O da sürmüyor, süremiyor. Bazıları da içlerine kapanarak ya hiç yaşamamayı tercih ediyor ya da aldırmadığını sanarak herkesle bir maceraya sürükleniyor. Onların ki daha acı aslında.Her gece başka bir macera. Çevresini ve kendini inciterek yaşıyor her şeyi. Aşkı, eş olmayı, anneliği gün oluyor dostluğu da inciterek yaşıyor.
Öyle çok şeyi sindirebilen toplum, iş sevgiye gelince bir tek onu tabu kabul ediyor. İnsanın kalbini insana hatta kendine tabu kılıyorlar. Bir parça sevgiye bir parça gerçek özgürlüğe hasret içinde yaşıyor birçok kadın.
En büyük günah kalbini dinlemek; kendin olmak, kendini gerçekleştirmek… Hem kadınlar olarak bizler hem çevremizdeki okumuş yazmış arkadaşlarımız, yoldaşlarımız, kardeşlerimiz, kocamız, sevgilimiz özgürlüğümüzün negatif tarafını görmüyor. Herkeste bir körlük. Oysa erkeği erkek yapan kadını kadın, toplumu özgür, dünyayı yaşanır kılan, elbette ki kalbimizdeki şarkılar. Ama şarkılarımızı söylemek dışında bize her özgürlüğü tanınmasıyla kendi ruhumuza kendi bedenimize, yeryüzüne, gökyüzüne yabancı kılındığımızı uzun süre görmek, duymak anlamak istemiyoruz.
Ve zaman doluyor, sabır küpü doluyor biz, sadece durumu yaşayan olarak biz kadınlar; büyük bir üzüntüyle anlıyoruz. Anladığımızda da önce dağılıyoruz. Kocaman kocaman dağlar gibi yıkılıyoruz. Ey dağları delen Ferhat!
En çok da kalbinde taşıdığının onu anlamamasından inciniyor bir kadın. En çok ondan, yaklaşımından, yakınlaşmasından inciniyor. Kadınları bir tek kalbindeki elinden tutabiliyor. Bir tek o sevgi kadını şifalandırabiliyor. Kadın; kimse onu kurtarsın diye beklemiyor ama gönlündeki onu azıcık anlasın diye bekliyor. O azıcık anlaşılma beklentisi de karşılanmayınca işte zaman özgürlüğündeki arızayı anlıyor. Son şans da tükenince anlıyor. Üzüntüsü de geçiyor dağılması da. Zamanı gelince de sessizce çekip gidiyor. Sessizce. Bir şey demeden gidiyor.
Bazen de iyileşme o ağır gidişle başlıyor…
Ve roman şöyle başlıyor; “o mahur beste çalar Müjganla ben ağlaşırız.”

"Bir bir giden güzel insanlar" M. Mahzun Doğan - Başkent Gazetesi

Her insan ömrü, nice öyküyle örülür. Çocukluk yıllarının unutulmazlarından ilk gençlik yıllarının heyecanlarına… Umutlardan, hayallerden hayal kırıklıklarına… Tutkulu aşklardan ayrılıklara… Yaşamı zenginleştiren dostluklardan yiten arkadaşların olmadık zamanlarda göz önüne geliveren yüzlerine… Nice an, nice ayrıntı, nice anı…
Her insan ömrü nice öyküden oluşur da, bazılarının öyküleri, yalnızca doğdukları yıla bağlı olarak toplumsal sürecin “zor yılları”na denk gelir ve onların öyküleri bir ülkenin, hatta dünyamızın tarihinde bazı dönemlerin özetine dönüşüverir.
***Güven Tunç’un “Sen Çok Yaşa Babaanne” kitabı (*), tam da böyle kadın öyküleriyle buluşturuyor okuru. 1920’lerin sonlarında ya da 1930’lu yıllarda doğmuş “güzel ve cesur” kadınların öyküleriyle…
Kitabın yazım sürecinde Güven Tunç’a yaşadıklarını anlatırken artık yetmişli yaşlarının sonlarında ya da seksenli yaşlarının başında olan kadınlar onlar.
Kitabın yazım sürecinde Güven Tunç’a yaşadıklarını anlatırken artık yetmişli yaşlarının sonlarında ya da seksenli yaşlarının başında olan kadınlar onlar.
İkinci Dünya Savaşı yıllarının Türkiye’sinde, o ekmeğin karneyle alındığı günlerde küçük birer kız çocuğuydular.
1950’lerde başlayan göç dalgasının ve büyük kentlerin varoşlarında kente ve yaşama tutunma çabalarının bir parçasıydılar.
Sonra anne oldular.
“Sanki bu dünyanın gördüğü en umutlu yıllar”ı, 1960’lı yılları yaşadılar.
İkinci Dünya Savaşı’nı yaşamamış ama savaşa karşı çıkan, savaşsız bir dünyanın kurulabileceği umudunu büyüten ’68 kuşağını tanıdılar. O rüzgârı gördüler.
Ve 12 Mart 1971’i… Rüzgâra kelepçe vurma darbesini. “Üç fidan”ın darağacına gönderilmesini…
Bu kelepçe vurma çabasına rağmen, “asi ve hülyalı” bir kuşağın, “dünyayı değiştireceğine inanan” bir kuşağın daha büyümesini…

Bu kuşağın da, hayallerinin de biçilmek, tırpanlanmak istenmesini...
1970’li yılların ikinci yarısında öldürmelerin, suikastlerin, katliamların birbirini izlemesini gördüler… Kaygılı, endişeli yıllar yaşadılar…
Derken 12 Eylül 1981 darbesi… Büyük bir insan avı başlatıldı. Gözaltılar, tutuklamalar, işkenceler, idamlar…
Bunları da yaşadılar.
Güven Tunç, işte o yıllarda anne olarak oğullarını, kızlarını endişeyle izleyen, onlara kol kanat germeye çalışan, korumaya çalışan cesur ve acılı annelerin öykülerini, kendileriyle konuşarak, anılarını dinleyerek kaleme almış kitabı.
O dönemlerdeki “annelik halleri”ni taşımış sayfalara.
***
Güven Tunç, dinleyip anlattığı her bir annelik öyküsünün girişine dizeler de almış.
“Yalnız Kaldığında Ağlardın” başlıklı anlatının girişinde şu dizeler var:
“Saçlarımı okşamadın diye / Küsüp oturduğum oldu duvar diplerine / Başımı koyup dizlerine / Ağlayamadım / Çocukluğumun yufka yüreğiyle”.
“Yavruyu Sakladım” başlıklı anlatının alnındaki dizeler de şöyle:
“Kıvırcık saçlı sarışın çocuk / Oturmuş mahpushane kapısına / Dökmüş önüne çillerini / Parmaklarının ucunda özlem / Saymayı öğreniyor.”
“Pişe Pişe Sümer Ana oldum” anlatısının giriş dizeleriyse şöyle:
“Bir kadın / Tutmuş ellerinden çınar ağacını / Dallarında kuş cıvıltısı / Ardında şehrimin çocukları / Sokağımızda dolaşıyor / Akdeniz doluyor odama”.
“Dilber Abla, Kahve Tarandı!” başlıklı anlatıyı başlatan dizelerde ise “Sevdiğim / Kız kardeşim / Dostum / Yaşamak / Anımsanmaktır / Çocuğunun / Gamzesine koy beni” deniyor.
Dizeler, bilinen, tanınan şairlerden ya da bir şairden değil. Şairlik iddiasında bulunmadan şiiri seven ve şiirler yazan, zaten kitabı falan da olmayan bir avukata ait. Hıdır Özcan’a…
***
Hıdır Özcan…
Gazeteci Tayfun Talipoğlu’nun ölüm haberini aldığında, güzel insanların bir bir gittiğini yazmıştı sosyal paylaşım ağında.
Ertesi gün ise onun da kalbi duruverdi…  O da katılıverdi bir bir giden güzel insanlar kervanına…  Nice insanın belleğine güzel anılar bırakarak…

27 Mart 2017


(*) Güven Tunç, “Sen Çok Yaşa Babaanne”, Anlatı, Ürün Yayınları, Birinci Basım: Ocak 2013, Ankara.


ŞEHİRDE VE GECEDE


 

Havada kar sesi var.”



Üç çocuk...
Üç küçük çocuk…
Ancak ve ancak el dokuması ipek bir kumaşın veya Küçük Asya’ya, Balkanlar’a Mezopotamya’ya, Akdeniz’e özgü antik, atlas bir kilimin motifleri kadar ayrı olabilen ailelerden, aşiretlerden ya da sülalelerden, aynı kökboyalı iplikle dokunmuş üç yakın şehirden, kasabadan, köyden, biri kız ikisi oğlan, üç hülyalı çocuk…

Bir sabah uyanır uyanmaz aynı saniyelerde yataklarından deli gibi fırlayıp evlerinin kapılarına koştular. Büyülenmiş gibiydiler. Ana babaların, dedelerin, halaların, nenelerin, yengelerin, evlerinde büyük küçük, az çok kim varsa, o delice seğirtmelerini kim gördüyse, onlardan en azından bir iki tanesinin şefkatli girişimlerini, sert otoritelerini dinlemediler. Sokağa, bahçeye açılan kanatlı kapıları, büyük bir güç sarf ederek sonuna kadar açıp ileri atıldılar ama kala kaldılar. Burunları, bütün o uçsuz bucaksız coğrafyaya yağmış olan, boyları hizasındaki kara gömüldü… Hele kız olanın boyunu da aşıp geçti, kapının önündeki yığıntı. Üzerine yıkılıverdi ve her yanını kar içinde bıraktı. O daha ileri atılayım diye çabalarken evdekiler yetiştiler. Tüm direnmesine karşın önce o içeri alındı. Saçları, gecelik entarisi, elleri, çıplak ayakları ıslanmış ve buz gibi olmuştu. Bağırdı, kapının koluna sarıldı, ısırdı, edepsizce tükürdü, salya sümük ağladı. Aileden iki genç ve güçlü kadın onu içeri zorla sokabildiler.

Oğlanlara da öyle oldu sayılır. Birbirlerinden ve kızdan habersiz ancak gelenekten, görenekten, terbiyeden, haberli olan oğlanlar, daha ağır başlı davranarak ve ikna olmuş görünerek ama ayakları da geri geri giderek, evdekilerce gömüldükleri kar yığınının altından sökülerek içeri alınmalarına ses çıkarmadılar. Huysuz olanı bile öyle davrandı. Kafası meşgul ve dalgındı. Dalgın olduğu için de munis. 

Üç çocuk...
Üç güzel çocuk…
Duydukları bir sesle, sanki sadece onlar için özel olarak yapılmış bir çağrıyla uyandırılmışlardı… Kalplerinin işaret ettiği yöndeki, kulaklarında bir parça tınısı kalan o sesleri yitirmemeye, yeniden bulmaya, ulaşmaya koşmuş, aradıklarına yaklaşamadan da tüm dünyanın kar altında kaldığını görmüşlerdi.

Bütün gece yağan kar, çatıların tepesinden, bahçelerin ötesini, dağların doruklarından, düzlüklerin ta ilerisini kaplamıştı. Ufka kadar görünebilen bütün bir çevre, tüm sesleri silen, beyaz, kalın bir tül altında kalmıştı. Bulutlar yere inmişti sanki.

Bu üç mahmur çocuk, gece boyunca yağan karın sessizliğinde, derin uykularının arasında evlerinin kapılarının ya da pencerelerinin baktığı dağdan sanki bir tayın kişnemesini, bir kuzunun melemesini, bir ceylanın ayak sesini bir çocuğun acemice söylediği sıcak bir melodiyi, bir ıslığı duymuşlardı… O sesin ardından gitmek, kulaklarına fısıldanmak istenen bir büyük sırrı çözmek için karşı konmaz bir istekle ve silkinerek uyanıp kapılara koşmuşlardı…

Bir bütünlüğü olmayan, ha bire parçalanıp bölünerek kendini gizleyen düş parelerine göre, bütün bir gece sanki yataklarında değil de dağlardaydılar. Üşümeden, ıslanmadan, acıkmadan, yorulmadan, özlemeden ve hatta korkmadan oralardaydılar. Ayakları yere basmadan geziyor, yorulmadan dolaşıyor ormanın bütün varlıklarıyla, onların dillerinden anlaşabiliyorlardı. Cesur, kahraman ve çok güçlüydüler.

Ormanın şarkılarını söyleyen kendileriydi belki, meleyen, kişneyen de kendileri. Kendileri değilse de tanıdık bir çocuktu. Onlara başka dünyaların öykülerini anlatan, hiç duymadıkları şarkıları söyleyen bir yabani taydı, yeni doğmuş kuzuydu, belki de bir oğlaktı. Ormana kaçmış geri dönmeye çalışan bir sıpaydı. Sonbaharda sapanla vurup ardından da kanadındaki yaraya dayanamayıp akranlarından gizli gizli yarasını onarıp yeniden saldıkları kuştu. Belki, belki de bir çiçekti. Fısıltıyla açan bir kardelen... Erken açmış çiğdem. Çağıldayan dereydi. Mutlaka tanımaları, bilmeleri gereken biriydi, bir şeydi işte... Onlara, yalnızca onlara bir şey söyleyen, onlardan, sadece onlardan bir şey isteyen bir içli sedaydı. Belki uzun gecelerin başlangıcında nenelerinin anlattığı bir masaldan arta kalmış, geri dönememiş oralarda çaresiz dolaşan bir peri kızının suretiydi… Ak sakallı Hızır’dı… İyi kalpli bir devdi…


Üç çocuk…
Bu üç tatlı çocuk…
Evlere sokulur sokulmaz ocağın, sobanın, mangalın, evde ne yanıyorsa onun yanına koyuldular. Ayaklarına çorap, patik üstlerine hırka, yelek, kazak ne bulunursa giydirildiler. Yorganların, battaniyelerin altına tıkıldılar. Boğazlarına, o anda ocakta kaynayan çay, çorba, süt, artık ne varsa,  Allah ne verdiyse, o akıtıldı. Ana babaları azarladı, ebeleri, abaları, dedeleri korudu.

Üç çocuk…
Gün içinde evdekileri daldalayıp daldalayıp yüksek pencerelere tünediler, yüksek katlara çıktılar ve karşılara baktılar. Yaşlı adamların, yaşlı kadınların yaptığı gibi oturup uzun uzun karşılara baktılar. Derin derin iç geçirdiler. Gurbet yolu bekler gibi, “Ah” ettiler. Efkârlandılar... Ne yemek akıllarına geldi, ne içmek ne çiş ne oyun ne yaramazlık. Kimseler, onları yerlerinden kıpırdatamadı. Ağızlarından bir tek laf alamadı. Söylediklerini duyuramadı. Anneleri, inatlarına isyan edip yakalarını bıraktı. Kardeşleri, abileri, ablaları onları oyuna da işe de ikna edemeyince kendilerini terkedilmiş hissedip küsüp uzaklaştılar. Onlarsa, kızarmış yanaklarıyla öylece susup durdular.

Oğlanlardan biriyle kızın şehri, Munzur’a bakıyordu. Biri kuzeyden biri güneyden de olsa ikisi Munzur’a baktılar. Diğer oğlan ise Karacadağ’a… Karacadağ’dan Zozan’dan Nemrut’dan, Ağrı’dan Munzur’dan, Bey Dağı’ndan başlayıp evlerinin önüne kadar inen ve yüksekliği kapı açtırmayan kar örtüsüne, dalıp dalıp gittiler…

Evlerin ahalisi çatılardan, damlardan, kapılardan kar küredi, çatısı olmayan dam loğladı, atı olan atını yemledi, köyde olan da malını… Kimi odun taşıdı bahçeden kimi su kimi müştemilattan ya da varsa tandırdan ekmek… Yapılması mutlak olan ve gözlerde büyüyen işler çar çabuk bitti. Evlerdeki diğer çocuklarının oluşturup bazı komşu çocukların ve yetişkinlerin de katıldığı kartopu savaşları, kızak kayışlar da tükendi, gitti. Yorgunlukla, üşümüşlükle birlikte evlere kapanıldı.

Geniş bakır tencerelerde buharı tüten çorbalar, duruma göre yahniler, pilavlar pişirildi. Sofralar kuruldu kaldırıldı. Soba küllerinde ayva, patates közlendi. Boğaz gailesi de işler de bitti. Kalakaldılar.

Aile bireyleri, alçalıp alçalıp külrengi haliyle üzerlerine kapanan gökyüzünün ağır kederiyle, içlerine, içlerindeki ülkelere çekildiler. Sedirlere, o yoksa birer mindere sinip karşıları izleyen çocuklarının yanına eklendiler. Küçük mavi ışıltıların, kızıllara dönüşüp kaybolarak dans ettiği uzak, yakın, sonsuz, karanlık görünen beyazlığı seyrettiler. Dağlardan gelen ulumalara mahalle aralarından duyulan köpek ürümelerine ürpererek tanık oldular. Adını, cismini bilmedikleri bir kişi ya da nesnenin özlemiyle elleri böğürlerinde oturup karşılara daldılar.

Kalın kar örtüsü; yeşil tanımlanan bir yerden farklı olarak, beyaz masalsı bir cenneti, kor ateş
Diye tanımlanan bir yerden farklı olarak da, ıssız, dingin bir cehennemi sermişti gözlerinin önüne… Koskoca bir sessizlik… Kalplerinin ritmini, hasretlerinin ince sızısını duyuran bir sessizlik.Kimsesiz bir sessizlik çöktü evlerinin, köylerinin, şehirlerinin üzerine. Zamanı durduran, içlerindeki saati susturan bir sessizlik… Sanki tüm dünya, tüm yaşam, geçmiş, gelecek kar altındaydı…

Üç çocuk…
Üç lâl çocuk…
Minik kalplerinin, engin ruhlarının anlayışıyla, bir boşluktan başka bir görüntüsü olmayan karşıları seyreden büyüklerin, kendileri gibi hüzünlü gözleriyle karşılaşınca şaşırmadılar…
Bu topraklarda, bu kılıcın, kanın, topun, tüfeğin, cesaretin, sürgünlüğün ve hainliğin her türlüsünün yaşandığı bu geniş topraklarda karın her nesneyi kapatmasıyla, unutuş perdesi usulca, çok usulca, hiçbir canlıya sezdirmeden, bir tek damla kan sızdırmadan kendini eritiyordu. Kim bilir kaç bin yıllık geçmişle dün, aynı oranda, kimde ne nişan bırakmışsa ona, bağırarak değil zor duyulur fısıltılarla yaklaşıyordu. Bazılarına istedikleri olayları anlatıyordu bazılarına kendi geniş, büyük, gizemli torbasında ne varsa onu. Unutuş perdesi bazıları için tümden eriyip kalkıyor, yok ediyordu kendini, bazılarına da ancak kaldırılabildiği kadarını. Kar; bugünü örterken, geçmişten anlatılamayanın, yazılamayanın ve bilinemeyenin hayal perdesini açıyordu perde perde, ağır ağır, tek tek… Yaşlılar; başları önlerinde, elleri böğürlerinde, kulaklarına fısıldanan geçmişten hüzünlü türkülerle kalakaldılar. Evlerdeki sesler de eriyip yok oldu. Akşam, bu evlere de mahpushaneler gibi erken indi. Gece bastırdı. Deli bir ayaz, alıcı kuşlar gibi gelip bölgenin üzerine çöktü

Ailelerin ya genç babaları ya da genç yetişkin erkekleri bahçeleri, kapıları, malları, kilitleri kontrol edip geldi bir çalım. Son sofralar kuruldu. Çıralar idare lambaları yakıldı. Radyosu olan açtı. Evin büyükleri ile büyümeye yüz tutan çocuklar, ajansa dikkat kesildiler. Kadınlar, kızlar “Radyo Tiyatrosu’ndan” önce bulaşıkları yıkamaya, ortalığı toplamaya, ocakların, mangalların üzerine cezveleri sürmeye, karyolası olan yatakları açmaya, olmayan yatak sermeye koşturdular. Küçük çocuklar, “gelmedi” diye tuttursalar da yatmadan önce, çiş yapmaya gönderildiler. Radyosu olmayanlar da büyük küçük toplanıp ağzından bal damlayan bir erişkin kadının sihirli masallarını, araları süsleyen zengin manileri dinleyip, erkenden yatmaya yönelik sıkıntılarını başlarından uzaklaştırmaya çalıştılar.

Üç çocuk…
Üç masum çocuk…
Akşama kadar yarı aç yarı tok oturup, anneleriyle didişmelerinin verdiği yorgunluktan olsa gerek, uyuyakaldıkları pencere önünden uyandırılmadan yataklarına taşındılar. O gece aynı çağrıları duymasalar da uyur uyanık birkaç kez karanlıkta pencere önüne gittiler. Hiçbir şey seçemediler. Bilindik orman uğultular onları korkutmaya yetti. Üşümeyle, titremeyle yataklarına döndüler. Düşsüz, deliksiz uyudular.

Kara kış uzun sürdü, kar kırk gün kalkmadı. İnat etti, gitmek için Cemrelerin havaya, suya, toprağa düşmesini bekledi.

Üç çocuk…
Üç delibozuk çocuk…
Kırk gün ne yapıp edip pencerelere, kapılara yakın durdular. Gözlerini, kulaklarını dağlardan,uzaklardan ayırmadılar.

Üç çocuktan…
Üç söz dinlemez çocuktan, oğlanlardan biriyle kız, bir yıl sonra okula başladı. Öbür oğlan ise diğer yıl. Okumayı çabuk söktüler. Dersleri sevmeseler de sorun yaşamadılar. Zekiydiler. Yazları büyük bir zevkle aylaklık etmeyi sürdürdüler. Ağaçlara tırmandılar. Dere kenarlarına koştular. Kimi sokaklarda, oyun parklarında, apartman arkalarında oynadı kimi havuzlu bahçelerde, uçsuz bucaksız ovalarda, dağ eteklerinde. Oyunlara dalıp babalarından önce eve gitmeyi unuttular. Dizleri kanayıp durdu yaramazlıklarından… Bazı çocuklara kardeşliğe benzer duygular beslediklerini fark edince coştular. Arkadaşlığı keşfetmiş olduklarını sonradan anladılar. Gün geldi o arkadaşların anneleri tarafından annelerine şikâyet edildiler. Küstüler, barıştılar... Geceleri yıldızlara dalıp bin bir çeşit hayal kurdular. Üniversiteye kadar okulların açılma günlerini sevmediler.

Nice yaz nice kış geçti.

Üç çocuk…
Üç kabına sığmaz çocuk…
Geçirdikleri kışı, gördükleri düşü unuttular…

Üçüne de benzer çağlarına denk düşen ama hepsine de erken zamanlarda ağabeylerinden, okula giden dayılarından, amca çocuklarından, ablalardan biri, bir kitap verdi… Kimine Reşat Nuri, Muazzez Tahsin, Kerime Nadir, Halide Edip, Kimine Balzac, Hugo, Stendall, Kimine Gorki. Sefiller’le Hıçkırık, Suç ve Ceza ile Çalıkuşu aynı zamanda ellerine konan kitaplardı.

İlk kitaplarını ellerinden bırakamadılar. Nefes nefese bitirdiler. Hemen başka kitapların peşine düştüler. Ama öyle kolay değildi başka bir kitaba ulaşmak. Gizli kutularda saklanan mücevherler gibiydi o zamanda kitaplar… Çok az ve çok değerli. Başka kitapların izini sürmekte hep ısrarcı oldular. Ama okudukları ilk kitabı hiç ama hiç unutmadılar. Ve bu ilk kitaplarını biraz çaresizlikten biraz içlerinde açtığı ufuktan olsa gerek bir kez daha bir kez daha okudular.

Daha ilk okudukları kitaptan başlayıp; büyüleyici bir dünyanın içine sürüklendiler. Başka yaşamları başka dünyaları keşfettiler. Kahramanlara özendiler, karakterlere üzüldüler. En çok da karlı dağları anlatan kitapları sevdiler. Karlı dağlardan gelen bir sesin, bir insanın, yaralı bir hayvanın, kaçak bir askerin,  yakışıklı bir eşkıyanın hikâyesini, gözlerini kırpmadan tükettiler. Heyecanlı serüvenlerin peşine düştüler. Aşkı okudular, aşka düştüler… En ufak bir gerilimde kalpleri duracak kadar çok çarptı… Kitabın bir sayfasında bıçak çekildiyse, yaralanıp, günlerce kanadılar. Kahramanın başı ağrıdıysa yataklara düştüler.., Ölüme gidenlerin arkasından ölümü düşündüler uzun uzun. Ayrılıkları, gözyaşlarını, hasretlikleri ve zulmü sevmediler… Sonu iyi biten kitaplara başka türlü bağlandılar. Çocuktular, bütün çocuklar gibi her şeyin sonunun iyi olacağına, açlığın, acının, yokluğun bir daha yaşanmayacağını inanıyorlardı…  Onlara göre acıya, ayrılığa tanık olan, yaşayan, dinleyen son kuşaktılar… Artık hiçbir çocuk ağlamayacak, aç kalmayacak, ayrılmayacak, kaybolmayacaktı…

Kitap; nasıl bir işti ki başka hayatları, başka dünyaları, o dünyaların insanlarını, yaşadıklarını, acılarını, sevinçlerini gelip onlara anlatıyordu. Onları da ortak ediyordu tüm zamanlara tüm yaşanlara. Onları kanatlarına alıp, uzun, güzel yolculuklara çıkarıyordu. Ne büyülü bir şeydi ki, hep okumak, okumak hep başkalarının heyecanlı maceralarına, yaşantılarına tanıklık etmek isteği hissediyorlardı.

Anlatılan acılardan, arzulardan, mutluluklardan, dostluklardan, aşklardan, isyanlardan kendi yaşadıklarını anlamlandırdılar, kendi duygularını isimlendirdiler. Kılavuz edindiler. Deneyim saydılar. Ve birçok hayatı denemeyi hayal ettiler... Bir roman gibi yaşamayı düşlediler... Kitapları yazılan yerlerde yaşamayı özlediler… Kahraman olmayı dilediler…

Bu üç meraklı çocuk… Zamanla, nerelere, hangi şehirlere dağılmış olurlarsa olsunlar kitapları bırakamadılar. Uzun çok uzun yıllar kitapları o kitapları yazanları izlediler. Yine benzer zamanlarda İnce Memet’i, Yer Demir Gök Bakır’ı, Cemile’yi, Bereketli Topraklar Üzerinde’yi, Lüzumsuz Adam’ı, Parasız Yatılı’yı, Yılanların Öcü’nü, Kaçakçı Şahan’ı, Reşo Ağa’yı hatmettiler… Bunlar yetmezmişcesine, Koca Nazım’ı, Enver Gökçe’yi, Ahmet Arif’i, Behcet Necatigil’i, attila ilhan’ı, Mayakovski’yi, Lorca’yı keşfettiler. Sonra geldi yeniler… Yeni yazanlar… Yeni okunacaklar…

Üçü de daha ilk günden okumayı çok sevdi… Okudular… Çok okudular… Ders arasında, ders sırasında, tatilde, gün ortasında, gecede, evde, misafirlikte, bahçede, bağda... Bazen gizleyip saklayarak, bazen bir söğüt ağacının altına uzanarak serüvenlerin peşine düştüler, en önemli buldukları en sevdikleri bir işi gerçekleştirdiler, okudular. Okuduklarında ara ara, o kış düşünü anımsatır imgelerle karşılaşır gibi olsalar da bir türlü neyi çağrıştırdığını çıkaramadılar.

Okuma büyüsüne öyle bir kaptırdılar ki, kendileri de bir şeyler karalamadan duramaz oldu… Yazdıklarını yeterli bulamadılar ama. Neden yeterli bulamadıklarını çözemediler. Vazgeçemediler de. Ders kitaplarının, kullanılmış defterlerin arasında sürüp durdu acemi karalamaları… 

Okudukça, yaşadıkları yerler daraldı gözlerinde. Küçücük kaldı. Dağlar ufaldı, ovalar nehirler, sokaklar, kısaldı. Evler basıklaştı. Renkleri soldu. Her şey azaldı sanki. Sıradanlığın içine sıkıştı kaldı hayatları.

Dünyanın merkezi saydıkları doğdukları, yaşadıkları, okullarında okudukları farklı şehirlerinin, mahallelerinin köyün dünyanın merkezinden çok uzak, küçücük bir parçasından biri olduğunu algıladılar. Başka yerlere başka şehirlere meraklandılar. Uzaklardan gelenleri ilgiyle dinlediler. Gidenlerin, giden otobüslerin, trenlerin, kamyonların, göçenlerin, ardından özlemle baktılar. Hep gitmek istediler.

Nerde olurlarsa olsunlar, “Gitmek”  düşüncesini hep yanlarında götürdüler.

Üçünün de hayali bir şekilde oldu sonunda. Onlar da doğdukları şehirlerden gittiler. Birçok yer gördüler. Birçok şehir tanıdılar.

Bu üç çocuktan ilk olarak kızın babası gelmiş, bir yıllığına memlekete bıraktığı ailesini alıp başka bir diyara götürmüştü. Denize kıyısı, yazlığa sineması olan bir kasabaya… Kız ilk okula orada başlamıştı. İlkokul üçüncü sınıfta, bozkırdaki o büyük şehre taşındılar ve orada kaldılar.
Oğlanların gitmesi biraz zaman aldı. Bir vakit sonrası oğlanlardan biri yatılı ortaokul için çıktı köyünden. Şehir şehir sürdü bu yatılı okul serüveni. Daha sonrasında ise diğer oğlan… Lise sırasında oldu bu gidiş. Mesafece yakın kalben uzak bir şehre götürmüştü babası…

Zamanla büyük şehirler, diğerleri gibi oğlanları ve yeni kurdukları ailelerini de çekti. Evlerden bakıldığında, dağların, ovaların, bağların görünmediği kadar büyük olan şehirler... Sokak lambalarının yıldızların yerini alıp geceleri aydınlattığı ama her kapının tanıdık olmadığı büyük şehirlere gittiler. Oğlanlar da, kızın daha çocukken geldiği bozkırın büyülediği büyük şehre gelip yerleştiler.

Üç çocuk…
Pervasız çocuk…
Diğer bütün pervasız çocuklar gibi, pervasızca yola çıkmış abileri ve ablaları gibi, masallardaki gibi, türkülerdeki gibi kitaplardaki gibi büyük düşler kurdular… Herkes için mutluluk kurabilecekleri bir dünya umdular... Gençlik yelkenlerini özgürlük rüzgârlarıyla doldurup açıldılar hayata… Her gün tazelenen sıcacık bir somun gibiydi büyük umut... Umutlu düşlerin peşinden koştular…

Üç asi çocuktular.
Koşa koşa büyüdüler. Okudular. Aşık oldular, özlediler, kavuştular, ayrıldılar, terk ettiler, terk edildiler, dostluklar kurdular, dostlukları bitirdiler, yollara yolculuklara çıkıp döndüler, zorluklara göğüs gerdiler, kolaylıkları kutladılar, dinlenmeye gereksinimleri olmadan koşturdular. Yalnızlığı da tattılar, dayanmayı da, hayal kırıklığını da, coşkuyu da. En çok bir isyana muhabbet duydular. Ama en çok bu muhabbetleri yüzünden cezalandırıldılar.

Bir gece, üçünün de yirmili yaşları ile yeni yeni tanıştıkları bir yılın gecesiydi… Bütün ülkedeki çocukların sevdalarını, hayallerini, umutlarını tanklarla kırdılar… Kurtların önüne atıldı gençlikleri… Kitapları yakıldı…

Ülkedeki bütün çocukların gözlerini bağlayıp kitaplarını ellerinden zorla, zorbalıkla aldılar. Kitapları çocuklardan, kitapları işçilerden, evlerden, kitaplıklardan, okullardan, üniversitelerden, fabrikalardan aldılar. Yaktılar. Yangın yeri oldu yaşadıkları yerler. Dumanı tüm dünyadan görüldü.

Bu üç çocuk…
Üç kırık çocuk…
Gençtiler, yaşananlardan olgunlaştılar…

Zaman bazen hızlı bazen yavaş geçti.

Aynı büyük bozkır şehrinde birbirlerinden habersiz uzun süre yaşadılar.  Eskiden daha sakin, mutlu, ışıklı olup, zincirlenen caddelerinin, kocaman pespaye tabelaların, çirkin çirkin binaların, üst geçitlerin, kalabalığın egemen kılındığı ve giderek de kararan bu şehirde kaybolmayıp bir düzen tutturdular. Birçok kez kırılıp kırılıp durdu hayat… Hayatları… Yeniden yeniden başladılar…

Kendilerince hayata anlam katan işlerin ucundan tutup çabaladılar. Oğlanlardan biri güçsüzlerden yana oldu, diğeri sessizlerden yana, kız da kalkınmacı oldu…

Oğlanlar evlendi bir aile, bir ocak, bir düzen kurdular kendilerine, kız evlenmedi. Yeterince düzen içinde olduğunu düşünüyordu.

Kız edepsizliğini, asiliğini çoktan susturmuştu. Oğlanlardan huysuz olanı iyice pervasız olmuştu. Diğerinin kırık gülüşleri kendisiyle büyümüştü.

Üç laftan anlamaz çocuğun üçü de, karalamaları yazmaya dönüştürüp bir şekilde sürdürdü serüveni.

Bir yere varmayı değil içlerindeki sesi bulmayı, dünyayı anlamayı, değişimi kavramayı arzulayarak yazdılar. Edebiyat çevrelerinin içinde pek bulunamadılar. Bulunmadılar, işleri vardı. Koşturmaları çoktu. Başka kaygıları söz konusuydu. Yazmak daha çok bireysel serüvenleri gibiydi ilk zamanlar. Hele oğlanlardan biri tüm ısrarlara karşın dostlarının dışında kimseyle paylaşmaya yanaşmıyordu. Oysa en çok onun en büyük tutkusuydu yazmak.

Gerçekten yazmaya başladıkları zaman romanlara, şiirlere, öykülere özgü mekânların, karakterlerin, kahramanların olmadığını anladılar. Nasıl bakıldığıyla ilgiliydi… İşte o zaman, doğdukları, çocukluklarının geçtiği köyleri, şehirleri, kasabaları özlemeye başladılar. Bir merak gelişti… Kim olduklarının peşine düştüler. Toprak çekti. Belki asıl yazılacak yerler oralardı. Renk, zenginlik, hikâye bu büyük yoran, tüketen şehirde değil, oradaydı. Bir ayakları geçmişte kaldı bir ayaklarını geleceğe attılar.

Oğlanlardan biri bu kara şehirden bıktı. Yoruldu. Bırakıp gitmeyi düşledi ciddi ciddi. Gitmek, hep vardı hayallerinde. O şehirden gidemedi bir türlü. Oysa gidebilse, “şehir, arkasından gitmeyecekti.”

Kız uzun süre yazmayı bıraktı. On yıl yazmadı. Kitaplara sığınmak hissettiğinde de eski kitapları bulamadığını fark etti. İçinde kendini kaybettiği kitapları yazılmıyordu artık.  Ne yazarlar o kadar ulaşılmazdı ne kahramanlar. Hayalleri kırıldı. Ayda bir iki kitaptan fazlasına bakmadı…Bıraktı…

Oğlanlar okumayı da yazmayı da sürdürdüler.


Üç çocuktan…
Üç orta yaşlı çocuktan…
Kırklı yaşlarına bastıklarında, hayata bütün dişleriyle sımsıkı tutunanı bile, bir ağır hüzün bastı.

Üç çocuk…
Doğdukları şehirlere ve zamanlara benzeyen bu üç olgun çocuk…
Günün birinde yaşamakta oldukları bu büyük şehirde, farklı zamanlarda karşılaştılar. Birinin birine işi düştü, başka bir zamanda ise diğeri, öbürünü tanıştırdı.

Olgunlaşmışlardı. Ses tonları kalınlaşmıştı. Orta yaşın güvenli vurgular yerleşmişti konuşmalarına… Büyük şehir çoğaltmıştı sözcükleri… Ama hala acemiydi söyledikleri şarkılar… Şarkılarda bir şey vardı… Çok eskileri, kimsesizlikleri, nedensiz coşkuları, karlı dağları anımsatıp anımsatıp unutturan bir esinti… Ne kendini ele veren ne tam kapatan bir görüntü... Bir kıpırtı sadece… Bir soluk imge… Bu imgenin peşine düşüp arkadaş oldular.

Arada bir görüşüp dertleşir oldular. Fıkralar anlatıp birbirlerini güldürür oldular. İşlerinden, memleket meselelerinden, dünya hallerinden, hayatın gelip tıkandığı yerden söz etmeyle başladıkları konuşmalara yazdıklarını, yazacaklarını birbirlerine okur, anlatır oldular. Olmayacağını bile bile yazmaya yönelik ortak hayaller kurdular. Hayallerinden sarhoş oldular.
Yazdıklarını yayımlamayana, “yayınla artık” diye söylemeyi sürdürür oldular…

Karlı bir akşam ilk kez gittikleri bir lokantada buluştuklarında, canlı müzik yapılan bir yer olduğunu görünce rahat sohbet edemeyeceklerini anlayıp biraz huzursuz oldular. Oysa ne güzel çalıp ne güzel söylüyordu sahnedekiler. Kaptırdılar onlar da… Vazgeçtiler kalkmaktan. Biraz konuşup biraz dinlediler. Onlara da istek parçaları soruldu.

            Oğlanlardan biri,

           “Altun hizmav mülayim
            Seni Hak’tan dileyim.
            Yaz günü temmuzda
Sen terle men sileyim “
diye başlayıp “seni gördüm beg oldum” diye devam eden bir türküyü istedi.

Oğlanlardan diğeri,
             “Şu yangında har olsaydım
              Ağlayıp bizar olsaydım
              Belki yaslanırdın bana
Mahpusta duvar olsaydım”

Kızsa,
“Bir gülün çevresi dikendir hardır
Bülbül gül elinden ah ile zardır
Ne de olsa kışın sonu bahardır
Bu da gelir bu da geçer ağlama“ yı istedi


O akşam eve döndüklerinde üçü de nedenini bilmedikleri bir istekle bir yazının, bir dizenin ardına düştü.

Üç çocuktan…
Büyümüş, kamil olmuş ama iyi ki çocuk kalmış bu üçünden biri, o akşam bir yazıyı tamamladı

Bu üç çocuktan birinin o karlı gece tamamladığı on satırlık o yazı, dünyanın tüm asi ve aşık çocukları tarafından anlaşıldı… Sevildi… Ezberlendi… Elden ele, dilden dile yayıldı…
O dizeler yıllarca dünyanın bütün sokaklarda okundu, durdu…