30 Ağustos 2025 Cumartesi
Anatolia Cafe/Sinopsis
Anatolia Cafe
Sinopsis
1.
Yıl 1911 veya 1912.
Sonbahar ayları.
Ağustos sonu Eylül başı gibi.
Hava; yola çıktıklarında çok sıcak ama uzun ve bilinmez yolculukta, soğuk hatta dondurucu.
Beş insan; on yedi, yirmi yaş arası genç, yoksul ve hülyalı erkeğin Amerika yolculuğu, macerası, yaşamı...
Agopcan ve iki kuzeni;Harput'tan/Vahşen/Ağın'dan yola düşüyor.
Efendi; Arapgir/
Alibeg; Mazgirt/Dersim.
Şükrü; Bitlis Vasili; Giresun'dan.
Önce Agopcan'ı ve yanındaki üç kişilik küçük grubu görürüz. Vahşen'den annelerinin hazırladığı yolluk torbaları ve bastırdıkları buruklukları ile önce Eğin'e oradan da katılan dört arkadaşıyla daha yola çıkar. Yayadırlar.
Alibeg annesinin ağıdı ve duasıyla yalnız çıkar yola. Eğin'e kadar yalnız yürür. Umudu orada bir yol arkadaşı edinmektir.
Efendi ise Arapgir'den yine Eğin üzerinden Giresun'a varmak için yola çıkar.
Hepsi yayadır.
Kalpleri umut ile korku arasında hülya ve heves ile keder arasında dalgalanıp durmaktadır.
Eğin kalabalıktır. Hanları doludur. Gelenlerin çoğu mintanlarının içine dikilmiş çaputlara sarılı paralarını harcamamak için sokaklarda gecelemektedir.
Eşkıyalara ve soyguncu çetelere karşı kafile olarak yola çıkmak isteyenlerin, iki üç gün bekledikleri bir yer haline gelmiştir küçük kasaba.
Agopcan, kuzenleri ve arkadaşları sekiz on kişiyi o gün bulur, buldukları gibi sabahına da yola çıkarlar. Efendi de onlarla gitmek ister ama kafileye kabul edilmeyeceği düşüncesiyle vaz geçer.
Efendi ile Agopcan musiki meraklarından dolayı köy düğünlerinden, davul çalmaktan, keman çalmaktan tanıştırlar.
Ancak bu yolculuk, dönemden kaynaklı ayrı durabildikleri ayrı gruplarla gidebildikleri bir süreçtir.
Efendi bir kaç gün bekler, bu arada Alibeg ile arkadaş olur. Birlikte kasabalarından gelenlerle altı kişilik bir kafile olarak yola düşerler.
Şükrü başka bir yoldan iki diğer yolcuyla birlikte katır sırtında, doğrudan gelir Giresun'a.
Vasili zaten Giresun'da yaşamaktadır.
.
2.
Trabzon'dan İstanbul'a giden yük gemileri bazen Giresun İskelesine de uğramakta, bekleyenlerden alabilmektedir.
İstasyon kalabalıktır. Kalabalık içinde kahramanlarımızı görürüz.
Bir an önce yola çıkma isteği ile sabırsız dolaşmakta, şehirde kaybolmaktan da korkmaktadırlar.
Efkarlı efkarlı tütün içenler de vardır aralarında, hayallere kapılıp sarhoş olan da.
Alibeg, Hozat'dan gelen bir arkadaşını bulmuştur. Efendi ile üç sıkı yoldaş olmuşlardır.
Vasili ön altı yaşlarında, anasız babasız bir garip balıkçıdır Giresun kıyılarında. Ve gemi bekleyen yaşıtlarını merakla izlemekte, ilgiyle dinlemektedir.
Bir beyin oğlu olan Şükrü ise , okuma hayaliyle Amerika'ya gitme niyetinde olduğundan kalabalığa karışmamakta hatta onları küçümsemektedir.
En paralısı odur.
Gemi nihayetinde gelir ve canhıraş bir telaşla kahramanlarımızın içinde olduğu kalabalık gemiye doluşur.
Vasili de aralarındadır. Nasıl olduğunu bilmeden bir hevesle kendini gemiye atıvermiştir.
Yük gemisi dört günde, deniz yolculuğuna alışmamış yolcularını, havasız bir ambarda, ayakta, kusa kusa içleri dışlarına çıkmış bir halde İstanbul'a ulaştırır.
3.
İstanbul'da Marsilya'ya giden yine yük gemisi daha büyük kalabalıklar arasında beklenilir.
Bir yandan şehrin büyüsü bir yandan bilinmezlik arasında dolanan kahramanlarımızı görürüz.
Çoğunun yolluğu tükenmiştir.
Yol parası dışında sadece kuru ekmeğe yetmektedir paraları.
Sokak çeşmelerinden suyu içmekte, sokaklarda uyumaktadırlar.
Bir iki kişi gemi yolculuğunun zorluğu ve İstanbul'un güzelliği nedeniyle Amerika rüyasından vazgeçer, ayrılır.
4.
Marsilya yolculuğu yine kötü koşullarda on beş on altı gün sürer.
Bu arada Agopcan ile Efendi ve Alibeg'im aynı küçük yöreden gelmekten kaynaklı küçük selamlaşmaları, birbirlerini anlamaları olur.
Gençtirler ve ailelerinden ayrılmışlardır.
Yol tüketicidir.
Yanyanadırlar artık. İyiliği birlikte kabul eder, kötülüğe birlikte karşı koyarlar.
5.
Marsilya'da da bir hafta bekleyip gemiye ancak binebilirler.
Yol yormuştur hepsini.
Artık Agopcan, Alibeg, Efendi ve arkadaşları aynı kafilenin çocukları olmuşlardır.
Vasili de katılmıştır yanlarına.
Bir buçuk aya yakın sürer yolculuk.
Parasını bol bol harcayıp tüketen Şükrü de katılır en son aralarına.
Bir de Hozat'tan tek başına yola çıkıp Marsilya'ya kadar kaçak gelmiş Maho.
Ellis Adasına vardıklarında, üstleri başları lime lime olmuş. Kusmaktan çiğerleri sökülmüş, gıdasızlıktan avurtları çökmüştür hepsinin.
Geminin isinden yüzleri, gözleri kararmıştır. . Soğuktan büzüşmüşlerdir.
işlemlerin kolay yapılabilmesi için Alibeg Baron, Efendi Abraham, Şükrü Toni, Maho ise Mike adını almış kayıtlara öyle yazılmışlardır.
6.
Onları Michigan'da Ford fabrikasında çalışır ve bekar evlerinde yaşar görürüz.
Amerika'daki hayata böyle başlar zamanla farklılaşırlar.
7.
Efendi orada gittiğinden on beş yıl sonra veremden ölür.
Agopcan 1950 yılında bir klarnet bir harman makinesi ile Vahşen Köyüne geri döner. Yıllarca düğünlerde klarnet çalar.
Şükrü orada evlenir. Çocukları olur. Topluma karışır gider.
Alibeg emekli olunca Mazgirt'e döner. İki tane yoksul kız çocuğu evlat edinir. Emekli maaşı onlara kalır.
Maho ondan önce 1924 yılında Hozat'a döner. 38 sürgünü olarak Afyon'a ikamet ettirilir. İngilizcesinden dolayı yapılmakta olan Afyon Havaalanında çalışır, yabancı personele çevirmenlik yapar.
Vasili ömrü boyunca sendikacılık yapar. İlk grevi bu dört arkadaşıyla,(Agopcan, Alibeg, Efendi ve Şükrü ile) organize eder. Doksan yaşında görevini yapmanın huzuruyla bu dünyaya veda eder.
7.
Yıllar yıllar sonra, Almanya Köln'deki 73 grevinde ise Vasili ve Alibeg'in de içinde olduğu, Amerika Detroit/Michigan'da, işten atılan ve işsiz bırakılan işçiler için düzenlenen "açlık yürüşüşü"nden söz edilir bol bol.
Çünkü bu bir sınıf filmidir.
Ve grevi yapanlar yine Anadolu ahalisindendir.
AÇIKLAMA
1. Konuya merakım ilk kez babadedemin de çaldığı klarnet gibi bir çalgının bizim küçük, özgün, büyülü yöremizden değil de Amerika'dan gelmiş olduğunu öğrenmemle başladı.
Elazığ/Ağın'dan İsmail N. Baydemir'in bir yazısından; Vahşenli Agopcan ustanın (ilk adı ya da soyadı konusunda bilgim olmadığından usta demeyi uygun bulmuştum) Amerika'ya gidip döndüğünde bir klarnet bir de harman makinesi getirdiğini öğrendim.
Dedeme de klarnet sesine de hayrandım.
2. Ververan romanını yazarken, Cevat Fehmi Başkut'un Harput'ta Bir Amerikalı tiyatro oyununun yer aldığı kitabını okumuştum.
Yeniden okudum.
İyice merak ettim.
3. 2024 yılında, araştırmacı/yazar arkadaşım, kardeşim Mesut Özcan, Dersim/Tunceli'nin Yüz Yılı (1900 2000) adlı içinde elliye yakın makale yüzlerce özgün fotoğraf ve belge olan 614 sayfalık büyük büyük boyutlu bir albüm kitap yayımladı.
Kitabı okuduğumda, kitapta hangi yazardan aldığımı hatırlamadığım kavram ile 'Anadolu Ahalisi"den yüz koca yıl önce ne çok işçi göçü olduğunu gördüm. Çok etkilendim.
Yakın coğrafyayı ve yakın tarihi bu kitap sayesinde derinden anlamaktan duygulandım. Gözümün önünden geçti çoğu şey...
Kitapta Mahmut Nayır’ın yazısından anladığım üzere, Harput ve Dersim'den 1890'larda tek tük başlayıp 1905 ile 1912 yıllarında büyük kafilelerle sürüp, 1928 tamamen biten Amerika'ya bir göç dalgası olmuş. Osmanlı İmparatorluğu ile Amerikan Hükümeti'nin anlaşmaları sonucu izin verilen misyonerlik faaliyetleri çerçevesinde misyonerlerin tanıtımı sonucu yoğun işçi göçleri oluyor. Önce yaya ve katır sırtlarında Trabzon limanına, oradan yük gemisiyle İstanbul'a, İstanbul'da bir kaç gün bekleyip Marsilya'ya, Marsilya limanından New York kıyılarına; Ellis Ada'sına...
Ellis Adası’nı hep filmlerden biliriz. Üçüncü mevki biletleriyle tüm yolculardan sonraya gemiden inmelerine izin verilen, İtalyan göçmenleriyle biliriz.
Oysa kitaptan anlıyoruz ki belki ilk gidenler Harput ve Dersim ahalisi.
Yine kitaptan anlıyorum ki Ford'u Ford yapan, karşısında bir dakika bile dayanmanın mümkün olmadığı ateş fırınlarında çalışan yedi bine yakın Anadolu göçmeni.
Dönenler oluyor, dönmeyenler, orada hasret içinde hastalanıp ölen oluyor. Dönenler aynı yoldan en son Trabzon Limanında gemiden inip yaya olarak Dersim’e kavuşmaya yola çıktığında, yollarını gözleyen haydutlar tarafından soyuluyor bazıları, bazıları öldürülüyor.
4.SETKAV arşivlerinde sürgün bir ailenin babasının, Amerika'da çalışıp döndüğünü ve İngilizce bilgisi nedeniyle havaalanında yabancı mühendislere çevirmenlik yaptığına rastlıyorum.
5. Son olarak da Facebook'tan, Nedim Hazar Bora adlı yüz yüze tanışmadığım bir arkadaşızımın, Almanya Köln'de bir müzikli oyun sahnelediğini gördüm.
Seksen doksan yıl sonra bu kez Almanya'da; yine çalışanlarAnadolu Ahalisi yine aynı marka, otomobil markası. Arkadaşımızın paylaştığı bir duyuru şöyle. "1973 yılında o zamana kadar seslerini pek çıkarmayan misafir işçiler beş gün boyunca Köln'de iş bıraktı. Almanya tarihine "Türk grevi" diye geçen eyleme başka milletlerden çalışanlar da katıldı. Davul zurna eşliğinde şarkılar söylendi, işçileri yatıştırmaya çalışan zamanın büyükelçisi yuhalandı, ardından istiklal marşı söylendi. Böyle bir cümbüş havasında geçen, binlerce çalışanın katılımıyla gerçekleşen grev, polis şiddetiyle sona erdi. Grevin sözcüsü Baha Targün ve arkadaşlarının hikayesi şimdi "Baha ve Çılgın 70'ler" (Baha und die wilden 70er) adıyla müzikal oluyor. Yönetmen Nedim Hazar Bora)
6. Yazmasam olmazdı diye düşündüm.
4 Ağustos 2025 Pazartesi
Uçacak Ninnisi/Gül Parlak
GİT KENDİNE BENZEYENLERLE YAŞA
"... Koltuğu pencerenin önüne çekip kedimi seveceğim."
"Anne senin kedin yok ki!"
"Edineceğim, hem yalnızlığıma iyi gelir hem geceleri ısıtır beni sıcacık."
Bir kadının bir adamın otoritesi altında, evde bile ne kadar görünmez olduğu ve otorite üzerinden kalktığında nasıl hayata döndüğü bu kadar mı güzel anlatılır?
Hem de kısacık bir öyküde? Öykünün giriş gelişmesinden söz etmiyorum bile.
Öykülerin giriş tümceleri ne kadar vurucu...
İsimleri de öyle.
Gül Parlak kısa ama vurucu öyküler yazıyor. Daha doğrusu laf kalabalığına kaptırmıyor kendini. Sağlam tanımlamalarla anlatıyor derdini;
"Ama Halil gitmişti işte. Üstelik yirmisinde, yirmi beşinde değil, kırkına geldiğinde. Kollarını, bacaklarını kılcal damarlarını, kemiğini, iliğini nesi varsa alıp gitmişti."
"Yarasa üstüne uydurulmuş parçalı kumaştan kendim için bir korku geceliği diktim. Uykusuz geceler boyunca giydim. Gündüz olunca sabahlığımı giydim, geçti."
"O kadar karışık, eğri büğrü yazının arasında incecik bir el yazısı gibiydi."
"Çalapverdi Köyü'nün çobanı ölüverdi. Lastik çizmelerinin dinlenme vakti gelmişti. Devriliverdiler iki yana."
Gül Parlak'ın, "Uçacak Ninnisi" adını verdiği kitabı, duygulu öykülerden oluşuyor.
Alaca kuşun civcivini kapmasıyla başlayan, annesi tarafından bacağı kırılan okul arkadaşıyla, kara gecede gözüne tutulan kamyon farıyla yakalanıp sofraya getirilen tavşanın gözlerine bakamamskla, tahta oyalarken dizleri kanayan küçük temizlikçi kızla, üç koca adamın sıkıştırıp dövdüğü gencecik oğlanla...yıl yıl kendinden, çocukluk neşesinden gençlik umudundan vaz geçen, bir adamın kederli öyküsüyle çağırıyor bizi insanı anlamaya. Ya da kaybolan ineğine ağlayan Gülayşe ile.
Doğayı, doğayla iç içe yaşayan insanları, köyleri kasabaları, insan ruhunu incelikle ve güzellikle anlatıyor. Yarasayı, ağaçkakanı, mazı meşesini, su kuyusunu, zeytin kırmayı, kırmızı gagalı dağ kargasını yakından ve bilerek hikayeleştiriyor.
Ne sevinçte ne üzüntüde abartı yok. Kalbinin görüp, duyup, hissettiğini güzel, temiz sözcükleriyle biz okurlarla paylaşıyor. Taraf olmamızı beklemiyor.
Gül Parlak bu ilk öykü kitabıyla; bir öyküsündeki son cümlesi gibi; "Kalbimizin köşesinde büyüyen dertleri ufaltıyor"
Yeşil yaprak biçimli ayracıyla hem de. Yüreğimize su serperek.
Yolu açık olsun.
UÇACAK NİNNİSİ - Gül Parlak
2025 Karaburun Sanat Kampı Ödülü
Mimas Yayınları/Temmuz 2025
25 Temmuz 2025 Cuma
Güzel Ablalar Ülkesi
GÜZEL ABLALAR ÜLKESİ
Gülcan sabah erkenden kalkmış mutfağa dalmıştı. Ev ahalisi ayaklanmadan, yemeklerin bir kaçını ocağa koymuş olmayı istiyordu. Yoksa yetiştiremezdi. Göz açıp kapayıncaya kadar öğlen oluyordu. Üstüne üstlük bir de bugün Seher Anne’nin banyo günüydü. Ve en önemlisi Yurdagül ile Şefik Almanya’dan geliyordu.
Buzluktan çıkarıp erisin diye dolabın içine aldığı kemikli eti defalarca yıkadı, önce onu koydu bol suyla kaynasın diye. Biraz tuz biraz karabiber biraz pul biber, inmeye yakın da biraz tereyağı biraz zeytinyağı… Üç saatte ancak olurdu. Sevmiyordu düdüklüyü… Böyle ağır ağır daha lezzetli oluyordu. Ocağın bir gözüne de çay suyunu oturtu. Sonra sıra geldi akşamdan ayıklayıp balkonun serinine koyduğu yeşil fasulyeye. Tencerenin altına bol soğan ile bol domatesi döşedi, üzerine bol suyla yıkadığı fasulyeleri bastıra bastıra sonra azıcık toz şeker azıcık tuz, bir de bolcana zeytinyağı… Onun da kapağını kapattı… Bir çalım kabakları yıkıyordu ki küçük kız girdi mutfağa.
-Anne biz çıkıyoruz.
-Sana da günaydın Elif Hanım.
-Özür dilerim anneciğim, babam yine benimle geliyor, gerginim biraz. Gel seni bir öpeyim Gülcan Sultan.
-Haklısın be çocuğum. Gel ben de seni öpeyim. Ama biraz idare et işte.
Anne kız sarılıp öpüştüler. Gülcan gülerek,
-Nerede seninki?
-Giyiniyor.
-Oturun, bir şeyler yiyin de öyle gidin. Babanın şekeri düşer yollarda.
-Yok yok! Hem sana ayak bağı olmayalım hem de Jale’yi de alıp gideceğiz, o bir şeyler hazırlamıştır.
-Öğlene eve yetişin ama. Darılır bak halan.
-Ben bugünlerde çok izin aldım, verirler mi bilmem? Ama akşama kesin buradayım.
-Babanı tembihle sen, babanı. Kaptırıp gitmesin öyle. Hava da sıcak zaten.
-Kimmiş benden söz eden bakayım?
Gülcan endişeyle,
-Gözünü seveyim Faruk öğlene evde ol. Yurdagül neyse de enişteye ayıp olur.
-Tamam Gülcan ya! Sen de telaşlı bir kadın oldun çıktın başımıza.
-Öyle mi Faruk Efendi?
-Öyle Gülcan Hanım, öyle.
-Aldın mı her şeyi Faruk Efendi?
-Aldım aldım.
-Ağır taşıma, yorulunca ver, Elif taşısın.
-Kaç kızım kaç, bu kadın beni kundaklara saracak neredeyse.
Baba kız gülerek çıkıyorlardı ki, Gülcan arkalarından seslendi.
-Elif, babana sahip çık kızım.
Kocasının kızına,
-Aşk olsun, bu da bana yapılır mı yani?
diye şikayetlendiğini duyamadan, şerit şerit soyduğu kabakları çay kaşığı ile oymaya koyuldu.
Gülcan kabak dolmasını da ocağa koyduktan sonra mutfağı topladı, tıkırtılarını duyduğu Seher Anne’ye bakmaya gitti. Yaşlı kadın uyanmış, her zamanki gibi abdest almış, odasındaki aynanın önünde takma dişini yapıştırıyordu.
-Anne günaydın.
-Günaydın.
-Banyonu kahvaltıdan önce yapmak ister misin?
-Bilmem ki? Hâlim pek yok gibi.
-Tamam, kahvaltıdan sonra yaparız o zaman.
-Bakarız.
-Ama bugün yapmamız şart. Bir hafta oldu. Hem bugün Yurdagül’le eniştem geliyor… Aslında sen de haklısın. İnsanın gözü kesmeyince zor…
-İnan gözüm kesmiyor bazen.
-Ama girip çıkınca da ne kadar rahatlıyorsun. Ferahlıyorsun… Hadi! Gözünü karart da on dakikada girip çıkalım, misler gibi.
-Tamam. Kahvaltıdan sonra söz.
-Söz mü?
-Söz Vallahi.
-Peki, o zaman gel kahvaltımızı edelim.
Kaynana gelin, balkonda sakin sakin kahvaltılarını ettiler. Gülcan sık sık ama telaşsızca gidip yemeklere bakıp geldi. Yemekleri ocağa koyunca rahatlamıştı. Diğer hazırlıklar çok da önemli değildi. Kahvaltı bitip sofrayı toplayınca, Gülcan kayınvalidesini balkonda kendi haline bırakıp yine mutfağa gitti. Salata yapacağı malzemeleri çıkarıp yıkadı, süzülsün diye bıraktı. Karpuz kesip soğusun diye dolaba koydu. Şefik Enişte seviyor diye bir gün önceden pişirip dolaba koyduğu sütlacı çıkardı. Pişmiş olan zeytinyağlı fasulyeyi tenceresinden boşalttı. Salondaki büfeden, keten masa örtüsünü, yemek tabaklarını, bardakları, çatal kaşığı çıkardı ama tozlanmasın diye sofrayı kurmadı.
Gülcan’ın yanına gelip başucunda durduğunu fark eden Seher Anne tespihini masanın üzerine usulca bıraktı.
-Vakti geldi mi?
-Sana bağlı, kendini iyi hissediyorsan yediklerini sindirdiysen girelim.
-Tamam kızım, girelim de çıkalım.
-Sen biraz daha otur ben havlularınla çamaşırlarını çıkarayım, suyunu doldurayım.
-İyi o zaman.
Seher Hanım banyosunu yaptı. Üstünü giyindi, saçlarını taradı. Yeniden balkona oturdu. Banyo iyi gelmişti. Sabaha göre daha neşeliydi. Kızı ile damadının geliyor olmasının daha farkınaydı ve bundan dolayı da daha memnun görünüyordu.
Gülcan balkona güzel bir sofra kurdu, salatayı yaptı, kabak dolması için yoğurda sarımsak kattı. Tam ekmeği dilimliyordu ki kapı çaldı. Koşarak gidip açtı. Yurdagül ve Şefik Enişte karşısındaydı. Yurdagül daha kapıdan adımını atmadan, endişeyle,
-Ağabeyim nerede?
-Korkma korkma! Buralarda. Gelir şimdi.
Yurdagül ile Şefik, ellerini yüzlerini yıkayıp öyle vardılar Seher Anne’nin yanına. Balkona ilk çıkan Şefik, yaşlı kadından önce sofrayı gördü, gayri ihtiyari bir ıslık, fırlayıp gitti ağzından.
-Şunlara bak şunlara Yurdagül, of of offff!
Karısının sert bakışı karşısında toparlandı. Kaynanasının elini öptü. Hatır gönül, şuradan buradan derken vakit geçti. Gülcan’ın ısrarıyla Faruk’u beklemeyip sofraya oturdular. Yurdagül;
-Bak doğruyu söyle Gülcan, ağabeyim gözaltında falan değil, değil mi? Bak onsuz boğazımdan geçmez.
-Yok yok! Merak etme.
-Ben ediyorum yine. Sen bize bir şey demiyorsun. Saklıyorsun hep.
-Dur arayalım da konuş, için rahatlasın.
Telefonla aradılar. Faruk telaşla ve bin bir özürle geleceğini söyleyerek hemen kapattı.
Yurdagül rahatlamıştı,
-Ay her duyduğumda deli oluyordum kız Gülcan. İkide bir giriyor. İkide bir giriyor… Her duyduğumda tansiyonum fırlıyor. Kaç kere hastaneye götürüp serum bağlattılar.
-Sen gel bir de bana sor. Sabahlara kadar parmak kadar kızla oralarda merakla, endişeyle bekle... Kimse bir bilgi de vermez. Avukat arkadaşlarımız bir şey yapamaz. Öyle öyle günler geçer… Sonra bir çıkar, aç bilaç, perişan… Öyle her şeyi yemez içmez, bilirsin, saçı sakalı birbirine karışmış, üstü başı dökülmüş, zayıflamış, tükenmiş çıkar gelir.
-Derdi ne bu ağabeyimin?
-Derdi ne olacak? Derdi sosyal medya. Emekli olduktan sonra bir sardı feyse, tivite… Elif de kendi arkadaşları da kaç kez uyardı, ‘Yapma, etme’ diye. Sabahtan akşama, akşamdan sabaha o bilgisayarın başında, öylece ona buna yazdı durdu.
Şefik,
-Yazınca ne oluyor sanki? Yazmayla bir şey olsa biz de yazalım… Bak ne oldu sonuçta hepimiz çok üzüldük. Ne hakkı var sizleri bu kadar üzmeye?
-Ne yapsın enişte? Gücü yetmiyor bir şeye, o da onlara sardı işte.
-Onlara niye sarıyor kızım? Saracak şey mi yok? Kaç yıldır çağırıyoruz, ‘Gelin, buraları gezin görün’ diye… Offfff! Gülcan ya, bu haşlamaya ne koyuyorsun da bu kadar lezzetli oluyor.
Yurdagül kocasına sitemle;
-Çeneni sil, çeneni…
Sonra Senem Hanım’a duyurmamaya çalışarak Gülcan’a,
-Ne yaptınız peki?
-Biz bir şey yapmadık kendisi yaptı.
-En sonunda kendisi akıllandı da duruldu herhalde.
-Pek öyle olmadı Yurdagül.
-Nasıl yani, vazgeçmedi mi huyundan?
-Korkma korkma, vazgeçti.
-Ay çok şükür… Kız bu annem neden böyle dalgın dalgın oturuyor?
-Hem kulakları duymuyor hem demans başlangıcıymış, artık böyle… Sabah iyi kahvaltı etti. O artık ikiden üçten önce yemez. Yemese de Faruk’la oturur genelde sofraya. Şimdi siz varsınız diye oturdu ama dikkatini odaklayamıyor artık.
-Vah anacığım vay. Yanıma alıp götüreyim desem.
-Yok yok, oralarda yapamaz. Burada iyi. Onun burada bir düzeni var.
-Yük olmuyor sana değil mi?
-Yok yok, kendisi yapıyor her işini. Yapmaya gayret ediyor. Buna da şükrediyor kadıncağız.
Şefik,
-Ne diyorsun be kızım şükredilmez mi? Hey koca Seher Hanım az çektirmemişti bana kız isterken.
-Ya öyle enişte… Biraz daha dolma alır mısın? Sen de alsana Yurdagül, bak dereotunu az koydum sevmezsin diye.
Yurdagül sabırsızlıkla;
-Nerede kaldı bu ağabeyim?
-Sabah da tembihledim ‘öğlene dön’ diye.
-Başına bir şey gelmesin kız yine?
-Yok yok, gelmez, bugün bir şey yok.
-Nasıl yani? Yine hangi işlere bulaşıyor bu çocuk?
Şefik çatalı bırakmış, ağzına bir kaşık dolusu zeytinyağlı fasulye atarken,
-Merak ettim ne yapıyor bu bizim kayınço?
-Aslında şöyle oldu. Çocukları kaçırıyorlar ya…
-Eeeee
-İnanılmaz sayılarda çocuk kaçırılıyor, istismar, çocuk gelinler. Yani sıkıntı çok… Küçücük yavrular neler yaşıyorlar.
-Bunun ağabeyimle ne ilgisi var anlamadım.
-Anlatıyorum… Bir akşam, çocuklarla ilgili kadın yürüyüşü oldu. Ben de o yürüyüşe giderken o da bilgisayarın başından kalksın diye onu da götürdüm. Elif kendisi gelmedi, babaannesini bekledi, tek babası bilgisayarda bir şey yapmasın diye…
Şefik;
-Sonra… Çok heyecanlandım çabuk anlat.
-Biz alana gittik, bizimki, o kalabalığı, o meşaleleri o yürüyüş ruhunu görünce baktı baktı, sonra herkesin arasında bir ağlama tutturdu ki görmeyin gitsin. Zor susturdum.
-Gerçekten mi?
-Gerçekten. Ama ona söylerseniz beni öldürür.
-Hâlâ anlamadım ne olduğunu.
-Neyse işte biz o akşam yürüdük, derdimizi ifade ettik, çocuklarımızın korunması gerektiğini haykırdık, çocuk haklarını hatırlattık, protestomuzu yaptık… Yürüyüş bitti biz de geldik… Geldik ama bizim Faruk sus pus. Üç gün ne internete girdi ne evden dışarı çıktı ne bizimle konuştu.
-Sonra…
-Ya bir kesme, anlatıyor işte kız… Anlat sen, anlat.
-Konuştu en sonunda, hem de asabiyeti gitmiş, yumuşamış, ipek gibi olmuş bir halde konuştu. ‘Burası güzel ablalar ülkesiymiş Gülcan, biz kadrini, kıymetini bilememişiz… Ne varsa bu güzel ablalarda varmış. Dünya değişecekse, daha iyi bir dünya olacaksa sadece ve sadece bu güzel ablalar sayesinde olacak.’ dedi… Elif’e de bana da ‘Nereye giderseniz beni de götürün n’olur’ diye tembih etti. ‘Artık internetten kimseye laf söylemeyeceğim yeter ki siz, beni yanınıza alın’ diye söz verdi. Başta söylediklerinden bir şey anlamadım. Sonra… Sonra düşününce anladım ki, Farukçuğum, kendini yenilemeyen, ütopya geliştiremeyen, insanların derdini anlamayan adamlardan kopmuş ama bu sefer de kendini çok yalnız ve çaresiz hissetmiş. Bizi öyle görünce de yalnız olmadığını anlamış.
-Şimdi ne yapıyor peki?
-Şimdi komşularda ne kadar yoğurt kabı varsa topluyor, şehrin her yanı inşaat, gelirken görmüşsünüzdür, oralardan da toprak alıyor. Nereden buluyorsa organik nohut fasulye bulmuş, onlardan üçer üçer ayırıp bir güzel ekiyor.
-Ay ne yapıyor onları, kız Gülçin?
-Ne yapacak? Elif’in ne kadar tanıdığı ‘Güzel abla’ varsa, onların kapısına bırakıyor.
Yurdagül mutlu,
-Ağabeyimin ne yaptığını anlamadım ama içim, öyle bir ferahladı öyle bir ferahladı ki anlatamam. O mutlu olsun bize yeter.
Gülçin sütlaçları servis ederken,
-Bu Faruk da böyle bir insan işte… Başka insanların karnı toksa doyuyor, başka insanlar iyiyse iyi, mutluysa mutlu, esense esen oluyor.
Yurdagül,
-Öyledir benim ağabeyim.
Şefik,
-O ablalar o yoğurt kaplarını alınca ne diyormuş?
-Kalp kalbi anlıyor enişte... Yaşlı genç, okumuş okumamış, kalp kalbi anlıyor.
-Gerçekten güzel ablalar ülkesi olmuş burası yav… Güzel ablalar ülkesi…
Gülcan boşalmış tabakları toplarken,
-Faruk çok haklı… O güzel ablalar, çocuklar için daha iyi bir dünya yaratacağımızın umudunu veriyor hepimize. Daha güzeli var mı şu dünyada.
...
yersizyurtsuz.com sitesinde,
SUJE'de yayımlanmıştı bir zamanlar.
23 Temmuz 2025 Çarşamba
Bir Sabah Vakti/öykü
Troyasanat Dergisi.
BİR SABAH VAKTİ
Umut, babasına kıyamamış sabah erkenden uyanıp, okula gitmeden, siparişlerden bir kaçını almak için beş numaranın bayram hediyesi olarak verdiği bisikletiyle Kolej’den Kızılay’a doğru gelmişti. Bir an önce alışverişi tamamlayıp Sıhhiye’ye, Atatürk Lisesi’ne koşacaktı.
Önce belediyenin marketinden üç numara için ekşi mayalı ekmek, yedi numara için de bir koli yumurta almıştı. Poşetleri gidona asmış, indi bindi olmasın diye bisikletin yanında yürüyerek geri dönmeye hazırlanıyordu. Şehre herhangi bir katkısı olmayan köprünün altına sığdırılmış marketten, dönüş yolunda ilerdeki markete gitmek için karşıya geçiyordu ki, o kadar dikkatine rağmen Mithatpaşa’dan inip Ziya Gökalp’e dönen bir araba nasıl çılgın bir hızla geliyorsa hakimiyetini yitirip onu sıyırıp bisikletine langadak çarptı. Umut son anda bırakmasa, kendisi de bisikleti gibi asfalta dağılacaktı. Öyle bir hız.
Çocuk hem korkudan hem de bisikletini ve aldıklarını yerle bir olmuş halde görünce dondu kaldı. Bisikleti sanki yakın bir arkadaşıydı ve yerde öylece, yararlı yatıyordu. Kırılan poşetinden sarı sıvı olarak sızan yumurtalar, kaldırıma fırlamış ekmek poşeti sabahın tüm güzelliğini paramparça etmişti. İçinde hızla bir dehşet duygusu yükseliyordu. Gözlerini onlardan alamıyordu... Aklını başına toplayamıyordu.
Gözlerini onlardan alamıyordu, ki bu yüzden kızgınlıkla ona doğru gelen adamı fark etmedi. Adam bu kez de hakimiyetini yitirdiği bir öfkeyle, önce arabasından inmiş, çarpma sırasında bisikletin değdiği yerlerine bakmış, gıcır gıcır arabasındaki minicik çiziği görmüş, sunturlu bir küfür etmiş üzerine doğru geliyordu.
Tam Umut’un karşısına gelmiş, kendisine şaşkın şaşkın bakan çocuğa elini kaldırmıştı ki olaya şahit olanlardan genç bir kadın hızla koşup an farkıyla aralarına girdi. Adamın son anda yana savurduğu eli az kalsın kadının yüzünün tam ortasına geliyordu. Ki omzuna geldi zaten.
Kadın bunu dert etmeden ama çok kızgın,
“Ne yapıyorsun sen?” dedi, “Ne yapıyorsun?”
Adam küçümseyen hatta aşağılayan bakışlarla kadının üzerinden Umut’a ulaşmaya çalışıp,
“Çekil be kadın görmüyor musun arabamı mahvetti?”
“Hata sende! Öyle araba mı sürülür? Eziyordun çocuğu?”
“Sen ne karışıyorsun? Sana mı kaldı hata bulmak?Defol git! Beni kızdırma! Bak sonra fena olur!”
Adam çocuğa doğru halmle yaptıkça kadın ringdeymişcesine, pençeleri oğlan çocuğuna doğru gitmesin diye önüne geçiyor, bırakmıyordu. Adam, çıldırmışcasına, kadını ve çevrede izleyenleri de işin içine katıp,
“Ulan sülalenizi satsanız bu arabanın tekerini alamazsınız. Bir tek tekerini alamazsınız. Ne konuşuyorsunuz?”
Kadın bir yandan arkasında öylece durmakta olan Umut’a adamın ulaşmasını engellemeye çalışıyor bir yandan çevrede toplanmış olan üç beş kişiye yalvarırcasına sesleniyordu.
“Lütfen biriniz polisi arayın. Lütfen?”
Hiç kimse yanıt vermedi. Vermedikleri gibi arama girişiminde bulunmadılar. Şahit yazılmak vardı sonuçta. Bu arada Umut kendine gelmişti. Sebep olduğunu düşündüğü bu tazsız olayı yatıştırmak gayretiyle atıldı,
“Abi vallahi baktım ben yola, sen çok hızlı geldin. Benim suçum yok.”
“Çıkmayacaksınız sokağa. Çıkmayacaksınız efendim! Oturun evinizde. Ne işiniz var sokaklarda? Çıkıp başımıza bela oluyorsunuz.”
Adam çevredekilerin mırıldanmanın, söylenmenin ötesine geçmeyen tepkisizliğinden ve kendi söylediklerinden cesaret aldı. Zorla tuttuğu ağzından salyaları akarak küfürler savuruyor, resmen kadını itmeye çalışıyordu. Gerçekten vuracak mıydı bilinmez, kulağının dibinde güzel bir koku, yumuşak bir ses ansızın durdurdu onu;
“Beyefendi! Beyefendi!”
Usulca döndü. Bir yandan davranışının engellenmesinden öfkeli diğer yandan leylak kokusundan ve kibarca seslenişten etkilenmiş, ikircikli. “Ne var?” gibisinden baktı. Yaşlı kadın ile yüzyüze geldi. Bu arada tartıyordu karşısındaki kadının gücünü. Gününü ve arabasını mahveden sümüklüden ve onu cezalandırmasına, ağzını burnunu kan içinde bırakmasına, yerlerde sürüklemesine engel olan aşüfteden acısını çıkaramama ihtimalinin sinirinden titreyerek,
“Ne var?”
Karşısında yaşlı bir kadın, hükümet kadın dedikleri gibilerdendi. İyi giyimli, egemen, üst rütbeden... Hafife almamalıydı.
Yaşlı kadın aynı yumuşak tonla, Umut’a duvar olan gençten kadını gözleriyle işaret ederek, sadece adamın duyacağı ses tonuyla sordu,
“Tanımadınız mı?”
“Bunu mu? Ne tanıyacağım bunu hanım?”
Adam bir türlü yaşlı kadını tersleyememenin sıkıntısı içinde ne diyeceğini bekliyordu sabırsızlıkla.
“Gerçekten tanımadınız mı?”
“Ya ablacığım neyini tanıyacağım bu.... “ dedi, sustu.
Aslında yaşlı kadın genç kadını tanıyor, tanınmış bir kişi olduğunu biliyordu ama bir türlü çıkaramıyordu. Çıkaramamanın, adama hemen bir şey bulup söyleyememenin, çocuğu kurtaramamanın zihnindeki bulanıklığıyla uğraşıyordu. Ne olduğunu anlamadan birden dudaklarından dökülen,
“Bu hanım emniyet amirinin karısı.”
sözleri, kulaklarına ulaştığında hayretler içinde kaldı. Nereden çıkmıştı şimdi bu? Ama bu genç kadın sahiden şöhret sahibi bir kadındı da emniyet amirinin karısı nereden çıkmıştı şimdi? Elleriyle kafasını tuttu.
Adam iyice kuşkulu, inanmamazlıkla ama artık daha sakin, ve iki adım geri çekilerek,
“Bu mu? Bu şekilsiz mi?”
Yaşlı kadın için artık tüm dönüş yolları kapanmıştı. Sabah sabah böylesi bir tuhaflık... Olacak şey değildi yani. Kuşkuya yer bırakmadan güvenli bir duruşla sürdürmek zorundaydı. Çevrede kulaklarını dikmiş onları izleyen kalabalığın duymamasına dikkat ederek,
“Bu tabii. Hem kendisi hem kocası çok mütevazıdır. Sakın sizi yanıtmasın.”
Adam bıkkın,
“Ya ablacığım ben bu arabaya bir yalı parası saydım?”
“Tamam da sen bilirsin yani”
Tartışmayı, kavgayı sürdürmeyi gözü yemiyordu artık adamın. Durdu. Düşündü. Aklına ne geldiyse telaşla saatine baktı.
“Gecikiyorum. Gecikiyorum ben. Allah kahretsin randevuyu kaçıracağım.”
Yaşlı kadın,
“Çocuğa bisikleti ve korkusu için biraz para ver, işi hemen kapat bence. ”
“Bir de para mı vereceğim?”
“Burada çok kamera var.“
Adam zavallıca,
“Ah Ablacığım! Arabam değerinden ne kadar düştü biliyor musun?”
Yaşlı kadın yolun karşına çekilmiş ikisinin konuşmasını izleyen topluluk içinde elini, kaldırıma çökmüş Umut’un omzuna koymuş genç kadını işaret ederek,
“Bilmem ki!”
Adam gittikçe çoğalan kalabalıktan, işin uzamasından rahatsız olmuş, canı sıkıla sıkıla cebinden bir tomar dolar çıkardı. Kıyamadan bir tanesini çekti. Yaşlı kadının gözlerine baktığında yetmediğini anladı. Bir tane daha çekip yaşlı kadına uzattı. Yaşlı kadın parayı aldı, herkesin gözü önünde Umut’un yanına gidip çevreden birinin verdiği suyu çekinerek içmekte olan çocuğun eline tutuşturmaya çalıştı. Çocuk almak istemedi. Genç kadın da almasını isteyip, ısrarlı davranınca aldı çocuk.
Giysileri sahiden sıradandı genç kadının. Aslında yaşlı kadın da ender olarak böyle şık, alımlı giyinirdi. Saçlarda drapeler, kokular, ipek fularlar. Bugün bir sınıf arkadaşları kahvaltısı için böyle güzel giyinmiş çıkmıştı.
Adam ağzının içinde söylenerek, söverek arabasına bindi. Sinirinden hâlâ titriyordu. Arabasını çalıştırdığında ortalığa bir ses bombası düşmüş gibi oldu. Kulakları tırmalayan bir ses bir şiddet bir korku. Çakarları çalıştırmıştı son ses. Ve hızla uzaklaştı.
Onun gidişiyle çevredekiler, tepkisizliğin uykusundan uyanıp hareketlenmişlerdi. Artık herkes konuşkan, cesur, yardımseverdi. Elbirliği ile dağılmış poşetleri ve bisikleti toparlayıp Umut’a teslim ettiler. Esnaftan biri adamın arkasından,
“Az ilerde çevirme var. İnşallah çakarını görür de çevirirler,” diye bağırdı.
Umut, iki kadının şefkatiyle kendine gelmiş, toparlamış biraz, ağır ağır Kolej’e, mahallesine doğruyola çıktı.
İki kadın, çocuğun arkasından uzun uzun bakıp, Kızılay, Güvenpark’a doğru yöneldiler. Bir kaç adım sonra birbirinden bağımsız olarak yanyana yürüdüklerini fark ettiler.
Yaşlı olanı daha genç olanına laf attı.
“Sahiden ben sizi nereden tanıyorum? Siz çok meşhur birisiniz. Onu biliyorum. Biliyorum da çıkaramıyorum.”
Genç kadın gülerek,
“Kesinlikle meşhur değilim.”
Durdu. Yaşlı kadını üzmemek için açıklamak gereği duydu.
“Şöyle! En çok, ama en çok yüz kişinin izlediği bir youtube kanalım var, o kadar.”
“Aaaa! İlginç! Hiç tahmin etmezdim youtuber olacağınızı. Öyle bir tipiniz yok yani.”
“Asla değilim. Sadece, artık, Ulus gibi giderek eski bir şehire dönüşen Yenişehir’i yani Kızılay’ı, sokak sokak anlatmaya...”
Yaşlı kadın heyecanla kesti sözünü,
“Şimdi oldu! Ya ben sizi çok izliyorum!”
“.....”
“Sizi çok izledim. Çok... Çok... Selanik’te İnkılap’ta, Bayındır, Konur ve Karanfil’de yaşayan eski insanları bulup konuşturuyorsunuz. Kendinizi çok göstermediğiniz için yeterince tanınmıyorsunuz ama. Ben çok izlediğim için yüzünüzü tanıyorum.”
Durdu, nefes aldı, coşkuyla,
“Ahmed Arif’in oturduğu evi, Ruhi Su’nun oturduğu sokağı, Kartal Tibet’in tiyatrosunu, AST’ı, Asaf Çiğiltepe’nin ilk oyunda seyircilere söylediklerini... Daha neler neler...”
“Bu sadece şehri seviyorum. Bir de çocukluğumu...”
“Ben de sizin gibi kız kardeşlerimi.”
Kolkola girip yürüdüler.
Sevgi Soysal mavi gökyüzü, bembeyaz bulutların arasından bir yerlerden, uzatıp başını, göz kırptı onlara, görmediler ama kalplerine ansızın dolan neşeyle güldüler gülüştüler.
(Tamamen kurmacadır)
Etiketler:
Ahmed Arif,
Ankara Bayındır İnkılap Selanik Konur Karanfil,
Ankara Kolej,
Ankara Mithatpaşa Cad,
Ankara Ziya Gökalp,
AST,
Kartal Tibet,
ruhi su,
Sevgi Soysal,
Troyasanat Dergisi
26 Mayıs 2025 Pazartesi
O Gözler Azraile Rahmet Okutan Gözler
GÜVEN TUNÇ
O GÖZLER AZRAİLE RAHMET OKUTAN GÖZLER
“O güzel kız kardeşim kendini yalnız hissetmesin diye…”
Günlük güneşlik bir gün, uçsuz bucaksız bir çimenlik. O, bu çimenlikte dört beş yaşlarında ölesiye mutlu bir çocuk. Özgür. Özgür ve o yaştaki bütün oğlan çocukları gibi arsız. Hayat arsızı. Arkadaşlarıyla boğuşa oynaşa kendi doğasına ve karşısında kocaman bir tepsi gibi duran güneşe doğru koşuyor. Yüreği; neşeden, heyecandan ve koşarak yarattığı hızdan göğüs kafesini yırtıp çıkacak gibi atıyor. Çığlıkları kuş şakımalarına karışıyor. Dur durak bilmeden kollarını iki yana açmış koşuyor, koşuyor, koşuyor, sanki uçuyor sanki uçuyor sanki uçuyor ve gökyüzüne yükseliyor…
Bir el, sadece bir el silah sesi, her şeyi bir anda bitiriyor.
İşte her şey bu kadar ani oluyor.
Nefesi tıkanıyor. Gözleri bulanıyor. Durdu duracak kalbi… Durdu duracak.
Arkadan gelenler önemli değil ama o ilk el, atılan o ilk kurşun, onu arkadaşlarından, onu; bu mutlu bu masum bu yaşam dolu tablodan silip çıkarıyor. Kuşları korkutup çığlık çığlığa uçurarak uzaklaştırıyor. Güneşi söndürüyor. Havayı karartıyor. Yüreği kanatıyor…
Loş, pis bir sokakta yapa yalnız şimdi.
Göğsünün üzerinde yapışkan, sinsi bir ağırlık. Artık çocuk değil. Yaşlı ve çirkin bir adam olmuş birden. Yaşlıdan çok yıpranmış, vaktinden çok önce çökmüş bir adam. Çok yorgun ve üstü başı çok kirli. Yaralanmış. Çok yaralanmış. Sesini duyduğu kurşun, ona denk gelmiş. Ağır kanamalı yaralanmış. O ıssız, uğursuz sokakta bir duvara yaslanmış çaresizce kanının kollarından ellerine doğru aktığını ıslaklığından fark ediyor. Ellerine doğru inen kendi kanına tiksintiyle bakıyor. Farkında olmadan ellerini göğsüne götürüyor. Tutturamıyor. Usulaca biraz daha yukarıya çıkıyor. Anlıyor ki boynundan vurulmuş. “Eyvah! Eyvahhh!” İçi boşalıyor sanki. Yavaş yavaş, oturur gibi düşüyor önce. Sonra boylu boyunca uzanıp kalıyor sokağa. Kan göğsünden yere, sırtına, bacaklarına, bacaklarından ayaklarına akıyor. Üstü başı bütün kan. Sürekli kanıyor. Ne çok kanı varmış. Baktıkça şaşırıyor. Bütün sokak kan olmuş. Ilık, yapış yapış, vıcık vıcık kan. Oysa o kandan ve kan kokusundan ölesiye korkar. Olanlara inanamıyor bir türlü. Son bir gayretle kalkıyor. Karanlık sokakta bir oraya bir buraya devriliyor. Yürümek istiyor ama sadece ayaklarını sürüyor. Bağırıyor. Kimse penceresini açıp da bakmıyor, “Ne oluyor” diye merak etmiyor. O, bağıra çağıra yardım istiyor. Ortalıkta çıt çıkmıyor. Kendi sesinden ürküyor. Sonra yine düşüyor, pat. Yıkılıyor. Kendinden tiksinerek yatıyor. Kendi kanının içinde, kendinden tiksinerek yatıp kalıyor.
Artık sessizce olacakları bekliyor. Ve korktuğu, korkarak beklediği oluyor; bir çift göz, o bir çift kocaman göz, tüm alıcılığıyla, sahibi olmadan gelip karşısına dikiliyor. Ölüm bundan bin kat evla olsa gerek. Bin kat evla. Ama yıllardır istiyor, yıllardır bekliyor, gelmiyor. Özellikle o gözler üzerindeyken istiyor ölmeyi. O gözlere karşı ölüme sığınıp birden kurtulmayı. Öylece boynunu büküp bekliyor ama ölüm bile gelmiyor.
Usul usul ağlıyor…
Yarı uyanıyor ki, yüzü ıslak. Gözlerini yumup bekliyor. Yeniden dalar gibi oluyor. Yeniden uykuyla uyanıklık arasında bir yerde kaybolup gidiyor.
Karşısına bir insan gibi gelip dikilen o güzel ve acımasız gözler. Ne güzel gözler bunlar, kocaman kocaman, ela gözler. Başkalarına bakarken derin bir orman, engin bir deniz, yücelerden dingin bir dağ, neşeli bir derecik, bir uysal ceran. Ama ona baktığında insanı donduracak kadar inceleyici. Soğuk. Can alıcı. Baktı mı insanın tüm ruhuna bakıyor sanki. Bir bakışta insanın ciğerini okuyor. O gözler yalanın, dolanın, şerefin şerefsizliğin nerde olduğunu anlamaya muktedir. Baktı mı, öldürmese de süründürüyor. Ve şimdi tüm dikkatiyle ona bakıyor yine. Ona bakıyor.
Göğsünün içinde bir sis bir duman bir kara bulut.
O, bu kadar zaman olmuş o gözlere bir kez bakabildi. Bir kez. Bakmak denmez ona asla. Bir kez karşılaştı bir kez göz göze geldi. O oldu zaten. O oldu. Artık gelemiyor. Artık gelemiyor. Çünkü o ilk karşılaşmadan sonra o gözlere bakamıyor. Yıllar yıllar oldu, nice devirler geldi geçti ama başını kaldırıp da o gözlere bakmıyor, bakamıyor. Ve o gözleri asla unutamıyor. Ne zaman karşı karşıya getirileceklerini bilse titreme nöbetlerine düşüyor. Ne zaman karşı karşıya getirseler kafasını bir türlü kaldıramıyor. Hep o bakıyor ona, hep o. Bakıyor, inceliyor. Karşı karşıya olmasalar, kilometrelerce uzakta olsalar bile onun bakışları üzerinde oluyor hep. Hep peşinden geliyor. İzliyor. Hiç huzur vermiyor. Hiç. Hiç. Hiç.
O gözler Azrail’e bin kere rahmet okutuyor…
Göğsünün üzerinde ağır bir yük. Kendini bilmeden yatıyor. Farkında olmadan gözyaşları yüzünü, damla damla sızarak ve yol yol iz bırakarak ıslatıyor.
Derin derin nefesler almaya çalışıyor. O nefes almaya çalıştıkça akciğerleri beton bir kalıp oluyor. Ciğerleri bir türlü esnemiyor, açılmıyor, rahatlatmıyor. Nefes almaya çalışıyor, olmuyor. Vermeye çalışıyor, olmuyor. Nefesi boğazına tıkanıp kalıyor. Bir korktuğu da bu zaten. O zorladıkça boğazından kesilen bir horozun sesine benzer bir acayip hırıltı çıkıyor ama nefes çıkmıyor. Çiğerlerindeki havayla boğuluyor neredeyse. Boğuluyor.
Çığlığı keskin bir kılıç olup boğazını parçalıyor. Aynı anda aksırmaya, öksürmeye başlıyor. Tükürüğü ağzından burnundan geliyor. Öksürükle nefesi açılır gibi oluyor ama o daha beter bir açmaza düşüp tükürüğünü kan sanıyor. Kan sanıyor... Kendi çığlığıyla sıçrıyor.
Şimdi tam uyanık…
Üzerine bir yüz eğiliyor ve bir çift göz yanaşıyor ama hemen de kayboluyor. Ölümcül bir gayretle çırpınarak kalkmaya, kendini o gözlerden kurtarmaya uğraşıyor. Kalkamıyor. Başını yastıktan bir türlü doğrultamıyor. Gücü yok. Tüllerin içinden süzülerek pencereden odaya, yüzüne vuran renkli ışıkların loşluğu arasından fark ediyor ki o kanlı sokakta değil. O sokakta değil çok şükür. Odasında. Yatağında… Az önce burnunun hemen ucunda görünüp kaybolan gözler ise ela değil mavi. Mavi ve endişeli. O gözler değil yani… Yeni kız bu. Yeni kız… Swetlana…
Swetlana, buraya geleli birkaç ay olmuş ve bu birkaç ay içinde başına gelenlerden dersini almış. Bu nedenle sinmiş yatağın bir tarafına, sessizce bekliyor. Artık başlayınca kaç saat süreceği bilinmez hırıltılara katlanmayı öğrendi. Ona bakmamayı öğrendi. Böyle zamanlarda ellememeyi, ses çıkarmamayı, görmemeyi, duymamayı, bilmemeyi, ama en çok da bakmamayı.
Kız onun nöbetine ilk tanık olduğunda çok korkmuş, çok. Ama onlar eğitimli. Korkuya teslim olmuyorlar hemen. Yardım istemeye yeltenmiş, telefonla Timur’u aramaya kalkmış, ilk tokadı da o zaman yemiş. Yine de yılmamış, direnmiş, onu öylece bırakıp gitmemiş. Sabaha kadar başında beklemiş. Havlu kâğıdı ıslatıp ıslatıp yüzünü, ensesini, koltuk altlarını silmiş. O ittikçe aldırmayıp terini silmeyi sürdürmüş. Hırıltısı bir türlü bitmeyip çaresiz kalınca ellerini alıp çıplak tenine, vücuduna dokundurmuş. Onu okşamaya çalışmış. Bir yararı olmamış… Ancak sabaha doğru nefesi kendiliğinden açılınca kâbus bitmiş. Kız, o rahatlayıp uyuduktan sonra ancak uykuya yatmış.
Kız birkaç gün sonra meseleyi kendince anlamış, ikinci nöbette ses çıkarmamaya çalışmış. Yattığı yerde geçmesini beklemiş. Ama huzursuz bir bekleyiş olmuş. Kıpırtılarından kızın gözünü yummadığını anlamış. O ağır nöbet arasında bile anlamış, onun kendini dert ettiğinin farkına varmış. Bu durum önceleri daha çok kızmasına neden olmuş. Öfkesi kontrolden çıkmış. Ama sonra ilk kez, belki de ilk kez sevgiye benzer bir kıpırtı doğmuş içinde… Swetlana bu kâbusa ilk tanık olduğunda, “Görürse görsün orospu, hepsi gördü, ne olacak ki“ diye üzerinde durmamışmış ama onun sorgulamayan, bir şey talep etmeyen, razı gelen, ızdırabını dindirmeye çalışan haline alışınca onun diğerleriyle birlikte gönderilmesine, yeni bir kız getirilmesine izin vermemiş. İlk kez böyle bir şey yapmış, ilk kez. Ama artık her şey gibi gururunu da yerle bir eden bu parçalanmış halini sürekli görsün istemiyor. Tahammülü yok böyle bir duruma. Swetlana’nın kendi kararıyla gitme şansı yok ama gitsin istemiyor. Kendisinden tiksinsin istemiyor. Onu aşağı görsün istemiyor. Aksine yanında dursun, onu karanlık gecelerde sarıp sarmalasın, yüreğini yumuşatsın, ısıtsın istiyor…
Hırıltısı geçse de hâlâ nefes almakta zorluk çekiyor. Sanki can verecek de veremiyor. Swetlana sırtını dönmüş, uyur gibi yapmaya, gözlerini kulaklarını kapalı tutmaya çalışıyor. Ne olursa olsun, yatakta kendisine bakmamaya çalışıyor. Uyurken de uyanıkken de bakmamaya çalışıyor. Artık iyice biliyor ki, ölse bile dönüp bakmayacak. Kimseye söylemeyecek. Kimseyi çağırmayacak. Timur’dan, Yuri’den hatta öz ağabeyi Cemil’den bile yardım istemeyecek. Durumu kimseye anlatmayacak. Bekleyecek. Sadece sabırla bekleyecek. Bakmayacak.
Kimsenin kendisine doğrudan bakmasını sevmiyor sahiden. Kimseyle göz göze gelmeyi, birinin kendine baktığını algılamayı sevmiyor. Kendisine doğudan bakılmasından hiç hoşlanmıyor. “Ürperiyorum” demiyor, diyemiyor, “Hazzetmem” diyebiliyor.
Başı mecalsiz yastığa düşüyor yeniden. Swetlana dayanamayıp, çıplak vücuduna bir şey giyinmeden, giyinmek gereğini duymadan mutfağa koşup bir bardak suyla dönüyor. Suyu başucundaki komodine, ilaçların yanına bırakıp hemen yataktaki yerine arkası dönük uzanıp siniyor.
Doğrulmaya çalışıyor. Titreyen elleriyle ilaç şişesine uzanıyor, bir yudum su alıyor ama yutamıyor. Bir kez daha öksüre öksüre, öğüre böğüre yutamadığı suyu üstüne başına, yatağa püskürtüyor. Elindeki ilaç şişesini duvara fırlatıyor. İstanbul’un, Ankara’nın namlı doktorlarının, beş yıldızlı otel gibi lüks olan hastanelerinin başhekimlerinin yedi sülalesine dümdüz gidiyor. Canı burnunda, öfkesinden kuduruyor. Ama yapacak bir şey yok. Sabredip beklenilecek. Bu kez çaresizlikten gözlerinden yaşlar boşalıyor. Boş bir çuval gibi bırakıyor kendini yatağa. O başını yastığa bırakıyor ama geçmiş onun başını bırakmıyor. Bütün acısıyla çullanıyor üzerine. Gözleri açık, tavana bakarak ve çaresizce sakin olmaya çalışarak yatıyor… Birden sıçrıyor…
Ama, ama bugün pazartesi değil ki. Bugün pazar. O lanetli güne, pazartesiye daha çok var. Saat, daha sabahın ikisi. Daha çok zaman var o uğursuz pazartesi gününün sabahına, o uğursuz saate, o uğursuz dakikaya daha çok var… Kimi kandırıyor. O gün çoktan geldi de geçti bile. Olanlar oldu. Yapacağını yaptı. Üzerinden yıllar yıllar geçti… Zaman aşımı bile oldu.
Ama günlerden pazartesi değilse bu yaşadıkları ne oluyor? Neden? Neden? Bir tek o mu suçlu… Çok gençti. Ne yaptığını bilmiyordu. Onlara güvenmişti. İyi bir iş yaptığını düşünmüştü.
Allah’ım, bugün pazartesi değil. Pazartesi değil bugün Allah’ım. Bugün o gün değil… Neden? Neden? Akşamı anımsıyor birden.
Bütün nefreti ve lanetiyle akşamı anımsıyor. O akşamı, ve beyefendiyi anımsıyor.
“Sana ne verdiler” diye sormak istiyor akşam. Tüm davetlilerin; bakanların, kulüp başkanlarının, cemiyet adamlarının arasında bağıra çağıra sormak istiyor. Gelinle damadın, nikâhı kıymaya gelmiş büyük şehrin belediye başkanının, piyasaya yeni sürülmüş manken gibi kızların, acar futbolcuların ve badem bıyıklı yeni tüccarların arasında beyefendiye sormak istiyor, “Sana ne verdiler?” Bakalım salondaki herkes o soruyu duyduğunda, bakışlarındaki herkese yönelik o aşağılama kalacak mı? Yüzünde her zaman taşıdığı o yavşak gülümseme duracak mı?
“Bilmediğim adamlar yirmi yıl önce ruhumu elimden alıp bana bir tatil köyü verdiler. Bilmediğim adamlar yirmi yıl önce ruhumu elimden alıp bana bir tatil köyü verdiler tamam da, sana ne verdiler? Okumuş olman, koskoca bir adam olman fark etmiyor. Ruhunu aldılar da sana ne verdiler? İki tatil köyü mü? Üç mü? Beş mi?”
Şimdi her şey hatırlıyor. Akşamın tüm ayrıntılarını anımsıyor. Ve anımsadığı her ayrıntı, gelip gelip nefesini tıkıyor. Akşam, limandaki büyük otelin salonunda düğün var. Paşa, kızını evlendiriyor. Gitmemek olmaz. Gitse de zaten herkes huyunu biliyor. İki üç yılda bir, bir on dakika. Gidip bir masaya ilişiyor. On dakika oturuyor. Düğünse takısını takdim ediyor başka bir toplantıysa gereğini yapıp kalkıyor. Herkes onun toplum içine bu kadar az katılmasında bir kibir olduğunu düşünüyor. Bu da onun çok işine geliyor. Şanı yürüyor. Kimse gelip de ona bulaşmıyor, mesele yaratmıyor.
Oysa durum farklı. O kasabaya inmiyor değil, inemiyor. Topluluklara karışamaz o. Ya o gözlerle bir yerde karşılaşırsa. Olur da karşılaşırsa donup kalmaktan düşüp bayılmaktan korkuyor. Zorunlu hallerde kasabaya sadece Timur’un kullandığı zırhlı bir arabayla gidip geliyor. Timur onu her yere götürüyor. Timur onun eli ayağı. Cemil’den bile çok, ona güveniyor. Kırk yılda bir, bir yere gittiğinde de, başını kaldırıp bir yana bakamıyor. Arabanın koyu renk camlarından içerisinin görünmeyeceğini bile bile dışarıya bakmıyor. Gideceği mekâna, arabayı kapısının ağzına park ettirerek giriyor. Timur hemen koşup kapıyı açıyor. O hemen inip mekâna giriyor. Kimseyi görmemeli kimseye bakmamalı kimseyle göz göze gelmemeli. Hayati bir konu olmadıkça yollarda asla durulmuyor. Tüm kasaba onun bu tutumunu gururuna, meşhur kibrine bağlıyor. Oysa içinde olanları bir tek o biliyor. Yıllarca yer ayırtan, kayıt olan müşteri listesini tek tek incelemiş biri o. İçi titreye titreye, asla olmayacağını bile bile ama korka korka incelemiş biri. Kasabaya inme meselesi de aynı işte. O gözlerle bir yerde karşılaşmak olasılığından öylesine ürkmüş ki kasabaya, kente gitmekten çoktan vazgeçmiş. Otelde bile çok dolaşmaz. İnsan içine çıkmaz olmuş.
Kırk yılda bir on dakikalığına kasabaya iniyor ve yıllar sonra nereden çıktıysa bu sefer de beyefendiyle yüz yüze geliyor dün akşam. Yüzünde her zamanki o cellât gülümsemesi, herkesi tek tek süzüyor. Herkesi, darağacındaymış da o çekip almış ama sandalyeden de indirmemiş gibi bakıyor. Herkese, fermanı için kalemini kıracakmış da kırmamış gibi yukardan bakarak salonda geziniyor, tıkınıyor. Neredeyse patlayacak. Zaten o kadar yiyor ki bir gün öyle olacak. Patlama anı gözünün önüne gelince gülecek gibi oluyor. Geceye tahammülü artıyor.
Salona girip de tenha bir yer bakınırken kalabalığın arasında dikkatini çekiyor beyefendi. Horoz gibi kabarmış hâli, içgüdüleri hemen uyarıyor. İlk tepkisi acilen, hemen salondan çıkmak oluyor. Ama beyhude. Geç kalmış. Beyefendi tarafından görülmüş. Bir baş hareketi çıkamayacağını derin, sarsıcı bir huzursuzlukla anlatıyor. “Eyvah!”
Timur olanları fark ediyor. Çaresizce yüzüne bakıyor. Beklemek zorundalar. Pezevenk, yanlarına gelmek için inadına ağırdan alıyor. İçinden bağırmak, haykırmak geliyor. “Sana ne verdiler?“ “Senin ruhun kaç tatil köyü ediyor?” Ah bir sorabilse. Bir sorabilse… Onu görmeye hiçbir zaman tahammülü olmadı. Ne babasını öldürdüğü kızın gözlerinden korka korka katıldığı duruşmalarda ne öncesinde ne sonrasında. Kendini ne kadar hazırlarsa hazırlasın tahammülü olmadı. O kürsüdeyken yüzüne karşı hep öyle bağırmak istedi. Şimdi de bağırmak istiyor. Tüm gücüyle duygularını bastırıyor. Her gün azalan gücünü fark ettikçe de paniğe kapılıyor. Ya bir gün bastırma gücü tükenir de hislerine hâkim olamazsa. Ya olmadık bir yerde bağırırsa… Felaketi düşünmek bile istemiyor.
Bir masaya iliştiğini fark ediyor. Timur oturtmuş olmalı. İçindeki isyan büyüdükçe büyüyor. Beyefendi beğenip mekâna gelmez ama yanındakileri peşine takmasından korkuyor. Beyefendileri ağırlamaktan, beyefendilerin tanımadığı misafirlerine kadın ayarlamaktan, kuş sütü eksik olmayan sofralar kurmaktan, kumara götürmekten, kumarı çevirmekten bıktı artık. Bıktı tükendi artık. Tü-ken-di.
Neyse ki çevresi yağcılarla çok kalabalık oluyor da yine bir baş işaretiyle gidebileceğini söylüyor. Timur işareti ondan önce çakıp toparlayıp salondan çıkarıyor. Son hızla otele yetiştiriyor. Swetlana onu tatlılıkla karşılıyor.
Güzel bir gece oluyor. Ama sonrası… Keşke uyumasaydı. Keşke hiç uyumasa, çıksa sabaha kadar dolaşsaydı.
Hiçbir şey hiçbir şey onun nöbetlerine, kasılma-katılma ataklarına engel olamıyor. Nerelere, kimlere gitmedi, nerelere kimlere götürmediler? Olmadı. Bir şifa bulamadı. Bekliyor. Hiçbir şey düşünmemeye çalışarak bekliyor.
Sabretmekten başka yapacak bir şeyi yok ama gittikçe sabrı azalıyor. Aksine nöbetler sıklaşıyor. Sıkıştırıyor. Hayat çoğu zaman bir cehennem.
Bir saate yakın sakin olmaya çalışarak bekliyor.
Artık nefesi hafif hafif düzelmiş, kalp çarpıntısı azalmış yatağın içinde toparlanmış oturuyor. Neon ışıklarının vurduğu pencereden dışarıya doğru, sisli bir boşluktan başka bir şey görmeden bakıyor. Swetlana’nın hafif soluğunu dinliyor, geçmişi ve geleceği tasa etmeden, öylece beklemeye çalışıyor. Gevşemeye. Artık bedeni nöbetin son aşamasında. Gerçek uykuya benzer bir rahatlama için kendini bırakmaya hazırlanıyor. Tedirgin olmadan yatağa tam uzanmak için ağır ağır pikenin altına doğru kayıyor. Gözleri kapanmaya istekli. Kapatıyor.
Kapatmasıyla açması bir oluyor. Bir çift ela göz bu sefer tam başucunda. Öylece durup bakıyor. Bedeni yok sadece bir çift göz. Ne yardım ediyor ne tiksiniyor ne alay ediyor. Tüm ciddiyetiyle göz kırpmaksızın bakıyor. Bakıyor. Artık uyku haram. Artık nefes alıp verebilmek hayal.
Ölmek istiyor. Bugün pazartesi olmadığı için, bugün pazartesi olduğu için, bugün herhangi bir gün olduğu için ölmek istiyor. O ela gözler ona bakmasın diye ölmek istiyor. Artık hiçbir şeyi taşıyacak gücü kalmadığı için ölmek. Ama öldürmeyen Allah öldürmüyor.
Bu düş bu karabasan yıllardır her pazartesi olmasa da bazı pazartesileri gelip üzerine kapanıyor başka bir gün değil, sadece pazartesi. Yalnızca pazartesi. Her pazartesi olsa alışacak bir şekilde. Tam “Artık olmuyor kurtuldum” dediğinde hortluyor yeniden. Bir lanet gibi üzerine çöküp, ağır karanlık kan kokulu kanatlarını üzerine kapatıp başlıyor göğsünü gagalamaya. Onun yüzünden tansiyon hastası oldu. Onun yüzünden şeker hastası oldu. Onun yüzünden kalbi hiç iyi değil. Onun yüzünden sevişemiyor bir türlü. Hep yarım. O yüzden sevdiği kadın, ‘Gülsümmmm’ hep uzağında. O yüzden “geyik i” sevmiyor, o yüzden yalanı doğrusundan çok muhabbetleri istemiyor. O yüzden sırtını dayayacak bir oğul yapamadı. Hiçbir kadını doğurtamadı. O yüzden yalnız kaldığında hep ağlıyor.
Yeniden yatağın içinde toparlanıp oturuyor. Kendi tarafındaki gece lambasını açıyor. Yana döndüğünde Swetlana’nın acı dolu bakışlarıyla karşılaşıyor. Swetlana ağlamış. Onun masum ve güzel yüzüne bakmaya dayanamıyor. Onu öyle görünce ciğerine keskin bir bıçak saplanmış gibi oluyor. Yaralı bir hayvan gibi inliyor. Artık yeter… Yeter… Yeter…
Yataktan hızla kalkıyor. Banyoya gidiyor. Duşa girip soğuk suyun altında bekleyecek. Suyun altında ayakta duramazsa oturacak, oturamazsa yatacak. Ne olursa olacak. Yeter ki bir az hava girsin ciğerlerine. Ruhu biraz huzur bulsun. Duş bazen iyi geliyor. Su; ağladığını da nefes almak için uğraşıp başaramayınca boğazını yırtan hırıltısını duymanın çaresizliğini de ondan gizleyebiliyor. Ama banyoya girer girmez aynada hayalete dönmüş bir yüzle karşılaşıyor. Her şeyi solmuş bir yüz. Tıraşlı kafasındaki yarım santimlik saçlar gri, surattaki üç günlük sakallar gri, bakışlar gri. Hayalet gibi bir şey. Anında geri çıkıyor. Bu haliyle duştan bir hayır gelmez.
Aynı hızla odaya dönüyor. Kendi yattığı taraftaki komodinin üst çekmecesinde her zamanki yerinde duran tabancayı kapıp odadan ok gibi fırlıyor. Merdivenlerden mermi hızıyla inip kendine tahsis ettiği dört katlı villadan dışarıya çıkıyor. Ayakları çıplak. Odada biraz daha kalsa ya kendi kafasına ya Swetlana’nın kafasına sıkacak.
Tatil köyünün en sakin saati. Disko kapanmış, sarhoşlar ya odalarında ya kuytuluklarda uzanmış. Gündüz ağır başlı, gece kuduruk İngilizlerle hep kuduruk Ruslar bile sızmış. Sesler kesilmiş. Mutfak ise yeni günün hazırlıkları için beklemekte. Bu nedenle daha tabak çanak gürültüsü başlamamış. Sanki derin bir huzur var ortalıkta.
O hiç birinin farkında değil. O içinin karanlık hücresinde alkolün, sigaranın ve başka birçok alışkanlığın yıprattığı bedeni ve öksürüğüyle yalınayak hedefsizce yürüyor.
Kâbusunun karanlığında yürüyor ve gece mi gündüz mü bilmiyor. Gözlerini kapatsa da açsa da, rüyada olsa da olmasa da o gözler peşini bırakmıyor. Ezâ içinde. Bütün ruhu bütün bedeni ezâ içinde. Artık dayanamıyor artık taşıyamıyor.
Yel yepelek yürüyor.
Nasıl güzel bir gece. Yıldızlar avuç avuç. Gökyüzünde bir düğün alayı. Havada çam, ıhlamur ve çiçek kokusu. Uzaktan, kıyıyı okşayan dalgaların güzel şarkısı.
Ne havanın ne gökyüzünün farkında. Bir sahile bir ormanlığa doğru gidip gidip geliyor.
İlk zamanlar memleketten, o kurak, çorak araziden kavruk insanlardan farklı, lüks, pırıltılı, sosyetik bu yere gelmek, hayal bile edemeyeceği kadar güçlü olmak gururunu ne çok okşamış. Nasıl havalarda uçurmuş. Kendini ne çok bir şey zannetmiş. Kumsalı, ormanı, denizi, dünyada hiç fakirlik yokmuşçasına rahat yaşayan insanları, serbest kadınları görünce sanki cennete düşmüş. Kendine bir cehennem yarattığını fark edememiş. O adama karşı eli tetiğe gittiğinde yarattığı cehennemi görememiş. Kendisine hiç bir zararı olmamış o insana ateş ettiğinde neler yaşayacağını kavrayamamış. Düşünmesine izin verilmemiş. İnsanın hayatının ciddi bir kötülük yaptığında nasıl kirli bir bataklığa dönüştüğünü algılayamamış. Bu kötülüğün asla peşini bırakmayacağını anlamamış. O bir anın hesabının yıllarca nefes alamamak olduğunu bilememiş.
“Allah’ım, Allah’ım cenneti alıp bana bir tatil köyü verdiler. Artık bir cennet hayalim bile yok. Sen de bıraktın. Beni bu cehennemden kim çıkaracak?“
Onlar “Vatan” için demişlerdi, Timur ise, “Bir defadan bir şey olmaz reis”
Ne vatan için olmuştu yaptığı ne bir defada kalmıştı cinayet.
Bir pazartesi günü bir cinayet işlemişti. İyi bir adamı pusuya düşürmüştü.
Sonraki her pazartesi gecesi aynı cinayeti işlemişti. Daha doğrusu her pazartesi aynı sinsi yöntemle, pusu kurarak, bir cinayet işlemişti. Her pazartesi gecesi kendisini, çocukluğunu, annesini, ilkokul öğretmenini, en sevdiği ablası Sakine’yi, Gülsüm’ü, doğmamış oğullarını pusu kurup öldürmüştü. Ama en çok o ela gözlerin sahibi kızın babasını öldürmüştü. Kız pusuyu görmüştü. Ellerine kan bulaştırdığını görmüştü. Ve bir daha da bakışlarını üzerinden çekmemişti.
Ondan vatanını alanlar, sürekli bir şeyler istemekteydiler. Sürekli, sürekli. “Bu malı karşıya yolla.” “Bu adamı karşıya geçir.” “Şunu ağırla.” “Şunu ağırla ve videoya çek” “Şu gemiye şunu yüklet” Oysa o artık rahat bırakılmak istiyor. İhalelerle, yüklerle, belgelerle uğraşmak istemiyor. Bilmediği adamları mekânında ağırlamak istemiyor. Ağaların mekâna gelmesini hem mekânın hem de onun patronu gibi davranmalarına tahammülü kalmadı. Artık doğru dürüst nefes almak istiyor. Unutmak, unutmak, unutmak… Kim olduğunu? Ne yaptığını Unutmak… Unutamıyor. En çok da o ela gözler unutmasına izin vermiyor.
Bir türlü unutturmuyor bir türlü rahat bırakmıyorlar. Gençliğindeki kadar güçlü değil artık. Direnci giderek azalıyor. Kaldıramıyor… Yaşlanınca çenesi düşen, sürekli konuşan, kendilerini susturamayan kederli kadınlar gibi oldu. Sürekli ağlıyor. Ayıplanacağını bildiğinden sürekli yalnız kalıp ağlıyor. Şimdi de öyle bir yandan söyleniyor bir yandan ağlıyor. Ama bu kez sesli ağlıyor.
Özel misafirler için ayrılmış bungalov görünümlü içleri pek lüks evlerin oraya yaklaştığında, ağaların; orada, bahçenin bir köşesinde donatılmış bir masa etrafında mırıl mırıl konuştuklarını görüyor. Onları öyle bulacağını bilerek geldi. Onların artık buraya gelmemesini istiyor. Kendisinin gidecek yeri yok. Onlar gitsin. Bir daha gelmesinler. Daha kirlenecek bir yerciği kalmamış ama gelip daha da kirletmesinler. Onu yormasınlar. Çok yorgun o. Çok yorgun. Çok.
Silahı önce onlardan, ağalardan birine kararlama çevirip bekliyor. O onları görüyor ama onlar onun farkında değil. Burada akıllarına bile gelmez böyle bir şey olacağı. Evlerinden bile daha fazla güvendeler. Kaç tane güvenlik önlemi var. Kaç güvenlik hattı. O yüzden öylesine rahatlar. Cipleri, korumaları ve şoförleriyle geldiler. Korumalar izinli, uyumak için gitmişlerdir ama aranırlarsa odalarında bir kadının koynundadırlar. Ağaların arasında çok nefret ettiği biri yok vazgeçiyor. Sonra gökyüzüne doğrultuyor silahı. Oradan da vazgeçiyor. Ama artık eli silahı kavramış. Kendisine rağmen kavramış. Koşarak denize doğru gidip “Tak tak tak “ diye sıkıyor. Yeterli gelmiyor. Bir daha bir daha sıkıyor. Ne yaparsa yapsın içinin yangınını söndürmüyor. Çaresiz kalakalıyor. Ağlaya ağlaya olduğu yere çöküyor. Bağıra bağıra ağlıyor artık. Bebekliği sayılmazsa ömründe ilk defa bilincinde olarak bağırarak ağlıyor, kimseyi iplemeden haykırarak ağlıyor. Atmış tabancayı bir kenara, çömelmiş, başını ellerinin arasına almış, ağlıyor. Timur yetişmiş, başucunda. Eğilmiş, usul usul teskin etmeye çalışıyor. Uzaktan, patlayanın havai fişek değil de silah olduğunu anlayanların sesleri, duyulur duyulmaz bir şekilde hissediliyor. Swetlana da koşmuş gelmiş. Üstünde incecik bir gecelik. Korkusunu bir yana bırakmış kolundan tutmuş onu ayağa kaldırmaya uğraşıyor. Kimse görmeden onu odaya götürme telaşında.
Uzaktaki seslerden olaya doğru gelmeye çalışan grubun otel görevlileri tarafından dağıtıldığı anlaşılıyor. Bir sessizlik oluşuyor. Her zaman tedbirli olan Timur yine de belinden silahını çekip bekliyor. Az ilerde mokasen hafifliği bir küçük kuru dal kırıyor, bir ayak sesi yaklaşıyor. Sanki çıt çıkarmamaya çalışıyor. Timur o yana, gelene doğru dönüp bakıyor. Ayak sesi kesiliyor. Ama yakında bir yerde adam. Yakında bir yere gelip duruyor, her kimse. Timur gelene doğru yürüyor. Karanlıkta karartı oluyorlar. Gelen, sanki Timur’a mır mır bir şeyler söylüyor. Bir şey anlatıyor. Cemil’in sesine benzetiyor. Her kimse gelen, küçük bir oğlan çocuğuna büyük masallar anlatan bir adamın sesiyle konuşuyor Timur’la.
Swetlana olanların, seslerin farkında değil, onu kalkamaya ikna etmeye çabalıyor. Ama yine de, silahı daha bir kavramış olarak üzerlerine gelen Timur’u ilk o fark ediyor. Timur’un bakışlarındaki değişimi o fark ediyor. Çömlediği yerden ayağa kalkıp önüne atılıyor. Timur, Swetlana’yı geri doğru savuruyor ve silahı doğrudan onun ensesine dayıyor. Ne olduğunu anlamadan kulağının dibinde iki el silah sesi duyuyor ve akabinde boynunda bir sıcaklık bir yanma hissi artarak beliriyor.
İçindeki bütün sesler birden susuyor. Çevresindeki bütün hareket birden duruyor. Ağır çekim bir film izler gibi oluyor. Sisler arasından Swetlana’yı ve o ince geceliğini görüyor. Ona doğru uzanmış kendi ellerini görüyor. Uzaktan bir siren sesi duyuyor. İlk kez hayatında ilk kez ürkmeden o sesi dinliyor. Kendisine, yaptığının korkusuyla bakan Timur’un gözlerini görüyor ağır çekim. “Seni affediyorum” demek için elini uzatıyor ağır çekim. Her şey ağır çekim. İçinde serin bir rüzgâr esiyor. İlk kez ferah bir rüzgâr, içinde. Yine o eski çocuk. Yine otların arasında ve özgür. Gözlerini yumup, ölüme teslim oluyor. “Nihayet” diyor. “Allah’ım nihayet bitiyor”
Ölmüyor ama. Swetlana’nın Timur’un bileğine vurmasıyla, kurşunlar hayati bir zarar vermiyor. Kurtulmak derse kurtuluyor. Ölse, kimsesizler mezarlığında olacağını biliyor. Ama kurtuluyor. Üç ay sonra tedavisi bitip hastaneden çıkıyor ve artık sağ elini kullanamıyor. Hastanedeyken kendisine; çok iyi bildiği bir kural iletiliyor mahkemeye başvurmazsa ve konuşmazsa bir şey yapılmayacağı, ellenmeyeceği bildiriliyor.
Köye dönüyor. Baba evine. Yaşlılıkta tek gözü kapanmış olan annesiyle yaşamaya başlıyor. Duyuyor ki Timur ve Cemil almış yerini. Öyle istemiş ağalar… Bir gün tüm gücüyle karşısına çıkacağını, kapıp götüreceğini hayal ettiği Gülsüm evlenmiş, torun tosuna karışmış, kocasını kaybetmiş ama buna karşın yüzüne bile bakmıyor. Köy küçük. Ne zaman karşılaşsalar başını çevirip görmemezlikten geliyor. Hatta biraz küçümseyerek saklıyor bakışlarını. Kahroluyor. Ara ara Swetlana geliyor hatırına. Ona ne yaptıklarını merak ediyor. Kahroluyor. Ara ara ela gözlü kadın geliyor hatırına. Kahroluyor… Kahrola kahrola anasının başını bekliyor.
Her şeye kahrederek bekliyor, bekliyor, bekliyor… Ölüm gelmeyince gelmiyor işte…
...
Bu öykü yersizyurtsuz.com/suje'de yayımlandı
7 Mayıs 2025 Çarşamba
O Son Görüşme/Öykü
O SON GÖRÜŞME
Kış akşamı... Ankara caddeleri ıssız... Korona zamanları... Acayip bir rüzgâr... Üç gündür kontrollü yasak nedeniyle ayak değmediği için üst üste yağan yığılan kar, sıfırın altına düşen sıcaklıktan tozlaşmış. Tozlar. akşam üstü başlayan acayip rüzgârla oradan oraya savrulduğundan göz gözü görmüyor.
Oğuz, Aydın, Rafet ve Halim... Havaya ve yasağa inat, sadece kendileri için açılmış bir küçük lokantanın loşluğunda oturmuş, huzur içinde demleniyorlar. Pandemi nedeni ile her yer kapalı. Her yer... Akşam alacasında, sokaklarda, insanlar yok denecek kadar az, arabalar tek tük, caddelerde ses soluk kesilmiş...
DilTarih’ten yirmi küsur yıl önce mezun olmuş üç arkadaş; Oğuz, Halim ve Rafet, o kadar yıldır birbirinden kopmamış hiç. Ne olursa olsun beş altı ayda bir mutlaka bir araya gelmişler. Ölümleri, düğünleri atlamamışlar. Dertleşmeyi, paylaşmayı bırakmamışlar.
Bu geceki de öyle bir yemek. Halim, Eskişehir’den, Rafet, Yozgat’tan, macera olsun diye sağlık kontrolü diye uydurup gelmiş. Gelir gelmez de yasağa yakalanmış, misafirhanede mahsur kalmışlar. Oğuz gitmiş kurtarmış. Ertesi sabaha da seyahat iznini halletmiş, evlerine dönebilecekler.
Şehirdeki son akşamlarında bu kuytudaki lokantaya sığınmış, ısınmışlar... Şöyle çorbasından pilavına, salatasından kebabına güzel bir yemek yemiş, üstüne çay içip, şerbeti aka aka baklava yemekteler. Dışarıdaki havaya bakıp bakıp, "İyi ki buluşmuşuz birader" deyip deyip çayları tazeletiyorlar... Hepsine tatlı bir rehavet çökmüş... Ama muhabbet hâlâ çok iyi... Hatta dibi... Anılar, özellikle okul ve kazı anıları, misaller, meseller, söylenceler, gençlikten kalma şiirler gırla... Ah o şiirler! O asi yıllar, aşklar ayrılıklar, hasretler... Kimse yerinden kalkmak istemiyor... Kalkıp, gündelik sıkıntıları yüklenmek o yük altında bastırılmak, hayatın tatsız, sorumluluk dolu koşturmasına katılmak istemiyor. Sanki hâlâ öğrenciler.
Oğuz'un telefonu, tam da bu zamanda çalıyor. Açıp, kısa bir süre dinleyip, ciddiyetle; "Ablalardan birini bul hemen!" diyor. “Ben de geliyorum.” Ve gitmek için hızlıca toparlanıyor. Halim’in ağzından bir, “Haydaaa!” nidası fırlıyor ama o saatten sonra kimse oralı olmuyor. Telefon gelmiş bir kere. Bu gidişler biliniyor.
Büyü bozulmuş... Masadakiler bu telefonların aciliyetini çok yaşamış.Aydın ondan da önce ayaklanmış.Tadı kaçıyor hepsinin. Bir telefon ile tutkulu gençlikleri, öğrencilik şımarıklıkları ellerinden alınmış ansızın. Yapacak bir şey yok. Halim ile Rafet de kalkmak için yetkiniyor.
Oğuz telefonunu, arabanın anahtarını, çakmağını, sigara paketini toparlama derdinde. Aydın çoktan paltosunu sırtına geçirmiş. Neredeyse koşacak.
Oğuz,aceleyle istediği hesabın parasını ve gece onda kalacakları için evin anahtarını masaya koyup bir kuru, “Hoşçakal,” ile çıkıp gidiyor. Aydın topuklamış bile.
Kalanlar, masada, muhabbetin ortasında aniden terk edilmenin burukluğu içindeler. Halim bir yandan ağır ağır atkısını boynuna sararken, “Haydaaa!” demeyi sürdürüyor ve ekliyor.
"Rafo senin de dikkatini çekti mi? Bu Oğuz geçenlerde, bir telefonda daha, "Bir kadın bulun," diye yanıtlayıp kalktı hemen.”
Rafet, dalgacı,
“Ne oluyor sence?”
"Ne bileyim arkadaş."
"Hani diyorum?"
“Ne diyorsun?"
"Hani?"
“Ulan Rafo! Yine dalga derdindesin. Kız meselesi olsa böyle mi söyler oğlum? Sen iyice yaşlandın. Uçuyorsun! İçme bu kadar. İçme!"
"Tamam ya! Tamam! Gidelim biz de o zaman. Ayaklarım çok şişmiş zaten. Biraz uzanalım."
Ramazan gözünü yoldan ayırmadan bir yandan yüz yirmi, yüz kırkla sürdüğü arabaya hâkim olmaya, bir yandan, "Ambulans nerede kaldı? Ardımızdan yetişmeliydi" derdindeyken Furkan’a da laf anlatmaya çalışıyordu. Furkan da mübarek, yola çıktıklarından bu yana dur durak bilmeden söyleniyordu.
"'Kadınlardan çağırın' dedi yine değil mi?”
"Ne diyecekti başka baboş?"
“Şimdi bu havada, başka işimiz yok, o baş belası kadınlardan bulup getirmeye uğraşacağız değil mi?”
“Aman korkma! Sana bırakmam hiç. Aradım ben.”
“Sanki başka işimiz yok?”
Artık sahiden sabrı tükenmekte olan Ramazan, her tepesi attığında tizleşen sesiyle,
"Bana bak! İşimiz neymiş bizim?”
"Abi bak bu kadınlar sonradan çok başa bela oluyor!"
"Oluyorsa oluyor! Bize ne abicim."
"'Oluyorsa oluyor!' diyorsun da hiç denk gelmedin mi bunlara? Adamı perişan ediyorlar... Hiç
susmuyorlar hiç durmuyorlar... 8 Mart yaklaşıyor ya, bak gör, erkeklerden daha beter zorluk çıkarıyorlar. Böyle kadın olmaz olsun."
"Ya ne saçma saçma konuşuyorsun. O baş belası kadınlar olmasa o kadar işi nasıl çözecektin geçen yıl?”
“Niye ki daha önce biz çözmüyor muyduk?”
Ramazan dehşetle,
“Çözüyor muyduk? Çözüyor muyduk? Allahtan kork! Bu kadarını mı? Bu kadarını öyle mi?”
“Belki yapardık?”
“Boş boş konuşuyorsun... Rıfat’la mi çözeceksin? Hayrullah’la mı? Kiminle? Görmüyor musun sahiden? Çatır çatır rüşvet yemelerini görmüyor musun? Onu bunu gammazlamalarını görmüyor musun? Akşama kadar acayip acayip videolar izlemelerini görmüyor musun? Bunları böyle yetiştirdiler. Her türlü dalavera ile yükselmeden başka bir şey bilmez onlar... Sıksa, Oğuz komiserimin başını da yiyecekler de yiyemiyorlar. Onların derdi iş yapmak değil açık aramak. Hâlâ öğrenemedim deme bana.”
“Abi kusura bakma da sen de Oğuz Komiser de şunu öğrenemediniz, bir anlarlarsa çevirdiğimiz dolabı… O zaman gammazı görün siz?”
Ramazan durdu, sustu, duramadı. Derin bir nefes alıp yavaş yavaş normale döndürmeye çalıştığı sesiyle devam etti,
“Bak güzel kardeşim? Senle ben, geçen yıl, o ablalar sayesinde çözdüğümüz cinayetlerden aldık o üç ikramiyeyi. O kadınlar sayesinde sen, ilk kez karını çocuklarını tatile götürebildin. İlk kez deniz gördü yavrular. Hanımın gönlünü aldın lan! Seni boşayacak olan hanımının gönlünü aldın da kurtuldun evden atılmaktan... Neyse yahu! Hadi koçum! Ara şu ambulansı bir daha! Kız ağır yaralıymış. Ölecek şimdi. Ölmese de donar bu havada, hadi koçum!”
Furkan ikiletmeden aradı. Hoperlörü açık bıraktı. Ramazan, verilen yanıtları açık seçik duydu. Ambulans da ekip de yola çıkmış, olay mahalline yaklaşmışlardı. Belki de onlardan önce varırlardı. İkisinin de içi rahatladı.
Az ileride, gecenin karanlığında dağınık bir demet gibi çıktı önlerine, konumu verilmiş yerleşim yeri. Ufacık bir köyden mahalle yapılmış, inşaatı, karanlığı, ıssızlığı, sessizliği bol bir alandı vardıkları. Söylediklerinden ve yaptıklarından bir şekilde, haksızlık ettiğini fark etmiş olmalıydı ki Furkan şimdi telaşla,
"Abi bak! Bak şurada! Aha orası da ışıkları yanan muhtarlık binası gibi! Hemen sağımızda! Yavaşla! Yavaşla! Yanaş! Ben şimdi konuşur alır, gelir hallederim. Tamam! Tamam! Bak çıkmışlar yola, oradalar! Yanaş yanaş abi! Alıp geliyorum hemen!"
Furkan, muhtar ve yanındaki kadınla iki dakikada konuşup geri geldiğinde ilk baştaki o tepkileri veren kendisi değilmiş gibi sevinçliydi;
“Senden telefon gidince hemen hazırlanmış bizi beklemişler. Muhtarın arabasıyla önümüze düşecek, bizi kısa yoldan götürecekler. Bak sağa işaret verdi! Gidiyorlar! Hadi hadi!”
Muhtarın arabasının ardında biraz gitmişlerdi ki Furkan heyecanla,
“Ya abi! Bak bana kızıyorsun da şu izbelik yerde bile bu kadınlardan var... Ne ara bu kadar çoğalıp yayıldılar. Korkulur bunlardan. Göreceksin bizim hanımları bile ayartırlar bu gidişle. Başımıza bela olacaklar.Göreceksiniz.”
Ramazan sabırsızca ve dikkati yolda,
“Hiç de olmayacaklar. Sen de göreceksin. Onların derdi sadece kendilerini korumak.”
Furkan uzata uzata,
“Diyorsun?”
“Ne bu? Çocuklarından mı öğreniyorsun? Televizyondan mı? Bu nasıl konuşma aslanım? Bak belki şimdilik anlamıyorsun ama ben anladım, Oğuz ağabeyin ablasının sayesinde çok iyi anladım. O bize anlattı. Kadınlar korkmadan yaşamak istiyor. Bir de adalet istiyorlar.“
“Başka dertleri yok yani.”
“Başka hiç bir dertleri yok. Ya başka dertleri ne olsun istiyorsun oğlum? Ayrıca çoğu ablayı da tanıyorum artık. Bak bu abla hemşire emeklisi. Burada da oturmuyor. Ankara’dan, merkezden gelme. Bu havada bu salgında, ‘Yatağım da pek sıcak,’ dememiş. ‘O kadar yolu nasıl giderim?’ dememiş. Uçmuş, bizden önce gelmiş."
"Başka dertleri yok da niye bize öğretmiyorlar? Niye bizi karıştırmıyorlar?"
Ramazan yine cırtlaklaşan bağırtısıyla,
"Acaba neden? Neden acaba? Neden? Senin kot kafandan olmasın. Senin gibilerin dar kafasından olmasın. Beni konuşturup duruyorsun kaza yapacağım şimdi.”
“Tamam abi! Geldik abi! Şuradalar!”
Ambulans da olay yeri inceleme de onlardan az önce varmıştı. Sağlık ekibi karlar üzerinde yolunmuş, atılmış kızıl güller gibi yatan yaralı genç kadına doğru koşuyordu. Olay yeri birimi ilk inceleme ve fotoğraf çekimini yaparken bir yandan da sağlık ekibinin kalan delilleri bozmadan yaralıyı almasını sağlamaya çalışıyordu.
Muhtarla birlikte gelen kadın, sakin bir biçimde arabadan inip yanlarına gelerek kimliğini gösterdi.
“Merhaba ben emekli hemşire Gülsüm... Eğer izin verirseniz?”
Furkan, Ramazanın yanıt vermesine fırsat vermeden atılarak,
“Dikkat edin ama! Delilleri bozmayın.”
Ramazan bir, “La havle!” çekti.
Gülsüm sesini çıkarmadan başını salladı, sırt çantasından hijyenik tulumunundan başlayıp tek tek; galoş, bone ve eldiven çıkardı ve sihir yaparmış gibi bir dakikada giyindi. Galoşu araç içinde giymek için elinde tuttu. Giyindikten sonra Furkan’a dönüp gülümseyerek,
“Biliyorum çocuğum,“ deyip, onlarla birlikte, ambulansa taşınmakta olan yaralının yanına doğru koştu.
Bu sırada Oğuz ve Aydın da yetişmiş, doğrudan ambulansın yanına gelmişlerdi. Gülsüm bir yandan kendini sağlık ekibine tanıtırken bir yandan ambulansa binmeye çalışıyordu. Yaralının içeri taşınmasına nezaret eden acil doktoru, kadının ne dediğini, nereden çıktığını, ne olduğunu anlamamış, yarı şaşkınlık yarı kızgınlıkla, “Bu da kim?” dercesine bir Oğuz'a bir Ramazan’a bakıyordu.
Ramazan başıyla işaret vererek,
“Ablamız hemşire.”
“Yasak olduğunu biliyorsunuz.”
Kadın temkinli ve sabırlı bekledi. Acil doktoru, yaralı kızın ve onunla aynı yaşlarda olan beti benzi solmuş gencecik hemşirenin hâli karşısında anlık bir kararla, izin verdi.
Kadın çevik bir adımla, alelacele attı kendini aracın içine. Her iki hemşire de daha hekimin ağzından çıkarken, talimatı yakalamaya ve uygulamaya başladılar.
Gülsüm,
“ismi ne? İsmi ne?”
Tabletten yaralının kimliğini incelemekte olan Furkan aracın dışından, ‘Ne yapacaksın?’der gibi asabiyetle yanıtladı.
“Şule!”
Gülsüm, usulca, duyulur duyulmaz bir sesle, müdahale etmekte oldukları kan içindeki yaralıyla konuşmaya başladı. Oysa yaralı genç kadın çoktan kendinden geçmişti.
“Korkma Şule! Korkma kızım! Buradayız!”
Doktor şaşkınlıkla kadının deneyimindeki mükemmelliği izliyordu. Hem konuşuyor hem neye gereksinim duysa ondan önce algılayıp uzatıyordu.
Kadın sanki karşılıklı oturmuşlar dertleşiyorlar gibi güzel güzel konuşuyordu yaralıyla. “Şule! Yanındayız Şule! İyileşeceksin. Okuluna, işine gideceksin. Sabahları güzel uyanacaksın. Şarkılar söyleyeceksin. Arkadaşların seni saracak.”
Biteviye ve şefkatle konuşması da sadece hastayı değil tüm ekibi sakinleştiriyordu. “Uyu şimdi Şule. Yanındayız. Güvendesin.”
Ama her zamanki gibi o kadar kan kaybeden bedende olan oluyordu. Yaralının kalbi duruyordu. Kalbi duruyordu. Kalbi duruyordu... Durdu!
Doktor telaşlandı. Kendince telaşını ekibe belli etmemeye çalışarak, onların anladığının da farkında olarak uğraşmaya devam etti. Uğraştı. Bir daha! Bir daha! Bir daha uğraştı, olmadı. Makineyi bıraktı, doğrudan kendisi girişti.
Kalp masajı sırasında da Gülsüm konuşmayı bırakmadı. Kalp duyardı. Biliyordu. Kalp duyardı. Duysun istiyordu. Genç hemşire de ona uymuş o da sakin tutmaya çalıştığı sesiyle, “Hadi Şule! Bak biz buradayız, yanındayız. Sana ben bakacağım. Söz veriyorum. İzin alıp hastanede sana ben bakacağım.” Genç hemşire ağlıyordu.
Onların gayreti doktorun umutsuzluğunu azaltmasa da masajı bırakmasını, teslim olmasını engelledi... Kalp söylenenleri duydu sonunda... Yapılanları anladı. Gençti, tazeydi, güçlüydü. Dayandı. Uzun uğraşlardan sonra birden yanıt verdi. Usul usul normale döndü. Gencecik hemşire sevinçle Gülsüm’ün elini tuttu.
Üçü de ter içinde kalmıştı. Gülsüm’ün gelişini tepkiyle karşılamış olan hekim onun o kadar çaba göstermesi karşısında dayanamayıp,
“Siz benden önce anlamışsınızdır da yine de söyleyeyim, artık hayati tehlikesi görünmüyor gibi.” Soğuk, mekanik, profesyonel tavrı gitmiş, duyguları olan bir hekim gelmişti. Daha iyimser bir hava gelmişti hepsine. Ambulans sürücüsüne bile.
Şimdi ikinci bir kriz gelmeden onu tam teşekküllü bir hizmete kavuşturma zamanıydı. Doktor gayretle, şevkle;
“Hadi arkadaşlar hadi! Hastaneye yetişmemiz lazım.”
Neşeyle ekledi
“İşimiz bu! Hayat kurtarmamız lazım. Hadi! Hadi!”
Ekibin profesyonel üyeleri ortalığı toparlayıp harekete hazır hale gelirken Gülsüm son hızla yaralı fidanın giysilerini inceliyordu. Saçlarına bakmıştı önce, sonra eteğine, bluzuna, ellerine, ayaklarına, tırnaklarına, kolyesi, yüzüğü, küpesi, ojesi, tokası, çamaşırı, südyeni, askısı, rengi, çorabı, ayakabısı, ayakkabısının altı, boydan boya kana batmış mantosu.
Yaralı kızı zerrece incitmeden ama onları sonuca götürecek hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan ve onu
izleyenlerin şaşkınlık içinde bırakacak kadar hızla çalışarak tek tek bakmıştı her yanına ve aynı hızla sirenlerini en yüksek volümde açıp hareket etmeye hazırlanan ambulanstan kendini atarcasına inmişti.
Nefes nefeseydi araçtan indiğinde. Bir dakika sürmemişti incelemesi. Çünkü Oğuz’un onlara tanıdığı süre, azami iki dakika kadardı. İner inmez de bir kuytuya çekilip büyük bir dikkat ve ciddiyetle aklında tuttuklarını telefonuna yazıyor, aldığı sonuçları değerlendirmeye çalışıyordu. Telefonunun ekranına baktı baktı, ‘Evet!’ sonuç bir anlam ifade ediyordu. Hem de çok net bir anlam. Kendi kendine, “Ah be yavrum bir telefona bakardı! Bir telefona! Bu kadar korkuyla o son görüşmeye gideceğine... Offff! Nasıl bu kadar geç anladın bu alçağı? Nasıl?“
Kendi kendine konuşa konuşa olay yerinin aydınlattığı alanın dışındaki loşlukta onu bekleyen Oğuz’la Ramazan’ın yanına gitti. Furkan’la muhtar yol çatına, gelmekte olan savcının aracına yol göstermeye gitmişlerdi. Aydın hem rahat konuşsunlar diye hem de ajansa haber geçmek için uzaklaştı. Oğuz can sıkıntı ve kötü bir haberi vermenin rahatsızlığıyla,
“Telefonu yok! Telefonunu almış ya da almışlar.”
Gülsüm,
“Telefondaki bilgileri evdeki bilgisayarında varmış. Bilgisayarı kaptırmayın komiserim. Deliller oradaymış.”
Oğuz hemen telsizden bildirdi.
Gülsüm ona, telefonuna işaretlediklerinden bakarak, yavaş yavaş, tek tek anladığını anlattı. Yaralı kızın saçlarına baktığında yaralı kızın polisi neden aramadığını anlamıştı. Ailesinin ve sosyal çevresinin, bilgisinin olmadığını belirlemişti. Dış kıyafetinden bunu test etmişti. İstemediği bir ilişkiye zorlandığını yönündeydi ojesinin rengi. Südyeninin rengi ya da askısı, failin arkadaş, tanıdık çevresinden olup olmadığı ayak tırnakları ise iş çevresini, işvereni işaret ediyordu. İç çamaşırından telefon ya da bilgisayarında, sosyal medyasında, failin profilinin olduğu, yine bilgisayarında fail ile yaşadıklarının ipuçlarını başına bir iş getirirse yazılı olarak saklamış. olduğunu anlamıştı. Ayakkabısına baktığında ise failin üzerinde bıraktığı işareti anlamıştı. Failin giysisinde ve vücudunda saldırının işaretini bırakmıştı.
Üçü de kederlenmişti. Gülsüm,
“Herşeyi yapmış bir tek telefon etmemiş. Hâlâ bu kadar kötülük olmaz diye düşünmüş olmalı.”
Ramazan,
“Vücuduna iz bırakacağına keşke vurup öldürseymiş.”
İkisinin de suskunluğu karşısında hırsla devam etti.
“Madem ölüme gideceği ihtimali var, öldürmeye de hazırlıklı gitsinler bâri abla.”
Gülsüm’ün onaylamayan bakışları karşısında,
“Ben hemen öldürsün demiyorum. Öldürmeye teşebbür ettiğinde hazırlıklı olsun, kendini savunsun diyorum.“
Oğuz düşünceliydi. Onların dediklerini duyup duymadığı belli değildi. Birden, büyük bir öfkeyle, Ramazan’a,
“Bu o şerefsizin işi. Göreceksiniz bak! Haberlere bir bakalım, tek tek ama, tek tek. Dosyasına da satır satır. Kesinlikle o çıkacak. Artık eminim. Bir sıçradı iki sıçradı ama bu sefer kurtulamayacak bu alçak. Babası, arkası ne kadar sağlam olursa olsun. Ben üzerine gideceğim. Bu sefer adaletten kurtulamayacak.”
“İnşallah Amirim.”
“Bu savcı, ben daha tanışmadım ama hiç bir konuda yasalardan taviz vermiyormuş. Umarım onun hakkından bu savcı gelecek. “
Gülsüm’e,
“Abla çok teşekkür ederim. İnan bunu yapandan adalet önünde birlikte hesap soracağız. Sana söz veriyorum o alçak ceza almadan kurtulamayacak.”
“Keşke! Neyse, dosyası eksiksiz olacarak tamamlanacak en azından. Bugün olmazsa yarın ama mutlaka cezasını bulacak. O anlamda içimiz rahat.”
Derin bir nefes alarak devam etti.
“Biz kadınlar olarak da sizi asla unutmayacağız.”
“Yapmayın hocam. Görevimiz bu.”
“Yok öyle değil işte!”
Durdu,
“Hiç öyle değil!”
İçtenlikle,
”Gönlümüzde hep yeriniz olacak Oğuz komiser. Hep yeriniz olacak!“
Oğuz mahcubiyetinden konucu acilen değiştirerek,
“Siz neyle geldiniz? Vakit çok geç oldu. Sizi evinize bırakalım. “
“Çok sağ olun. Muhtar beyle eşi davet etti beni. Zaten yasağı deldim geldim. Bir de giderken delmeyeyim. Ben şimdi bir avukat arkadaşlarımızı arayacağım. O gider bulur hastanede Şule’yi.”
Ramazan;
“Abla, sen yarın sabah toplarsın bütün kadınları.”
Gülsüm ilk kez gülümsedi, muzip
“Bizim dilimizde toplamak yok ama haklısın, toplaşırız biz yarın.”
Muhtarla savcının arabası gelmişti. Oğuz’lar savcıya doğru yönelirken, Gülsüm de muhtarın arabasına bindi gitti.
...
*Bu öyküyü; 10 ekim 2022’de, Bursa’da, uzaklaştırma kararına rağmen eve gelip, kapıyı içeriden kitleyip eşini balkondan atmaya, öldürmeye çalışan failin elinden kadını kurtarmak için üçüncü kattaki balkona tırmanan ve balkon demirinin kopması üzerine düşüp yaralanan ve kaldırıldığı hastanede hayatını kaybeden polis memuru Sami Altuntaş’ın onuruna adamak istedim. Biz kadınların kalbinde her zaman yeri var.
*2025 Mart ayında, bu ülkede, on beş kadın cinayeti, otuz şüpheli kadın ölümü istatistiklere geçti. Bu öyküyü, şüpheli kadın ölümleri açığa çıkarılsın diye kaleme aldım.
*’DilTarih’i özellikle birleşik yazdım. Ankaralılar Dil Tarih Coğrafya Fakültesine, “DilTarih,” der sadece.
30 Nisan 2025 Çarşamba
Yukarı Fırat Havzasının Güzel Abisi
Ne ortak bir soy bağı vardı bizi çekecek ne ortak bir kan bağı. Bizi çeken şiir ve roman oldu. Yani edebiyat. Kardeşliğin en derin bağı olan edebiyat.
Hele ki halkların derdine düşmüş olup kendi derdini söyleyemeyenlerin bu coğrafyada sığınağı olan edebiyat.
Siz "Selinti"' de anlatmışsınız. Dilerim basılacak ve okuyacağız. Eğer siyanürden, civadan kurtulup yaşayabilirse, İliç'ten bir küçük kız ya da erkek çocuk da büyüyünce, Yukarı Fırat Havzasının havasını, suyunu, toprağını, insanını zehirleyen bu büyük kıyımı anlatacak belki. "Liç" koyacak o da belki adını. Çoğrafyaların da kederli bir kaderi oluyor bazen. Yüz yıllık periyotlarla derinleşerek yinelenen. Bu keder dolu kaderi belki bu yazılanlar yüzleştirip, aydınlatacak. Belki bir gün gülecek ve güldürecek insanların yurdu olacak, bu küçük dünyamız.
Umudumuz kalmasa da çaremiz var: Okumak, üretmek, şarkı söylemek, kendini bozmamak, komşulara saygı, bitki yetiştirmek, çocuklarla ilgilenmek, yaşlıları terk etmemek, bölüşmek, dayanışmak, yazmak.
Yazmak...
Ömrümüzün vefası olmuyor çoğunlukla, bari yazdıklarımızın olsun.
Şiirinizin vefası bol olsun.
(Sarmal Çevrim Dergisini Nisan/Mayıs sayısında yayımlanan yazıyı aşağıda paylaşıyorum)
YUKARI FIRAT BOYLARININ GÜZEL ABİSİ KİRKOR YETEROĞLU
Güven Tunç
Yeni yayımlanan romanımı yollamıştım size, yayınevinden telefon numaramı almış, “Nezaketinize teşekkür ederim hanımefendi” diye aramıştınız. Aradan çok geçmedi; imzalı şiir kitabınız kırık çan elime ulaştı.
“yok sessizlikten başka sesimiz,” dizenizle başlıyordu kitap.
“Her köşe başında kimlik soruyor benden/ açıp yaramı gösteriyorum,” A. Hicri İzgören’den alıntılanan bu dize ile açılıyordu şiirlerinizin cümle kapısı.
İşte böyle başlamıştı aramızda şiir kardeşliği…
‘Hanımefendi,’ diye başlayan, ‘güzel kardeşim’e, ‘hocam,’ diye süren içtenlikli konuşmalarımız, ‘ağabey’e evrilmişti bir süre sonra. Karşılıklı bir acı kahve daveti, sonrasında her yerden ahbabın bir araya geleceği, Yukarı Fırat dolayının yemekleriyle dostluğun büyük sofrasına genişlemişti umudumuzla.
Ancak ne siz gelebildiniz buralara ne de biz oralara…
Ankara’da bulunmayı, dostlara kavuşmayı, onlarla kucaklaşmayı ne çok istemiştiniz. Meğer ne çok tanışınız, yareniniz, arkadaşınız varmış Ankara’da.
Başta Remzi Ağabey, eski kuşaktan birçok yayıncıyı, edebiyatçı dostu arayıp hâl hatır sorduğunuzu bilirdim. Genç kuşaktan da bir hayli tanışınız olduğunu anlardım.
Sizinle ilk tanıştığımız zamanların birinde Remzi Ağabey’e gitmiştim. Evlerimiz uzak sayılmazdı birbirine, her yayınlanan kitabımı mutlaka götürür; çalışkanlığımla takdir, dilbilgisi kurallarına pek kulak asmadığım için de uyarı alırdım kendisinden. Yine öyle bir uğrayışımda, ‘Gülümse’nin koca şairi de oradaydı. Birlikte çay içerken aramıştınız beni, onlarla da görüşmüştünüz. Dostlarla konuşmanın delikanlı mutluluğu yansımıştı seslerinize. Yaşadığım, anlatılması güç bir duyguydu. Ortak bir coğrafyadan kopmuş; farklı, uzun mecralarını geride bırakmış insanların, demlenmiş sohbetiydi tanık olduğum.
Her görüşmemizde incelik gösterip yaşlı annemle de söyleşirdiniz. Annem Malatyalı, candan komşularını bulmuş gibi olurdu. Siz de ‘gülün dalında solması arapgir’i,‘ ‘unutulmuş bir kent gelir aklıma’ dizenizdeki taş konakları, cumbaları yıkılmış, ‘geceleri öksüz çocuk çığlığı’ şehri, ‘yuvası dağılmış kuşları’’ Ağın, Eğin dutlarını…
Siz İstanbul’dan varıp gittiniz, bağbozumuna kaldınız, katıldınız, biz bugün olmuş; gidip de kurulu evimizin kapısını açmadık daha. Annem, biz çocuklarına okuduğu nazar duasını her konuşmamızda size de okurdu. Nezaketle dinler, kabul ederdiniz.
Sizde ilk dikkatimi çeken özellik, nezaketiniz olmuştu. Nezaketinizin yanı sıra vefa duygunuz da çok yoğundu. Vefa, şiirinize sinmişti tüm derinliğiyle. Memleketiniz, dedeniz, anneniz, babanız, kardeşleriniz, eşiniz, kız evlat, erkek evlat için derin bir sevgi hissedilen şiirleriniz vardı kitabınızda.
Bütün bu sevdiklerinizle birlikte Bedri Rahmi vardı, öğretmeniniz Yusuf Uludağ vardı… Kirkor Zohrap, Hrant Dink, Zehra Bilir, Mehmed Uzun, Aytaç Arman şiirlerinizi vefa ile adadığınız isimlerdi. Şiirinizde sevgiyle andınız arkadaşlarınızı, endişeyle sarmaya çalıştınız dostlarınızı felaketlerden, ‘sesin buğulu camdan yankılanıyor şimdi/mangalda yalnızlığı korun.’ Babası Almanya’da ölen bir işçi çocuğu için yazdığınız şiiri de okumuştum; hüzünle, hayranlıkla.
Ne ırmaklar akardı dizelerinizde. Ne çok bağ bahçe ne çok Şepik, Çemişgezek, Arapgir… Sonrasında Diyarbakır, Hançepek…
‘hançer ucunda coğrafya,’
Sonrasında Üsküdar, Bağlarbaşı, Fıstıkağacı… Galata Köprüsü, vapur düdükleri, martılar… Sonrasında yaşam gailesi. Şiirler.
Ne zaman şiirden, edebiyattan konuşsak sınıfsal bir temeli yoksa çok çabuk bir zemin kaybı yaşanacağından konuşurduk.
Ben şimdi, bu konuşmalar arasında sizden ne çok şey öğrendiğimi fark ediyorum. Hiç doğrudan söylemeden, sadece tavırdan, duruştan öğrendiklerim bunlar. Birincisi, edebi değer taşıyan her tümceye her dizeye, saygı. Hiç dikkate almadığım nice yazardan, şairden öyle örnekler okurdunuz ki nasıl fark etmediğime yanardım. İkincisi ise bildiğimizi düşündüğümüz her konuyu derinlemesine bilmek rahatlığı.
Hiçbir zaman kitabi konuşmazdınız. Hiç basmakalıp bir cümlenizi hatırlamam. Hepsi hayattan, yaşanmışlıktan, deneyimden ve bunları tertemiz bir yürekten süzerekten… Bazen de hayatın tam göbeğinden konuşurduk. Geçim derdinden. Zamansızlıktan. Kitap fiyatlarından. Yazmayı zorlaştıran ne çok şey vardı. Emeklilikten konuşurduk büyük salgın sonrasının getirdiği hastalıklardan.
Günler öyle geldi geçti.
Önce siz babanızı kaybettiniz sonra ben annemi. Siz başsağlığı için aradıktan sonra hastaneye kaldırıldınız, hastanede yatmakta olan hasta kuzenim, paylaşımımı görüp size iyilikler diledi. Olmadı. Önce sizi kaybettik sonra kuzenim Sıtkı Ağabeyimi. Sonra…
Üç ayrı şiirinizdeki üç ayrı dize ile selamlamak istiyorum sizi,
‘yitik bir adanın son kuşuyum
umudun ateşten gülü uzak
tarlakuşları söylesin şimdi ağıdımı’
Yukarı Fırat Boylarını Güzel Abisi…
Dilerim, rüzgâra karışır şiirleriniz. Dolaşır dilden dile. Yaşatır sizi genç şairlerin gönlünde. Ulaşır dünyadaki bütün iyi çocuklara… Fırat’a, Dicle’ye kavuşur, akar akabildiğince.
24 Nisan 2025 Perşembe
Fırat Kenarı
Ölümlerden ölüm beğen Samo.”
Kederle, düşünceyle gidip silahlarını teslim etmişti…
“Artık ava da gidemeyeceksin Samo. Kanatlı kapının üstüne astığın geyik başı, demek ki son avınmış. Ava gitmeyeceksin… İbo’nun Tutu’ndan öteye geçemeyeceksin… Fırat’ın kenarından bir daha yürümeyeceksin… Sarp yamaçlardan, yüksek uçurumlardan aşağılara, ovalara, çaylara uzun uzun bakamayacaksın… Atlarını gururla görücüye çıkardığın pazar, artık sana haram… Dağlara oduna, yaprak kırmaya da gidemeyeceksin… Dağda taşta kendini nasıl koruyacaksın ki silahsız? Kazaya bile gidemezsin artık. Nalbant Pazarı’ndan geçemeyeceksin. Beydağı’na uzaktan bakacaksın… “Yatacak yeriz olmaya.”
Onların silahları toplanırken Gülağa, altında, Samo’nun kızıl Rüzgâr’ı, gaftan gafa hükmekmekte, köye de haber üzerine haber yollamaktaydı,
“Yine geleceğim, geldiğimde tumanlarına kadar alacağım.”
Köy bu sefer korkudan tir tir titriyordu. Civar köylere yaptıklarını onlara da yapar diye dehşete düşüyorlardı. Bazıları arkasından, Samo için,
“Atlarını verse hepimiz kurtuluruz. Versinler malı mülkü... Ne olacak ki? Onlara ne dokunur? Mal mülk gani… Söylemedi demeyin, sırf onların yüzden başımız yanacak?” diye konuşarak dolaşıyordu sinsice, Söz kulağına gelince de, Mısto celaleniyordu, çıkıp açıkça soruyordu,
“Ulan dağdan geldiniz de bağdakini mi kovuyorsunuz? Köyse, onların köyü… Altında oturduğuz dutu da onlar dikti, çeşmelere suyu da onlar getirdi. Gülağa da sadece ona gelmiyor, hepinize geliyor… Görmüyor musunuz? Bu iş bir başlarsa yangın, hepinizi yakar. "
Ververan'da Bir Hüzzam Şarkı
18 Nisan 2025 Cuma
Kerametli Topraklardan
Kırk yıllık arkadaşlıktan, ŞD'den.
Ay Dilbere Romanı üzerine bir yazı.
Kerametli Topraklarda,
Kerametli Sularda Geçen Bir Roman: Ay Dilbere
“Uykuyla uyanıklık arasındaydı. İnmiş gözkapaklarının arasından, uzaklarda bir yer beliriyordu hayal meyal. Baktığı yerde bir kız çocuğu duruyordu. Kendisi gibiydi. Kendi çocukluğu. Bin bir renkte çiçekle donanmış, bin bir renkte kelebeklerin bulut halinde, çevresinde, şilanlardan bir çember gibi usulca dans ettiği, havanın, suyun toprağın güzel koktuğu dağlarda neşeyle, güzel giysileriyle koşup oynuyordu. Aynı gün batımı ışığı altındaydı. Koştu, oynadı, coştu, yoruldu. Durdu. Duruldu. Neşesi uçup gitti birden. Bedeni susuz kalmış bir çiçek gibi soldu. Boynu bükülüverdi. Sesini duyuyordu annesinin uzaktan. Canlandı. Annesi ona sesleniyor, ona doğru geliyordu. “
Yukarıdaki metni, Güven Tunç’un “Ay Dilbere(*)” adlı kitabından, Çariçe nam-ı diğer İpek Hanımın ağzından yazılan “Başşehir’de bir akşamüstü” bölümünden aldım.
Yazar Tunç son kitabında, her yeri dağ, her yeri uçurum, her yeri su olan; derin uçurumların, karanlık vadilerin, geniş çayırların ve yüksek yaylaların arasından ve yarların dibinden akan çayların, derelerin, pınarların kısacası bereketiyle büyük, cüssesiyle küçük aceleci suların diyarından; “Jar u Diyar”dan, “Dersim”den –adeta- bir masal anlatıyor bize; “Haldir! Haldir! Halimiz yamandır” diyerek.
“Bak unutuyorsun her şeyi artık. Bak bize suları unutturuyorlar.”
Acının, kanırt(ıl)maların, -zorla- kopar(t)ılmaların, ayrı bırak(ıl)maların yaşandığı; yüreklerde açılan yaralardaki cerahatin durmaksızın aktığı, göçlerin, ölümlerin, kıyım(lar)ın olduğu; unut(tur)ulma ve sus(turul)maların diyarı olan bu coğrafyada doğan Çariçe (İpek) ve Hesen adlı iki(z) kardeş, romanın kahramanları. Birbirinden ayrı düş(ürül)müş bu kardeşler. Çariçe başşehir’de bir aileye evlat edindirilmiş çocukken; mecburiyetten, hastalıktan. Okutulmuş, öğretmen olmuş. Yaşı –epeyce- kemale erdiğinde yaşamını huzurevinde sürdürmeyi tercih eden, suskun –ahh, bir konuşabilse- , -Hesen’e de- küskün bir kadın. Ama…
“Eli elimde olsun, kapı kapı dilenek”
Harde Dewres’te kalmış, Hesen. Bacısı tek bir acı yaşarken Hesen; aç, acılı, çaresiz, (u)mutsuz, ıssız zamanlar geçirmiş. Zerife’si her dem yanında olsa da. Çocuklarından torunları olmuş. Kocamışlar birlikte ama... İşte bu “ama” kahretmiş, onu hep.
Kuzey yarım kürede bahar gündönümünde, Mart dokuzunda başlayan AY DİLBERE” romanı, kış gündönümünde Aralık yirmi birde bitiyor. Bu süreçte “April 5’i”, “Ülker Doğumu Fırtınası”, “Kızıl Erik”, “Turna Geçimi” ve “Koç Katımı” Fırtınaları yaşanıyor, “Hızır Günleri” başlayıp bitiyor, “Kiraz Bolluğu Zamanı” yaşanıyor, “Ayam Buhur Günleri” başlayıp bitiyor, bağlar bozuluyorken iki farklı coğrafyada yaşamını sürdüren iki(z) kardeşin hayatında da mevsimler değişiyor, ama… Dünya uykusuna yatmadan önce bacısının eli elinde olsun diye, kapı kapı dilenmeye razı olan Hesen bu süreçte tek bir şey istiyor, ama... Roman ağırlıklı olarak bu “ama” üzerine kurgulanmış.
Kitaptan…
“Ah benim bacım! Yalnız, kimsesiz kalacaksın? Bunu kendine yapacaksın? Cigeram! Ah cigeram! Sevdadır bu dünyanın özü. Sevdadır, candır, cigerdir, muhabbet edecek dosttur, yoldaştır. Onlar olmazsa ben ne yapayım hayatı? İnsan özüne sevgisiz yaşayabilir? Serpilir yetişir? Bir gönül; sevgiyle adanmışsa eğer, kıymetlidir. Sevgisiz adanırsa, nereye akacağı belirsiz bir sel… Cigeram, bilir misin kio kadar ayrıdır birbirinden. Biri barışa götürürken biri zulme geçit verir. Ruh da, beden de sevgiyle akar canem. Bütün kainat sevgiyle döner.” demiş her dem, Hesen. İçinden, dışından -sessizce- haykırmış, bacısına: “Derviş Toprağı da seni sevgiyle bekliyor. Gel artık…”
Üretken bir yazar Güven Tunç. Son romanı “ayaz”a dair. Okuyup bitirdiğinizde -bir şekilde- gözlerinizin gökyüzü laciverti ile yeryüzünün buz beyazı parlaklığının sizi teslim olacak ve üzerinize ‘karanfilli elma’ kokusu sinecek.
Tunç, son kitabı “Ay Dilbere” ile okurunu “Bir tek Leyl ü Nehar’da oluşan o rengarenk dönüşüme” davet ediyor.
Güven Tunç Kimdir?
1958 doğumlu. Sosyal Hizmetler Akademisi'ni 1980’de bitirdi. Sosyal Hizmet Uzmanı. Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğünde çalıştı. Emekli.
ESERLERİ:
Gökyüzünü Arayan Mavi. Alan Yayınevi. 1992,
Şehrin Zulası: Ankara Kalesi. (yazarlarından biri) İletişim Yayınevi, 2005
Elim Sende. Akademi Matbaası. 2009
Bir Aşk, Bir Hayat, Bir Şehir. Dipnot Yayınevi.2011
Sen Çok Yaşa Babaanne. Ürün Yayınları.2013.
Ververan’da Bir Hüzzam Şarkı. Ürün Yayınları. 2019
Ay Dilbere. KKM Yayınları. 2024.
(*)Kitap adını Ay Dilberé şarkısından almıştır. Şarkının sözleri Kürt yazar Feqiyê Teyran‘a, müziği ise Aram Tigran‘a aittir.
16 Nisan 2025 Çarşamba
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)