17 Kasım 2024 Pazar

AY DİLBERE

"Dağlık haliyle, sanki dünyanın özel olarak yaratılmış yerlerinden biri. Ve yaratıldığı şekilde, olduğu gibi aynen kalan, saklanan, sarmalanan yabani sılası… Her yeri dağ her yeri uçurum her yeri su… Her yeri su… Yüce dağların derin uçurumlarla ayıran dar, karanlık vadilerinde, geniş çayırların, yüksek yaylaların, arasından, yarların dibinden akan buz gibi soğuk çaylar, dereler… Kayalardan sekişinde neşeli, karanlık vadilerde uğultusuyla korkutucu, o geçilmez, dizginlenmez sular… Gümbürdeyen, fokurdayan, coşan, taşan, çatallanan, kaynayan, şırıldayan, köpüklenen, parıldayan, menevişlenen akarcalar… Köpüklene köpüklene yüksek yüksek tepelerden, yüksek yüksek kayalara, kayalıklardan vadilere, şelale şelale dökülen, acı, tatlı, ekşi pınarlar… Büyük çaylara büyük derelere ulaşmaya çalışan, bereketiyle büyük, cüssesiyle küçük, aceleci sular…"

23 Ağustos 2024 Cuma

HONG KONG _ SİNGAPUR

Ah canım! Ta Hong Kong'lardan... Şimdi de Singapur... Orada da varız mı diyorsun? Ne arıyorsun yazılarımda acaba? Bana sorsana doğrudan. Çince çeviri ile mi okuyorsun neden? Şimdilik burada dursun.

22 Ağustos 2024 Perşembe

Susun Ne Olur Beş Dakikacık Susun Dinleyin/Öykü

SUSUN! NE OLUR BEŞ DAKİKACIK SUSUN! DİNLEYİN! Şaheste, ayakları birbirine dolana dolana merdivenlere koşup, yürüyen olmasına aldırmadan, basamakları nefes nefese atlayarak inip, kalkmak üzere olan metroyu yakaladığında, neredeyse kalbi göğsünden çıkacak gibiydi. Bir yer bulup oturdu. Elleriyle başını tuttu. Beyni sanki patlayıp etrafa dağılacaktı. Gözleri yanıyor, kulakları uğulduyordu. Aksine vagon da doldukça doluyor, insanlar üzerine üzerine geliyordu. Özellikle konuşmalar, gülüşmeler, ayarsız sesler onu boğuyordu. Metro hareket edip rayların üzerinde yağ gibi kaymaya başlamış ve ilk durağı yeni geçmişti ki bilincinde olmadan, "Susun! Allah aşkına bir susun. Ne çok konuşuyorsunuz." diye bağırdı avaz avaz. Vagondakilerde önce bir şaşkınlık ardından derin bir suskunluk oldu. Birbirine bağlantılı diğer vagonlardaki insanlar da bağırtıyı duymuş, konuşmayı anlayamamış ama kulaklarını dikmişti... Başlar o yana dönmüş, ses tonları inmişti bir kere. Şaheste'nin yanında yöresinde olanlar, bu azarlamayı, saçı başı dağılmış, gözleri fincan gibi açılmış bir kadının hezeyanının verdiği rahatsızlık olarak kabul edip yeniden günlük konuşmalara döneceklerdi ki yeni bir bağırtıyla uyarıldılar... "Susun! Bak çocuğu duyamıyorum ben! Çocuk korkuyor. N'olur susun!" Rahatı bozulmuş olanlardan bir adam, kalabalığın sözcüsü olmak ve makbul, muteber, muktedir görünmeyen bir kadın tarafından azarlanmaya karşı bir hamle yapmak amacıyla, atıldı. "Ne çocuğu be? Ortada çocuk mocuk yok! Kimi duyacaksın?" "Okulda o. Şimdi bıraktım. Çok ağladı. Onu duymam lazım. Söz verdim." Adam fare yakalamış kedi iştahıyla tribünlere seslendi, "Ne saçmalıyor bu. Okuldaki çocuğun sesini burada mı duyacakmış?" "Susarsanız duyarım, n'olur. Anası bana emanet etti de gitti... Onu dinlemek istiyorum. N'olur susun." "Deli bu arkadaşlar. Herkes işine baksın." Şaheste elleri hâlâ başında, bir yandan saçlarının dağılmasına aldırmayıp başını ovarak, uğultuyu gidermeye çalışıyor diğer yandan da huzursuzca bir oturup bir kalkmaya yelteniyor ama kalkamıyordu. "Çocuğu duyamıyorum. Annesi gitti, annesini de duyamıyorum. Allah aşkına susun. N'olur dinleyin." Yanındaki orta yaşlı kadın, adamın aksine onu sakinleştirmeye çalışıyor, omzunu tıp tıplayarak herkesin kızmadığını ona anlatmaya çabalıyordu. Şaheste, ağladı ağlayacak, "Ne yapacağım ben şimdi? Aleyna'm ağlar da beni çağırırsa ne yapacağım? Bana seslenirse nasıl duyacağım onu?" Ortalardan biri öne atılıp, "Kes artık! Esas senin konuşman rahatsız ediyor herkesi," diye histerik bir tepkiyle bağırınca, bir başkası gayet soğuk "Beni hiç rahatsız etmiyor konuşması… Biraz saygılı olun lütfen. Bir kadına böyle davranamazsınız," diyerek, oluşabilecek diğer olumsuz tepkilere karşı bir hamlede bulundu Olayın başından bu yana sahanlıktan olanları izleyen Melisa, insanların arasından yavaşça geçerek Şaheste'nin yanına geldi, ardında da onu bir ömür boyu izlemek isteyen Alican… Melisa çevredekilere, "Belki bir şey söylemek istiyor. Bir dinleyelim isterseniz." Şaheste'yi sakinleştirmeye uğraşan kadın, kalkıp yerini Melisa'ya bıraktı. "Gel kızım, otur. Belki sen çözersin. Belli çok derdi var." "Ne derdi olacak?" diye tısladı biri. Bu kez Alican horozlandı. "Ne var bir beş dakikacık sussak? Çok mu zor bir insanın küçücük bir isteğine uymak?" Vagondakilerin bir kısmı Şaheste'nin hâli karşısında Alican'a hak verirken bir kısmı da kadının sözlerinin altında bir hikâye olduğunu düşünüp, meraktan susmuş, kulak kesilmişti ki, en arka vagonlardan bir genç daha harekete geçti. Ama oldukça yavaş... Tereddütle, dalgın, düşünceli... Eren... Ağır ağır, sanki kafasındaki bir veriyi işler gibi ağır çekim ilerliyordu… Yine inenler binenler oldu. Binenler tuhaf bir durum olduğunu anlayıp, tepki verebilmek için suskunlukla birinin, bir hareket yapmasını ya da konuşmasını beklediler. Melisa yanına oturmuş olduğu Şaheste'ye, "Korkmayın. Biz yanınızdayız. Yalnız değilsiniz." Şaheste, bitkin, yorgun… Arandı tarandı telaşla arkasına sakladığı çantasını el yordamıyla buldu. İçinden mendilini çıkardı. Yüzünü gözünü sildi. Karşı koltuklardan biri bir pet şişe su uzattı. Melisa aldı açtı, uzattı. Elleri titriyordu Şaheste’nin. Melisa’nın ısrarıyla titreye titreye bir kaç yudum aldı. Suyun birazıyla da mendilini ıslatıp, yeniden silindi. Melisa, “ Neyiniz var?. Size yardım edebiliriz.” “Korkuyorum. Ya çocuğa bir şey olursa? Duyamazsam.” "Korkmayın biz buradayız. Sizi yalnız bırakmayız." "Öyle bir şey değil ki bu, hepimiz korkmalıyız.” "Hah!"dedi biri... "Olağan paranoyalar," diye sürdürmeye kalktı... Ama vagondakiler onunla aynı fikirde değil gibiydi. Tümcenin sonunu getirmedi. “Neden ki?” diye atıldı yeni binenlerden biri, alaycı. Şaheste, içtenlikle, “Senin çocuğun var mı? Duyabiliyor musun? Dinle bak, duyabiliyor musun? Adam sus pus oldu. Mahcubiyetle, iki elini birleştirerek minnet ve müteşekkir işareti yaptı. Çocuğu olanlar huzursuzlandı. Biraz da kızdılar içlerinden. Durduk yerde… Eren, Şaheste’nin olduğu vagonun sahanlığına varmıştı en sonunda. Ağzı açık olanları izleyebiliyordu sadece. Şaşkındı çok. Toparlanamıyor, olanları anlamlandıramıyordu. Melisa durumu çözmüştü. Anlatmasını sağlarsa vagondaki suskunluğu garantilemiş oluyordu. Vagon sessiz olursa o bağırmaz, kimse de ona kötü davranmaz, kötü söz söylemezdi. Sesinin en alt tonuyla, "Metro ile mi geldiniz okula… Servisi yok muymuş?" "Bozulmuş. Bugünü bulmuş kahrolası. O kadar gün içinde, bu günü bulmuş." "İyi ya işte, yetişmişsiniz, ne güzel." "Bildiğim yerler değil buralar yavrum. Çok uzak." "Neden bu karar uzağa yazdırdınız ki. Yok mu mahallesinde bir okul?" "Burak Canberk'i mahalledeki okuldan kaçırdı, bunu kaçırmasın diye ta buralara getirdi yazdırdı anası… Çok ağladı Aleyna’m. Alıp geri götüreyim, dedim. Öğretmeni bırakmadı. Proje ödevi mi ne varmış." "Niye ağlıyor ki çocuk?" "Yavrum, annesi için mi korksun kendisi için mi korksun Canberk için mi?" Melisa aynı ağır tondan ve şefkatle ama cevabından korkarak, "Korkacak bir şey mi var?" Şaheste kendi kendine konuşur gibi sürdürdü. "Ah kafam. Boş verecektim ödevi mödevi… Ah bir duyabilsem..." "Annesi babası yok mu?" "Annesi dün, akşam otobüsüyle gitti. Bana emanet etti çocukları." "Terk mi etti yoksa?" Melisa kendi sorduğu sorudan kendisi rahatsız oldu. Özel hayata giriyordu belki yanıtı. Şaheste kendinden beklenmeyen bir toklukla "Eder mi hiç o, kızım?” Yanıt beklemeden, “Etmez!... Etmez!” Karşı koltuktakilerde duysun istiyordu, “Çocukları için ölür Açelya.” Sesi gittikçe yükseliyordu “Ölür de... “ Artık bağıra bağıra söylüyordu, "Ölmeye gitti zaten…” “Yok artık!” diye fırladı biri yerinden. Bir diğeri “Dinlemeyeceğim artık seni. Halisünasyonlarını anlatıyorsun sabahtan beri. Biz de saf saf dinliyoruz.” Yeni binenlerden biri “Halisinasyon ne ki?” İnmeye hazırlananlardan biri “Ablacığım işe giderken şu yaptığın işe bak. Tüm motivasyon gitti.” Eren yetişti yanlarına… “Doğru söylüyor. Bütün söyledikleri doğru.” Daha çok Melisa ve Alican’a konuşmuştu ama kulak kesilen bütün vagon da duymuş oldu. Eren daha metroya binerken, komşuları Saheste Teyzesini görür gibi olmuş, onun orada olma olasılığını hiç aklı almamış, o nedenle peşinden de gitmemişti. O, "Susun! Çocuk! Korku!" içerikli çığlığı duyup da bilincine varana kadar bir süre beklemiş sonrasında, uykusuzluk ve yorgunluktan yanılma payı bıraksa da harekete geçmişti. Aynı çığlık dün akşam, apartmanlarında da duyulmuştu aslında. Annesiyle babası bakmaya gittiği için başını dersten kaldırmamıştı. Sabah erkenden yarı zamanlı çalıştığı markete gidecek, öğlen de sınavına yetişecekti. Annesiyle babasının eve dönüşünü bile duyamamış, kitap elinde uyumuş kalmıştı. Yemin edebilirdi ki dün gece duyduğu aynı sözler aynı acılı, çaresiz çığırtıydı az önce kulağına ulaşan. Ne âlâkâydı. Ne âlâkâ? Evinden bile çıkmayan kadın... Ama gerçekten oydu. Apartmanlarının dört numarasındaki Şaheste Teyze. Melisa'nın uzattığı şişeden su içiyordu yine, ıslattığı mendiliyle yüzünü gözünü siliyordu. Bir de minnetle, bir Melisa'ya bir Alican'a bakıyordu. Şaheste gelip önünde eğilen Eren'i görünce tanımadı önce, afalladı birden, sonrasında bıraktı makaraları, yaşlar ardı ardına süzülsün diye gözlerinden.. "Eren! Eren'im!" Ortalık büyük bir kabahat işlemiş gibi sus pus oldu. Vagondakiler ses çıkmasın diye nefes bile almayacak duruma geldi. Durağa gelindi, inenler binenler oldu. Dehşetengiz suskunluk bir türlü bozulmadı. Donmuş gibiydi insanlar. Ama karşı koltuklarda oturanlardan biri merakına yenilip, duyulur duyulmaz bir sesle, "Ne diyorsun teyzeciğim? Ne oldu annesine?" Aslında çevrenin merakına tercüman olmuştu. Melisa da çok merak ediyordu, soramıyordu. Şaheste artık Eren’e anlatıyordu sadece. “Babası olacak adam, gelip Canberk’i kaçırdı ya, yatılı yurda verecekmiş hap kadar çocuğu… Görümcesi söylemiş, hani şu esmer olan,‘Gel al çocuğunu, kurtar,’ diye aramış, gizlice. Açelya dün akşam otobüse bindi gitti. Sabaha varmıştır. Sonrasını bilmiyorum. “Geçen sefer yaralamıştı, bu sefer öldürür kesin.” Melisa dayanamadı, “Deli mi bu kadın?” “Deli değil yavrum, kadın o… Kimse duymadığı bir kadın. Kimse onu duymuyor. Kimse kimseyi duymuyor.” Vagonun sonlarından bir genç kadın katıldı Şaheste’nin sözlerine, “Haklısınız kimse kimseyi duymuyor…Dinlemiyor.” Artık değil vagonda, tüm metroda kimsenin konuşası yok. Acı gibi zehir gibi bir suskunluk… Sanki az önce sirenler çalarak bir itfaiye, bir polis aracı bir ambulans geçmiş son sesiyle, aralarından. Her insanda az çok ama mutlaka bulunan bir yara deşilmiş bir kahır hissiyatı gelmişti herkese. Metro bu havada Kızılay son durağına yol aldı. Durağa gelince tüm yolcularla birlikte Şaheste, Eren, Melisa, Alican da indi. Eren önce Şaheste’yi karşı taraftan aynı hattaki metroya bindirip Aleyna’nın okuluna götürdü, kapı güvenliğine emanet etti, her teneffüs çocuğu göstermeye söz aldı, gelip alacağına söz verdi, sonra aradı Açelya’yı, Canberk’in peşinde olduğu bilgisini aldı… Yarım saat izin alıp erken gitmeyi umduğu okula ve sınava, cebindeki son parayı denkleştirip taksiyle ucu ucuna yetişti. Metrodan diğer inenler biraz buruk, sersemlemiş, dışa kapalı hâldeydiler. İşte, okulda, kahvede, çarşıda, ara ara durup sanki bir ses duyacakmış gibi ortalığı dinlediler… Sadece soranlara anlattılar usulca, akşamı dar ettiler. Konservatuarda keman öğrencisi olan idil metroda yaşadıklarını okulda, kantinde anlattı arkadaşlarına, tanınmış ve tatlış bir kadın piyano öğretmeni bunu duydu, o akşam hikâyesinde paylaştı. Meşhur bir tiyatrocu arkadaşı gördü paylaşımını sonra yurt dışında yaşayan sinema oyuncusu profilinde, sonra iyi kalpli bir rock şarkıcısı durumunda, onun popcu arkadaşı derken, paylaşanlar çoğaldı, yayıldı gitti. Melisa ve Alican metrodan iner inmez daha vakit öğlen olmadan bu olayın kısa filmini çekmeye karara verdiler. “Susun! Susun! Çocukları ve kadınları dinleyin” olacaktı adı. Metroda o günü yaşayıp birkaç gün aynı saatte okula, işe, kahveye, çarşıya gidenler bu olayı anımsayıp sessizleşti. Olay birkaç güne unutulur giderdi ama iyi kalpli o rock şarkıcısı, Melisa ve Alican’dan habersiz aynı isimle bir şarkı yaptı. Eren sınav sonrası pürtelaş, metroyla, Şaheste Teyzesini ve Aleyna’yı alıp eve getirmişti. Komşular başlarına toplanıp sormuşlardı. Ölümü göze alarak, uzak, başka bir şehre oğlunu aramaya gitmiş bir gencecik Açelya’yı duymak için televizyonlarını kapattıran Şaheste’ye kızmayı çoktan bırakmışlardı. Onu da çok merak etmişlerdi. Onun sesini duymak için neler vermezlerdi. Onların aralarında apartman yöneticisi olan kadın da vardı. Sonradan oturmuş bu öyküyü yazmıştı. Bir de gitti çocukların haklarıyla ilgili gönüllü çalışan avukat arkadaşına anlattı. O da bir afiş yapmayı tasarladı. Bir de o gün aynı saatte o metroda olan gencecik bir şair şiirini yazınca… Olanlar oldu. Artık hilafsız her Çarşamba metroda saat on ikide Kızılay yolcusu olan her insan beş dakikalığına sustu… Hele sosyal medya, kim ne bulursa artık, şarkı, şiir, film, öykü, afiş… Her Çarşamba sayfasında paylaştı beş dakika… Ev kadınları bıraktı o saatlerde, hem kendi kalplerini hem komşu kadınları dinlediler, bir derdi var mı diye. Açelya, ablası derneklerde gönüllü çalışan Oğuz Komiserin gönderdiği, devre arkadaşının yardımıyla, ölmeden, yaralanmadan Canberk’i aldı geldi sağ salim. Ama bir tane değildi ki… Öyle olduğu için, bir görüldü ki her Çarşamba saat on ikide yapılan şey, tüm dünyaya yayıldı, tüm dillerde söylendi, sosyal medyanın tüm kanalları karardı, tüm metrolarda susuldu. Tüm mutfaklarda işe beş dakika ara verildi. Böylece yavaş yavaş çocukların ve kadınların sesi duyulur oldu..Sonra da tehlike altındaki grupların ve bireylerin. Tehlike altında kim, kimler varsa onların. Dünya çiçek açtı sanki. Dünya çiçek açtı.

24 Haziran 2024 Pazartesi

Şehirde ve Gecede

Aziz Hatırasına... Şiirleri dilden dile dolaşsın diye... ŞEHİRDE VE GECEDE “Havada kar sesi var...” Üç çocuk... Üç küçük çocuk… Ancak ve ancak el dokuması ipek bir kumaşın veya Küçük Asya’ya, Balkanlar’a Mezopotamya’ya, Akdeniz’e özgü antik, atlas bir kilimin motifleri kadar ayrı olabilen ailelerden, aşiretlerden ya da sülalelerden, aynı kökboyalı iplikle dokunmuş üç yakın şehirden, kasabadan, köyden, biri kız ikisi oğlan, üç hülyalı çocuk… Bir sabah uyanır uyanmaz aynı saniyelerde yataklarından deli gibi fırlayıp evlerinin kapılarına koştular. Büyülenmiş gibiydiler. Ana babaların, dedelerin, halaların, nenelerin, yengelerin, evlerinde büyük küçük, az çok kim varsa, o delice seğirtmelerini kim gördüyse, onlardan en azından bir iki tanesinin şefkatli girişimlerini, sert otoritelerini dinlemediler. Sokağa, bahçeye açılan kanatlı kapıları, büyük bir güç sarf ederek sonuna kadar açıp ileri atıldılar ama kala kaldılar. Burunları, bütün o uçsuz bucaksız coğrafyaya yağmış olan, boyları hizasındaki kara gömüldü… Hele kız olanın boyunu da aşıp geçti, kapının önündeki yığıntı. Üzerine yıkılıverdi ve her yanını kar içinde bıraktı. O daha ileri atılayım diye çabalarken evdekiler yetiştiler. Tüm direnmesine karşın önce o içeri alındı. Saçları, gecelik entarisi, elleri, çıplak ayakları ıslanmış ve buz gibi olmuştu. Bağırdı, kapının koluna sarıldı, ısırdı, edepsizce tükürdü, salya sümük ağladı. Aileden iki genç ve güçlü kadın onu içeri zorla sokabildiler. Oğlanlara da öyle oldu sayılır. Birbirlerinden ve kızdan habersiz ancak gelenekten, görenekten, terbiyeden, haberli olan oğlanlar, daha ağır başlı davranarak ve ikna olmuş görünerek ama ayakları da geri geri giderek, evdekilerce gömüldükleri kar yığınının altından sökülerek içeri alınmalarına ses çıkarmadılar. Huysuz olanı bile öyle davrandı. Kafası meşgul ve dalgındı. Dalgın olduğu için de munis. Üç çocuk... Üç güzel çocuk… Duydukları bir sesle, sanki sadece onlar için özel olarak yapılmış bir çağrıyla uyandırılmışlardı… Kalplerinin işaret ettiği yöndeki, kulaklarında bir parça tınısı kalan o sesleri yitirmemeye, yeniden bulmaya, ulaşmaya koşmuş, aradıklarına yaklaşamadan da tüm dünyanın kar altında kaldığını görmüşlerdi. Bütün gece yağan kar, çatıların tepesinden, bahçelerin ötesini, dağların doruklarından, düzlüklerin ta ilerisini kaplamıştı. Ufka kadar görünebilen bütün bir çevre, tüm sesleri silen, beyaz, kalın bir tül altında kalmıştı. Bulutlar yere inmişti sanki. Bu üç mahmur çocuk, gece boyunca yağan karın sessizliğinde, derin uykularının arasında evlerinin kapılarının ya da pencerelerinin baktığı dağdan sanki bir tayın kişnemesini, bir kuzunun melemesini, bir ceylanın ayak sesini bir çocuğun acemice söylediği sıcak bir melodiyi, bir ıslığı duymuşlardı… O sesin ardından gitmek, kulaklarına fısıldanmak istenen bir büyük sırrı çözmek için karşı konmaz bir istekle ve silkinerek uyanıp kapılara koşmuşlardı… Bir bütünlüğü olmayan, ha bire parçalanıp bölünerek kendini gizleyen düş parelerine göre, bütün bir gece sanki yataklarında değil de dağlardaydılar. Üşümeden, ıslanmadan, acıkmadan, yorulmadan, özlemeden ve hatta korkmadan oralardaydılar. Ayakları yere basmadan geziyor, yorulmadan dolaşıyor ormanın bütün varlıklarıyla, onların dillerinden anlaşabiliyorlardı. Cesur, kahraman ve çok güçlüydüler. Ormanın şarkılarını söyleyen kendileriydi belki, meleyen, kişneyen de kendileri. Kendileri değilse de tanıdık bir çocuktu. Onlara başka dünyaların öykülerini anlatan, hiç duymadıkları şarkıları söyleyen bir yabani taydı, yeni doğmuş kuzuydu, belki de bir oğlaktı. Ormana kaçmış geri dönmeye çalışan bir sıpaydı. Sonbaharda sapanla vurup ardından da kanadındaki yaraya dayanamayıp akranlarından gizli gizli yarasını onarıp yeniden saldıkları kuştu. Belki, belki de bir çiçekti. Fısıltıyla açan bir kardelen... Erken açmış çiğdem. Çağıldayan dereydi. Mutlaka tanımaları, bilmeleri gereken biriydi, bir şeydi işte... Onlara, yalnızca onlara bir şey söyleyen, onlardan, sadece onlardan bir şey isteyen bir içli sedaydı. Belki uzun gecelerin başlangıcında nenelerinin anlattığı bir masaldan arta kalmış, geri dönememiş oralarda çaresiz dolaşan bir peri kızının suretiydi… Ak sakallı Hızır’dı… İyi kalpli bir devdi… Üç çocuk… Bu üç tatlı çocuk… Evlere sokulur sokulmaz ocağın, sobanın, mangalın, evde ne yanıyorsa onun yanına koyuldular. Ayaklarına çorap, patik üstlerine hırka, yelek, kazak ne bulunursa giydirildiler. Yorganların, battaniyelerin altına tıkıldılar. Boğazlarına, o anda ocakta kaynayan çay, çorba, süt, artık ne varsa, Allah ne verdiyse, o akıtıldı. Ana babaları azarladı, ebeleri, abaları, dedeleri korudu. Üç çocuk… Gün içinde evdekileri daldalayıp daldalayıp yüksek pencerelere tünediler, yüksek katlara çıktılar ve karşılara baktılar. Yaşlı adamların, yaşlı kadınların yaptığı gibi oturup uzun uzun karşılara baktılar. Derin derin iç geçirdiler. Gurbet yolu bekler gibi, “Ah” ettiler. Efkârlandılar... Ne yemek akıllarına geldi, ne içmek ne çiş ne oyun ne yaramazlık. Kimseler, onları yerlerinden kıpırdatamadı. Ağızlarından bir tek laf alamadı. Söylediklerini duyuramadı. Anneleri, inatlarına isyan edip yakalarını bıraktı. Kardeşleri, abileri, ablaları onları oyuna da işe de ikna edemeyince kendilerini terkedilmiş hissedip küsüp uzaklaştılar. Onlarsa, kızarmış yanaklarıyla öylece susup durdular. Oğlanlardan biriyle kızın şehri, Munzur’a bakıyordu. Biri kuzeyden biri güneyden de olsa ikisi Munzur’a baktılar. Diğer oğlan ise Karacadağ’a… Karacadağ’dan Zozan’dan Nemrut’dan, Ağrı’dan Munzur’dan, Bey Dağı’ndan başlayıp evlerinin önüne kadar inen ve yüksekliği kapı açtırmayan kar örtüsüne, dalıp dalıp gittiler… Evlerin ahalisi çatılardan, damlardan, kapılardan kar küredi, çatısı olmayan dam loğladı, atı olan atını yemledi, köyde olan da malını… Kimi odun taşıdı bahçeden kimi su kimi müştemilattan ya da varsa tandırdan ekmek… Yapılması mutlak olan ve gözlerde büyüyen işler çar çabuk bitti. Evlerdeki diğer çocuklarının oluşturup bazı komşu çocukların ve yetişkinlerin de katıldığı kartopu savaşları, kızak kayışlar da tükendi, gitti. Yorgunlukla, üşümüşlükle birlikte evlere kapanıldı. Geniş bakır tencerelerde buharı tüten çorbalar, duruma göre yahniler, pilavlar pişirildi. Sofralar kuruldu kaldırıldı. Soba küllerinde ayva, patates közlendi. Boğaz gailesi de işler de bitti. Kalakaldılar. Aile bireyleri, alçalıp alçalıp külrengi haliyle üzerlerine kapanan gökyüzünün ağır kederiyle, içlerine, içlerindeki ülkelere çekildiler. Sedirlere, o yoksa birer mindere sinip karşıları izleyen çocuklarının yanına eklendiler. Küçük mavi ışıltıların, kızıllara dönüşüp kaybolarak dans ettiği uzak, yakın, sonsuz, karanlık görünen beyazlığı seyrettiler. Dağlardan gelen ulumalara mahalle aralarından duyulan köpek ürümelerine ürpererek tanık oldular. Adını, cismini bilmedikleri bir kişi ya da nesnenin özlemiyle elleri böğürlerinde oturup karşılara daldılar. Kalın kar örtüsü; yeşil tanımlanan bir yerden farklı olarak, beyaz masalsı bir cenneti, kor ateş Diye tanımlanan bir yerden farklı olarak da, ıssız, dingin bir cehennemi sermişti gözlerinin önüne… Koskoca bir sessizlik… Kalplerinin ritmini, hasretlerinin ince sızısını duyuran bir sessizlik.Kimsesiz bir sessizlik çöktü evlerinin, köylerinin, şehirlerinin üzerine. Zamanı durduran, içlerindeki saati susturan bir sessizlik… Sanki tüm dünya, tüm yaşam, geçmiş, gelecek kar altındaydı… Üç çocuk… Üç lâl çocuk… Minik kalplerinin, engin ruhlarının anlayışıyla, bir boşluktan başka bir görüntüsü olmayan karşıları seyreden büyüklerin, kendileri gibi hüzünlü gözleriyle karşılaşınca şaşırmadılar… Bu topraklarda, bu kılıcın, kanın, topun, tüfeğin, cesaretin, sürgünlüğün ve hainliğin her türlüsünün yaşandığı bu geniş topraklarda karın her nesneyi kapatmasıyla, unutuş perdesi usulca, çok usulca, hiçbir canlıya sezdirmeden, bir tek damla kan sızdırmadan kendini eritiyordu. Kim bilir kaç bin yıllık geçmişle dün, aynı oranda, kimde ne nişan bırakmışsa ona, bağırarak değil zor duyulur fısıltılarla yaklaşıyordu. Bazılarına istedikleri olayları anlatıyordu bazılarına kendi geniş, büyük, gizemli torbasında ne varsa onu. Unutuş perdesi bazıları için tümden eriyip kalkıyor, yok ediyordu kendini, bazılarına da ancak kaldırılabildiği kadarını. Kar; bugünü örterken, geçmişten anlatılamayanın, yazılamayanın ve bilinemeyenin hayal perdesini açıyordu perde perde, ağır ağır, tek tek… Yaşlılar; başları önlerinde, elleri böğürlerinde, kulaklarına fısıldanan geçmişten hüzünlü türkülerle kalakaldılar. Evlerdeki sesler de eriyip yok oldu. Akşam, bu evlere de mahpushaneler gibi erken indi. Gece bastırdı. Deli bir ayaz, alıcı kuşlar gibi gelip bölgenin üzerine çöktü Ailelerin ya genç babaları ya da genç yetişkin erkekleri bahçeleri, kapıları, malları, kilitleri kontrol edip geldi bir çalım. Son sofralar kuruldu. Çıralar idare lambaları yakıldı. Radyosu olan açtı. Evin büyükleri ile büyümeye yüz tutan çocuklar, ajansa dikkat kesildiler. Kadınlar, kızlar “Radyo Tiyatrosu’ndan” önce bulaşıkları yıkamaya, ortalığı toplamaya, ocakların, mangalların üzerine cezveleri sürmeye, karyolası olan yatakları açmaya, olmayan yatak sermeye koşturdular. Küçük çocuklar, “gelmedi” diye tuttursalar da yatmadan önce, çiş yapmaya gönderildiler. Radyosu olmayanlar da büyük küçük toplanıp ağzından bal damlayan bir erişkin kadının sihirli masallarını, araları süsleyen zengin manileri dinleyip, erkenden yatmaya yönelik sıkıntılarını başlarından uzaklaştırmaya çalıştılar. Üç çocuk… Üç masum çocuk… Akşama kadar yarı aç yarı tok oturup, anneleriyle didişmelerinin verdiği yorgunluktan olsa gerek, uyuyakaldıkları pencere önünden uyandırılmadan yataklarına taşındılar. O gece aynı çağrıları duymasalar da uyur uyanık birkaç kez karanlıkta pencere önüne gittiler. Hiçbir şey seçemediler. Bilindik orman uğultular onları korkutmaya yetti. Üşümeyle, titremeyle yataklarına döndüler. Düşsüz, deliksiz uyudular. Kara kış uzun sürdü, kar kırk gün kalkmadı. İnat etti, gitmek için Cemrelerin havaya, suya, toprağa düşmesini bekledi. Üç çocuk… Üç delibozuk çocuk… Kırk gün ne yapıp edip pencerelere, kapılara yakın durdular. Gözlerini, kulaklarını dağlardan,uzaklardan ayırmadılar. Üç çocuktan… Üç söz dinlemez çocuktan, oğlanlardan biriyle kız, bir yıl sonra okula başladı. Öbür oğlan ise diğer yıl. Okumayı çabuk söktüler. Dersleri sevmeseler de sorun yaşamadılar. Zekiydiler. Yazları büyük bir zevkle aylaklık etmeyi sürdürdüler. Ağaçlara tırmandılar. Dere kenarlarına koştular. Kimi sokaklarda, oyun parklarında, apartman arkalarında oynadı kimi havuzlu bahçelerde, uçsuz bucaksız ovalarda, dağ eteklerinde. Oyunlara dalıp babalarından önce eve gitmeyi unuttular. Dizleri kanayıp durdu yaramazlıklarından… Bazı çocuklara kardeşliğe benzer duygular beslediklerini fark edince coştular. Arkadaşlığı keşfetmiş olduklarını sonradan anladılar. Gün geldi o arkadaşların anneleri tarafından annelerine şikâyet edildiler. Küstüler, barıştılar... Geceleri yıldızlara dalıp bin bir çeşit hayal kurdular. Üniversiteye kadar okulların açılma günlerini sevmediler. Nice yaz nice kış geçti. Üç çocuk… Üç kabına sığmaz çocuk… Geçirdikleri kışı, gördükleri düşü unuttular… Üçüne de benzer çağlarına denk düşen ama hepsine de erken zamanlarda ağabeylerinden, okula giden dayılarından, amca çocuklarından, ablalardan biri, bir kitap verdi… Kimine Reşat Nuri, Muazzez Tahsin, Kerime Nadir, Halide Edip, Kimine Balzac, Hugo, Stendall, Kimine Gorki. Sefiller’le Hıçkırık, Suç ve Ceza ile Çalıkuşu aynı zamanda ellerine konan kitaplardı. İlk kitaplarını ellerinden bırakamadılar. Nefes nefese bitirdiler. Hemen başka kitapların peşine düştüler. Ama öyle kolay değildi başka bir kitaba ulaşmak. Gizli kutularda saklanan mücevherler gibiydi o zamanda kitaplar… Çok az ve çok değerli. Başka kitapların izini sürmekte hep ısrarcı oldular. Ama okudukları ilk kitabı hiç ama hiç unutmadılar. Ve bu ilk kitaplarını biraz çaresizlikten biraz içlerinde açtığı ufuktan olsa gerek bir kez daha bir kez daha okudular. Daha ilk okudukları kitaptan başlayıp; büyüleyici bir dünyanın içine sürüklendiler. Başka yaşamları başka dünyaları keşfettiler. Kahramanlara özendiler, karakterlere üzüldüler. En çok da karlı dağları anlatan kitapları sevdiler. Karlı dağlardan gelen bir sesin, bir insanın, yaralı bir hayvanın, kaçak bir askerin, yakışıklı bir eşkıyanın hikâyesini, gözlerini kırpmadan tükettiler. Heyecanlı serüvenlerin peşine düştüler. Aşkı okudular, aşka düştüler… En ufak bir gerilimde kalpleri duracak kadar çok çarptı… Kitabın bir sayfasında bıçak çekildiyse, yaralanıp, günlerce kanadılar. Kahramanın başı ağrıdıysa yataklara düştüler.., Ölüme gidenlerin arkasından ölümü düşündüler uzun uzun. Ayrılıkları, gözyaşlarını, hasretlikleri ve zulmü sevmediler… Sonu iyi biten kitaplara başka türlü bağlandılar. Çocuktular, bütün çocuklar gibi her şeyin sonunun iyi olacağına, açlığın, acının, yokluğun bir daha yaşanmayacağını inanıyorlardı… Onlara göre acıya, ayrılığa tanık olan, yaşayan, dinleyen son kuşaktılar… Artık hiçbir çocuk ağlamayacak, aç kalmayacak, ayrılmayacak, kaybolmayacaktı… Kitap; nasıl bir işti ki başka hayatları, başka dünyaları, o dünyaların insanlarını, yaşadıklarını, acılarını, sevinçlerini gelip onlara anlatıyordu. Onları da ortak ediyordu tüm zamanlara tüm yaşanlara. Onları kanatlarına alıp, uzun, güzel yolculuklara çıkarıyordu. Ne büyülü bir şeydi ki, hep okumak, okumak hep başkalarının heyecanlı maceralarına, yaşantılarına tanıklık etmek isteği hissediyorlardı. Anlatılan acılardan, arzulardan, mutluluklardan, dostluklardan, aşklardan, isyanlardan kendi yaşadıklarını anlamlandırdılar, kendi duygularını isimlendirdiler. Kılavuz edindiler. Deneyim saydılar. Ve birçok hayatı denemeyi hayal ettiler... Bir roman gibi yaşamayı düşlediler... Kitapları yazılan yerlerde yaşamayı özlediler… Kahraman olmayı dilediler… Bu üç meraklı çocuk… Zamanla, nerelere, hangi şehirlere dağılmış olurlarsa olsunlar kitapları bırakamadılar. Uzun çok uzun yıllar kitapları o kitapları yazanları izlediler. Yine benzer zamanlarda İnce Memet’i, Yer Demir Gök Bakır’ı, Cemile’yi, Bereketli Topraklar Üzerinde’yi, Lüzumsuz Adam’ı, Parasız Yatılı’yı, Yılanların Öcü’nü, Kaçakçı Şahan’ı, Reşo Ağa’yı hatmettiler… Bunlar yetmezmişcesine, Koca Nazım’ı, Enver Gökçe’yi, Ahmet Arif’i, Behcet Necatigil’i, attila ilhan’ı, Mayakovski’yi, Lorca’yı keşfettiler. Sonra geldi yeniler… Yeni yazanlar… Yeni okunacaklar… Üçü de daha ilk günden okumayı çok sevdi… Okudular… Çok okudular… Ders arasında, ders sırasında, tatilde, gün ortasında, gecede, evde, misafirlikte, bahçede, bağda... Bazen gizleyip saklayarak, bazen bir söğüt ağacının altına uzanarak serüvenlerin peşine düştüler, en önemli buldukları en sevdikleri bir işi gerçekleştirdiler, okudular. Okuduklarında ara ara, o kış düşünü anımsatır imgelerle karşılaşır gibi olsalar da bir türlü neyi çağrıştırdığını çıkaramadılar. Okuma büyüsüne öyle bir kaptırdılar ki, kendileri de bir şeyler karalamadan duramaz oldu… Yazdıklarını yeterli bulamadılar ama. Neden yeterli bulamadıklarını çözemediler. Vazgeçemediler de. Ders kitaplarının, kullanılmış defterlerin arasında sürüp durdu acemi karalamaları… Okudukça, yaşadıkları yerler daraldı gözlerinde. Küçücük kaldı. Dağlar ufaldı, ovalar nehirler, sokaklar, kısaldı. Evler basıklaştı. Renkleri soldu. Her şey azaldı sanki. Sıradanlığın içine sıkıştı kaldı hayatları. Dünyanın merkezi saydıkları doğdukları, yaşadıkları, okullarında okudukları farklı şehirlerinin, mahallelerinin köyün dünyanın merkezinden çok uzak, küçücük bir parçasından biri olduğunu algıladılar. Başka yerlere başka şehirlere meraklandılar. Uzaklardan gelenleri ilgiyle dinlediler. Gidenlerin, giden otobüslerin, trenlerin, kamyonların, göçenlerin, ardından özlemle baktılar. Hep gitmek istediler. Nerde olurlarsa olsunlar, “Gitmek” düşüncesini hep yanlarında götürdüler. Üçünün de hayali bir şekilde oldu sonunda. Onlar da doğdukları şehirlerden gittiler. Birçok yer gördüler. Birçok şehir tanıdılar. Bu üç çocuktan ilk olarak kızın babası gelmiş, bir yıllığına memlekete bıraktığı ailesini alıp başka bir diyara götürmüştü. Denize kıyısı, yazlığa sineması olan bir kasabaya… Kız ilk okula orada başlamıştı. İlkokul üçüncü sınıfta, bozkırdaki o büyük şehre taşındılar ve orada kaldılar. Oğlanların gitmesi biraz zaman aldı. Bir vakit sonrası oğlanlardan biri yatılı ortaokul için çıktı köyünden. Şehir şehir sürdü bu yatılı okul serüveni. Daha sonrasında ise diğer oğlan… Lise sırasında oldu bu gidiş. Mesafece yakın kalben uzak bir şehre götürmüştü babası… Zamanla büyük şehirler, diğerleri gibi oğlanları ve yeni kurdukları ailelerini de çekti. Evlerden bakıldığında, dağların, ovaların, bağların görünmediği kadar büyük olan şehirler... Sokak lambalarının yıldızların yerini alıp geceleri aydınlattığı ama her kapının tanıdık olmadığı büyük şehirlere gittiler. Oğlanlar da, kızın daha çocukken geldiği bozkırın büyülediği büyük şehre gelip yerleştiler. Üç çocuk… Pervasız çocuk… Diğer bütün pervasız çocuklar gibi, pervasızca yola çıkmış abileri ve ablaları gibi, masallardaki gibi, türkülerdeki gibi kitaplardaki gibi büyük düşler kurdular… Herkes için mutluluk kurabilecekleri bir dünya umdular... Gençlik yelkenlerini özgürlük rüzgârlarıyla doldurup açıldılar hayata… Her gün tazelenen sıcacık bir somun gibiydi büyük umut... Umutlu düşlerin peşinden koştular… Üç asi çocuktular. Koşa koşa büyüdüler. Okudular. Aşık oldular, özlediler, kavuştular, ayrıldılar, terk ettiler, terk edildiler, dostluklar kurdular, dostlukları bitirdiler, yollara yolculuklara çıkıp döndüler, zorluklara göğüs gerdiler, kolaylıkları kutladılar, dinlenmeye gereksinimleri olmadan koşturdular. Yalnızlığı da tattılar, dayanmayı da, hayal kırıklığını da, coşkuyu da. En çok bir isyana muhabbet duydular. Ama en çok bu muhabbetleri yüzünden cezalandırıldılar. Bir gece, üçünün de yirmili yaşları ile yeni yeni tanıştıkları bir yılın gecesiydi… Bütün ülkedeki çocukların sevdalarını, hayallerini, umutlarını tanklarla kırdılar… Kurtların önüne atıldı gençlikleri… Kitapları yakıldı… Ülkedeki bütün çocukların gözlerini bağlayıp kitaplarını ellerinden zorla, zorbalıkla aldılar. Kitapları çocuklardan, kitapları işçilerden, evlerden, kitaplıklardan, okullardan, üniversitelerden, fabrikalardan aldılar. Yaktılar. Yangın yeri oldu yaşadıkları yerler. Dumanı tüm dünyadan görüldü. Bu üç çocuk… Üç kırık çocuk… Gençtiler, yaşananlardan olgunlaştılar… Zaman bazen hızlı bazen yavaş geçti. Aynı büyük bozkır şehrinde birbirlerinden habersiz uzun süre yaşadılar. Eskiden daha sakin, mutlu, ışıklı olup, zincirlenen caddelerinin, kocaman pespaye tabelaların, çirkin çirkin binaların, üst geçitlerin, kalabalığın egemen kılındığı ve giderek de kararan bu şehirde kaybolmayıp bir düzen tutturdular. Birçok kez kırılıp kırılıp durdu hayat… Hayatları… Yeniden yeniden başladılar… Kendilerince hayata anlam katan işlerin ucundan tutup çabaladılar. Oğlanlardan biri güçsüzlerden yana oldu, diğeri sessizlerden yana, kız da kalkınmacı oldu… Oğlanlar evlendi bir aile, bir ocak, bir düzen kurdular kendilerine, kız evlenmedi. Yeterince düzen içinde olduğunu düşünüyordu. Kız edepsizliğini, asiliğini çoktan susturmuştu. Oğlanlardan huysuz olanı iyice pervasız olmuştu. Diğerinin kırık gülüşleri kendisiyle büyümüştü. Üç laftan anlamaz çocuğun üçü de, karalamaları yazmaya dönüştürüp bir şekilde sürdürdü serüveni. Bir yere varmayı değil içlerindeki sesi bulmayı, dünyayı anlamayı, değişimi kavramayı arzulayarak yazdılar. Edebiyat çevrelerinin içinde pek bulunamadılar. Bulunmadılar, işleri vardı. Koşturmaları çoktu. Başka kaygıları söz konusuydu. Yazmak daha çok bireysel serüvenleri gibiydi ilk zamanlar. Hele oğlanlardan biri tüm ısrarlara karşın dostlarının dışında kimseyle paylaşmaya yanaşmıyordu. Oysa en çok onun en büyük tutkusuydu yazmak. Gerçekten yazmaya başladıkları zaman romanlara, şiirlere, öykülere özgü mekânların, karakterlerin, kahramanların olmadığını anladılar. Nasıl bakıldığıyla ilgiliydi… İşte o zaman, doğdukları, çocukluklarının geçtiği köyleri, şehirleri, kasabaları özlemeye başladılar. Bir merak gelişti… Kim olduklarının peşine düştüler. Toprak çekti. Belki asıl yazılacak yerler oralardı. Renk, zenginlik, hikâye bu büyük yoran, tüketen şehirde değil, oradaydı. Bir ayakları geçmişte kaldı bir ayaklarını geleceğe attılar. Oğlanlardan biri bu kara şehirden bıktı. Yoruldu. Bırakıp gitmeyi düşledi ciddi ciddi. Gitmek, hep vardı hayallerinde. O şehirden gidemedi bir türlü. Oysa gidebilse, “şehir, arkasından gitmeyecekti.” Kız uzun süre yazmayı bıraktı. On yıl yazmadı. Kitaplara sığınmak hissettiğinde de eski kitapları bulamadığını fark etti. İçinde kendini kaybettiği kitapları yazılmıyordu artık. Ne yazarlar o kadar ulaşılmazdı ne kahramanlar. Hayalleri kırıldı. Ayda bir iki kitaptan fazlasına bakmadı…Bıraktı… Oğlanlar okumayı da yazmayı da sürdürdüler. Üç çocuktan… Üç orta yaşlı çocuktan… Kırklı yaşlarına bastıklarında, hayata bütün dişleriyle sımsıkı tutunanı bile, bir ağır hüzün bastı. Üç çocuk… Doğdukları şehirlere ve zamanlara benzeyen bu üç olgun çocuk… Günün birinde yaşamakta oldukları bu büyük şehirde, farklı zamanlarda karşılaştılar. Birinin birine işi düştü, başka bir zamanda ise diğeri, öbürünü tanıştırdı. Olgunlaşmışlardı. Ses tonları kalınlaşmıştı. Orta yaşın güvenli vurgular yerleşmişti konuşmalarına… Büyük şehir çoğaltmıştı sözcükleri… Ama hala acemiydi söyledikleri şarkılar… Şarkılarda bir şey vardı… Çok eskileri, kimsesizlikleri, nedensiz coşkuları, karlı dağları anımsatıp anımsatıp unutturan bir esinti… Ne kendini ele veren ne tam kapatan bir görüntü... Bir kıpırtı sadece… Bir soluk imge… Bu imgenin peşine düşüp arkadaş oldular. Arada bir görüşüp dertleşir oldular. Fıkralar anlatıp birbirlerini güldürür oldular. İşlerinden, memleket meselelerinden, dünya hallerinden, hayatın gelip tıkandığı yerden söz etmeyle başladıkları konuşmalara yazdıklarını, yazacaklarını birbirlerine okur, anlatır oldular. Olmayacağını bile bile yazmaya yönelik ortak hayaller kurdular. Hayallerinden sarhoş oldular. Yazdıklarını yayımlamayana, “yayınla artık” diye söylemeyi sürdürür oldular… Karlı bir akşam ilk kez gittikleri bir lokantada buluştuklarında, canlı müzik yapılan bir yer olduğunu görünce rahat sohbet edemeyeceklerini anlayıp biraz huzursuz oldular. Oysa ne güzel çalıp ne güzel söylüyordu sahnedekiler. Kaptırdılar onlar da… Vazgeçtiler kalkmaktan. Biraz konuşup biraz dinlediler. Onlara da istek parçaları soruldu. Oğlanlardan biri, “Altun hizmav mülayim Seni Hak’tan dileyim. Yaz günü temmuzda Sen terle men sileyim “ diye başlayıp “seni gördüm beg oldum” diye devam eden bir türküyü istedi. Oğlanlardan diğeri, “Şu yangında har olsaydım Ağlayıp bizar olsaydım Belki yaslanırdın bana Mahpusta duvar olsaydım” Kızsa, “Bir gülün çevresi dikendir hardır Bülbül gül elinden ah ile zardır Ne de olsa kışın sonu bahardır Bu da gelir bu da geçer ağlama“ yı istedi O akşam eve döndüklerinde üçü de nedenini bilmedikleri bir istekle bir yazının, bir dizenin ardına düştü. Üç çocuktan… Büyümüş, kamil olmuş ama iyi ki çocuk kalmış bu üçünden biri, o akşam bir yazıyı tamamladı Bu üç çocuktan birinin o karlı gece tamamladığı on satırlık o yazı, dünyanın tüm asi ve aşık çocukları tarafından anlaşıldı… Sevildi… Ezberlendi… Elden ele, dilden dile yayıldı… O dizeler yıllarca dünyanın bütün sokaklarda okundu, durdu… (Lacivert Dergisi, 2010 Yılı Mart - Nisan sayısında yayımlanmıştı.)

"Herkes Ölüyor" üzerinden bir mektup

"herkes ölüyor" kitabı üzerinden Mehmet Mahzun Doğan arkadaşıma mektubumdur. Sevgili arkadaşım, Şiirleri okumaya başlar başlamaz daha; 'Ne kadar erken tanıdık ölümü,' diye düşündüm. Hem de her çeşidinden... Dededen, neneden, sıralısından, sırasızından... Ama en çok da sırasızlarından. Çocukluğumuzun sırasız ve cellat eliyle kıyılmış Deniz'lerden gelmişti ilk ölümün jilet kesiği acısı. "koşar bir afişten savrulmuş benim sesim kurumaz bağlasalar çözerim söylerim aşkı bir küçük özlem durmaz büyütürüm ama bu sabah nereye koymalı böyle bir sabahı" Bir zamanlar onlar abilerin, ablalarındır, sonra sen büyür yaşlanırsın onlar gencecik yaşar içinde. 'Deniz' dersin, kuşağının sırasız gitmiş, kaç delikanlısının ismi çiçekler gibi açar kalbinde. O kuşaktan kimi söylersen aynı bahçe içinde Deniz'ler de açar tüm aydınlığıyla. Hey Denizler Denizler. Hey Deryalar Denizler. Bizim gençliğimiz de, sırasız gitmeler tarihi biraz. "Hep peşimizde bir avcı Keskin nişancı, hedefi sektirmiyor." Ömrümüz kelebek ömrü, yalnızlığımız bir ömür. Hayat bir koca telaş. Bir hızlı koşu, soluklanmadan... Ve bir de genç ölümlü insanlar coğrafyası... "Ey pervazları okşayan güneş elbet okudum dudak kıpırtılarını 'Bu son olsun! ' deyişini. Yoruldum çok." Şimdi biz yaşlandık savaşlar çoğaldı. Savaşlar çoğaldı bebeler gidiyor sapır sapır. "Herkes ölüyor... Herkes ölüyor... Yaşam dediğin bir dil sürçmesi Kelebeklere sor söylerler belki" Ölüm bize koymasın da kime koysun? Ölümü vedalaşılamamış, yüzleşilememiş, yaşanamamış, kederli, karanlık bir son bir sonsuz gidiş gibi yaşamaktır ağır gelen bize. Böyle yaşatıldık çünkü. Ne yapsak boş sanki. Ne teselli umsak boş, kalbimize... Herkes ölüyor Mahzun. Herkes ölür... 1982 yılından, Nitelik'ten: Kıvılcım'a, Asi'ye, Murat'a, sana ve bana baksak yeter. Ne çok can uğurlamışızdır canımızdan. "En sessiz yolculukmuşum Maltepe'den Karşıyaka'ya" Maltepe'den, Kocatepe'den gitmişliğmiz çok Karşıyaka'ya. Şimdi mezarlıklar da çoğaldı. Biz azaldık, mezarlıklar çoğaldı. Ne benim haberim var, Asi'nin kardeşinden ne senin, "Ferfecir" şiirine konu olan yedi gençten birinin, gencecik ölmüş bir arkadaşımın kızı olduğundan. Ne filizkıran ne heveskıran ne umutkıran ne sevdakıran fırtınaları koptu ömrümüzde... "Nereye koymalı böyle bir sabahı" Ah nereye koymalı gece gelen telefonları? Ah! Bilmem ki nereye koymalı? "Kitap bitmek üzere El kaldırdı şiirler: Ölüm temasında buluşmasaydık keşke!" Keşke! Keşke arkadaşım; Ama bize kalan, sözcüklerimize bulaşan o... O koyu karanlık gidiş. Yazmasak olmaz. Yaralıyız. Yaralı doğanlar diyarındanız belki. Yaralı şifacılarız aynı zamanda. Yaraya şiir basmasını yaraya kor basmasını yaraya şarkı basmasını da bilerek doğuyoruz sanki. "Çiğdem bilir gül bilir Ruhi Su bilir! " Mahsus Mahal Türküsü var ya hani? Sen de bağlama ile çok güzel çalıp çok güzel söylüyorsun. Bir paylaşımından izledim, dinledim seni. Ruhi Su diyor ya, "Ölürem ölürem gardaş Aklım sendedir." Kalanın aklı gidende olduğu gibi kalan, gidenin aklının da kalanda kaldığını biliyor. Ne ağır yük. Yükümüz... Umudumuz olmasa da inadımız var. Ölüm varsa çaremiz var. Yürüyüp geçip gittiğimiz bir hayattan bir zamandan bir dünyadan, daha iyi geçmek daha iyi gitmek. Eskisi kadar hevesimiz kalmasa da... Ölüme rağmen değil ölümle birlikte... Nice şiire, şarkıya, dosta... Kelebeklerle başladık Kelebeklerle bitireyim. Hani diyorum, inadımızdan , yaptıklarımızdan bir, küçücük bir şey, bir rengarenk kelebek oluşur bir gün belki.... O minik kelebek bir kanatcık çırpar... Bir rüzgar olur. Büyük bir rüzgar olur. Temizler tüm kirleri. Ustamızın dediği, yeni romanın sonuna eklediğim gibi... "Sen bakma havanın durgunluğuna Derya dediğin uyur uyur uyanır." Bu kitaptaki dizelerinden de birini buldum öykülerimden birinin başlığına, izninle. Kal sevgiyle. ... 1. Alıntıların dışında bazı tümceler de şairin bu kitaptaki İmge ve dizelerinden alınmıştır.

5 Haziran 2024 Çarşamba

Ververan Romanı ile ilgili kurulmuş bazı tümceler

"Maro'ya ne oldu? O ağlaya ağlaya giden kıza ne oldu? Neler yaşadı? Fransa'yı giderken nelerle karşılaştı? Fransa'da ne gördü? Ne yaşadı? O masum ve tatlı kızı merak ettik? Bunları yazmalıydın. Özellikle yazmadım. Çünkü bir çok insan o dönem birdenbire insanların hayatından çıkıp gidiyor. O kadar insan gidiyor ki... İşte bunu vurgulamak istedim. Bir Meryem gitseydi tüm köy onu merak ederdi Ama bir o gitmiyor ki... Çoğu meçhul... Fırsat olmuyor. Sonrası... Sonrası derin bir iç sızısı. Rabiya'yı neden öldürdün? Rabiya'yı, o kadar çekmişken neden erken öldürdün. Tam Günyüzü görecekti? Sana çok kızdım Rabiya çok çekti. Çok çektiği için yıprandı. Devam edecek...
Yüzyıllık bir dönem anlatmışsın. Yeni roman da yüz yıllık bir dönemi anlatıyor. Sanırım yaşananları bilmeden günü anlamakta zorluk çekeriz gibi bir görüşe sahibim. Şehir yazıyorsun hep Şehirler beni büyülüyor. Doğanın büyülemesi gibi. Şehrin de, ormanın, derenin, ağacın Dağın da uğultusu, uğultusu kadar fısıltısını duymayı seviyorum. Gizlerinin, gizlenenin peşinden gitmeyi seviyorum.

6 Ekim 2022 Perşembe

Ali Erkan Güneri'den Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı Romanı Üzerine 1

VERVERAN’DA BİR HÜZZAM ŞARKI–GÜVEN TUNÇ “Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı”, Güven Tunç’un 2019 Ağustos’unda Ürün Yayınları tarafından yayımlanmış 361 sayfalık romanı. Güven Tunç romanını “derelerin ve kadınların onuruna” adamış, ben de onur duydum onun bu davranışı ve bu romanından. Okuma boyunca acılara tutunmuş, acılara ve yaşama direnen saygın kadınların tedirginliğini yaşadım. Sularından içtiğim, akışını izlediğim derelerin, nehirlerin coşkusunu gördüm. Bu coşkun ırmakların, kadınların yaşadığı, dolandığı coğrafyadaki tedirginliklerini yaşadım. Romanın geçtiği kurgusal coğrafyada yaşananları bu kadar naif, bu kadar zarif işleyen Güven Tunç’u içtenlikle kutluyorum. Konuyu, yaşananları şarkılarla, türkülerle besleyen, ören yazar; ne denli iç içe girdiğimizi, hiç kimseyi kırmadan, ayırmadan, ötekileştirmeden, ajite etmeden işlemiş. Aynı duyguları paylaşmanın hüznü ile romanı ağır ağır, her elime alışta biraz daha geriye giderek okudum; hiç bitmesin istedim. Ve bitmedi, içimde devam ediyor. Derelerin şırıltısını içimde duyarak, hissederek okuduğum “Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı”; şarkıların, türkülerin o ince duygularıyla örülmüş. Okudukça, içine girdikçe insanı kendine çekiyor; alıp götürüyor. Öyle bir bütünleşmiş, öyle bir iç içe girmiş ki her şey; hiçbir önemi kalmıyor o kimdi, bu kimdi… İsimlerimiz Müjgan’ı, Meftune’si, Adran’ı, Tamar bacısı, Enne Hatun’u, Leon amca, Sara, Elmas, Meryem’den Maro, Sara’dan Selvinaz, Samuel’den Samo, Rabia, Pambuk anlatmak istediğim duyguyu ne güzel yansıtıyor! Romanı okurken şarkılar/türküler beni şiirlere yönlendirdi. Sık sıkAhmet Kutsi Tecer’in “Orda bir köy var uzakta/ O köy bizim köyümüzdür” dizeleriyle Cahit Külebi’nin “Benim doğduğum köyleri/Akşamları eşkıyalar basardı” dizeleri dilime dolandı durdu. Elbette bu çağrışımlarda Güven Tunç’un şiirsel betimlemeleri başroldeydi. İşte bir bölümü okurken dillenen bir şiirden dizeler Yüce dağların doruğundan, Yamaçlardaki kaynaklardan Göllerden Püfür püfür esen rüzgâr Eteklerindeki çiçeklerden aldığı Temiz ve güzel havayı Sırtlayıp ovaya taşımaktaydı Mis gibi bir akşamüstüydü Öyle bir buğu çökmüştü ki toprağın üstüne Koca ova parlıyordu sanki Üzerine altın tozu dökülmüşçesine Giden güneşe nispet yapar gibi Alları moruna karışarak desem de inanmayın. Romanı okuyanlar fark edecektir, bu şiir kimsenin değil, zaten şiir değil;bir bölümün girişi. Güven Tunç’un kaleminden çıkan şiirsel betimlemeleri alt alta yazınca böyle oldu.Oysa Güven Tunç şöyle yazmıştı: “Püfür püfür esen rüzgâr, yüce dağların doruklarındaki göllerden, yamaçlarındaki kaynaklardan, eteklerindeki çiçeklerden aldığı tüm temiz ve güzel havayı sırtlayıp ovaya taşımaktaydı. Mis gibi bir akşamüstüydü. Öyle bir buğu çökmüştü ki toprağın üstüne, kocaman ova sanki altın tozu dökülmüş gibi parlıyor, alları moruna karışarak giden güneşe nispet yapıyordu.” Haksız mıyım? Birçok yerde böyle alıp götürüyor insanı. “Güneş, en derin köşesine kadar ışığa boğarak seriyordu kendisini tüm yöreye” , “sanki o göl sularının üstünü süt buğusu kaplamış. Sanki sular kaymaklanmış” gibi benzer örnekleri sıralayabilirim. Ama o zevki biraz da okura bırakayım. Yine bir başka örnek: “… Hayat artık kocaman bir iç sıkıntısı. Bir yenilmişliğin bir kırıklığın acısıydı. Bir görevler silsilesi, bir yapılacaklar listesiydi.” Müjgan’ın bu değerlendirmesinde günümüz yaşamına da güzel bir gönderme var. Nasıl sıradanlaştık böyle? “Çocuklarla birlikte kendi çocukluğunun sesini duyuyordu.” Bu da Adran’ı çocukluğunun acılarıyla yüzleştiriyor, “Büyük kötülük uyandı, cehennem ateşi harlandı…” Çektiklerini anımsayarak nenelerini, dedelerini korumayan Tanrı’ya sitem edip bari çocukları koru diyor. Ya Müjgan? O da amcasının korkuları dışında “Yaşamadığı bir geçmişle karşılaşmaktan korkuyordu, eskilerin peşine düşmekten korkuyordu.”. Eğer düşerse yeni hayattan iyice kopacağını düşünüyordu. Yine de kendisini alamıyor, arıyor ama bulamıyordu. Gürül gürül akan sular yoktu artık, HES’ler alıp götürmüştü onları.“Sesi kesilmiş, gücü zincirlenmiş, kıstırılmıştı…İçi ezildi.”, bu durumu kendisine benzetti. Bir de “olur da bağlanırım” korkusu yaşıyordu Müjgan, bence bağları hiç kopmamıştı ki! Ve Fırat koyuyor noktayı: “… Dünyadaki her yer, her insan, her kadın, her çocuk, her çay, her dere, her canlı kötülüğün doğrudan hedefinde artık.” Türkülerimiz ve şarkılarımızın derleyeni/yöresi/şairi/ozanı ile ilgili bilgileri ayrıntılı biçimde yer alıyor romanın sonunda. Ancak özellikle belirtmek isterim ki her yörede farklı isimlerle anılan objeler, yemekler vb. de var romanda. Bunlarla ilgili bir sözlük yer alabilirdi kitabın sonunda. Biraz çokça kullanılması çok güzel açıklanmıştı. Adran’ın annesinden, babasından öğrendiği her sözcüğü kullanmaya devam ederek onlardan hiç ayrılmamış, yaşam kaynağından koparılmamış olması güzel bir olgu ama “kurgusal” coğrafyanın dilindeki özellikli sözcükleri herkes bilemeyebilir; yaşaması için ufak bir sözlük gerekirdi diye düşünüyorum. Bir başka konu da “Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı” içerisinde birkaç kuşaktan geçtik. Her kuşakta çok isim vardı, yukarıda bir başka nedenle andığım isimleri bir “soyağacı” üzerinde görebilseydik daha rahat çözümleyebilirdik. O zaman bir gerçekçi hava çıksa da altına “kurgusal” olduğu bilgisi eklenebilir. Yazarın kendisi için böyle bir soyağacı yaptığı ve bundan yararlandığını da düşünmekteyim. Bahsettiğim bu iki konunun örnekleri de var edebiyatımızda. Anı ve tanıklık içeren kitaplarda sözlükler bulunmakta, aileler fotoğraflarla gösterilmektedir. Oya Baydar’ın “Yolun Sonundaki Ev” adlı eserinde örneğin; evde yaşayanlar kat kat, daire daire listelenmiş; okur istediği zaman bu kimdi diye dönüp bakabilme lüksüne sahipti. Gerçi Ververan’da da kişileri buldukça mutlu olmak da ayrı bir keyif veriyor ve sürpriz oluyordu ama böyle bir soyağacının bulunması okura kolaylık olurdu. Kaptırdım gidiyorum ben de Müjgan gibi. “Çocukluğuna gitmiş bir türlü dönemiyordu.”, ben de dönemiyorum Güven Tunç’un “Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı”sından. Hayal’in umudu doğurdu bence, umudu da yaşatacağız. Eline, yüreğine sağlık diyorum. Ve tabii Cahit Irgat’la bitiriyorum. KORKUYORUM Her yerde aynı hava, aynı koku, aynı dert Korkuyorum. Sen de kaçma bu şehirden Yalnız bırakma beni, Gökler bile değişiyor lahzada. Ardından geliyor bak Güneşiyle, bulutuyla gökyüzü Bütün şehir, bütün deniz, yeryüzü. Sen de kaçma bu şehirden Yalnız bırakma beni, Ben fakir bir sahilin Kahır yüklü çocuğu, Korkuyorum. Cahit Irgat "İstanbul'la Oynuyorum" kitabının yazarı Ali Erkan Güneri'den, "Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı" Romanı Üzerine...

Ali Erkan Güneri'den Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı Romanı Üzerine 2

VERVERAN’DA BİR HÜZZAM ŞARKI– GÜVEN TUNÇ İkinci okumam kendim için. Keyifle gidiyor. Dayanamıyorum bitmesin istiyorum. Bıraksa yüreğim devam edip gideceğim( İçimden gidiyorum da, hem de nerelere). “…söylenmemişi söylenmiş kılan türküler…” le başlıyoruz kitaba ve içindeki yaşama. “…öyle bir aşamaya gelinmişti ki herkes sadece insandı ve herkes yoğun duygular içinde tınılara karışıp o tınılarla hemhal olup gidiyordu…” diye başlıyoruz, anlatımın güzelliği karşısında döne döne karışıyorum halaya, hayallere. “…ince akan bir dere gibi sıralanmış gençler…” halay başının ciddiyetiyle küçücük salonu çemberleye dursunlar; “…ve ateş parçası kızlar, bıçkın oğlanlarla dar alanda uzun halaylara kapılıp kapılıp gittiler…” böyle zarif bir anlatımla yerinde duramayıp siz de katılıyorsunuz bu ciddi coşkuya… “…Ankara benden gideli çok oldu. Şimdi bende ondan gidiyorum…” bu anlatım beni aldı götürdü yanında. Aynı duyguları paylaşmak bu olsa gerek. 02.Kasım.2018 tarihli “Gittiğin Gün, dündü/Bu gün, bir yıl olmuş” facebook paylaşımımda “BİR ÖMÜRDÜ YAŞANAN, YAŞANDI, YAŞANIYOR...” adlı şiirimde: “Ankara’dan gidebilmek/Gidemedik/Gidemedim…” diye başlamıştım. Yazarın anlatımından anladım ki; Ankara benden gideli çok olmuş. “Ardımızdan gelen çocukluk şehirlerimizden” diye imzaladığı kitabında yazar günümüzden geçmişin peşimizi hiçbir zaman bırakmayan eski yaşamlarında dolaştırıyor. Öyle ki: “…Çocukları, kadınları, işçileri sevmeyen bir çağa denk geldi ömrümüz…” “…Bir aşklık ömrün vardı. Ömrümü tükettim…” “…Herkes kendi içinde kendi hasretinin kuyusuna gömüldü…” “…bir nabız gibi atıyordu bedenleri…” “…Onurlu bir ihtilalcinin cesareti ve çocuksu bir saflığın inancı ile tarih sahnesine çıkacak olmanın ateşi dolanıyordu damarlarında…” betimlemeleriyle de bundan daha fazlasını da başardığını görüyoruz ve birlikte yaşıyoruz. “…Bu şeher, o şeher olamaz Maro’m. Şimdi şeher dedikleri kocaman bir yangın yeri olmuş…O koca şeher yanmış bitmiş, kül olmuş…Nerde kalmış o git git bitmeyen çarşı? O dükkânlar? O sesler? O telaş? Suları, çeşmeleri kurumuş ki insanları, insanları niye kurumasın? Yüzündeki dehşet Maro’nun içini acıtıyordu…” Daha nasıl anlatayım, aldığım tümcelerle roman zaten kendini anlatıyor. Daha fazlasını okuyunca yaşayacaksınız. Benim “İstanbul’la Oynuyorum” şiirimin son dizesiyle bitiriyorum bu yazıyı da: “…İçim kanar, yüreğim yanar Bir güvercin uçar gider yanı başımdan.” İstanbul'la Oynuyorum kitabının yazarı Ali Erkan Güneri'den alınmıştır.

10 Eylül 2022 Cumartesi

BURADAYIM MARO /ÖYKÜ

“Mayram buradan gideli Harput ververan oldi…”* Nihayet, uzun uzun akşamların, beklediği saatleri gelmiş… Vakit gece yarısına yakın. Saat on birde, saat onda uyku ilacını alıp bir saat beklemesi gereken, doksan yaşındaki annesini nihayet yatırmış. Anne yatıp uykuya geçince ev sakinlemiş sanki genişlemiş… Kendi kendine kalabildiği saatler bunlar. Kendi tercihinin beş uzun yıllık yaşanmışlığı… Salonu, hem penceresini hem de balkon kapısını açıp havalandırmış. Açtığı pencerenin önünde durup, uzun senelerdir ilk kez bu denli temiz olan Temmuz havasını derin derin içine çekmiş. Yaz kış ana caddeden geçen arabaların egzoz dumanından bu yıl eser kalmamış. Benzin fiyatları, yeniden hortlayan kovid, arabaların geçişini çok, çok azaltmış. Bir de serinletici bir gece mavisi esintisi... Güzelim havadan neredeyse başı dönecek gibi olmuş. Salonda biraz dolanmış… Birkaç derin güzel nefes almış vermiş. İçi genişlemiş. Umuda benzer bir duygu gelmiş geçmiş içinden. Ne hoş bir duygu… Gençlik gibi bir şey… Keşke yapabilse de bu güzel duygudan, bir kolye yapıp göğsünün üzerinde her dem taşıyabilse… Kim taşıyabilmiş? Mutfağa gidip, kıştan, limon ve mor reyhan ile kurup, altı, yedi ay beklettiği likörün büyük cam kavanozunu alt dolaplardan birinden kucaklayarak dikkatlice çıkarmış. Beş litrelik kavanozun kapağını ilk kez ve zorlanarak açmış. Tadına bakmış. Boğazından, hafif yakarak, biraz tatlı biraz ekşi ama yağ gibi bal gibi kayarak geçen bu tada bayılmış… Tek damlasını dökmemeye gayret ederek bir kadeh doldurmuş. Rengine uzun uzun bakmış, koklamış, ağzının içinde dolandırarak bir yudum daha almış. Memnun mesut, salona dönmüş. Büfenin üzerinde, günlerdir açılmayı bekleyen, bir türlü vazgeçemediği küçük, eski hatta hurda sayılabilecek bilgisayarını alıp sehpaya taşıyıp, açmış. Bütün kitaplarını yazdığı emektarı bu onun. Kadehini, bir yudum daha alıp, bilgisayarın yanına bırakmış. Bir hoşluk devam etsin diye hazırlık yapmış kendince. Şimdi, bir eski dost gibi bir sırdaş gibi, bütün duygularına tanık bütün yaşanmışlıklara aşina bir makinenin, kapağını açmış, önünde oturuyor. Uzun uzun boş ekrana baktı… Bir yudum daha aldı… Tüm hayali, umudu, neşesi, renkliliği kaybolmuş, çorak, tek tük güzel haberin olduğu sosyal medyaya girmeyi istemedi canı. Heves kırmayan bir şeyler arıyordu bu gece. Rüyamsı bir kıpırtı… Bir ışık… Düşündü düşündü bir şey bulamadı. Çoğu zaman, ekranın o karanlık aynasında kendine bakıp bakıp, açmaktan, yazmaktan vazgeçip kalkarken bilgisayarın başından, bu sefer kalkmadı. Bloğuna bakmıyordu epeydir. Bir dönem heyecanla, istekle yazıp yazıp yayımladığı bloğuna. Genç olmanın, kendini hayatın içinde hükümran hissetmenin, sokakta ses çıkarmanın, çocuk kahkahalarıyla gülen bir yüreğin, şarkılarla ağlayan bir gönlün, istekle koşan bir canın içinden dökülen sözcüklerle yazılmış yazılarının olduğu bloğuna. Bir kırılma noktasını geçmişti ömrü… O ise, bu keskin kırılmayı böyle yaşıyordu… Kederle… Ölümcül… İlk zamanlar, her gün her ayrıntısına kadar şevkle baktığı, incelediği bloğu onun için artık, eski kalp atışlarının defnedildiği, kendi sessizliğinde sırlarıyla uyuyan bir antik mezarlığa benziyordu. Bazen, sadece kendine, “Ölmedim daha… “ diyebilmek için yazılar yazıp ekliyor, kitaplarıyla ilgili çıkan yazıları paylaşıyor ama eski tadı, o eski ruhu bir türlü yakalayamıyordu. Yine de kalbini isteklendirmek, heveslendirmek gerekiyordu. Yaşamak için isteklenmek gerekiyordu… Onun için yazmaya çalışıyordu. Onun için bloğa arada bir giriyor, istatistiklere bakıyor, kimler, hangi ülkelerden bakmış, hangi yazıları okumuş diye göz atıyordu. Romanı bile o kırılma noktasından önce başladığı için bitirebilmişti. Kaplumbağa hızıyla… Her satırında, içini derin derin kazıyarak. Kanatarak. Aklına başka bir şey gelmediğinden, eski yazılarını okumayı da canı istemediğinden, bloğunun istatistiklerine baktı ilgisizce. Dünyanın orasından burasından birkaç kişi girecek, birkaç yazı okuyacak da kendisi de o rakamlarla oyalayacak gönlünü... Beş on taneyle kalmamıştı bloğa bakanlar bugün. Grafik eğrisinde fırlamıştı yine ok. Ve tabii ki yine Fransa’ydı… Hem her şeye karşın her yerden okunsun istiyordu yazdıkları hem bu Fransa işi… Fransa işini kafasına takmak istemiyordu. Fransa’dan bu kadar okunmak onu canlandırmak, neşelendirmek yerine yoruyor, korkutuyor, sindiriyordu sanki… Rusya’dan okuyorlardı yazılarını, bir o kadar Amerika’dan, Almanya’dan. Kanada’dan, Hollanda’dan, Avustralya’dan, Tunus’tan, Mısır’dan, Hindistan’dan hatta Endonezya’dan okuyanlar, bakanlar oluyordu. Ayda yüz, yüz elli kişi ve okunan da taş çatlasa otuz, kırk yazı… Ama bu, Fransa’dan bakan, her kim ise, bloğa bir girdi mi bütün yazılara tek tek göz atıyor, tek tek okuyordu. Yüz küsur yazıyı, sabırla tek tek okuyordu. Her seferinde her yazıyı tek tek okuyordu… Pazar günleri giriyordu. Çalışıyor olmalıydı. Sabahtan gece yarılarına kadar bakıyordu. Okuduğu yazıları yeniden yeniden okuyordu ama ses çıkarmıyordu. Yorum yapmıyordu. Sonuçta hepi topu bir takipçisi ve üç beş yorumu vardı bloğunun. O da arkadaşıydı zaten. Son altı yedi aydır, her ay rastladığı bu veri, son iki aydır onda, aynı kişi tarafından izlendiği kanısını yaratıyordu artık? Biri sanki onu arıyordu. Biri onu adım adım araştırıyordu. Sanki onu yakından, derinden tanımaya çalışıyordu. Görülmediğinden, bilinmediğinden emin biri, onu izlemeye çalışıyordu sanki. Ah! Bu ilgi… Bu tanıma çabası … Onu nasıl da yıldırıyordu… Düşünceli düşünceli likörden bir yudum aldı. Bilgisayarın başından kalktı. Yemek masasının etrafında hafif adımlarla üç beş tur attı. Sonra döndü geldi, oturdu yine. Dikti gözlerini ekrandaki rakamlara… Fransa rakamlarına… Daldı gitti… Boş boş bakarak oturdu, oturdu, oturdu. “Maro?” Sanki olmaz bir ismi anmış bir ismi çağırmış gibi ürktü. Gecenin çoktan yarıyı geçtiği, caddenin, apartmanın sessizleştiği bu saatte yüksek sesle konuşmuş gibi telaşlandı. Omuzlarını içeri çekerek çevreyi dinledi. Annesinin odasından ses gelip gelmediğine kulak kabarttı. Lezzetiyle bile başını döndüren, hepi topu üç beş yudum içtiği likörün kadehini, isteksizce kendinden uzağa itti. Fısıldamamıştı bile. Dilini yakması muhtemel bu ismin, aklından bir an bile geçmesi, onu böylesine darmadağın etmişti. Maro mu? Nasıl ama? Hem de hayali bir karakter? Hem de kendisinin yarattığı bir hayali karakter? Aslında şaşkınlığı kendineydi… İlk kez gördüğünde bile hisseder gibi olmuştu, aslında Fransa ismini… Öylesine bir takılma değildi bu… Sadece kendini eğlendirmek için yazdığı en saçma yazıya bile bakılmış, incelenmişti. Şimdi anlıyordu ki sanki yazılarından, onun nasıl biri olduğu gerçekten anlaşılmaya çalışılmıştı. Mercek altına alınmıştı resmen. Dikkatlice bilgisayarı kapattı, kaldırdı. Kadehi, mutfağa götürüp içindekini, acıyarak lavaboya boşalttı, Babasından kalma tek kadehi sabunla yıkadı, kuruladı, gümüşlüğe kaldırdı. Az çok yatağa girme saati civarı olmasına karşın odasına tıkılıp yatmak istemedi. Uçup kaçan uykulara alışkındı da bu gece dirliği de uçup gitmişti. Salona dönüp uykusu kaçtığı zamanlarda yaptığı gibi pencerenin yanındaki koltuğa kuruldu. Caddeyi seyrederdi, öyle zamanlarda. Geçen arabalar, çöp kamyonları, gece nöbetinden çıkmış sağlık çalışanları, hayalleri çiğnenmiş gençler, karşı apartmanın arsız kedisi, başıboş sokak köpekleri… Sakince izlerdi onları… Şimdi izleyemiyordu. Sakinliğini engelleyen bir şey vardı içinde… Çok güçlü bir şey… “Maro…” Son romanına yarattığı kahramanlarından, Maro. Romanda, doğduğu topraklardan, ailesinden, eğitiminden, sevdasından koparıp zorla Fransa’ya gönderdiği Maro. Ağlaya ağlaya, o kadar yolu, aç susuz yürüttüğü, günlerden sonra denize vardığında bir vapura bindirip memleketinden uzaklara, çok uzaklara gönderdiği, o güzel o hayat dolu kız. Gönderip de ne olduğunu merak etmediği o çocuk. “Maro…” “Ben ister miyim ki insanlar bunları yaşasın?” “Ben ister miyim ki gencecik yaşında bir genç kız, bunları yaşasın? İlk aşkından; ilk öpücüğü tattığı gün, hem de… Benim de içim kanamaz, vicdanım sızlamaz mı? Sanırım biliyorsun yanıtı… ” “Maro! Maro! Yaşadıysan yüz yirmi küsur yaşlarında olman lazım. Bu yaşlarda biri, bilgisayar üzerinden neden peşime düşsün? Neyi merak ediyorsun acaba?” “Beni mi? Atlarını mı? Hasso’yu mu?” “Belki Maro’nun torunun çocuğu Maro’sundur…” “İnsan yazdığı, yarattığı karaktere karşı, bu kadar sorumluluk taşıyabilir mi? Bu yükü kaldırabilir mi?” “Beni de merak etme ne olur… Öyle beklediğin gibi kudretli beklediğin gibi hareketli, sosyal, konuşkan biri değilim ben. Müjgan değilim. Romana ilk başladığım zamanlardı o. Şimdi suskun ve yorgunum. Bir romanı yazmaya yetiyordu gücüm. Onu kullandım sonuna kadar. Başka gücüm yok.” “Gerçekten Müjgan değilim ben… Olsam olsam bir hayal olurum… Ve ben bir hayal olmaya doğru giderken, sen de tüm gerçekliğinle karşıma çıkıyorsun…” “Sana verecek bir umdum, bir heyecanım, sana edecek bir, ‘merak etme artık her şey güzel olacak, artık kimse yerinden yurdundan olmayacak, artık dünyada barış olacak…’ gibi bir tümcem yok.” Kendiyle mi Maro ile mi olduğunu bilmeden, kâh yatağına gidip uzanarak kâh huzur bulmayıp salondaki koltuğa kendini atarak gece dörde kadar aralıklı olarak konuştu konuştu durdu. Annesi tuvalete kalkmasa daha çok konuşurdu. “Kızım yatmadın mı sen daha?” “Yok yok! Yattım da sen kalkınca bakayım dedim. İyi misin?” “İyiyim.” “Uyumadın mı sen daha?” “Uyudum uyudum.” Annesi yeniden yatınca, onu huzursuz etmemek için odasına girermiş gibi yapıp salona, pencerenin önündeki koltuğa gitti yine. Pencereyi açtı. Boş caddenin sessizliğini dinledi uzun süre… Sükûnet bulamadı. Koltuktan ağır ağır kalktı, pencereyi kapattı, terliklerini sürüye sürüye, odasına gitti. Odanın penceresinin kalın perdesini çekmeden, yan sokağın karanlığına bakan camdaki yansımasını gördü. Farkında olmadan durdu, baktı. Romanda yazdığı bütün kadın karakterlerinin bileşimi gibiydi camdaki görüntüsü… Dalga dalga değişiyordu. Bir kadın beliriyordu hemen ardından bir başkası. Tüm ruhuyla cama bakarken an be an o da değişiyor o da dönüşüyordu sanki. Bütün kadın karakterleri giyinip soyunuyordu ardı ardına. Zihni değişiyordu… Duyguları değişiyordu… Kalbinin ritmi değişiyordu… Usulca çekti perdeyi… Yatak yerine, bir bardak su alıp mutfaktan, salonda yöneldi bir kez daha. Pencerenin önünde durdu. Sanki kendine meydan okuyordu. “Buradayım Maro” dedi kendi kendine, “Buradayım… Hayal olsan da gel… Hayal olsam da gel… Kimseye göstermediğim kederimi mi göreceksin. Gör… Buradayım… Rabiya’yı da al gel istersen… Dertleşiriz belki… Ağlarız belki birlikte… Sonrasında güleriz belki... Belki çocukların gülebilmesini konuşuruz. Umut ederiz bir şeyleri… Her ne için arıyorsan, buradayım… Yastan ve senin hatırından susuyorum. Susmam artık... Konuşurum. Konuşuruz... Buradayım Maro… Buradayım… Varım… Bekliyorum… ” … *Dersim dört dağ içinde” türküsünden dizeler.

14 Ağustos 2022 Pazar

"DİZELERE GÖM ŞAİR BENİ"/ARDIŞIK ÜÇ ÖYKÜ

"DİZELERE GÖM ŞAİR BENİ" * Güven Tunç 1. Bölüm Ankara... Akşam... Nisan Ayı... Eski mahallelerden birinde, eski ve üç katlı bir apartmanda, teras katında... Terasa açılan yanyana iki daire. Terasları ayıran ise bir balkon demiri yüksekliği o kadar. Çocuk atlasa geçer... Zaten elli yıldır da öyle olmuş. Çocuklar atlayıp atlayıp geçmiş. Birlikte büyümüşler. İki iyi iş arkadaşı erkeğe, evlenirken, ailelerince, elli yıl önce yapılmış apartmandan, daha inşaattan, bu iki teras katı alınmış. Taze gelinler de iyi anlaşınca, aradaki demir parmaklıkları yükseltmeye gerek duyulmamış. Yıllar yılı öyle kalmış. Yıllar, yıllar böyle geçmiş. Kovid19 günlerinden bir gün... Havada bahar kokusu. Leylaklar açmış. Sokağa çıkamadığı için kimse koparamadığından çiçekleri dallarda kalmış. Dallar dolmuş, taşmış. Kokusu bütün mahalleyi ve geceyi sarmış. Terastaki balkon demirinin iki yanına, birbirinden iki metre uzaklıkta ama aynı tabaklarda ve aynı yemeklerden iki ayrı sofra kurulmuş. Tazecik yeşilliklerden bol salata, domates ve sarımsak soslu; biber, patlıcan, patates kızartması, ev yapımı mis gibi ekmek, sıcacık mercimek çorbası ve salçalı makarna, bir de biraz ezine peyniri ile iki kasecik yoğurt... Masanın birinde bir kaç kutu bira... Kutlama var... Aydın işe girdi, onun kutlaması... Terasın, Kale'ye bakan yönünün sağ yanındaki masada, otuzlarında iki genç kadın olan kuzenler, Aynur ile Sıla yanyana oturmuş, sol yanına ise Makbule, Aydın ve tekerlekli sandalyesinde Refik... Sıla'nın yanında köpeği Sarı... Sarı önüne konan mamaya saldırmış bile. Makbule, Sıla'ya, "Yavrum böyle olmadı ama ne yapalım. Şu salgın olmasaydı güzelce, aynı sofrada, bağırmadan, ağız tadıyla, konuşarak, hasret gidererek yemeğimizi yerdik." Aynur'u göstererek, "Ona kalsa maskeyle yedirecekti bize yemeği." Sıla, "Olsun Makbule Teyze, olsun, böyle de güzel... Bak bu korona olmasaydı ben toplantıdan sonra dönmüştüm hemen Almanya'ya. Sizleri göremezdim yani... " Kendi kendine söyler gibi, "Şimdi de gidemiyorum ama olsun. İstesem de böyle bir ara veremezdim hayata." Aydın, "Aslında gidebilirdin, daha uçuşlar yasaklanmamıştı." Sıla, Sarı'nın başını okşayarak, "Öyle de Aydın Abi, o zaman da Sarı'yı götüremezdim... Onu bırakamam... Evcil hayvanlara yasak seyahat..." Aynur, bira dolu bardağını havaya kaldırarak " Neyse bırakalım şimdi bunları... İzin çıkıncaya kadar buradasın, birlikteyiz işte... Hadi bakalım Aydın Abi, nihayet bir işe girebildin be canım." Aydın neşeyle, gülerek yanıtladı, "Öyle oldu be canım... Şaka bir yana da hâlâ inanamıyorum kızlar. Şans oldu Vallahi." Makbule biraz memnuniyet biraz endişe taşıyan sesiyle, "Allah razı olsun Yusuf'tan, o ayarladı. ama..." Aynur heyecanla, "Yusuf Amca'nın öyle çevresi mi varmış? Ben Refik Amca buldu sandım." Makbule, bir an için tedirgin olmuştu, sonra yüzüne bakınca, kendi içine, derinlere dalmış olan Refik'in bu tümceyi duymamış olduğunu anlayarak rahatladı. "Yok yok Yusuf buldu... O da emekli bir memur nihayetinde. Çevresi mevresi olduğundan değil. Denk geldi işte. Allah yüzümüze baktı sonunda. Baktı da..." Sıla merakla, "Nasıl bulmuş peki?" Aydın gülerek, "Ooooo çok uzun hikaye... Annem anlatsın" Makbule, Refik'in tabağına yemek koyarken, "Yusuf, Adli Tıp'ta çalışırken onun yanına gidip gelen gençten bir polis varmış. Cinayetlere bakarmış. İyi, efendi biriymiş. Bu bizimki ona yardımcı olmuş çok. Öyle öyle, aralarında bir ahbaplık gelişmiş anlayacağın. Nasıl olduysa da geçenlerde Yusuf'u arayacağı tutmuş çocuğun. Hani, 'Bu salgın sırasında ne yapıyorsun? Bir ihtiyacın var mı?' gibisinden. Allahın işi, nereden geldiyse, Yusuf'un da aklına benim oğlan gelmiş işte." Aydın gülerek, "Oğuz Abi gerçekten de iyi bir adam. Cinayete gittiğinde hemen bana haber veriyor." Aynur hayretle, "Ya Aydın Abi, cinayet cinayet diyorsunuz da, matematik mühendisisin ne işin olur cinayetle? Ürperdim akşam akşam ya." Aydın, "Eeee ben polis adliye muhabiri oldum ya." Sıla atılarak, "Hayda... Ben de gazetede deyince, olsa olsa muhasebe felandır dedim." Aydın, Sıla'ya, muzip muzip, "Kızım! Kızım! Öyle işler nerede? Sen burayı neresi sandın? On yıl oldu mezun olalı, camâât sayesinde, her sınavda dünyanın puanını kazanıp sözlülerde elendik hep... Bunca zamanda atanamadığımız gibi, üç beş aydan fazla tutunacağımız iş bile çıkmadı karşımıza. Yapılanları araştırmadılar bile..." "O ne ya?" Aynur, Aydının cevap vermesini beklemeden atıldı, "Kuzen sen de her şeye Fransız." "Yok Fransız... Alman ben, Alman." diye kıkırdayarak ekledi Sıla, "Şaka şaka! çifte vatandaşlığa geçmedim daha... Eee abi, işi anlatıyordun." "Sonuçta bu benim bulduğum en istikrarlı iş işte kızlar. Öğreneceğim ve kalacağım bu işte ona göre alışın." Makbule, Refik'in bardağına su doldururken, "Ne bulunmaz iş ama..." Aynur, "Tehlikeli bir iş gibi be abicim." Makbule, "Ya nasıl tehlikeli olmasın? Ben de onu söylemeye çalışıyorum. Daha başlayalı üç gün olmadı, gecenin üçünde zır telefon, işe çağırıyorlar." Aydın, "Anne! Anne ya! Araba geliyor ya beni almaya, iş bitince de kapıya kadar getiriyor. Ne tehlikesi? Şimdiden başlama yahu." Makbule, "Bir de bir güzel kadınmış ki... Göreceksiniz. Eli ayağı, giyimi kuşamı tertemizmiş. .." Sıla heyecanla, "Kim? Kimden söz ediyorsun Makbule Teyze?" "Dün gittiği işte... Kadıncağız Kızılay'ın ortasında, öylece..." Aydın, kızların dehşete düşmüş gözlerini üzerinde hissedince, "Ya Anne ya... Bir daha sana bir şey anlatırsam... Aşk olsun sana." Aynur, "Çok merak ettik Aydın Abi. Bize de anlatsana. N'olur? N'olur? Bak kimseye anlatmayız. Söz. Söz." Aydın, "Hiiişşşttttt kızlar bağırmayın ya. Tüm mahalle duyacak şimdi." Sıla fısıltıyla, "Hadi be Abicim ya... Bak, Türkiye'de yaşayan bekar bir arkadaşım var. Tanıştırırım seni, ona göre..." Makbule, "Aman, şimdiye kadar tanıştırmamış da. Hem artık onun var bir tane." "Anne bu kadarı da olmuyor artık ya... Sana ne oldu bugün böyle. Ardı ardına gol... Vallahi Bravo sana." Aynur, "Biz yabancı mıyız? Tabi anlatacak da, o konuyu karıştırmayalım şimdi? Gerçekten merak ettik. Hadi ya, yalvartma bizi." Aydın, "Aslında bir kadının, Kızılay'ın göbeğinde ölmesinden başka bir hikayesi yok ki konunun." Sıla, "Nasıl yani? Anlamadım... Tabancayla mı? Bıçakla mı? Kadın cinayetidir kesin... Kahrolasılar... Bi bitmediler gitti." Refik, Sıla'nın bu sözleriye baştan beri kapandığı içinden, gözleri iri iri açarak çıktı ve konuşulanlara kulak kesildi. Makbule onun bu halini fark etti ama diğerlerine çaktırmadı. Aydın, "Yok öyle bir şey. Kan yok... Cinayet aleti yok... Belki cinayet bile değil..." Aynur, "Ne yani? Koronadan mı ölmüş kadın?" Aydın, "Hayır... Hayır... Oğuz Abi, 'Hastalıktan ölmeye benzemiyor bu,' dedi, 'Korona olsa buraya gelemez, bu kadın atmış beş yaşın üzerinde, yetmişlerinde, sokağa çıkma yasağını delip de bu saatte buraya gelebilmesi çok zor, normal bir ölüm değil bu.' dedi. Ondan üzerinde durdum.İlginç geldi yani..." Sıla, dikkatini, karnını doyurup oradan oraya koşturmakta olan Sarı'nın, terasın dış parmaklıklarına yaklaşıp uzaklaşmasından alarak, "Ben hiçbir şey anlamadım." Aynur'a dönüp, "Sen bir şey anladın mı?" diye sordu. Aynur ise düşünceli, "Ne tuhaf? Güzel kadın deyince ben bile genç bir kadın anladım... Biz bile güzel kadın deyince genç anlıyoruz... Ama sormadan da geçemeyeceğim. Nasıl bir güzeldi ki bu kadın?" Aydın, telaşla, "Öyle değil... Öyle değil... Hani bazı insanlar hep güzeldir, yüzlerinde sanki gülümseyen bir güzellik vardır ya öyle bir kadındı işte. Yüzü aydınlıktı yani... İlginç olan, o saatte, sokağa çıkma yasağına rağmen, ki bize bile gidip gelirken kırk kez durdurup görev kağıdı ve kimlik soruyorlar, bu kadının Yüksel Caddesinde, İnsan Hakları Heykelinin yanına gelip orada ölmesiydi... " Sıla, Aynur'a dönüp, "Hangi heykel bu?" Aynur, "Kızılay'da, metrodan çıkıp kitapçılara giderken, yolun tam ortasında, kitap okuyan güzel bir kadın heykeli var ya işte o. Okuduğu da, Evrensel Beyanname." Sıla, Aydın'a, "Onunla mı bir ilgisi var ki?" Aydın sesini iyice alçaltarak, "Bilmiyorum. Ama anladığım kadarıyla Oğuz Abi boş konuşan bir adam değil. O, bu ölüme çok önem verdi... Anadolu'da bir çok yerde bazı insanlar öleceği vakti bilirmiş. 'Acaba onlardan mı?' diye düşündü... Belki de kadının avcundaki kâğıttta yazanla bir ilişkisi vardır Oğuz Abinin ilgisinin?" Durdu düşündü, "Belki o tülbent parçasının içinden çıkan karanfille?... Bilmiyorum ki kızlar." Aynur, "Çiçek karanfil mi çıkmış çıkınından? "Hayır Hayır! Hani şu yemeklere konandan, çiğnenenden." Sıla, "Ağzından da kerpetenle laf alınıyor abiciğim? Kadının avucundaki kağıt nereden çıktı? Neden baştan söylemiyorsun? Ne yazıyormuş? Çıkınında başka ne varmış?" Bu arada Refik, Makbule'nin kolundan tutmuş, gözleriyle evi işaret etmeye başlamıştı. Makbule sabunlu bir bezle Refik'in ağzını, ellerini sildi. Sonra duru suyla yıkanmış bezle sürdürdü temizlemeyi. Refik gülümseyerek kızlara el salladı, Kızlar bir ağızdan, "İyi geceler, iyi geceler." Aydın annesinden önce fırladı, Refik'in tekerlekli sandalyesini kavradı. Sıla, Aydın'a, "Tam da en heyecanlı yerinde... Çabuk dön abi, bu işi sonuna kadar anlatmadan elimizden kurtulamazsın." Aydın, "Tamam tamam, sessiz olun biraz. O kadar hızlı da içmeyin." Ana oğul Refik'i yatırmaya giderken Sıla, heyecanla Aynur'a, "Sabahtan bu yana soracağım, soramadım... Bu Ramazan Amca ne kadar değişmiş? Ne zaman hastalandı da felç geçirdi böyle?" Aynur, "Sen de bu gece pot üzerine pot... Canım benim, Ramazan Amca öleli on yılı geçti ya... Bizimkilerin kazasından bir yıl önce öldü ya o... Teyzemle eniştem bile geldi cenazesine. Unutmuşsun sen her şeyi." "Unutmadım da... Annenle baban..." Üzüntüyle gözlerini kaçırdı. İçini dökercesine, "Hafızam zayıfladı sanki. Bazı şeyler tamamen kayıp... Bazı şeyleri de birbirine karıştırıyorum." "Geçer, geçer. Tezinin altından kalktın, doktoranı tamamladın ya gerisini takma. Biraz kafanı dinlersin olur biter." Sessizce oturup bardaklarından birer yudum aldılar. Sokaktan lambaları yana söne bir ambulans gelip geçti... Yakınlarda bir bebek ağlayıp sustu... Uzaktan uzağa, çıplak bir erkek sesinden bir uzun hava çalındı kulaklarına... İçercesine dinlediler... Türkü bitince, Sıla kalktı Sarı'yı kucaklayıp gelip yerine oturdu. "Çok yaşlandı bu teyzesi, çok yaşlandı. On dört oldu bu sene. Kulağı duymuyor. Gözleri az görüyor." Sonra dayanamadı, "Bu adam kim peki? Makbuş'un kardeşi felan mı?" "Değil." "Bugün de olaylar olaylar yani? Kim bu adam peki?" Aynur, bardağından koca bir yudum alarak, "Esas olay burada aslında... Evvelki yıldı, bu Makbule Teyze, iki günde bir ortalıktan kayboluyor. İki günde bir, hem de giyinip donanarak ortalıktan kayboluyor... Aslında ben fark etmedim de Aydın Abi fark ediyor. Bana sonra söyledi. Makbuşun çıkıp çıkıp bir şeylerin peşine düşmesine alışık da böyle giyinip süslenmesi garibine gidiyor..." "Eeeee?" "Geldi bana söyledi işte. Ben de baktım aynısı... Biz de düştük bir gün peşine... Gide gide gitti bir bakımevine. Onun bakımevine gitmelerine alışkınız da bu öyle değil. Bir lüks bir sosyetik anlatamam... Biraz bekleyip binadan çıkar çıkmaz bastık biz bunu... Anlatsam roman olur inan... Mübarek kadın, bu kadar sene nasıl sakladın sen bunu? Meğer Makbule Teyzemiz Ramazan Amca ile evlenmeden önce bu Refik Amca ile nişanlıymış." "Hadi ya?" "Daha dur? Nişanlıyken Refik Amca mimarlık son sınıftaymış ve okulundan başka bir kızla görüşmüş. Makbule Abla da bunu duyunca nişanı atmış... Aslında bir çeşit, 'Çalıkuşu' hikayesi." "Eeeee sonra?... İş nasıl buraya gelmiş onu anlamadım." "Gel zaman git zaman Refik Amca da yaşlanmış, gece hayatı, aşırı alkol, günde iki paket sigara... Üstüne üstlük bir de felç geçirmiş... Yıllar önce boşandığı karısı ve Amerika'ya yerleşen çocukları da olmayınca, olan olmuş, kendine bakamamış, düşmüş... Bir yakını haberdar olmuş da getirip bu bakımevine yerleştirmiş... Aslında zamanında Ankara'nın önemli mimarlarından biriymiş." "Makbule Teyze de garibanlara hiç dayanamaz mutlaka sahip çıkacak." "Adam gariban değil, tonla parası var bankada ama bir kuruşunu sokmazlar bu eve... 'Ölünce çocukları ortaya çıkar, gelip alırlar' der, Makbule Teyze." "O zaman bu Makbuş gidip, aşkına mı sahip çıkmış?" "Başta herkes öyle sandı ama biraz vicdan herhalde... Aydın Abi, aydın adamdır da çevreden acayip çekinir. O bile nikahsız nesiz eve getirmesine hemen razı olduğuna göre öyle bir durum yok aralarında... Makbule Teyze, Refik Amca'yı yıkar, giydirir, yedirir, içirir ama ona bir kere bile aşkla baktığını görmedim." "Sen anlamamışındır aşktır bu aşk... Mahalle ne dedi peki?" "Pek bir şey demedi... Aslında belki çok konuşacaktı ama sesleri çabuk kesildi." "Bu mahalleden bahsediyoruz?" "Evet bu mahalleden bahsediyorum... Ama olayları bilmiyorsun..." "Bilmiyorum... Bilmiyorum... Nedir bu? Her anlattığınızda bir esrar perdesi arkadaş." "Atıf'ların apartmanda Saliha diye bir kız vardı ya..." "Atıf nerelerde acaba kız? Hâlâ öyle yakışıklı mı?" "Bırak şimdi Atıf'ı ya. Bir şey anlatıyorum şurada." "Tamam, sustum, dinliyorum. Saliha'yı da hatırlamadım işte." "Aslında hatırlarsın çok iyi bir kızdı. Okuldan alıp erken evlendirdi babası onu. Liseye gidiyorduk daha... Sesi soluğu çıkamadan evlendi gitti arkadaşımız. Koptuk gittik birbirimizden. Meğer her gün dayak yermiş gittiği yerde. Bizim ne haberimiz? Ne zaman ki ilk kızı büyüyüp de aklı biraz erince, babası olacak alçağa karşı çıkmış... Bir akşam bağıra çağıra, mahalleyi ayağa kaldırarak annesini kardeşlerini alıp buraya getirdi çocuk haliyle... Adam da arkalarından ve elinde de bir döner bıçağı...Saliha'nın babası da onları içeri almıyor mu... Neyse işte, biz, polis, komşular müdahale ettik, Salihalar eve girdi, adamı götürdüler filan." "Neler olmuş ya. İnsanlar neler yaşıyor." "Çok uzak değil bu konular artık. Ne yazık ki şiddet, her yerde her zaman oluyor... Sonra işte hep yaşanan şeyler. Adam Saliha'dan vazgeçmedi... Biz de ne yapalım? Önce bir boşanma davası açtık sonra bir uzaklaştırma kararı... Bu arada mahallenin kadınları başta Makbuş, toplanıp, Saliha'nın babasını bir güzel ikna etti. O baba, baştan biraz diyaretli davransaydı, ne Saliha ne çocukları bu kadar çekerdi... Neyse, Saliha'nın kocası, bu kez de kızın okuluna gitmeye, gündüz gözüyle evin çevresinde dolaşmaya başlamaz mı? Gerisi bildiğin hikaye... Adam bir gün gelecek ve Bizim Saliha ve çocukları bitirecek... " "Eeeee?" "İşte tam burada, Refik Amca konuya müdahil oluyor. "Nasıl yani?" "Refik Amca yaz kış terasta oturur. Kış için arka tarafı camla kaplattılar, bir de elektrikli ısıtıcı, tamam. Onun sabah kahvaltısı, öğle yemeği, akşam yemeği, çayı, çorbası hep orada... Koah hastası da olduğu için içerileri pek sevmez, sabah çıkar akşama kadar orada. Makbule Teyze de işlerini bitirince yanına gelir. Otururlar öyle. Misafirleri bile orada ağırlarlar." "Anladım, anladım, sadede gel çabuk." "Bu Refik Amca, sen tut, Saliha ve çocukları ile ilgili olarak yanında konuşulanlara kulak ver... Demek ki o zamanlar bir hayli konuşulmuş... Adamı gözüne kestir..." "Daha neler?" "Yok yok! Öyle bir şey değil... Adam her sokağın köşesinden göründüğünde, Refik Amca elinde ne varsa, çay fincanı, çatalı, kaşığı, ne varsa işte, masaya vurmaya başlıyor. Hem de ne kuvvetle. Kaç bardak kırıldı bilmiyorum. Bir de bas bas bağırıyor ki duymak istemezsin." "Benimle dalga geçmiyorsun değil mi?" "Sarhoş oldun, tam geçilecek havadasın ama inan geçmiyorum... Önceleri bağırmasının neden olduğunu anlamadık ... Ama zamanla, göstere göstere bize anlattı adam... İşte böyle böyle de bir efsane oldu Refik Amca. Kimin öğrencisi? Biz bunun sistemini bile kurduk...Vallahi diyorum bak... O daha elindekini masaya vurur vurmaz, Makbule Teyze koşup gelip, terasa astığı bir zil var, o zili çalar. O arada mahallede onu duyan kim varsa dışarı çıkar. Dışarı koşar hatta ve çevremize, yanımıza yöremize dikkatle bakarız... Geleni tanımasak bile bizim bu dikkatimiz, geleni, yapacağı saldırıdan vazgeçirir... Arkasına bakmadan tırıs tırıs gider... İnanmazsın böyle böyle kaç kadını katilden, kaç çocuğu istismarcıdan kurtardı... İclal diye bir uzman var, bu konuda makale bile yazdı... Meşhur olduk yani... İşte bu yüzden de mahallede Refik Amcayı çok sever sayarlar... Abartı olmazsa, o mesleğinde bile bu kadar sevilip sayılmamıştır belki. Belki bu kadar mutlu da olmamıştır. Gördün mü ne kadar güzel gülerek gitti içeriye..." "Güzelmiş be!" "Güzeldir... Kendiliğinden gelişti, belki de o yüzden güzel. Seni koruyacak kimse olmayınca kendini korumayı öğreniyorsun işte... Ay çok mu yedik ne, şiştim biraz." "Ben de öyle... Nerede kaldı bunlar?... Ama ben sana son bir şey söyleyeyim mi? Gerçek sevgi bu olmalı... Kadın ya da erkek fark etmiyor, sevdiğinin kendisine saygısını beslemek gerek. Bence Makbuş bu dedeyi seviyor." "Bilemiyorum. Makbuş herkese böyle davranır ama haklı da olabilirsin... Aman sus geliyorlar." Sıla, kendilerine doğru yalnız gelen Makbule'ye, "Aydın Abi nerede? Uyudu, deme sakın... Bizden kaçamaz." "Daha içeri girer girmez aradılar çocuğu... Gitti o Vallahi... Sabaha kadar gelmez şimdi... Gel de merak etme." Aynur, Makbule'ye, "Gelince söyle ona, onu affetmiyoruz ve tüm ayrıntıları öğrenmeden yakasını bırakmıyoruz. Hadi o zaman toplayalım sofraları. Senin tarafa geçip de yardım edeyim mi?" "Yok ben toplarım... Oğlan gelinceye kadar oyalanırım hem." Sıla elinde bulaşıklar, ardında yaşlı köpeği Sarı, dikkatle yürüyüp içeri yönelmişken, Makbule'ye, "İyi geceler Makbuş Teyze, ellerine kollarına sağlık, kızartman şahaneydi yine. Tam çocukluğumuzdaki gibi." "Afiyet olsun kızlarım. Hadi iyi geceler. Ben biraz televizyona bakıp öyle toplayacağım soframı. Aydın gelene kadar uyku yok bana..." deyip, terliklerini sürüye sürüye içeriye girdi. Önce Refik'in yattığı odaya girdi. Üstünü açıp açmadığını kontrol etti. Sabah uyanır uyanmaz içireceği mide koruyucu ilacı ile bardağı ve suyu hazırladı, başucundaki komodinin üzerine koydu. Sonra salona geçip televizyonu açtı. Televizyonun karşısındaki kanepeye oturdu, ayaklarını kanepenin önündeki sehpaya uzattı. Torbasını hep kanepede tuttuğu örgüsünü çıkardı. Dalgın dalgın örmeye başladı... Yorulmuştu çok. Aynur'a kıyamamış, kızartma işini üstlenmişti. Çok yoruluyordu yavrucak. Çok yoruluyordu da yeterli para kazanamıyordu sanki. O hiç şikayet etmese de anlıyordu. Eline doğmuş elinde büyümüş çocuktu. Bakışından bile anlardı ruh durumunu... Özellikle anne babası o tren kazasında ölüp de yalnız kaldıktan sonra... Ne onun ne Aydın'ın şansı vardı... Kaderleri gülmemişti yüzlerine bu çocukların. "Aman, medeniyetin olmadığı yerde, her şeye kader diyoruz, çıkıyoruz işin içinden..." diyerek, sıkıntıyla şişleri bir yana bıraktı. Kumanda elinde, eğlenceli bir şey bulurum diye o kanaldan bu kanala geçti durdu. Aynur, tabakları peçeteyle birbirine sıyırıp, bulaşıkları üstüste diziyordu ki bu sefer, başka bir yerden başka bir melodi geldi takıldı kulaklarına. "Yıldızlı semalardaki haşmet ne güzel şey..." Farkında olmadan gerisin geri oturdu. Şarkıyı dinleyecekti ama zihni düşüncelere aktı gitti. Bir aya yakındır her gün kendisi gidip bizzat büroda bekliyor ama kimse gelmiyordu. Mahkemeler kapalı, duruşmalar yapılmıyordu ama danışmak ya da davanın seyrini sormak için bile aramıyordu müvekkiller. Bir yanda kâtip olsun, bir meslek edinsin diye yanına alıp yetiştirmeye çabaladığı Ayça'yı gönderdiği ücretli iznin parası bir yanda büronun kirası duruyordu, içinden çıkması gereken durum olarak... Öte yanda Zafer'in çalıştığı hukuk bürosundan gelen teklif... Bağımsız olabilecek mi? Ayça'yı yanında götürmesine izin verilecek mi? Bir de Zafer... Zafer'in kendi teklifi...Bir yanda olur olmaz yerde, aklında gelip gelip duran Ali... Sıla, mutfağa bulaşıkları bıraktığında başının bir hayli döndüğünü fark etti. Elindekileri tezgaha bırakıp sakince odaya gitti. Eşofman takımın üzerine giymiş olduğu hırkayı, çoraplarını çıkarmadan yatağa uzandı. Sarı ise Aynur'un onun için köşeye serdiği eski battaniyenin üzerine kıvrılmış, kıvrılır kıvrılmaz da uykuya dalmıştı... Sıla, sabırlı olmaya çalışarak başının dönmesinin geçmesini bekliyordu. Kafası bulanıktı. Derinden derine buraları özlediğini fark ediyordu. Gelirse de, nefes alamamaktan ölesiye korkuyordu... Oralarda kalırsa, oralarda aldığı nefesin tatsız tuzsuz bir nefes olduğunu biliyordu... Tezi bitmiş, dibe bastırdığı bütün duyguları yukarıya çıkmaya başlamıştı yeniden... Karen'in dediği, 'aydın bunalımı' içinde debelenip duruyordu... Duygudan duyguya, düşünceden düşünceye akarak, karışarak uykuya daldı gitti. Aydın görev dönüşü, annesinin tüm tembihlerine rağmen araçtan iki sokak önce inmiş yürüyordu. Her ihtimale karşılık, görev kartının cebinde olup olmadığını kontrol etti. Maskesini yüzünde bıraktı. Sevimlerin apartmanın kapısının önünden geçerken bir heves, Sevim'e, "Çok geç bir saat, ama uyumadıysan pencereye çık ya da kapıya in, yüzünü göreyim." diye mesaj çekti. Durdu, bekledi. Tam yoluna devam edecekti ki mesaja yanıt vermemiş olan Sevim, kendisi gelmiş, koşarak kapıya çıkmıştı. Birdenbire karşısına çıkan Aydın'ı öyle maskeli görünce de kızı bir gülme tutmuştu. Aydın alınır gibi olduysa da sesini çıkarmadı. Kapı aralığında mesafeli mesafeli durup biraz fısıldaşıp ayrıldılar. Şu kötü günlerde, kapı önü buluşmalarının eski tadı olmuyordu... Uzaktan uzaktan konuş konuş dur... Aydın Sevim'den ayrılıp tekrar yola düştüğünde maskesini çıkarıp tersine doğru katladı annesinin cebine koyduğu şeffaf poşete koyup düğümleyip önüne çıkan ilk çöp konteynerine attı. Kendini şimdi daha özgür hissediyordu. Montunun yakasını açtı, ellerini pantolon cebine soktu, yürüdü... Zihni yavaş yavaş Oğuz Abisinin söylediklerine kayıyordu. Önceki gün gittiği olay yerindeki kadının otopsisi tamamlanmıştı... Kadın öldürülmemişti, bildiğin, ölmüştü... Ama kendi kalbini çatlatarak ölmüştü sanki... Tam da İnsan Hakları Heykelinin dibinde... Tam da varır varmaz...Bir kadın, bir kadın heykelinin kaidesine oturmuş, sanki bilerek isteyerek kendi kalbini parçalamıştı... İşte bunlardan kesinlikle emindi Oğuz Abisi. Emin olamadığı ve bilmek istediği ise bu kadının öleceğini bilmesi değildi. Nasıl bildiği de değildi... Anadolu'da kaç yerde, öleceği günü, saati bilen insanlar vardı. Biliyordu... Karşılaşmıştı... Konuşmuştu hatta... Oğuz Abisinin bilmek istediği, ölüm saatini nasıl dakikası dakikasına bu kadar ayarlayabildiğiydi... Bir de ne kadar araştırılmışsa; o kadar işyeri, işhanı kamerası varsa bakılmış da kadının bir tane görüntüsüne bile rastlanılamamıştı... Bu kadın Kızılay'ı nasıl bu kadar iyi biliyordu? Dil Tarih Fakültesinden dereceyle mezun olup da kendisi gibi mesleğini yapamayan, atanamadığı için polis olan Oğuz Abisi, bunu da çok merak ediyordu... Bu bilgileri, yazılmamak koşuluyla anlatmıştı kendisine... Her gittiği habere böyle baksın, hikayesini görsün diye paylaşmıştı, Oğuz Abisi, "çaylak muhabir" diye takıldığı Aydın'a... Konuşmalar zihninde dolaştıkça Aydını bir sıkıntı sardı...Yazılmamak koşuluyla anlatılanı kızlara nasıl söyleyecekti? Söylenemezdi. Ya uyumamış da onu bekliyorlarsa cadılar? Olsun, ne kadar sıkıştırırlarsa sıkıştırsınlar söylemeyecekti. Ama kadının avcundaki kağıtta yazılı dizeyi söyleyebilirdi. Onu gazetedeki haberinde yazacaktı zaten. "Yazsam yasak bir kitaptır yaşadığım." ** Oğuz raporunu tamamlamaya şubeye gittiğinde ilk kez bir ölümü bu kadar merak ettiğini fark etti... Şaşırdı... Ölümden, ölüm şekillerinden dehşete düşmeye benzemeyen bir duygu... İlk göreve başladığında gördüğü vakalardan, yaşadığı cinnet duygusundan, yemek yiyememeye, su içememeye, uyuyamamaya, yatamamaya, dokunamamaya, bakamamaya, hissedememeye varan, çıkıncaya kadar kaç psikiyatristten geçtiğini hatırlamadığı kilitlenmeden farklı bir his... Bilakis... Bilakis... Bu çok daha insani... Sanki hiç cinayet görmemiş gibi... Hiç ölümle karşılaşmamış... Bu mesleğe girmemiş de sivil tarih üzerine çalışmalara dalmış bir öğretmenin ruh hali... Daha duygulu... Söylemeye dili varmıyor ama daha duygudaş... Hem tülbent hem de içine saklanmış bir küçücük, minicik, olay yeri incelemenin dikkati olmasa tülbentten düşüp gidecek, kimsenin haberi olmayacak bir karanfil tanesinin, bir dizenin kendisinde yarattığı duyguya şaşarak içinden yükselene bakmayı sürdürüyor Oğuz...O gece sabaha kadar bir dize bir tülbent parçası ve bir karanfil tanesinin peşinde öylece kaldı... Kadın, sanki onun nenesi, annesiymişcesine, ölümüyle bile olsa elindekilerle bir güzellik yapıp, Oğuz'u sarıp sarmalıyordu... Sarıp sarmalıyordu... O akşam, tüm olanları tüm ayrıntısıyla heykelin karşısındaki apartmanın beşinci katından izlemiş olan Sedat, birleştirdiği iki masa üzerine minderlerden yaptığı yatağa uzanmış, açık pencereden gökyüzünü izliyordu. Yüksel'in en kıdemli garsonu Sedat, kendi kendine söylenip duruyordu... "Toprağına karıştın mı sonunda Telli Teyzem? Kavuştun mu özlediklerine?" 2. Bölüm Kıdemli garson Sedat ya da daha yaygın adıyla, Kıdemli Sedat, gözünü kırpmadan izlemişti Telli Teyzesini... Boğazı düğüm düğüm... Tüm ayrıntılarıyla... An be an... Hafızasına kazına kazına izlemişti... Sığındığı yerden, perde aralığından, o karanlıkta imkansızken, yine de gizlene gizlene ve kalbi sıkışa sıkışa izlemişti... Yarım saat önce vedalaştıklarında, böyle bir son ile karşılaşacağı hiç bir şekilde aklına gelmemişti... Sedat, salgın nedeniyle iyice tenhalaşmış, karanlıklaşmış, insansızlaşmış, ruhu kaçmış Yüksel'in, kör bir ucuna gelip de uzaktan, heykeli gösterdiğinde, Telli Teyzesi, Sedat'ın tüm ısrarlarına rağmen gündüzden verdirdiği yeminleri yeniden sıralamış, kendisini oralarda bırakmasını istemişti... Merak etmemeliydi Sedat... Gelip oradan alacaklardı tanıdıklar... Öyle sözleşmişlerdi... Garantiydi... Onu almadan asla gitmezlerdi... Asla... Bunun üzerine Sedat, sarılarak, koklayarak ağzında buruk bir tatla ayrılmıştı, anne yerine koyduğu kadından. Kıdemli ondan ayrılır ayrılmaz, aklına ilk gelen yere, Leman Ablanın mekana seğirtmişti... Aslında gündüzden, otelde, yemekteyken çok düşünmüştü... Hani, Telli Teyzesi çok ısrar eder de dayanamaz, bu koca şehirde bu korona belasında, gerçekten de onu yalnız bırakmak durumunda kalırsa diye... Çok düşünmüştü... Boşuna Kıdemli Sedat dememişlerdi ona... Yüksel'in Sakarya'nın Konur'un en eski garsonuydu. Ve buralarda olan kafelerin çoğunda çalışmışlığı vardı... Avucunun içi gibi bilirdi Kızılay'ı, mekanlarını, patronlarını... Bir yandan yaşlı kadına yemesi için ısrar ederken bir yandan şöyle bir gözden geçirmiş...Ama bulamamıştı... Ne zaman ki yumurta kapıya dayanmış, Yüksel'i kesen sokaklardan birinin köşesine varıp, heykeli göstermişti o zaman, Telli Teyzesi, "Hadi evlat... Buraya kadar... Bundan sonrası beni bırakmazsan olmaz... Ben Ezo'yu görüp döneceğim hemen... Hadi hadi! Sen de geç kaldın zaten. Kimselere görünmeden evine git, benim de içim rahatlasın." diyerek onu gitmeye zorlamıştı... İşte tam da o zaman, aklına gelmişti bu mekan... Gideceği yer, Leman Ablanın mekanıydı tabii ki... O yangın merdivenine açılan mutfak kapısını hatırlamıştı birden... Kaç kez söylediyse, yaptırmamıştı Leman Ablası.. Yangın merdivenine açılan mutfak kapısının kilidi kırıktı... Eğer yaptırmadıysa, ki kesin yaptırmamıştı... O kapıyı, kalın bir iple çiviye bağlayan düzeneği kendisi kurmuştu... Hemen açardı... Hemen açar, kendisini içeri atar...Telli Teyzesine oradan bakardı... Ne yaptı ne etti, oradan görürdü... Kimler gelecek? Onu kimler alacak? diye oradan bakardı... İçi rahatlardı... Öyle düşünmüştü... Leman Ablası, Cahit Abisi gibi değildi. Bir soran olursa, "Bana ne, adam kapıyı kırmış, girmiş. Benimle ne ilgisi var?" deyip çıkabilirdi işin içinden... Eski patronu, Leman Ablası, ona da, niye mekanıma girdin, gibi bir şey demezdi. Aldırmazdı öyle her şeye... Kıdemli Sedat: yaşlı kadın, el ayak çekilmiş Yüksel'in, bir ucundayken daha, nefes nefese, mekanın olduğu binanın önüne kavuşmuştu bile... Karanlıklara gömülmüş binanın arka tarafına dolanmış sessizce yangın merdivenlerinden tırmanmıştı, beşinci kata... Kapının telini el yordamıyla söküp, boydan boya Yüksel'i ve heykeli gören salonun penceresine ulaşmıştı su gibi. Perdeleri kıpırdatmadan, küçük bir aralıktan bakmıştı dikkatlice... Yaşlı kadının heykele doğru, ağır ağır gelişini adım adım izlemek Sedat'ın içini acıtmıştı... Onun, o dal gibi incecik bedeniyle, sarsak sarsak ilerleyişi... Yanına varınca, heykele uzun uzun bakışı... Kaidesine oturup biraz dinlenişi... Sonra yerinden kalkıp heykelin o güzel topuzunu şefkatle toparlayışı, okumakta olduğu kitabına el sürüşü... Canlıymış gibi, Ezo'nun ta kendisiymiş gibi canı gönülden sarılışı... Onunla konuşması... Yanağından şefkatle okşayışı... Sonra... Sonra ellerini cebine sokuşu... Çıkarışı... Duruşu... Bekleyişi... Sonra heykele tutuna tutuna... Tutuna tutuna... Sonra ağır ağır... Ağır ağır yıkılışı.... Sedat'ın, tam koşmak, koşup, kucaklayıp yerden kaldırmak için harekete geçerken, yaşlı kadının gündüz ona sabırla, ısrarla, yeminle, anlatmaya çalıştığını ansızın kavrayışı... Ansızın ve derin bir kederle kavrayışı... Kavrayışı karşısında donup kalışı... Donup kalışı... Gözlerinden akan yaşları fark edemeden pencere önünde öylece duruşu... Yaşlı kadının yıkıldığı yerde, öylece, uyur gibi kalışını izleyişi... Her zamanki gibi kimsesiz haliyle, yerde, uzun uzun yatışını izleyişi... İzlerken kafasını duvarlara vurmak isteyişi... Dişlerini sıka sıka, orada, öylece, yıkılıp kalmış kadına, gözlerini ayırmadan bakışı... Sonra nereden haberleri olduysa sivil bir ekibin gelişi... Etrafına toplanmaları... Telsiz sesleri... Kimse olmamasına karşın çevresine, olay yeri çizgisi çekmeleri... Telsizden ambulans istemeleri... Yarım saate kalmadan da alıp götürmeleri... Telli Teyzesini sonsuza kadar kaybedişi... Hiç bir şeyi dert etmez diye bilinen Kıdemli'nin, yıllar yıllar sonra ağlayışı... İçli içli ağlayışı... Ağlayışına şaşırışı... Yıllar yıllar öncesine kayan hafızasını hemen toparlayışı. Yıllar yıllar sonra gözünün önüne gelen anıları engellemek için hemen kalkıp kafenin içinde dolaşmaya başlaması... Sedat, gece boyu içini rahatlatacak bir şey arayıp arayıp durmuştu... Yaşlı kadının, hayatının artık tek rüyasının bu heykele kavuşmak olması... Bu uğurda, o küçük şehrini, küçük mahallesini bir odalık olsa bile pek sevdiği evini, memleketini bırakabilmesi... Tüm birikimini tek kalemde harcamayı göze alarak bu yolculuğa çıkması... Asıl, ömrünü bu uğurda tüketmeyi amaçlaması... Amaçladığı her şeye de bu gece ulaşmış olması... Ama olmuyordu bir türlü... Telli Teyzesinin, bu gece oğluna, Ezo'ya, Dila Teyzeye kavuşmuş hissetmesi bile Sedat'ın içini rahatlatmamıştı... Ki daha gencecik bir kadınken bile, Necdet ve kendisi için ölümü göze aldığına tanıklık etmişti birinci elden... Çocuğunu ve arkadaşını kurtarmak için o çelimsiz haliyle, parçalanacağını bile bile kaç kez, kaç kez önüne atılmıştı o kötü devlerin... Şimdi, huzursuzca, uykusuzca olanları düşünüyordu Sedat... Dışarıdan, içeride biri olduğu anlaşılmasın diye azıcık açtığı pencereden, içeri dolan ay ışığının altında, kafasında olanları gezdiriyordu bir bir... İki masayı birleştirip minderlerden yaptığı yatakta, yatak dağılır, ses olur, duyulur diye dönemiyordu da... O gece, geçmişin neyi varsa gelip kapısına dayanmıştı... Telli Teyzesi, biricik evladı olan Necdet'e olan özlemini gidereceğini umduğu tek şeyi, o heykeli görmeye gelmişti bu şehre... Onun için arayıp bulmuştu Sedat'ı... Kim bilir kaç zamandır o günü tasarlıyordu... O heykeli görmeden bu dünyadan gitmek istemiyordu anlaşılan... Bir de ona veda etmek istiyordu sanki... Sedat nihayet kavramıştı... Telli Teyzesi, bu yaşlı ve kimsesiz kadın, bu heykeli, hem Necdet'in hem Ezo'nun yerine koyup, hasretten kavurup durmuştu yıllarca yüreğini... Sedat, o günün sabahında; korona nedeniyle ev niyetine sığındığı izbelikte, can sıkıntısından yatarak günlerin geçmesini beklediği bir zamanda, telefonun çalmasıyla doğrulmuş, ekrandaki ismi gördüğünde de bir tuhaf olmuştu... Telli Teyzesiydi arayan... Yüreği burkulmuştu... Aldığı haber ise burkulan yüreğini iyiden hoplatmıştı... Ankara'daydı Telli Teyzesi... Böylesi olağanüstü bir durumda Ankara'da... Ankara'da... Ankara'da ne işi olabilirdi ki bir yalnız ve yaşlı kadının? Telli Teyzesi Ankara'daydı ve onu görmek istiyordu... İkisi telefonda biraz konuştuklarında konu açıklığa kavuşmuştu... Teyzesi, onu o heykele, Necdet'in daha ilk gördüğünde Ezo'ya, onun bahçede oturup da kitap okumasındaki o edasına benzettiği, heykele götürmesini istiyordu... Sedat fırlamıştı yerinden hemen, "Bu kadın bu yaşında bu bilmezliğiyle bu hastalık yasağında nasıl olur da bir şehirden bir başka şehre gelir?" dememişti "Nasıl gideceğim? Ya yakalanırsam?" da dememişti. Bir şapka bir de cerrahi maske bulup, takıp, Seyran'dan yürüye, koşa, bir şekilde Sıhhiye'de bir fırına bırakılmış olan Telli Teyzesine kavuşmuştu... İkisi de, Necdet'e sarılır gibi sarılmıştı birbirine... Necdet'in kokusunu almışlardı birbirinden... Sedat yaşlı kadını, cebindeki paraya bakmadan, "Neden şimdi geldin?" diye sormadan, sanki yıllardır beklediği bir ziyaretmiş gibi heyecanla karşılamıştı. Getirenlere teşekkür etmiş sonra da kapmış, çıkarmıştı o daracık fırından... Güzel bir yemek yedirecek temiz bir yer düşünmüştü bu arada... Lokantaların çoğu kapanmıştı da büyük otel restoranları kapanmamıştı... Her şeyi göze alıp Güzide'nin çalıştığı, Telli Teyzesinin görmeye geldiği heykele yakın, o otele doğru yürütmüştü kadını... Sinek avlayan bir iki mağazanın hatırına kilit vurulmamış pasajlardan, kapısının biri bir sokağa diğeri yan sokağa açılan geniş binaların içinden ve bildiği tüm kör noktalardan geçirerek, Telli Teyzesini kameralara yakalatmadan, apar topar ve sağ salim o otele indirmişti... Orada, bu kıymetli kadına, mükellef bir yemek yedirmeye ve belki de bir gecelik, şöyle görmediği, hayal bile edemediği bir şatafatlı konaklama sağlamaya yeterdi parası... Gerisini düşünmemiş, dert etmemişti... Güzide yoktu otelde... Olmaması, Kıdemli için belki daha iyiydi... Kötüydü araları... Çok kötü... Sevdiği kadından, bir de kendisi yanlış üzerine yanlış yapıp, küstürmüşken, yardım istemek... Çok ama çok ağırına gidecekti... Ölse, para gibi saçmalıklar istemezdi zaten... Beklediği tek şey, yaşlı kadını ve kendini sorgulamamalarıydı... Yaşın kaç? Nereden geldin? Seyahat iznin var mı? Oğlun mu? Umutsuzca dönecekti ki, kapıya varmadan, otelin muhasebesine bakan Zeycan Ablası ile burun buruna gelmişti. Zeycan Ablası onu maskenin altından bile tanımıştı. Tatlı kadındı. Güzide'nin müdürü, arkadaşı, şair ablası... Güzide ile aralarında olanları bilse de, bilmemezlikten gelip coşkuyla karşılamıştı... Sonra da cebinden, her zaman yaptığı gibi kendi kuşağından şairlerin, şiirlerinin, dizelerini yazdığı not kağıtlarından iki tanesini çıkarıp, birini Sedat'ın diğerini Telli Teyzesinin eline tutuşturmuştu... Bu arada da danışmadakine ne söylediyse, işlerini de sorgusuz sualsiz halletmişti... Sedat da o telaşının arasında, daha masaya oturur oturmaz, Yüksel sakinlerinin her zaman yaptıkları gibi kağıtları açıp merakla bakmaktan kendini alamamıştı... Günün uğuru gibiydi o kağıtlar... Yüksel Caddesi meftunuydu bu dizelerin... Telli Teyzesine, Mehmet Mahzun Doğan'dan, "Yazsam yasak bir kitaptır yaşadığım", kendisine, Kıvılcım Vafi'den, "Dizelere Göm Şair Beni," çıkmıştı... Yaşlı kadın, kendine çıkan dizeyi, Sedat'ın şaşkın bakışları altında geri almıştı ... Kaderi yazılıymış gibi dikkatle tutmuştu... Kağıdı küçücük katlamış, kalın ceketinin cebinden, içinden bir tek tanecik karanfil çıkan, beyaz bir bezi açıp, sarmaya kalkmıştı. Sonra vazgeçip sadece karanfili bırakmıştı beyaz bezin arasına. "Dila Teyzen vermişti bu karanfili bana. Yadigar... Hatırası var... Hep saklarım koynumda." Sedat derin bir kederle, "Nur içinde yatsın... Ne kadar iyi bir kadındı. Hiç unutulacak gibi değil" demişti. Telli Teyzesi ise onu duymayarak beyaz bezi özenle katlayıp, koklayıp koymuştu yeniden cebine... Kağıdı da aynı özenle diğer cebine koymuştu. Telli Teyzesi yemeğe razı gelmişti de konaklamayı istememişti bir türlü... O kadar emin konuşmuştu ki konaklamaya gerek olmayacağı üzerine, Sedat da ısrar edememişti... O da, yaşlı kadın elini yüzünü yıkamaya gittiğinde, tatlısından tuzlusuna çorbasından kebabına kadar her şeyi ısmarlamıştı... Ömründe ilk kez bu kadar lüks bir yerde bu kadar çok yemek söylemişti... Güzide için bile böyle masa donatmamıştı... İstemişti ki şu tatsız dünyada şu kadıncağız bir gün görsün... Sedat'ın rahatı yerinde bilsin... Sedat ve yaşlı kadın, kâh yemek yemiş kâh konuşmuşlardı... Oradan buradan konuşmuşlardı da Necdet'e, Ezo'ya, Dila Teyzeye, eskilere pek dokunmamışlardı... Bu yüzden kopuk kopuk kalmıştı konuşmaları... Dalgındı teyzesi... Ama sık sık hatırlatmıştı, "Heykele ne zaman gideceğiz? Karanlığı beklememiz şart mı?" Yemeğin sonuna doğru Sedat dayanamamış; "Ya sonra?" diye sormuştu merakla... Kendine kalsa ömür boyu sırtında taşırdı Telli Teyzesini... Kastı, heykeli gördükten sonra başına kalması değildi... Kalsa keşke... Kalsa, onun için de iyi olurdu... Ayrıca ona öyle sevgi dolu... Öyle borçluydu ki zaten... Anne gibi... Şu salgın belasında, otel olmazsa, bu narin kadını, o kötü eve nasıl götüreceğini, orada nasıl ağırlayacağını dert etmişti... Başka bir şeyi değil... Ama kadın "Sonrası yok." demişti kararla, "Sonrası yok ki oğlum. Neden telaşa düşüyorsun benim için?... Ben o heykeli görüp gideceğim o kadar... Sen beni Ezo'nun heykeline götürüp, orada bırakıp gideceksin... Beni beklemeyeceğine yemin edeceksin... Arkamdan izlemeyeceğine söz vereceksin... Merak etme Sedat'ım, sonrası olmayacak, gelip beni alacaklar, götürecekler..." Ah o kafası! Ah o salak kafası! Telli Teyzesi ona açık açık belirtmiş ama Sedat, onun söylemek istediğini bir türlü anlayamamıştı... Kendi kendine kurgular yapmıştı boşu boşuna... "Götürür heykelin oraya bırakırım... Orada, bir on, on beş dakika yalnız kalır... Heykeli görür... Artık heykelle mi olur kendiyle mi olur, ne konuşacaksa konuşur, dertleşir, ağlaşır... Ben bu arada, onu gözlerim... O zaman zarfında, onu Ankara'ya getirenler, gelip almazsa, ben gider alırım," diye düşünmüştü... "Sonrasında da, artık ev mi olur otel mi olur o zaman düşünürüm..." diye kalbini ferahlatmıştı... Oysa sonrası olmamıştı... Olamamıştı... Telli Teyzesi ona büyük bir sürpriz yapmıştı... Hem de ne? Korona yasakları başlayıp kafelerin hepsi kapanınca, gündelikle çalışan çoğu insan gibi Sedat da açıkta kalmıştı. Cahit Abi; kafeler ve lokantalarla ilgili yasakların başlayacağı gün, ellerine, iki haftalık gündeliklerine karşılık biner lira vererek evlerine yollamıştı. "Bu izolasyonun çabuk geçeceğini umuyorum. Bunların ekonomisi cicidir, bir şey olsun istemezler... Şimdilik bununla idare edin. Yasaklar kalkınca da gelir işinizin başına geçersiniz." Elle gelen düğün bayram" denmişti ama onlar için öyle olmamıştı bu sefer. Cahit Abi dahil hepsinde bir şaşkınlık vardı. Sokaktaki tüm mekanlar gibi, birlikte, sessizce, endişeyle ortalığı temizleyip, toplayıp, kapıya kilit vurup dağılmışlardı. Sedat, cebindeki üç yüz elli liranın yanına bin lirayı ekleyip aylardır uğramadığı, elektriği, suyu kaldı mı bilmediği, Seyran'daki hava almaz, ışık almaz, rutubet kokusundan girilmez eve doğru yola koyulmuştu mecburen. Yönetici, evi boşaltmış bile olabilirdi... Yine de giderken markete uğrayıp beş tane ekmek, bir karton yumurta, bir büyük yoğurt, iki paket margarin, iki paket makarna ve bir kilo domates almıştı. Ne kadar dışarı çıkılamayacağını bilemediği bir zaman için ilk aklına gelenleri toplamıştı... Eve uğramayalı çok olmuştu... Güzide'de kalırdı çoğunlukla, bir halt edip kızı küstürdüğü zamanlarda da çalıştığı yerlerde, gecenin bitiminde her yeri temizler sonrasında da bir kanepe bir koltuk bulur, kıvrılırdı. Patronlar ses etmezdi bu işe, aksine mekanları daha güvendeymiş gibi gelirdi onlara... Eve gitmek istemezdi hiç Sedat. Necdet'in tüm özenine karşın asla bir eve dönüşmeyen o bodrum katını, o kapıcı dairesini hiç sevememişti... Necdet gittikten sonra da bir iki acil ihtiyacın dışında hiç uğramamıştı zaten. Ve ne kadar süreceği, Cahit Abinin verdiği bin lira ile, para bile sayılamayacak cebindeki üç yüz elli liranın ne kadar dayanacağını bilmeksizin, sırf yasakları geçirmek için o eve dönmüştü. Yerli yerindeydi kahrolası bina. Bıraktıkları gibiydi. Biraz daha karanlık biraz daha nemli... Eve alışması çok zor olmuştu. Gecenin üçünde yatıp öğlene doğru kalkmaya alışmış bünyesi, elektriği olmayan bu evde, hava kararınca yatıp, sabah gün ışığıyla kalkmak... Elini neye atarsa Necdet'i, Necdet ile birlikte eskileri, çektiklerini anımsamak... O küçük şehirdeki yaşamları... Çocuklukları, ilk gençlikleri... Acıları, sevinçleri sonra yine acıları, yoksullukları, çaresizlikleri... Daha boyları bir karışken, kimsesizliklerine bakmayıp masallardaki yiğitlik adına, mahallelerindeki çocuklara musallat olan devi taşlamaları... Kötü devin salyaları aka aka peşlerine düşmesi... Onlar günlerce gecelerce takip etmesi... Kovalaması... Koşup koşup sığınacak bir yer bulamamaları... Bir adamın, bir tek adamın bile çıkıp da bu kötü deve bir şey yapmaması... Yalnızlıkları... Umutsuzlukları... Bir tek Telli Teyzenin, daha Dila Teyze yanında olmadığından, bir tek onun, canı, kanı, kemiği, saçı pahasına devin önüne atılıp, onları kaptırmaması... İlkokulun zor şer bitmesi. Adet yerini bulsun diye orta okula yazılmaları... Sedat'ın babasının bitmeyen mutsuzluğu ve bitmeyen dayakları... Necdet'in babasızlığı... Bir gün bir şey olmuştu... Bir gün... Gerçekten güzel bir şey olmuştu... Bir sonbahar günü, Dila Teyzelerin, o doğu şehrini bırakıp Telli Teyzelere komşu gelmeleri hayatlarını birden değiştirip, güzelleştirip çıkmıştı... Dila Teyzeleri, kardeşi kasap Şemsettin ile karısı Leyla ve yeğeni Ezo ile, uçup, gelip, yan bahçeye konmuştu... Şemsettin Efendinin tek çocuğu, göz bebeği kızı, güzel Ezo, bir de onların yaşıtı çıkmasın mı? ... Ezo'nun, onlara göre epey zengin olan babasının parasını harcamak, gezip eğlenmek yerine bahçede, bir koltuğa oturup, sürekli kitap okuyan hâli, ikisinin de dikkatini çekmişti... Bu hâli önceleri onlara çok garip gelmişti... Ama sonra... Sonra... Necdet, bu hâli Ezo'ya çok yakıştırmıştı... Bu hâle hayran olmuştu... Umutsuzca tutulmuştu aslında... Gece gündüz dalgın dalgın oturup onu düşünmeye, kafasını şişire şişire ondan söz etmeye ve gün boyu onu izlemeye başlamıştı... Bahçeden ayrılmaz olmuştu... Mahalle maçlarına çıkmaz olmuştu... Güvercin uçurmaya gelmez olmuştu... Paçalı güvercinin çalınmasına bile kızmamıştı... Bu arada iki yalnız kadın olan, Dila Teyze ve Telli Teyze birbirini çok sevmiş ve arkadaş olmuşlardı... Sabah akşam birlikte oturuyorlar, işleri birlikte bitirip, konuşup, dertleşiyorlardı. Dila Teyze evlenmemişti hiç. Bu iki kadın, oturup kalkıp çocuklara giysiler örüp dikiyor... Onlara patates salataları, kısırlar, börekler yapıyorlardı... Yaptıkları Necdet'in çok dikkatini çekmese de, kendi evinden, yemek verilmeden sabahtan, kışkışlanan Sedat için ziyafet oluyordu... Farkında olmadan okuldaki, derslerdeki durumları düzelmişti yeminle... Sınıflarını, ikmalle de olsa geçiyorlar, öğretmenlerini bile inandıramıyorlardı... Serpilip gelişiyorlardı... Mutluluğa benzer bir his içinde yaşayıp duruyorlardı... Bu arada Ezo'nun yaz kış, gece gündüz demeden bahçedeki koltuğuna oturup kitap okuması sırasında, ara ara başını kaldırıp kendini izleyen Necdet'e tatlı tatlı gülümsemesi şahane bir gol oluyordu feleğe karşı... Necdet sırf bu yüzden, okumaya merak sarmıştı... Güzel şeyler ne yazık ki çok uzun sürmemişti... Küçük şehirlerinde, devlerin kötücül davranışları yine tırmanmaya başlamıştı... Yine kız çocuklarına ve erkek çocuklarına, kadınlara musallat oluyorlardı... Bu arada sınıflarındaki en saf kalpli kız olan, Gülnar, bir gece ansızın kaybolmuştu... Tüm aramalara karşın bulunamamıştı... Kimin yaptığı açıkça bilinmesine karşın söylenmiyordu ... Görenler, kızın sesini duymuş olanlar korkuya, paraya kapılıp konuşmamıştı... Üstü kapatılmaya çalışılmıştı... Orada burada çok soran, çok konuşan olunca da, utanmadan, sıkılmadan sınıfındaki çocukların suçlu olabileceği söylenmişti... Onlar hedef gösterilmişti... Devler, onlarla aralarında, çocukluklarından kalan kan davasının unutmamışlardı... İntikam peşindeydiler... Bu kez de suçu yüklemek, öç almak için peşlerine düşmüşlerdi... Bu canlarına kast eden kovalamaca yetmezmiş gibi, Necdet'in boynunu bükecek tek bir şey olmuş, Şemsettin Usta, olanlardan, kızıma bir şey olur diye korkup, Ezo'yu gizliden, İsveç'e, dayısının yanına göndermişti... Necdet, Ezo'nun gitmesiyle birlikte kolunu, kanadını kırmış, dünyaya karşı ilgisini kaybetmiş, kaderine küsmüştü... Kimseye bir şey demeyip kendi içinde kavrulup kavrulup kalmıştı... Anasının da Dila Teyzesinin de tüm bakımına karşın günden güne sararıp solmuştu... Oysa tehlike büyüktü... Bir kez daha kapana çekiliyorlardı... Telli Teyze, devlerin şerrinden çok bu şer karşısında susanların vicdansızlıklarından da bir kez daha dehşete kapılmıştı... Bağrına taş basıp, Sedat'a, Necdet'i de alıp o küçük şehri terk etmeleri için yalvarmıştı... Sedat baba dayağından bunalmış, bıkmıştı zaten... Bir gün ben de el kaldırırım, baba katil olurum, diye korkuyordu... Büyük şehir başka olur umuduyla yola düşmüşlerdi. Anıları, bir bir gözünün önünden geçmek için o geceyi beklemişti sanki Sedat'ın... Necdet ile Ankara'ya gelişleri... On güne yakın, yarı aç yarı tok, Konur civarında, Sedat'ın, amca oğlu olan Yasin Abiyi aramaları ... Necdet'in Yüksel Caddesinde o heykeli görür görmez Ezo'ya benzetmesi ve heykelin yanından ayrılamaması... Yasin Abilerinin geldiği akşam, ikisine birden komilik işi bulması... Sonra Seyran civarında bir kapıcı dairesi ayarlaması... Necdet'in bir türlü komiliğe, kalabalığa, tanımadıklarına güleryüz göstermeye, muhabbete alışamaması... Sırf heykele yakın olayım diye komiliği bırakıp seyyar simitçiliğe razı olması. Ezo'ya benziyor diye simitleri bitirir bitirmez, gelip gelip bu heykelin kaidesine oturup, Sedat'ın işinin bitmesini beklemesi... Özellikle yaz geceleri, o bekleyişten sonra neşeli kalabalıklar arasından yürüye yürüye, konuşa konuşa eve dönüşleri... Necdet'in bitmeyen kederi... Evin bitmeyen rutubeti... Necdet'in kederden ve rutubetten hastalanışı... Küçük şehirlerine geri dönüşü... Orada öylece gamdan, kederden sönüp gidişi... Kıdemli, o geceden, o hatıralardan, o kendisiyle hesaplaşmadan nasıl oldu da, sağ salim çıktı... ömrü boyunca anlayamayacaktı... Sabah ise sanki başka bir dünyaya kalktı... "Memleketim," dediği Yüksel'deydi artık ne de olsa... Doyduğu yerdeydi... Gerçek evinde, yuvasındaydı... Güvendeydi... Buralara aitti o... Yüksel'in KIdemli Sedat'ı ile, Kıdemli Sedat'ın Yüksel'i buluşmuştu yeniden... Yüksel'in bilinen Yüksel ile bir ilgisi yoktu... Olsun... Bu uzun uzun sokaklar, korona nedeniyle tümüyle değişmişti ama ev dediği yerden, çok daha yakındı ruhuna... O kümese dönmeyecekti bir daha.... O zindana bir daha girmeyecekti... Burada kalacaktı... Yaşarsa burada ölürse burada olacaktı... Elini pantalonunun cebine soktu, ne kadar para varsa yatak olarak uzandığı yere döktü. Başka ceplerini de yokladı... Ne çıktıysa saymadı, bakınca, anlayacak kadar azdı... Dünkü yemekten ve okkalı bir kontör yüklemekten sonra kala kala yüzelli lira kalmıştı... Tüm para bu kadardı... Uzunca bir süre paralara baktı... Düşüncelere daldı... Sonra kalktı mutfağa, buzdolabına, kiler olarak kullandıkları yerlere bir bir baktı... Bu salgın bir hafta on gün sürer diye düşünmüş olmalılar ki buzdolabını bile boşaltmamışlardı... Buzdolabı ve dondurucuda onu, beş on gün idare edecek yiyecek vardı şükürler olsun... Günde bir öğün yiyerek burada uzun süre kalabilirdi... Yeter ki kimsenin dikkatini çekmesin... Dışarıya pek çıkmadan günde kimi gün tost kimi gün ketılda kaynatılmış makarna kimi gün ton balığı konservesi kimi gün ise buzluktan çıkmış sigara böreği yedi... Kimi gün de şapkasını ve maskesini kuşanıp dikkat çekmeden, ciğer ekmek, tavuk döner, pide kapıp geldi sokaklardan... Günlerini can sıkıntısından, kafeyi inceleyerek, bulduğu kitap ve dergilere bakarak, tüm bardakları ve kaşıkları akşamdan ilaçlı suya koyup parlatarak geçiriyordu... Mutfak dolaplarına sinmiş yağları sabunlu kaynar sularla kazıdı... Masaların sandalyelerin ayaklarını sıkıladı... Boya bulsa bir de bir güzel boyayacaktı... Geceleri ise perde gerisinden boşalmış sokakları izledi... Güzide'yi düşledi... Buralarda, böyle bir kederli tenhalık görmemişti... Sedat en son kalan parasıyla, on ekmek iki simit alıp geldiğinde, bu lanet hastalığın çabuk atlatılamayacağı, yasakların öyle beş on günde kalkmayacağı, Cahit Abisinden ses soluk çıkmayacağını kahırla anlamıştı... Cahit Abisinin eve uğrayıp, onu bulamayınca, "Nasıl olsa gelir görür..." diye, yiyecek paketlerini kapısına bıraktığından, "Bir teşekkür için bile aramadı kerata..." diye kendince gönül koyup kızdığından haberi olmadı... Artık sadece ekmeğe ketçap, mayonez ya da margarin sürmeye yetiyordu mutfak imkanları... Dert etmiyordu... Nasıl olsa, geçecekti bir gün... Olmazsa yüzünü kızartır, Cahit Abisini bir arardı... Böyle bir zaman denk geldi, üç günlük sokağa çıkma yasağının ilanı... Sedat uzanıp, uzun uzun bakarak vakit öldürdüğü sosyal medyadan öğrenip yasağı hemen mutfağa koşmuştu... Onun üç, beş, değil sadece bir tek ekmeği vardı, o da yarısı yenmiş durumdaydı... Artık, Cahit Abisini aramasının zamanı gelmişti... Mutfaktan dönüp telefonu eline aldı ki... Almaz olaydı... Kontör bitmişti... Kontör bitmiş... O kadar kontör uçmuş gitmiş... Dünya ile ilişkisi tümden kesilmiş... Sanki ıssız bir adaya düşmüştü... Yav ki yav Sedat... Şu caddelerin, sokakların Kıdemli Sedat'ı... Bu kadar mıydı? Şu çevrede normalde en az üç beş bin müşteri üç yüz beş yüz garson, komi, kasiyer, tezgahtar, aşçı, kapıcı tanıyıp, bunların yarısından, istese üç yüz isterse beş yüz borç alabilecek olan Sedat, şimdi üç gün boyunca böyle çaresiz böyle kimsesiz kalacaktı öyle mi?... Ekmeksiz yemeksiz kalmaktan çok yapayalnız, hem de Yüksel gibi bir yerde yapayalnız kalmak, kahrediyordu onu... Sıktı dişlerini oturdu... En çok, kalabalıkların terk etmiş olduğu gecelerde, ses soluk kesilmiş, bomboş sokakları izlemek koyacaktı ona bu yasak sırasında.. Kıdemli, o gece ve yasağın başladığı ertesi gün, buzdolabında bir poşete sarılı yarısı yenmiş ekmeğe dokunmadı... İkinci ya da dayanabilirse, üçüncü gün ekmeğini yiyecek, böylece gücünü koruyacaktı... Zamanı yatarak ve acıktıkça su içerek geçirdi... Midesi delirmiş gibi kazınıyordu... İkinci gün de, direnebilirim, yarın yerim ekmeği, ertesi gün yasak bitince de çıkar, sokaktan geçen birinden telefonunu rica eder, Cahit Abiyi ararım, gelir beni alır, düşüncesiyle, yattı ve su içti sadece... O gece, karanlığına sığınıp başı döne döne bakabildiği pencereden, sokağın ürpertici ıssızlığını ayrımsayınca gerçekten korktu Sedat... Ramazandı ve iftar vaktiydi. Meşrutiyet'ten, Atatürk Bulvarı'ndan, Ziya Gökalp'ten geçen bir iki arabanın da sesi kesilmiş, sanki koca bir şehir terk edilmişti. Sanki şehrin diğer taraflarını yok etmişler sadece bu yabancı karanlık kalmıştı ona. Sanki burada da hiç hayat oluşmamıştı... Kıdemli mutfağa gidip ekmeği almak istedi... Yarını boş verip, bugün, bu saat o ekmeği yemeli, umutsuzluğu silmeliydi... Korkardı çok umutsuzluktan... Ayaklarını sürüye sürüye gitti... Kağıda sarıp kaldırdığı ekmeği, buzdolabından çıkarıp açtı... Ekmeğin yemyeşil kesilmiş olduğunu fark etti... Yenemeyeceğini bile bile bir türlü elinden bırakamıyor, bomboş olduğunu bile bile buzdolabının önünden ayrılamıyordu... Bekledi... Bekledi... Baktı, biraz daha beklerse oracığa düşüp kalacak, gözleri karara karara, sürüne sürüne yattığı yere dönebildi... Zor şer yatak olarak yaptığı yere uzandı Sedat... İçi boşalıyor gibi oluyordu... Bıraktı boşalsın... Zihni bir gidip bir geliyordu... Zihni bir bugündeydi bir yıllar evvelinde... Bir bugünde bir yıllar yıllar evvelinde... Sedat birden bire , yıllar yıllar önce, Necdet ile, yine böyle bir sokakta böyle bir ıssızlıkta böyle bir tenhalıkta böyle bir çaresizlikte ve böyle bir açlık ve susuzlukta koştuğu yerde buldu kendini... Kan ter içinde koşuyorlardı... Yakalanmamak için devi görür görmez koşmaya başlamışlar gide gide mahallelerinden, mahallelerinin sağladığı güvenlikten çok uzağa düşmüşlerdi... Bilmedikleri daha önce gelmedikleri yerlerdi buralar... Akşamın darında, koşa koşa geçtikleri o ışıklı caddeden, ilk gördükleri karanlık sokağa dönmüşlerdi alelacele. Nefes nefeseydiler... Can havliyle kendilerini attıkları bu sokak ise arkalarındaki tehlikeden daha öldürücü görünmüştü gözlerine, ödlerini koparmaya yetmişti... Sedat ile Necdet, harabeye dönmüş, yüksekliği her an üzerine yıkılacakmış gibi duran metruk binaların arasından, o daracık sokakta dehşete kapılmadan ilerlemeye çalışıyorlardı... Arkalarında ise o kötü dev... Onları yakaladığında ölümlerden ölüm beğenecekleri o kötü adam... Yorgunluktan her an oldukları yerde yığılacak halde, birbirlerine bakmaya da korkarak, koşmayı sürdürmeye çalışıyorlardı... Bir umut, pencerelerden bir ışık kapılardan bir ses duymak için bakıyorlar ama aradıklarını bulamamanın umutsuzluğuna düşüyorlardı... Necdet sendelemeye başlamıştı bile... Ayakları birbirine karışıp, takılıp tökezleyip duruyordu... Sedat, arkadaşının bu halini gördükçe kalbi duracak gibi oluyordu... Farkında olmadan Necdet'in kolundan tutuyor öyle ilerliyorlardı. Nefesleri ha durdu ha duracaktı... İlk hangisi gördü, hangisi diğerini uyardı fark edemiyordu... Az ilerdeki boyası dökülmüş pervazları çıkarılmış bir binanın, kanatlı kapıların arasından bir ışık sızıyordu... Necdet, Sedat'ın kolunu öyle bir sıkıyordu ki neredeyse bağıracaktı. Sessizce ve hevesle kapıya koştular. Kapının koluna asıldıklarında, kilitli olduğunu anlayıp tokmağına uzandılar ... İçerden, gülen, konuşan, şarkılar söyleyen insanların sesi geliyordu... Çatal bıçak seslerini bile duyabiliyorlardı... Necdet; "Kurtulduk." diye fısıldıyordu. "Kurtulduk Sedo." İki çocuğun mutluluğuna diyecek yok. Kanatlanıp uçacaklar neredeyse. Tokmağı kuvvetlice vuruyor Necdet, aceleleri var... Dev onları görmeden bu kapıdan içeri atmaları gerekir kendilerini. Buradaki insanlar, iki çocuğu o kocaman deve teslim edecek değildir nasılsa... Ama ne kadar çalarlarsa çalsınlar kapı açılmıyor... Duymamış olmalılar... Oysa onlar içerdekileri rahatça duyuyor... Sabırsızlıkla bekliyorlar.. Gelen giden olmuyor ... Tekrar asılıyor Necdet tokmağa... Umudu bol... Artık devin onları görmesi umurunda bile değil... Nasılsa kapı açıldığında bu neşeli kalabalık onları içeri alacak ve kurtulacaklar .. Yedikleri yemeklerden de verirler belki... Tüm kuvvetiyle asılmasına karşın içerden bir hareket olmuyor... Necdet artık sabrının son noktasında yumruklarıyla, tekmeyle girişiyor kapıya... Sedat da onunla birlikte... Gürültü ettikleri için kızmazlar bile belki içerdekiler, kibar insanlar gibi eğleniyorlar... Tüm güçleriyle vuruyorlar...Duymamalarına imkan yok... İmkan yok... Ama duymuyorlar... Bir umut kapıya yükleniyor ikisi de... Kırılırsa kırılsın... Ha açıldı ha açılacak derken o eski kapı kanatları açılmıyor bir türlü... Arkalarına düşmüş olan kötücül devin yaklaşan ayak sesleri geliyor kulaklarına... Gözleri yaşarıyor... Bu kez Necdet toparlıyor kendini önce. Kendisinin ve Sedat'ın gözlerindeki yaşları siliyor. Çöktükleri kapı aralığından kalkıyor ve yıkıla yıkıla yola düşüyorlar... Dursalar, yavaş yavaş yaklaşan ayak sesleri, yakalanmalarından önce öldürecek onları... Kocaman umutlarını sönen balonlara döndüren kapının önündeki oyalanmaları, onları biraz dinlendirmiş gibi... Küçük kalpleri kırık, bacaklarının dermanı az, yola düşüyorlar yine. Sedat ekmeği düşlüyor... Sedat'ın zihni, o sokakla Yüksel arasında gidip geliyor... Hangi sokakta hangi yaşta olduğunu ayıramıyor artık... Zihni, hafızası çamur gibi... Ama kim, ne, nerede olursa olsun, gözü, kulağı kapılarda, seslerde, ışıkta... Ne olur bir kıpırtı olsa bir ses, bir ışık... Bir insan... İnsan... Necdet'in yavaşlayan soluklarını hissediyor yine... Arkadaşı hasta... Bu kadar koşturmayı, korkuyu taşıyamaz ki o... Telli Teyze üzerine titrer hep tek oğlunun... İki çocuk... Yine kalplerinde kuş çırpınışı... Yine hızlı ve görünmeden ilerlemeye çalışıyorlar... Biraz ilerlediklerinde burunlarına çok güzel bir koku geliyor... Nasıl bir koku o... Sanki ortalık aydınlanmış, her yer bahçe olmuş akarsular, pınarlar fışkırmış gibi bir koku... İşte orada... Bir binanın köşesine dayanmış... Karanlıkta zorla fark ediliyor... Yaklaşınca kısacık elbisesi pırıl pırıl bir kız... tereddütle, sakınarak bakıyorlar, onlardan azıcık büyük yaşça... Çok güzel bir kız ama... O da onlara bakıyor ve kırmızı kırmızı dudaklarıyla gülümsüyor... Çok, çok güzel gülüyor... İçleri ferahlıyor..."Gelin bakayım." diyor onlara. "Ne arıyorsunuz buralarda?" Tamam! Biri gördü en sonunda onları... Biri onları gördü... Onlarla konuştu... Artık kurtulacaklar... Tam ilk adımı atıyorlar ki, arkasından beliren bir başka dev, küçücük kızı saçlarından kavrıyor... Kız bağıramıyor bile... Sadece bir "Ah!" çıkıyor belli belirsiz dudaklarından... Sedat'ın kolunu koparırcasına kavrayıp donup kalıyor yine Necdet... Döverek sürüklüyor dev kızı koyu karanlığın içine... Necdet sessiz sessiz ağlamaya başlıyor artık... Bu ağlama Sedat'ın azıcık kalan gücünü tamamen alıp gidiyor. Korkulu ve şaşkın öylece duruyorlar... Artık bittiler... Koşamayacaklar... Kaçamayacaklar... Boyunları bükülüyor... Ne olacaksa olsun... Bu işkence bitsin... Durup bekliyorlar... Devin soluğu enselerinde... Oldukları yere ağlayarak çöküyorlar... Dev homurdanarak geliyor ve ikisinin kolundan tutup kaldırıyor ki, Sedat, Telli Teyzesinin cılız sesini duyar gibi oluyor... Sahiden o... Sahiden o... O gencecik kadının, o çelimsiz o darmadağın haliyle, koşarak gelmesiyle, Necdet ve Sedat'ın üstüne kapanması bir oluyor... Kaşı patlıyor önce, sonra dudağı... Bileği kırılıyor, bir de iki kaburga kemiği... Düştüğü yerde kalmıyor ama, hemen doğruluyor, hemen... Yine devin karşısına dikiliyor... Kemiğin kırılma sesini duymakta olan çocuklar, korkmuş, sinmiş... Bir kez daha darbenin etkisiyle uçan kadın bir kez daha üsteline kapanıyor... Ağır... Bitkin... Ölümlü... Sedat üzerlerine düşen ağırlıktan nefes alamıyor... "Canımın içi, ben hiç seni bırakır mıyım?" diye ağlayarak konuşuyor bir kadın onunla, "Nerelerde aradım seni... Nerelerde?" Yok! Bu Telli Teyzesinin sesi değil... "Canımın içi," demez o oğluna... "Kurban olduğum," der. Bu duyduğu onun sesi, onun sözü değil... Bu duyduğu Sedat'a söyleniyor... Güzin'in sesi bu... Güzin'in sesi... Zeycan Ablası da oralarda olmalı, "Kaldır, kaldır," diyor, "Su ver ağzına biraz... Ağlama... Açlıktan bayılmış olmalı... Ağlama... İyileşecek..." 3. Bölüm Zeycan; komiser Oğuz, sıcaktan, kapısı, penceresi açık bırakılmış muhasebe müdürü odasına, çekine çekine girdiğinde, askılı, açık elbisesinin üzerine şalını sarmaya, uçuşan saçlarını toplamaya çalışıyordu. Az önce resepsiyondan aramışlar, emniyetten bir misafiri olduğunu bildirmişlerdi. Bir kadının odasına, çekine çekine girecek kadar nezaket göstermesi karşılığında, güleryüzle karşıladı onu Zeycan; "Hoşgeldiniz... Lütfen buyurun oturun... " Komiserin oturmakta tereddüt ettiğini fark ettiğinde, kendisi de ayağa kalkıp ısrarcı oldu. "Lütfen buyurun... Ne içerdiniz?" diye de ekledi... Oğuz, onun bu rahat tavrı karşısında hafif bir şaşkınlık yaşadı. Gözlerini kısıp, müztehzi bir gülümsemeyle, sorar gibi, "Siz?... Siz?... Siz, benim neden geldiğimi biliyorsunuz" "Tahmin ediyorum diyelim." Oğuz yeniden takındığı ciddiyetle, ona gösterilen yere oturmadan daha, cebinden, boyutlarına uygun, saydam bir naylon poşet içindeki delili, "Yazsam, yasak bir kitaptır yaşadığım,"* yazan minik kağıdı, masaya koyduğunda, bir kez daha içi titredi Zeycan'ın. İçinin titremesini karşısındakine çaktırmamaya gayret ederek, komisere, "Doğal ölüm olduğunu biliyorsunuz ama değil mi? En azından adli tıp raporu çıkalı çok olmalı..." "Biliyoruz... Biliyoruz... Kalp krizinden olduğunu biliyoruz..." diye, sıcaktan bunalmış bir şekilde çöktü koltuğa Oğuz. "Varsa, bir soğuk suyunuzu içerim... Ama... 'Neden o saatte? Neden o heykelin başında? Neden sizin yazıp dağıtmakta olduğunuz bu dizeyle? Ve neden bir karanfil tanesiyle?' sorularıma da, cevap istediğimi bilin." "Tamam." diye karşılık verdi Zeycan... Zeycan, telefonla birer sade kahve birer soğuk su söyledikten sonra, kendiliğinden, yavaş yavaş anlattı olanları... Bir tek Sedat ile ilgili ayrıntıya girmedi... Güzide'nin, pandemiden dolayı sokağa çıkma yasağı olduğu bayram günlerinde, eve gidip Sedat'ı bulamadığında telaşlanıp, "Şimdi ona küstüm diye bana gelmez bu adam... Nerelerde acaba? Aç mı tok mu?" diye, merakla, ağlayarak, günlerce Sedat'ı aramasını da atlayarak anlattı... Ama yine de ondan ve Güzide'den başlayarak, Necdet'e, Ezo'ya, Telli Kadına varıp, tek tek anlattı tüm olanları... Telli Kadının cebinden çıkan beyaz beze sarılı o karanfil tanesini o da bilmiyordu. Sesi soluğu kesilmişti Oğuz'un? Kederle ve düşüne düşüne, sanki kendi kendiyle konuşur gibi, "Koruyamıyoruz çocuklarımızı... Gençleri, kadınları da... Onlar da kendilerini korumak durumunda kalıyor... O da yetmiyor... Korunamıyorlar... Ne yazık!" "Maalesef." diye karşılık verdi, Zeycan da... Kendi kendine, "Yanımıza gelmiş oturmuş, bir de böyle meseleleri sahiden dert eden, bu efendi adama, 'Bu sizin sorumluluğunuz neden önlem almıyorsunuz? Neden korumuyorsunuz?' diye yüklenmenin pek anlamı yok şimdi..." gibi düşüncelerle, bir kez daha, "Maalesef." diye mırıldandı. Oğuz konuşmayla geçen bir saati geçkin zamanda, gelen ikinci kahvenin, son yudumu içerken, "Parmak iziniz var bizde, biliyorsunuz değil mi?" diye sorduğunda, ki, sorudan çok parmak izinin hâlâ saklandığına ilişkin dostça bir uyarı gibiydi... Zeycan, boşvermişlikle, "Yapılacak bir şey yok. Hırsız değiliz uğursuz değiliz, katil değiliz... Saklasınlar bakalım, ne olacaksa?... " Ardından, masanın üzerinde durmakta olan küçük naylon poşeti göstererek, "Siz de beni, o izden bulmadınız mı sanki?" diye gülümsedi. Oğuz, çok oturduğunu, Zeycan'ı çok meşgul ettiğini düşünerek hızlıca toparlanmış, ayağa kalkmıştı. Zeycan da ister istemez kalktı... Oysa misafiri, ayakta, oyalanıyor, yutkunup duruyor, bir türlü gidemiyordu... Zeycan bekledi... Bekledi... Ve nihayet... Hep çalışmadığı yerden gelen soru, bu kez, cinayet şubeden, bir komiserden geldi... "Ya eğer... Çok özel bir soru olmazsa... Siz bu dizeleri neden yazıp yazıp dağıtıyorsunuz?..." Sorduğu sorunun ne kadar akıldışı olduğunu fark ederek tedirgin olmuştu aslında Oğuz... Meslek hayatında belki ilk kez, bir kadına, bu kadar özel ve soruşturmayla alakalı olmayan bir soru sormuştu. Bunun farkında oluşunun mahcup haliyle duraladı... Şimdi gerçekten gitmek istiyor ama gidemiyordu... Zeycan sorulan soruyu ciddiyet ve samimiyetle karşıladı..."Kendime veremediğim yanıtı, size nasıl vereyim?... Durdu, durdu ve usulca ekledi, "Ayrıca... Ayrıca... Siz... soruşturması bitmiş bir dosya ile bana neden geldiğinizin cevabını, kendinize verebiliyor musunuz?" Oğuz hiç bir şey demeden hızlıca çıktı, gitti... Aklında daha nice, yanıtını merak ettiği sorular kala kala, mahcubiyetle çıktı, gitti... Telli Teyze ile ilgili, soruşturma konusu olmayan ama yanıtını ölesiye merak ettiği sorular vardı... Ölüm saati... Ve o... O tek tane karanfil... Zeycan misafiri gittikten sonra, baktı ki, kafasını toplayıp çalışamıyor, bilgisayarı kapattı, iç hattan servisi arayıp Güzide'ye çıkacağını haber verdi, maskesini takıp, çıktı otelden... Attı kendini sokaklara... Vurdu yollara, sokaklardan bulvara, bulvardan Sıhhiye'ye doğru yürüdü... "Sizin hiç babanız öldü mü? Benim öldü Kör oldum." "Cemal Süreya" dedi, kendi kendine... Diline takılan bu üç dizenin şairi, Cemal Süreya... "Yine geldin kondun omzuma..." Kaç yıl gezmişti bu dizelerle... Kaç yıl?... Oysa babası ölmemişti onun... Hayattaydı daha... Ölen başkasıydı... Başkası... Başkası ölünce de mi kör olurdu insan?... Ve Zeycan... O başkası öldüğünde... O gün... Kör olmuştu... Kör olmuştu... sağır olmuştu... Lâl olmuştu... Ölmemişti... Delirmemişti... Kör olmuştu... Biri Nevin, biri Nalan, iki kardeşi vardı, bir de anayla babası... Onlar uyuyunca uyumuştu, onlar uyanınca uyanmıştı, onlar acıkınca acıkmıştı, onlar yerken yemişti, onlar yıkanırken yıkanmıştı... kardeşleri günbegün büyümüş, doğum günleri kutlanmış, diploma törenleri olmuş, düğünler yapılmış, yuvadan uçmuşlardı... Kaç yılbaşı kutlanmış kaç bayram geçmiş kaç tatile çıkılmış, arkadaşlarıyla kaç buluşma yaşanmış ama gözleri açılmamıştı... Bir tek rakamları görebilmişti... Yaptığı işin, bilgisayar ekranından akan, o bol sıfırlı rakamlarını... İş edindiği, o odaya kapanmış, gece gündüz demeden, haftalarca, aylarca ve tek bir hanesini atlamadan rakamlarla uğraşmıştı... Bir tek onları görebilmişti... Diğer herşeyi, göremeyen gözleri, duymayan kulakları, konuşmayan dudaklarıyla idare etmişti de kimse fark etmemişti... Bir sisin içinde yaşamıştı yıllarca... Bir duvarın gerisinden duymuştu sesleri... Buzlu bir camın gerisinden konuşmuştu en sevdikleriyle... Okumamıştı... Yazmamıştı... Düşünmemişti... Hissetmemişti... Hatırlamamıştı... Kalbinin karanlık kuyusuna yaklaşmamıştı... Körlüğüyle geçen yılları 'yaşadım' deyip kabul etmişti... Sonra... Sonra, bir gün... Bir gece... Uykusunda... Belleğinden... Unuttuğu ezberinden... Bir bir sökülüp gelmişti dizeler... Binbir dize hatırlatmıştı kendini bir gecede ve hıçkıra hıçkıra ağlatarak... Ağlayarak ve şiir fısıldayarak, perperişan etmişti sabahı... Sonra akşamı beklemişti aynı hâlde... Sonra yeniden sabahı... Geçer diye beklediği, günlerce, haftalarca sürmüştü... Oysa kendi yazdığı şiirleri bile çoktan yırtıp atmıştı Zeycan... Bu şiirler nasıl oluyor da böyle kopup geliyordu, o koca buzdağından?... O karanlık dehlizlerden nasıl geçebiliyordu?... Günlerce kafasının içinde dönüp durmuştu dizeler... Bu kadar çok şairden bu kadar çok şiiri ne zaman okumuş?... Ne zaman ezberlemiş?... Bu kadarını, nasıl içine sığdırabilmişti?... Ne çoktular, ya Rabbi... Ne çok dize saklanmıştı içinde... O günden sonra haftalarca gözyaşlarıyla birlikte aktılar, aktılar, aktılar... Rahat bırakmadılar onu... Uyutmadılar... Çalıştırmadılar... Aynı dize, belki bin defa geliyordu diline... Yıllar önce şarkılar söyleyerek geçtiği sokaklardan, kafasının içinde dolandırdığı şiirle ve gözyaşlarıyla geçiyordu artık... Çekildiği, o daracık o puslu o duygusuz karanlığı, kapandığı o zindanı, teslimiyetle katlandığı o mekanik hayatı bile sürdürecek olanağı bulamıyordu bir türlü... Bu ne kadar çok dizeydi?... Başı ağrıyor, dili dolanıyor, ama bırakamıyordu... Hatırlamanın verdiği çaresizlikten sürekli ağlıyordu... Herkes onun o sokaklarda ağlamaklı geçen hâlini kınıyordu... Arkasından konuşuyordu tanıdıkları... Görmezden geliyordu bazıları... Bazıları yollarını değiştiriyor bazıları uzaktan selamlayıp hızla uzaklaşıyordu... Yokmuş gibi davranan çoktu... Zeycan sadece utanıyor ve ağlıyordu... Kardeşi Nalan sıkıştırmıştı önce , "Bugüne kadar ne kadar iyi idare ettin... Ne oldu sana böyle?... Topla kendini abla ya!... Ne yapılacaksa yapalım? Bir an önce gitsin şu ağlama üzerinden." Nevin ise, "Esas şimdi normal tepkiler vermeye başladı... Nasıl olsa düzelir birgün... Kendi hâline bırakmalıyız... Ben bu hâlini daha sağlıklı buluyorum..." diyordu... Otel müdürü, önce, yalnız başına bir tatile çıkmasında ısrarlıydı, çıkmayınca da, evden çalışmasında... Arkadaşları ise, aşık olması konusunda... Anne babası, anlayamadıkları bu hâlini, kederle ve çaresizlikle izliyordu... Kendisi ise, çevreye rezil oluyorum diye düşünüyordu... Sokaklarda ağlamak ne? Ne ayıp... Ne yakışıksız... Ne utanç verici... Ama düştüğü kuyudan ne yaparsa yapsın çıkamıyordu bir türlü... Herkes için sorun olmuştu... Komşunun on beş yaşındaki kızı Başak çözdü, en sonunda sorununu... Bir gün, kilitli günlüğüyle misafirliğe gelip, "Bu günlüğü bana sen almıştın Zeycan Teyze... Bak eğer benim içimden ağlamak geçerse, ben bu deftere yazıyorum... Hemen geçmese de, sonradan geçiyor üzüntüm... Rahatlıyorum...Sen de benim gibi yap Zeycan Teyzeciğim... Seni ağlatan ne varsa, bir yere yaz... Belki senin de ağlaman geçer..." Zeycan, bu konuşmadan sonra, işte, evde, sokakta, nerede aklına, dilinin ucuna bir şiir bir dize gelirse, bir kağıt bulup yazmaya başladı... Dışarda. içerde, yemekte, banyoda... En çok da işyerinde... Küçük not kağıtlarına, sığdığı kadarını, yazdı yazdı yazdı... Atmaya kıyamadığı bu kağıtlar birikti birikti birikti... Masasının üstü doldu taştı... Önce, muhasebeden arkadaşları bu birikmiş yığından, birer ikişer almaya başladı, sonra ürün aldıkları tedarikçilerin para tahsiline gelen elemanları, hizmet satın alan firmaların çalışanları... Vergi denetmenleri bile... Derken... Otelin çevresindeki kafecisi, kitapçısı, simitçisi, kahvecisi, manavı, bakkalı, büfesi çıktı... Selanik, Yüksel, Konur, Karanfil ahalisi... Zeycan denetiminden çıkan hayatını izliyordu korkuyla... Önce sokaklarda ağlamasıyla, "Bir derdiniz mi var? Yardım edebileceğimiz bir şey var mı?" diye çevrilen yolu, "Saygılar abla, bize şiir yok mu?" söylemine dönüşmüştü... Bir çeşit "niyet tavşanı" gibi algılanıyordu gençlerce... Utanıyor, yüzünü yerden kaldırmadan yürüyordu sokaklarda... Kınayan yine kınıyordu... Arkasından konuşanlar yine konuşuyordu... Şiirleri not kağıtlarına yazmaya başlamasıyla, gün gün ağlamasının da kesildiğini fark eden Zeycan, yeniden ağlamaya başlarım korkusundan, şiirleri yazmayı bir türlü bırakamıyordu... O yazmayı sürdürdükçe insanların ondan istemesi de bitmiyor, kesilmiyordu bir türlü... Zamanla insanların ondan şiir yazılı kağıtlardan istemesine, utanarak da olsa alışıyordu... Kendine şaşıra şaşıra alışıyordu... Ağlaması tümden kesilen Zeycan, artık, sadece yolunu kesip ondan şiir isteyenleri kırmamak, oyalanmamak için yazıp cebinde taşıyordu şiirleri not kağıtlarına... Gün oldu, hatırındaki bütün şairler, ezberindeki bütün dizeler bitti... Bu arada da sanki, gözü az az, kulağı az aza dili az az... Sanki yediğini, içtiğini, güldüğünü, ağladığını hissedebiliyordu az az... Artık sokağa çıkmaya korkmuyordu... Kendisinden şiir isteyenlere, yazdığı kağıtları utanmadan verebiliyordu... Alaylı bakışları cesaretle karşılayabiliyordu... İş çıkışı, öğle arası dışarıya çıkmaktan, uzun yürüyüşler yapmaktan çekinmiyordu... Bol bol dolaşıyordu... Böyle günlerin birinde bir gün bir şair abisi ile karşılaştı... Ve yazabileceği halde, yazmadığı için azar işitti ondan... Ve Yazmayı hatırladı yeniden... Yazdığı zamanları... O gençlikle... O heyecanla... O aşkla... O hülyalarla... Yazdığı zamanları... Daha büyük bir tutkuyla okuduğu... Okuduğu ve yazdığı zamanları... Dergileri... Dergi arkadaşlarını... Hatırlıyordu... Hatırlamak artık ona acı vermiyordu. Şiir aralamıştı gözlerini... İçinde bir pınar, tertemiz suyunu pıt pıt atıyordu sanki... Yazmak... Yeniden yazmak... Hatırlıyordu... Yazmayı hatırlıyordu... Hatırlıyordu da, yirmilerinde bıraktığı yazmaya, yeniden dönebilir miydi? Saçlarına kır düşmüş hâliyle, sararmış solmuş teniyle... Yazmayı, aynı şevk ve aşkla yeniden yakalayabilir miydi? Bütün enerjisinin okumaya yazmaya aktığı o zamanlara dönebilir miydi? O dönemdeki, dergideki iki arkadaşının, iki kardeş kalemin, iki sesin, birer dizesi, kendini hatırlatıyordu sürekli... O dizeler onu, yazdığı zamanlara taşıyordu sanki... Bütün şairlerin şiirleri tükenmiş, sadece o iki arkadaşının iki dizesi kalmıştı mırıldandığı, yazdığı, kederlendiği, gülümsediği iki dize... Artık sadece onlardan yazıp cebine atıyordu... Onlardan dağıtıyordu isteyene... Telli Kadına ve Sedat'a verdiği de, o birer dizeydi, ayrı ayrı. "Yazsam yasak bir kitaptır yaşadığım."* "Dizelere göm şair beni."* Ayrıca o birer dize, yazmak için, yaşamı duymak için, kanat oluyordu Zeycan'a... Acemice yeniden yazmayı deniyordu... Acemice yeniden gülmeyi... Bakmayı... Görmeyi... Anlatmayı... Zeycan kendisiyle dövüşe, barışa, böyle böyle, Sıhhiye'ye, Abdi İpekçi Parkına, oradan, Dil Tarih'e kadar inmiş dönüyordu ki, birden nerede olduğunu ayrımsadı... Düşüncelerden sıyrılıp çevresine bakmaya başladı... Sokaklar neredeyse pandemiden önceki haline o eski kalabalığına yakın haline gelmişti... Çoğu maskesiz... Yorgun... Umutsuz... İşsiz... 'Vebali var bunun,' diye düşündü... 'Vebali var.' Adımlarını sıklaştırdı, hızlandı... Zeycan dönüp dolaşıp çalıştığı otelin önüne gelmişti ki ansızın içeri girmekten vaz geçti. Akşam oluyordu ve o çalışmak istemiyordu. Ayakları, eve gitmeye de direniyordu... Bıraktı yine kendini sokaklara... Bakanlıkların oradan Tunalı'ya, Tunus'a doğru tırmandı... Levent'i özlemişti çok... Boylu poslu, mavi gözlü, levent gibi Levent'i... Bir tek, bu Levent, kadındı... Yirmi yıllık arkadaşı Levent... Bütün 1 Mayıs'lara bütün 1 Eylül'lere bütün 8 Mart'lara birlikte gittiği arkadaşı... Yüksel Caddesindeki 8 Mart kutlamalarının güzel kadını... Onun mekânına gidecekti... Apartmanların arasında, ağaçların gizlediği o sakin yer... Mekândaki o su sesi o eski şarkılar o derin mavi... Bir de Levent gibi önyargısız insanlar... Eski tanıdıklar, dostlar, ahbaplar... Akşamın tatlı esintisi eşliğinde yavaş yavaş, "Deniz Ülkesi" adlı kafeye ulaştı... Levent yokmuş... Yine de girdi... Mekân neredeyse boş gibiydi... Salgın böyle yapmıştı... İşte köşede Ayşen... Karşısındaki adamı tanıyor sanki... Ama bu kadar da olamaz... Olamaz... Komiser Oğuz... Kaçmaya geç kalmıştı... Ayşen görmüş, hızla, gülerek yanına geliyordu... "Zeycan sakın kaçma... Kardeşim, kardeşim o ... Hatırlasana, biz üniversitedeyken lisedeydi... Lütfen gel... Senin gibi tarih meraklısı o da... Görüyorsun mesafeli oturuyoruz zaten... Hadi gel ya... Bıktık pandemiden, politikacılardan... Biraz muhabbet edelim n'olur. Çok özledim. Söz sana, sıkılırsan hemen kalkarız..." Zeycan ayaklarını sürüye sürüye Ayşen'in ardından yürüdü... Oğuz gülümseyerek kalktı. Tokalaştılar... Oturdular... Aperatifler söylendi... Gündüzki karşılaşmayı, görüşmeyi kâh kederlenerek kâh gülümseyerek anlattılar Ayşen'e... Sonra'da, Anadolu'dan, topluluklardan, hıdırellezden, nevruzdan, dağ keçilerinden, koç katımından, eski büyük bahçelerden, bağlardan, adetlerden, ambarlardan, şuruplardan şaraplardan, kaç çeşit peynir yapıldığından şimdi peynir ithal etmek durumunda kalınışından konuşuldu da konuşuldu... Aslında sedece Zeycan ile Oğuz konuşmuş, Ayşen de zevkle dinlemişti... Zeycan, Oğuz'un Telli Kadının ve görünmeyen öyküsünü çok merak ettiğini anlamıştı gündüzden. Bu kadar muhabbetten sonra ona anlatabileceğini de anlamıştı. Oğuz'a, "Bana da Sedat anlattı... Hani onu heykele getirip bırakan delikanlı... Sadece Telli Kadın değil onun tüm ailesi öleceği günü, yılı bilirmiş... Onlar da bilmeyenlere şaşırırmış..." Ayşen heyecanla, "Gerçekten mi?" Oğuz ise sakin... İki kardeş aynı anda "Bu kadar dakikası dakikasına bilmesi şaşırtıcı değil mi?" diye sordu ardarda. Zeycan, "O kadarını bilemiyorum... Ona bakarsanız, sadece kendinin değil başkalarının öleceği günleri de bilen çokmuş, yaşamsal bilgileri gün be gün yitip giden bu topraklarda... " diye mırıldandı dalgınca sonra kederle ekledi, "Telli Kadının, yalnız bir kadın olarak çektikleri bir yana, daha parmak kadarkenden kayboluncaya kadar, tek çocuğu, oğlu Necdet'e çektirilenler de bana dert oldu..." Ayşen ve Oğuz'un merakla yüzüne baktıklarını fark edince sürdürdü konuşmasını, "Oğlu Necdet ile demin sözünü ettiğim Sedat, daha parmak kadar çocukken, bir arkadaşlarına bir adamın musallat olduğunu anlıyorlar... Adam o çocuğun her peşine düştüğünde, adamı taşa tutuyorlar ve uzaklaştırıyorlar... Büyüklerin anlamadığı, anlamazlıktan, görmemezlikten geldiği şeyi, bu iki çocuk anlıyor ve önleyebiliyor. Adam güçlü... Adam büyük... Adam, Necdet'le Sedat'ı yakalayıp öldürmeye kadar varabilecek her şeyi deniyor... İşte bu Telli Kadın, ölüm zamanını bile bile, karşılaşacağı, ölümden beter işleri göze alıp kurtarıyor çocukları elinden... Bir şey olmuyor ama... Eğer gerçekleşse... Hem de o küçücük şehirde... O rezillikle, kaç koca yıl?... Kaç geçmez koca yıl?... Ölümü bekleyeceğini bile bile... O kadın... Onu göze alıyor yani... Bence bu, ölüm saatini bilmesi kadar önemli...Öyle değil mi?" İkisi de sessizce baş salladılar. Sonra... Sonra masaya bir hüzün ağırlığı gelip çöreklendi... Uzun ve kederli suskunluktan sonra Zeycan toparlanarak, "Vakit geç olmuş... Ben kalkayım." dedi. Oğuz, "Ben bırakırım sizi isterseniz. Önce sizi bırakırım sonra ablamı." Zeycan, "Çok teşekkür ederim. Ben otele gideceğim. Gündüzden kalan işlerim var, onları bitireceğim... Yakın yani gideceğim yer. Biraz da yürümek istiyorum aslında ." dedi. Kendisi gibi ayağa kalkmış Ayşen'in yanaklarından öperken de ekledi, "Dizeleri niye yazdığımı da ablana sor, o biliyor, o sana anlatır." Oğuz ile dostça tokalaşıp gitti... İki kardeş dalgın gözlerle Zeycan'ın çıkıp gittiği kapıya baktılar bir süre... Oğuz dayanamadı, dizeleri sordu. Ayşen bidiği kadarını yanıtladı... Ayşen durdu durdu duramadı, "Ne zaman sorsak, 'Bazı kadınlar bir kez seviyor. Ben de onlardanım galiba' der geçer. Öyle yüce gönüllüdür benim arkadaşım." Oğuz, ablasının sözlerine karşılık "Yazık olmuş." dedi. Ayşen, kardeşine sevgiyle bakarak, "Ne yazığı? O kaç ömürlük sevdi bir bilsen? O yüzdendir ne acır ne üzülür kendisine... Ayrıca hayat bu kardeşcaazım... Her birimize, bir yerden yazık olmuyor mu... Tam olmaz ki şu zavallı insanın hiçbir şeyi... Hep birşeyleri eksik kalır..." Zeycan, el ayak çekilmiş caddeden aşağıya, Kavaklı'dan Kızılay'a doğru inerken kendi kendine konuşuyordu mırıl mırıl... Kalbinden dudaklarına sözcükler dökülüyordu... "Gözünü yoldan ayırma şair... Bir cevahir söz söyle... Yırtılsın insanlığın üzerindeki karanlık perde... Senin hamurunda Hayyam... Kumaşında Nazım var... Bir de muradın... Bir de muradın... Gözünü yoldan ayırma... Afrika'dan Asya'ya... Büyük sinilerle bereketli sofralar kuralım yeniden tüm kıtalarda... Yeniden billur sularına kavuşsun toprak... Keder ve çocuk yanyana gelmesin bir daha... Kahkahası elinden alınan kadınlar... Yönü ve cesareti kaybettirilmiş gençler... Susturulmuş yaşlılar bekleşiyor sınırlarda... Sen olmasan... Kim anlatır yıldızlara... Bu dünya maceramızı...Kim anlatır? Gözünü yoldan ayırma ne olur... Ko desinler ardından; 'Muradı böyle... Muradı böyle kardeş... Akar durur... Muradı böyle...' "* Zeycan, ağzından çıkanları kulağı duydukça heyecanlandı... Durdu, yine kendi kendine, "Ben şiir mi söylüyorum yoksa?" diye sordu. "Şair mi olacağım şimdi?" Durdu... Durdu... Sonra gülerek yürüdü... "Senden şair olmaz kızım ama artık yazmaya başlayabilirsin." Gecenin o vakti, caddeden geçen, gülüşünü duyan, koşuşunu gören üç beş kişinin, şaşkın bakışları arasında, hızla geçip, Bakanlık'tan Kızılay'a, oradan da işyerine kavuştu... *** Hayyam'dan Serdar'a... Genç, yaşlı, bütün ustalarıma... Acılarımızı, yenilgilerimizi, kalp kırıklıklarımızı onaran, uçmamıza kanat olan dizeleri yazan, kadın ve erkek kardeşlerime... ________________ * "Dizelere Göm Şair Beni" Kıvılcım Vafi * "Yazsam yasak bir kitaptır yaşadığım" Mehmet Mahzun Doğan * "Muradı böyle/Muradı böyle kardeş/ Akar durur/ Muradı böyle..." Urfa Yöresi. Derleme; Seyfettin Sucu ÖYküler, önce SUJE'de ve sonra Ayışığı Şiir Yaşam dergisinde yayımlandı.