Üstad,
Üstadım,
Yukarılardan görüyorsunuzdur.
Mısranızı bir parça değiştirdim.
Affola.
ÜŞÜME KORKUSU
"Yoksulluk, sadece yiyecek ekmek bulamamak değildir."" der Rahibe Teresa
"Onun da ötesinde, insanın saygınlığına duyulan büyük bir açlıktır.
Sevmeye ve başkaları için önem taşıyan birisi olmaya gereksinim duyarız." der.
Doğrudur;
Yoksulluk insanların aç kalması değildir sadece.
Sadece konut, sağlık, eğitim hizmetlerine ulaşamamaları da değildir.
Yoksulluk; korkudur, utançtır, hayal kırıklığı ve umutsuzluktur.
Ama en önemlisi, yoksulluk insanların en insanca olan yanını, “yapabilme” yi, “yapabilme erki”ni elinden alan, sefil ve vicdansız bir şiddet uygulamasıdır.
İnsan son yıllarda olanlara bakınca, yoksulluğun bilinçli ve sistemli bir şiddet uygulaması olduğunu düşünüyor.
Yoksulluk; koca bir ömrün, kuyruklarda heba olmasıdır.
Tüm sosyal ortamlarda itilip kakılmaktır.
Hiç fırsatının olmamasıdır. Şansının hiç gülmemesidir.
Yalvarıp yalvarıp tanrıdan yanıt alamamaktır.
Düşünüp taşınıp ne yapacağını bulamamaktır.
Nazım'ın dediği gibi;
açlıktan gebermektir şose boylarında,
soğulkta it gibi titremektir.
Sofra kuramamaktır.
Kurulan sofradan hep doymadan kalkmaktır.
Çocuksan çok isteyip de okula gidememektir. Gidebiliyorsan eğer, mutlaka bir eksiğinden dolayı her gün azar işitmektir. Karne parası götürmediysen ders dinlemeye, sınıfta bulunmaya hakkın yoktur. Çocukluğun boyunca bir topunun bile olamamasıdır.
Üç kuruşluk harçlık için bayramları beklemektir.
Yaşama dair herşeyi, para değerinden düşünmektir yoksulluk. Daha doğrusu yaşanacak herşeyin bir bedeli olduğunu düşünmektir. Düşününce de vaz geçmektir. Hep "idare ederim" demektir. "Yemesek de olur", "giymesek de olur", "gitmesek de olur", "almasak da olur" diyerek, hayattan yavaş yavaş kopmaktır.
Yardımlardan utanmak ama yine de almak zorunda kalmaktır.
Çaresizce yardımlara alıştırılmaktır.
Bu yardımlar yoluyla aşağılanmaktır.
Sıralarda, kuyruklarda, fotoğraflarla teşhir edilmektir.
Ancak dini günlerde hatırlanmak dini olmayan günlerde üzerine basılan olmaktır.
Kadere kederle razı olmaktır.
Bir atasözü; "Açlık tanrıdan büyüktür" der
Öyle bir şeydir ki yoksulluk, korkusu bile neler yaptırır insana.
Aslında korkusu kendinden beterdir.
En çok da, en güçlüler bu korkuya kapılır.
Ve bu korku nedeniyledir ki; dünyada en saygın görünmeye çalışan insanlar, en güçsüzlerin haklarına gözlerini kırpmadan el koyanlardır.
En tepedeki adamlar, bir çok insanın zararına olduğunu bile bile büyük kararların altına imza atanlardır.
En yardımsever görünen adamlar, kendilerini ve aileleri için başkalarının yoksulluğuna en insafsızca neden olanlardır.
Dünyada altı milyar küsur insan yaşıyoruz. İnsanlığın elinde, doğanın da katkılarıyla, bunun iki katı insanı doyurma olanağı var.
Buna rağmen hâla yoksulluk herkesi bu kadar korkutabiliyorsa, bunda bir iş var.
Açlık korkusuyla, başkalarını açlığa sürükleyen insanlara şunu söylemek lazım; Bize yar olmayan devr-i devranın izzet-i ikramıdır bu. Almayın. Bize de teklif etmeyin.
Başlık; Neyzen Tevfik'in bir şiirinden alınmıştır.
BU HAYAT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BU HAYAT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
21 Kasım 2011 Pazartesi
MAMAK AH MAMAK
Salı, Temmuz 14, 2009
Tam yirmi yıl arayla Ankara Mamak’ı dolaşma şansım oldu. Biri 1989 da biri de bu yılın başlarında.
O zaman da yoksulluk vardı Mamak’da. Şimdi de var.
Ama şimdiki başka bir şey.
Mamak yirmi yıl önce bostanlar, bahçeler, gecekondularla dolu, apartmanı ve okumuşu az, çocuğu çok bir ilçeydi. Ankara’nın nitelikli niteliksiz emek gücünün önemli bir kısmını oluştururdu.
Çöplükle ve meşhur cezaevi ile anılsa da; yaz akşamları kızartma kokuları, şen kahkahalar ve yazlık sinema dönüşlerinde çırak çocukların söylediği efkarlı türkülerin oluşturduğu bir atmosfere sahipti. Kendi için olmasa da kendinde bir sınıftı Mamaklı.
Ankara’nın emek deposu olduğunu bilirdi. Bundan aldığı bir güç ve gurur olurdu tavrında. Hayatı üreten emeğin sahibiydi. Ama dar gelirliydi. Bu dar gelirlilikten çıkış umudu ise mütevazı ama kuvvetliydi. Çocukları okutmak. Sigortalı bir işe sokmak. İş dönüşü ayaklarını yıkayıp çizgili pijaması ve atletiyle gecekondusunun bahçesine sedire uzanmış babalar ve onlara hizmet eden anneler bir yandan karpuz dilimlerini dişler bir yandan uzaklara dalıp bu hayalle mutlu olurlardı.
Çöplüğüne ve cezaevine karşı dimdik durabilen bir yerdi
İşte öyle bir Mamak’tı
Sonra ne olduysa olmuş.
Gecekondulara “Tapu Tahsis Belgesi” verilmiş, sonra bunlar tapuya mı çevrilmiş, öyle mi kalmış bilemiyorum. Ama Ankara’nın Yenimahalle, Keçiören, Dikmen, Subayevleri, Sanatoryum, Etlik, İncirli, Yıldız, Birlik, Çukurca, Öveçler, Sokulu gibi bir çok semtindeki gecekondu birden bire müteahhitlerin girişimi ile apartmanlara dönüşmeye başlamış. Sanırım Başbakanımızın oturduğu ev bile böyle bina edilmiş.
Önceleri yüzde elli gibi bir oranla çalışan müteahhitler sonraları yüzde kırk, yüzde otuza kadar inmişler. Ama bu bile insanların çocuklarına bir ev bırakma şansı vermiş. Ankara’lı okumayı sevse, çocuklarını okumayı istese de iş, istihdam gibi sorunlarda o evler insanların yaşamını kurtarmış.
Mamak yoksulluk nedeni ile işte bu sürece yetişememiş. Büyük müteahhitler yeteri kadar rasyonel görmediklerinden ilgi göstermemiş. Kötü müteahhitlere yaptıranın ise iskan ve vize sorunları çözülememiş ve Mamak’ın çoğu gecekondu olarak kalmış. Sorun da buradan sonra başlamış.
Gecekondularla apartmanlar ayrışmış.
Apartmanların gölgesinde kalan gecekondulular kendilerini eksik, ezik, zayıf hissetmeye başlamışlar. Apartmanlar; halleri hiç iyi olmasa bile kendilerini şanslı hissetmek için bunu kaşımış. Televizyonlar, diziler, bazı şarkılar da kaşımış durmuş gecekondu yoksulluğunu.
Bu arada belediyeler ne olduğu hiçbir zaman tam anlaşılmayan kentsel dönüşüm projelerine başlamışlar. Bir gecekonduya yüzde otuz veren müteahhitten çok daha uyanık davranmışlar. Otuz bin konut gereksinimli bölgeye altmış binlik planlar yapmışlar ama vatandaşa bire bir vermeye kalkışmışlar. O da yetmemiş bir de üste para istemişler. Sanırım bazı semtlerin elektriği suyu kesilmiş. Bazı evler boşalmış.
Ve Mamak’ın 14-16 semti hayalet şehirlere dönmüş.
Ve bir çok yardım paketi burada kalan evlerin kapısını çalar olmuş.
Artık Mamak’tan neşeli yaz akşamı sesleri gelmez olmuş.
Çocuklar bir hayal bir hedef bir umut olmaksızın okullu olmuşlar.
Okumuşlarla büyümüşler bırakıp gitmiş.
Okumayanlar sigortasız, güvencesiz işlerde yedi gün on beş saat çalışmaktan tükenmiş ya ya iş aramaktan bile elini eteğini çekmiş, boş vermiş, yorgun, umutsuz ömür tüketiyorlarmış.
İşte Mamak’ı ikinci kez bu aşamada gördüm.
Bu süreçte Mamak’lının bir kısmının kendine bakış açısı değişmiş. Elleriyle, emekleriyle dünyayı her sabah yeniden kuran Mamak’lı uysallaşmış, sessizleşmiş, zayıflamış. Dünle ilişkisini bitirmiş. Yarından umudunu kesmiş. Kendisine acır olmuş. Kendini yetersiz görür olmuş.
Birileri Mamak’a el atmalı. Hem de acilen.
Bu kentsel dönüşüm ne menem bir uygulama.
Buralar zaten mahrumiyet. Bir de evleri alınırsa ellerinden otuz, kırk, elli yıldır oturdukları evleri alınırsa ne yapacaklar? Gönüllerince okutamadıkları, okuttuklarına iş bulamadıkları, bulduklarına sigorta yaptıramadıkları, yorgunluklarına çare üretemedikleri çocuklarına bir “daire“ de mi bırakamasınlar?
Büyük şehirlerde; “Başını sokacak bir ev” çok önemli. Bir vatandaşlık hakkı. Ve onun kadar önemlisi varlığıyla insanı, zengin, mutlu, vatandaş hissettiren yokluğuyla ise acze düşüren bir temel unsur.
Eğer merkezi yapıda birileri, yönetim yetkilerini kullanarak bu kentsel dönüşüm zulmüne el atmazsa kötü niyetler taşıyacağım.
Mamak gibi büyük bir metropol ilçe gettolaşsın, muhtaç kalsın isteniyor diyeceğim. İşsizliğinden utansın. İşçiliğinden utansın. Hep sessiz kalsın isteniyor diye düşüneceğim.
Hep yardım paketine gereksinimi olsun diye bekleniyor diye düşüneceğim.
Tam yirmi yıl arayla Ankara Mamak’ı dolaşma şansım oldu. Biri 1989 da biri de bu yılın başlarında.
O zaman da yoksulluk vardı Mamak’da. Şimdi de var.
Ama şimdiki başka bir şey.
Mamak yirmi yıl önce bostanlar, bahçeler, gecekondularla dolu, apartmanı ve okumuşu az, çocuğu çok bir ilçeydi. Ankara’nın nitelikli niteliksiz emek gücünün önemli bir kısmını oluştururdu.
Çöplükle ve meşhur cezaevi ile anılsa da; yaz akşamları kızartma kokuları, şen kahkahalar ve yazlık sinema dönüşlerinde çırak çocukların söylediği efkarlı türkülerin oluşturduğu bir atmosfere sahipti. Kendi için olmasa da kendinde bir sınıftı Mamaklı.
Ankara’nın emek deposu olduğunu bilirdi. Bundan aldığı bir güç ve gurur olurdu tavrında. Hayatı üreten emeğin sahibiydi. Ama dar gelirliydi. Bu dar gelirlilikten çıkış umudu ise mütevazı ama kuvvetliydi. Çocukları okutmak. Sigortalı bir işe sokmak. İş dönüşü ayaklarını yıkayıp çizgili pijaması ve atletiyle gecekondusunun bahçesine sedire uzanmış babalar ve onlara hizmet eden anneler bir yandan karpuz dilimlerini dişler bir yandan uzaklara dalıp bu hayalle mutlu olurlardı.
Çöplüğüne ve cezaevine karşı dimdik durabilen bir yerdi
İşte öyle bir Mamak’tı
Sonra ne olduysa olmuş.
Gecekondulara “Tapu Tahsis Belgesi” verilmiş, sonra bunlar tapuya mı çevrilmiş, öyle mi kalmış bilemiyorum. Ama Ankara’nın Yenimahalle, Keçiören, Dikmen, Subayevleri, Sanatoryum, Etlik, İncirli, Yıldız, Birlik, Çukurca, Öveçler, Sokulu gibi bir çok semtindeki gecekondu birden bire müteahhitlerin girişimi ile apartmanlara dönüşmeye başlamış. Sanırım Başbakanımızın oturduğu ev bile böyle bina edilmiş.
Önceleri yüzde elli gibi bir oranla çalışan müteahhitler sonraları yüzde kırk, yüzde otuza kadar inmişler. Ama bu bile insanların çocuklarına bir ev bırakma şansı vermiş. Ankara’lı okumayı sevse, çocuklarını okumayı istese de iş, istihdam gibi sorunlarda o evler insanların yaşamını kurtarmış.
Mamak yoksulluk nedeni ile işte bu sürece yetişememiş. Büyük müteahhitler yeteri kadar rasyonel görmediklerinden ilgi göstermemiş. Kötü müteahhitlere yaptıranın ise iskan ve vize sorunları çözülememiş ve Mamak’ın çoğu gecekondu olarak kalmış. Sorun da buradan sonra başlamış.
Gecekondularla apartmanlar ayrışmış.
Apartmanların gölgesinde kalan gecekondulular kendilerini eksik, ezik, zayıf hissetmeye başlamışlar. Apartmanlar; halleri hiç iyi olmasa bile kendilerini şanslı hissetmek için bunu kaşımış. Televizyonlar, diziler, bazı şarkılar da kaşımış durmuş gecekondu yoksulluğunu.
Bu arada belediyeler ne olduğu hiçbir zaman tam anlaşılmayan kentsel dönüşüm projelerine başlamışlar. Bir gecekonduya yüzde otuz veren müteahhitten çok daha uyanık davranmışlar. Otuz bin konut gereksinimli bölgeye altmış binlik planlar yapmışlar ama vatandaşa bire bir vermeye kalkışmışlar. O da yetmemiş bir de üste para istemişler. Sanırım bazı semtlerin elektriği suyu kesilmiş. Bazı evler boşalmış.
Ve Mamak’ın 14-16 semti hayalet şehirlere dönmüş.
Ve bir çok yardım paketi burada kalan evlerin kapısını çalar olmuş.
Artık Mamak’tan neşeli yaz akşamı sesleri gelmez olmuş.
Çocuklar bir hayal bir hedef bir umut olmaksızın okullu olmuşlar.
Okumuşlarla büyümüşler bırakıp gitmiş.
Okumayanlar sigortasız, güvencesiz işlerde yedi gün on beş saat çalışmaktan tükenmiş ya ya iş aramaktan bile elini eteğini çekmiş, boş vermiş, yorgun, umutsuz ömür tüketiyorlarmış.
İşte Mamak’ı ikinci kez bu aşamada gördüm.
Bu süreçte Mamak’lının bir kısmının kendine bakış açısı değişmiş. Elleriyle, emekleriyle dünyayı her sabah yeniden kuran Mamak’lı uysallaşmış, sessizleşmiş, zayıflamış. Dünle ilişkisini bitirmiş. Yarından umudunu kesmiş. Kendisine acır olmuş. Kendini yetersiz görür olmuş.
Birileri Mamak’a el atmalı. Hem de acilen.
Bu kentsel dönüşüm ne menem bir uygulama.
Buralar zaten mahrumiyet. Bir de evleri alınırsa ellerinden otuz, kırk, elli yıldır oturdukları evleri alınırsa ne yapacaklar? Gönüllerince okutamadıkları, okuttuklarına iş bulamadıkları, bulduklarına sigorta yaptıramadıkları, yorgunluklarına çare üretemedikleri çocuklarına bir “daire“ de mi bırakamasınlar?
Büyük şehirlerde; “Başını sokacak bir ev” çok önemli. Bir vatandaşlık hakkı. Ve onun kadar önemlisi varlığıyla insanı, zengin, mutlu, vatandaş hissettiren yokluğuyla ise acze düşüren bir temel unsur.
Eğer merkezi yapıda birileri, yönetim yetkilerini kullanarak bu kentsel dönüşüm zulmüne el atmazsa kötü niyetler taşıyacağım.
Mamak gibi büyük bir metropol ilçe gettolaşsın, muhtaç kalsın isteniyor diyeceğim. İşsizliğinden utansın. İşçiliğinden utansın. Hep sessiz kalsın isteniyor diye düşüneceğim.
Hep yardım paketine gereksinimi olsun diye bekleniyor diye düşüneceğim.
DEFTER EMİNİ SERVER EFENDİ
Tapu Kadastronun Osmanlıca'daki adı ya da eski adı, Defterhane-i Hakani imiş.
Güzel isim.
Hani şu; kul hakkını koruyabilmek için kılın kırk yarıldığı bir etik anlayışı çağrıştıran unutulmuş zamanlar. Sanki seksenin beş on yıl öncesi.
İşte o, Defterhane-i Hakani'de 15 yüzyıldan bu yana kayıt tutulur imiş.
İşte o, Defterhane-i Hakani'nin I. Mahmut zamanında defter emini de Server Efendi imiş. Temiz ve titiz imiş. Defter'deki bilgilerle oynanmaması, hakkı olanın hakkının yenmemesi için defteri kimseye göstermez ve defterhaneden dışarı çıkmasına izin vermez imiş. Ser verip sır vermez imiş. Suistimal edilmesine göz yummaz imiş.
Bir gün padişah defteri istemiş.
Server Efendi defteri boynunun gideceğini bile bile göndermemiş.
Ve boynu vurulmuş.
Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü Arşiv Daire Başkanlığı şimdi bu defterleri açıyor bizlere. Sergiliyor.
Osmanlı arşivleri olduğu için Türkiye'den başka yirmiye yakın ülkenin de kayıtları mevcut bu sergilemede.
Ayrıca Fransızlarca Osmanlı için yapılmış ayrıntılı bir çalışmanın kayıtları.
Fatih Sultan Mehmet'in vakfiyeleri ile ilgili deriden işlenmiş muhteşem bir döküm var ki burada vakıf mallarında gözü olanlar için ilginç beddualar yer alıyor.
Tapu Kadastro bu çalışmaları genel müdürlük içinde; "Defter Emini Server Efendi Sergi Salonu" nda izlemeye olanak tanıyor.
Bu güzel çalışmayı yapan isimsiz kahramanların ellerine sağlık.
Umarım sadece tapucular değil tüm kamu görevlileri de Server Efendi'yi örnek alırlar. Hepimiz örnek alırız. Bir parça bile olsa yeter...
Güzel isim.
Hani şu; kul hakkını koruyabilmek için kılın kırk yarıldığı bir etik anlayışı çağrıştıran unutulmuş zamanlar. Sanki seksenin beş on yıl öncesi.
İşte o, Defterhane-i Hakani'de 15 yüzyıldan bu yana kayıt tutulur imiş.
İşte o, Defterhane-i Hakani'nin I. Mahmut zamanında defter emini de Server Efendi imiş. Temiz ve titiz imiş. Defter'deki bilgilerle oynanmaması, hakkı olanın hakkının yenmemesi için defteri kimseye göstermez ve defterhaneden dışarı çıkmasına izin vermez imiş. Ser verip sır vermez imiş. Suistimal edilmesine göz yummaz imiş.
Bir gün padişah defteri istemiş.
Server Efendi defteri boynunun gideceğini bile bile göndermemiş.
Ve boynu vurulmuş.
Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü Arşiv Daire Başkanlığı şimdi bu defterleri açıyor bizlere. Sergiliyor.
Osmanlı arşivleri olduğu için Türkiye'den başka yirmiye yakın ülkenin de kayıtları mevcut bu sergilemede.
Ayrıca Fransızlarca Osmanlı için yapılmış ayrıntılı bir çalışmanın kayıtları.
Fatih Sultan Mehmet'in vakfiyeleri ile ilgili deriden işlenmiş muhteşem bir döküm var ki burada vakıf mallarında gözü olanlar için ilginç beddualar yer alıyor.
Tapu Kadastro bu çalışmaları genel müdürlük içinde; "Defter Emini Server Efendi Sergi Salonu" nda izlemeye olanak tanıyor.
Bu güzel çalışmayı yapan isimsiz kahramanların ellerine sağlık.
Umarım sadece tapucular değil tüm kamu görevlileri de Server Efendi'yi örnek alırlar. Hepimiz örnek alırız. Bir parça bile olsa yeter...
BU YAZ ÇOCUKLARI KÖYLERE GÖTÜRMELİ
Salı, Şubat 9, 2010
Bu yaz çocukları köylere götürmeli.
Biliyorum. Önyargıları var onların. Ve bir de dizginlenmez bir coşkuları. İleriye bakmayı ve gitmeyi seviyor onlar.
Geçmişe ve geriye tümden kapalı. Bir parça küçümsüyor gibiler ve sıkılıyorlar köylerden
Bu yaz çocukları köylere götürmeli.
Tahammülleri kadar götürmeli. İster üç gün ister beş gün.
İsterlerse bilgisayarlarını alsınlar yanlarına, isterlerse son model telefonları, aypotları, Bunlarsız yapamıyor yeni çağın çocukları.
Bu yaz çocukları köylere götürmeli.
Onlara küçük bir köyde nasıl hem Cezörlügil hem Fransızgil hem Gürcügil hem Kurdikgil olduğunu ve herkesin; bir arada kardeşce yaşadığını anlatmalı.
Bu zenginliği, bereketi.
Turan Gezer'i anlatmalı mesela. Nam-ı diğer Kenger'i. Bu çingene müzisyenin kemanından çıkan o güzelim nağmeleri.
Zımpat'ı anlatmalı. Gece soyacağı evlerde bile bile ağırlanıp o evin çocuklarına büyülü masallar anlatan şahsına münhasır adamı.
Hangi film onun anlattığı bir öykü bir masal tadını verebilirdi ki, o zamanın çocuklarına? Koskoca bir Mezapotamya'nın neredeyse insanlığın en karanlık zamanından kalma öyküleri hatırlayıp anlatmalı. Avatar'ı, Matrix'i yapan filmcilerin yüz binlerce dolar sayıp almak isteyeceği öyküleri.
İşte bu öyküler hâla bazı köylerde ve bazı nenelerle dedelerin belleğinde bir kenarda duruyor.
Bu öyküler yok olmadan gidip yakalamalı. Ve Bu toprakların, Anadolu'nun öykülerini bizim çocuklarımız anlatmalı. Tıpkı Yaşar Kemal gibi. Enver Gökçe gibi. Cemal Süreya gibi.
Bu yaz çocukları köylere götürmeli
Köylere götürmeli ve eşeğe bindirmeli.
Bir keçiyi otlarken görmeli. Bir ineği gözlerinden öpmeli. Bir ağaca sarılmalı. Bir kındik üzümü dalından koparmalı.
Tef çala çala dut toplamaya götürmeli. Binbir renkli kelebek sürüsünü izlemeli. Keklik dinletmeli. Yoğurdun nasıl çalındığını, yayığı bilmeli.
Yıldızların altında eşkiya öyküleri dinleyerek uyumalı.
Kibirli bir horozun ötüşündeki o muhteşem melodiyi dinleyerek uyanmalı.
Bir dere şırıltısında kalbine dokunmayı denemeli.
Bu yaz hem çocukları hem içimizdeki çocuğu köylere götürmeli.
Cücügen'e, Horoş'a, Sösük'e, Sink'e, Çit'e, Pul'a, Mendürgü'ye, Taftı'ya, Maşger'e, Karapınar'a. götürmeli.
Köyler apartmanlarla dolmadan ya da viranelik olmadan çocuklarla konuşup yapmalı bunu.
Ve başka köye gelin giden ablasını daha gitmeden özleyen dokuz yaşındaki bir oğlan çocuğunun "Ey dağlar size de mi kar yağdı?" diye soruşundaki şairliği nereden edindiğini keşfetmeli
Bu yaz çocukları köylere götürmeli.
Biliyorum. Önyargıları var onların. Ve bir de dizginlenmez bir coşkuları. İleriye bakmayı ve gitmeyi seviyor onlar.
Geçmişe ve geriye tümden kapalı. Bir parça küçümsüyor gibiler ve sıkılıyorlar köylerden
Bu yaz çocukları köylere götürmeli.
Tahammülleri kadar götürmeli. İster üç gün ister beş gün.
İsterlerse bilgisayarlarını alsınlar yanlarına, isterlerse son model telefonları, aypotları, Bunlarsız yapamıyor yeni çağın çocukları.
Bu yaz çocukları köylere götürmeli.
Onlara küçük bir köyde nasıl hem Cezörlügil hem Fransızgil hem Gürcügil hem Kurdikgil olduğunu ve herkesin; bir arada kardeşce yaşadığını anlatmalı.
Bu zenginliği, bereketi.
Turan Gezer'i anlatmalı mesela. Nam-ı diğer Kenger'i. Bu çingene müzisyenin kemanından çıkan o güzelim nağmeleri.
Zımpat'ı anlatmalı. Gece soyacağı evlerde bile bile ağırlanıp o evin çocuklarına büyülü masallar anlatan şahsına münhasır adamı.
Hangi film onun anlattığı bir öykü bir masal tadını verebilirdi ki, o zamanın çocuklarına? Koskoca bir Mezapotamya'nın neredeyse insanlığın en karanlık zamanından kalma öyküleri hatırlayıp anlatmalı. Avatar'ı, Matrix'i yapan filmcilerin yüz binlerce dolar sayıp almak isteyeceği öyküleri.
İşte bu öyküler hâla bazı köylerde ve bazı nenelerle dedelerin belleğinde bir kenarda duruyor.
Bu öyküler yok olmadan gidip yakalamalı. Ve Bu toprakların, Anadolu'nun öykülerini bizim çocuklarımız anlatmalı. Tıpkı Yaşar Kemal gibi. Enver Gökçe gibi. Cemal Süreya gibi.
Bu yaz çocukları köylere götürmeli
Köylere götürmeli ve eşeğe bindirmeli.
Bir keçiyi otlarken görmeli. Bir ineği gözlerinden öpmeli. Bir ağaca sarılmalı. Bir kındik üzümü dalından koparmalı.
Tef çala çala dut toplamaya götürmeli. Binbir renkli kelebek sürüsünü izlemeli. Keklik dinletmeli. Yoğurdun nasıl çalındığını, yayığı bilmeli.
Yıldızların altında eşkiya öyküleri dinleyerek uyumalı.
Kibirli bir horozun ötüşündeki o muhteşem melodiyi dinleyerek uyanmalı.
Bir dere şırıltısında kalbine dokunmayı denemeli.
Bu yaz hem çocukları hem içimizdeki çocuğu köylere götürmeli.
Cücügen'e, Horoş'a, Sösük'e, Sink'e, Çit'e, Pul'a, Mendürgü'ye, Taftı'ya, Maşger'e, Karapınar'a. götürmeli.
Köyler apartmanlarla dolmadan ya da viranelik olmadan çocuklarla konuşup yapmalı bunu.
Ve başka köye gelin giden ablasını daha gitmeden özleyen dokuz yaşındaki bir oğlan çocuğunun "Ey dağlar size de mi kar yağdı?" diye soruşundaki şairliği nereden edindiğini keşfetmeli
BAŞAK , MÜNEVVER . R.A. VE DİĞERLERİ
Çarşamba, Hazirane 17, 2009
VE DİĞERLERİ
DİĞERLERİ
HEPİMİZ
Bundan bir on yıl kadar önce, doğuda inanılmaz bir intihar salgını başlamıştı. İntiharların bir kısmının aile içi infaz olduğu anlaşıldı. Ama biz hepsinin öyle olduğunu varsaydık. Biraz eğitime ağırlık veren kampanyalar düzenleyerek biraz da belli bir etnik kökene yıktığımız töre üzerine giderek konuyu çözmüş olduğumuzu ya da çözüme doğru ciddi ağırlıkta adım attığımıza inanıp rahatlamıştık.
Artık intiharlar o kadar da yer bulmaz olmuştu medyamızda. Olanlarla da biz ilgilenmedik.
Şimdi acayip ve hiç anlayamadığımız bir şiddetle karşı karşıyayız. Mardin'de düğün evi basılıp çoluk çocuk demeden insanlar öldürülüyor. Hem de akrabaları tarafından. Hem de aralarında yaşı on beş bile olmayan bir zanlının bulunduğu akrabalar tarafından. Çocuğun; "Tam on beş kişi öldürdüm" dediği iddia ediliyor. Sanki kovboyculuk ya da bilgisayar oyunu oynuyor. Ona göre şimdilik öyle. Umarım o değildir ama eğer o ise ve o sahneler ardarda yıllarca rüyalarını delik deşik ettiğinde, uykuları kanadığında ......... Düşünmek bile istemiyorum
11 yaşındaki R.A annesini öldürüyor.
Dün Yıldırım Türker'in "Ana Katili Kızlar" adlı yazısını okurken anımsadım , Başak'da öldürmüştü.
Öyle farklı ki öyküleri ve öylesine yakın ki. Kimse kendini bu işlerden muaf hissetmesin.
Doğuda seri intiharlar olduğunda batıda, özellikle İstanbul'da üst ekonomik düzeydeki ailelerin kız çocuklarında da intiharlar oldu. Kimse fark etmedi. Kimse kondurmadı.
Hayat üzerinde sınıfsal bir baskı da olsa kendi akışını engelletmiyor kimseye.
Her toplumda "bileşik kaplar" gibi bir dengeleme sistemi var gibi. Kimsecikler bunu hak etmiyor. Ama bu dengeleme sistemini unutmamalı
Eğer komşu ülkede savaş varsa sizin ülkenizde tecavüzler, intiharlar, dayak artıyor.
Bir kız çocuğu neden annesini öldürür.
Hani çocuk, bir yerden çok kötülük görüp de annesinden defalarca yardım ister ama bu yardımı bulamaz, onun için mi öldürür?
Yoksa gerçekten annesi mi çok kötü davranmıştır?
Çocuklarımıza aile de dahil hayatın bir çok alanında çok da iyi davranıldığını söyleyemiyoruz. Çoğunun yüzünde, o küçücük yaşlarında beş parmak hüznünü görmek mümkün.
Ama çocuklar en çok çığlıkları annelerince duyulmadığında kırılıyorlar. Bunun sınıfı, töresi, etnik kökeni yok.
Belki biri de annesi niyetine kıydı Münevver'e.
Çocuklarımızı koruyacağımıza, kanla, cinnetle, cinayetle , tacizle, tecavüzle tanıştırıyoruz sürekli.
Şen kahkahaları, cıvıldaşmaları, şarkıları, oyunları unutuyor çocuklarımız.
Onlara karşı işlediğimiz suçlar bir yana bir de onları, yok baklava çaldı yok taş attı gibi olumsuzluklara sürükleyip ağır ağır cezalar öngörüyoruz. Ama bir grup çocuğa da ağlarmış gibi yapıyoruz.
Cemal Süreya bir şiirinde; "Yurdumsun ey uçurum " diyordu.
Yurdumsun.
Uçurumumsun.
VE DİĞERLERİ
DİĞERLERİ
HEPİMİZ
Bundan bir on yıl kadar önce, doğuda inanılmaz bir intihar salgını başlamıştı. İntiharların bir kısmının aile içi infaz olduğu anlaşıldı. Ama biz hepsinin öyle olduğunu varsaydık. Biraz eğitime ağırlık veren kampanyalar düzenleyerek biraz da belli bir etnik kökene yıktığımız töre üzerine giderek konuyu çözmüş olduğumuzu ya da çözüme doğru ciddi ağırlıkta adım attığımıza inanıp rahatlamıştık.
Artık intiharlar o kadar da yer bulmaz olmuştu medyamızda. Olanlarla da biz ilgilenmedik.
Şimdi acayip ve hiç anlayamadığımız bir şiddetle karşı karşıyayız. Mardin'de düğün evi basılıp çoluk çocuk demeden insanlar öldürülüyor. Hem de akrabaları tarafından. Hem de aralarında yaşı on beş bile olmayan bir zanlının bulunduğu akrabalar tarafından. Çocuğun; "Tam on beş kişi öldürdüm" dediği iddia ediliyor. Sanki kovboyculuk ya da bilgisayar oyunu oynuyor. Ona göre şimdilik öyle. Umarım o değildir ama eğer o ise ve o sahneler ardarda yıllarca rüyalarını delik deşik ettiğinde, uykuları kanadığında ......... Düşünmek bile istemiyorum
11 yaşındaki R.A annesini öldürüyor.
Dün Yıldırım Türker'in "Ana Katili Kızlar" adlı yazısını okurken anımsadım , Başak'da öldürmüştü.
Öyle farklı ki öyküleri ve öylesine yakın ki. Kimse kendini bu işlerden muaf hissetmesin.
Doğuda seri intiharlar olduğunda batıda, özellikle İstanbul'da üst ekonomik düzeydeki ailelerin kız çocuklarında da intiharlar oldu. Kimse fark etmedi. Kimse kondurmadı.
Hayat üzerinde sınıfsal bir baskı da olsa kendi akışını engelletmiyor kimseye.
Her toplumda "bileşik kaplar" gibi bir dengeleme sistemi var gibi. Kimsecikler bunu hak etmiyor. Ama bu dengeleme sistemini unutmamalı
Eğer komşu ülkede savaş varsa sizin ülkenizde tecavüzler, intiharlar, dayak artıyor.
Bir kız çocuğu neden annesini öldürür.
Hani çocuk, bir yerden çok kötülük görüp de annesinden defalarca yardım ister ama bu yardımı bulamaz, onun için mi öldürür?
Yoksa gerçekten annesi mi çok kötü davranmıştır?
Çocuklarımıza aile de dahil hayatın bir çok alanında çok da iyi davranıldığını söyleyemiyoruz. Çoğunun yüzünde, o küçücük yaşlarında beş parmak hüznünü görmek mümkün.
Ama çocuklar en çok çığlıkları annelerince duyulmadığında kırılıyorlar. Bunun sınıfı, töresi, etnik kökeni yok.
Belki biri de annesi niyetine kıydı Münevver'e.
Çocuklarımızı koruyacağımıza, kanla, cinnetle, cinayetle , tacizle, tecavüzle tanıştırıyoruz sürekli.
Şen kahkahaları, cıvıldaşmaları, şarkıları, oyunları unutuyor çocuklarımız.
Onlara karşı işlediğimiz suçlar bir yana bir de onları, yok baklava çaldı yok taş attı gibi olumsuzluklara sürükleyip ağır ağır cezalar öngörüyoruz. Ama bir grup çocuğa da ağlarmış gibi yapıyoruz.
Cemal Süreya bir şiirinde; "Yurdumsun ey uçurum " diyordu.
Yurdumsun.
Uçurumumsun.
BELDE BELEDİYELERİ İÇİN NAÇİZANE ÖNERİLER
Alanya'ya, Antalya'ya Mersin'e gidenler görmüştür, oralarda kaldırımlarda hep portakal ve limon ağaçları vardır. Ne dalı kırılmıştır ne meyveleri yağma edilmiştir. Hatta çoğunun üzerinde meyvesi aylarca kalır. Oysa bir ara Antalya'da sokak çocukları hayli vardı. Çocuklar bile o küçük yaşlarında, aç kaldıklarında ağaçlara zarar vermeden yediler demek ki. Hoş, oralarda çok aç kalan olmuyor. Ve kentteki meyve ağaçları da hayli çok. Neredeyse adım başı.
Bütün belde belediyeleri beldelerinde ne yetişiyorsa o meyveler ağırlıklı olmak koşuluyla beldelerini donatabilirler. Bu belde için; hem bolluk bereket simgesi hem turistler için bedava ikram ve tanıtım hem de canı isteyip de alamayanlar için meşru bir ulaşılabilirlik sağlar. Kimse korkmasın, eğer yeterli sayıda olur ise ağaçlar zarar görmez.
Eskiden "sadaka taşı" diye bir uygulama varmış mahallelerde. Gece oraya para konur, ihtiyacı olan da, yine gece vakti ihtiyacı olduğu kadarını ordan alırmış. Parayı taşa koyanı da parayı alanı da kimse görmezmiş. Yani bugünkü çadırlar gibi yararından çok reklamı yapılmazmış. Reklamdan gösterişten utanırmış insanlar. Meyve ağaçlarından oluşan bahçeler, parklar, ormanlıklar, bu ahlaktan gelenlerin uygulayacağı bir şey. Kimse kimseyi görmüyor. Kimsenin gururu incinmiyor kimse üç kuruşluk hayır için kurum kurum kurulmuyor. Turisti de dahil herkes için bir belediye hizmeti.
Beldeler insanların birbirini tanıdığı yerler. Çabuk organize olunabiliyor. Çabuk sonuç alınabiliyor. Sonuçları net izlenebiliyor.
Çocukları, kadınları, aileleri işin içine katmak lazım. Eğer yapılan, içten ve doğru bir iş ise, zaten katılıyorlar. Çocuklar ve anneler, eve yenmesi için alınan meyvelerin çekirdeklerini biriktirseler. Bir de bunları bir saksıya ekip fide haline getirseler. Şeftali, kayısı, kiraz, vişne, hatta nar, sonra kabuğuyla ceviz, badem, fındık. Bütün bu süreçleri çocuk görse katılsa. Belediye yeşillendirme çalışması yapacağı arazileri sadece çam ağacı ile donatmasa. Meşenin, çamın, kestanenin, kavağın yanına bu fideler de bir şenlikle, mevsiminde ekilse. Belediyeciler de; elma, armut, ayva, portakal ve yerel fideleriyle katılsalar şenliğe. bazı fidelerin meyve vermesi üç yıl bile sürmüyor.
Böyle bir beldede büyüyen hangi çocuk, bu beldeyi bu bolluğu ve bereketi bu hizmeti unutur?
Bütün çocuklara açık bir "meyve ormanı", böyle bir uygulamada hangi çocuk kendini masal kahramanı olarak görmez? Kim kendini cennette zannetmez?
Herşeyden önce çocukları doyurmak lazım.
Ve bunu yaparken annesini, babasını ve çocuğu incitmemek lazım.
Bugünki gibi; üç kilo pirinç, bir paket makarna, bir paket margarin, beş paket tarihi geçmiş hazır çorba, biraz kömürle insanları aşağılamamak lazım.
Acil durumlarda ne olursa vermek lazım. Ama diğer durumlarda biraz bakmak lazım.
Bölgede özelleştirme varsa taraf olmak lazım. Özelleştirme kamu malının özelleştirilmesi insanların işsiz bırakılmasıdır. Çocukların anne veya babasının işsiz ve muhtaç bırakılmasına rıza göstermemek lazım.
Eşi olmayan aile reisi kadınları sosyal yardımla kandırıp eve hapsetmemek lazım. Azim gösteren, çalışan, direnen bu kadınlarımızı desteklemek lazım.
Küçük yerlerin uzun vadeli tanıtımında - yöresel yemeklerde, kumaş, halı, kilim dokumada- hep kadınlarımızın el emeği etkindir. Bunu unutmamak lazım.
Küçüğüyle büyüğüyle istihdam yaratmanın çok maliyetli olduğu inancıyla iş alanı yaratmaktan korkan yönetici kervanına katılmamak lazım.
İş geliştirmek isteyen insanlara, menfaat ilişkisine bulaşmadan ortam ve olanak sağlamak lazım. İş yapmak isteyen kadını ve erkeği dinlemek lazım. Onlara ortam ve olanak sağlamak lazım. Ve bunu düzenli olarak yapmak lazım. Sonuçları izlemek, denetlemek lazım.
Yaşlıları unutmamak lazım. Onları bakıma muhtaç zavallılar olarak görmek yerine ihtiyaçlarını karşılamada bağımsızlaşmaları ve bilgeliklerini kamu hizmetine sunma olanağı tanımak lazım. hemen huzurevi açmamak lazım. Hele bin kişilik kapasitelerden kaçınmak lazım.
Engellilerin, onurlarıyla ve bağımlı olmadan kamusal yaşama katılmaları için sokakta, caddede, trafik lambalarında, parklarda, otobüslerde değişiklik yapmak lazım.
Şimdilik bu kadar lazım.
Sonra yeniden yazmak lazım
Bütün belde belediyeleri beldelerinde ne yetişiyorsa o meyveler ağırlıklı olmak koşuluyla beldelerini donatabilirler. Bu belde için; hem bolluk bereket simgesi hem turistler için bedava ikram ve tanıtım hem de canı isteyip de alamayanlar için meşru bir ulaşılabilirlik sağlar. Kimse korkmasın, eğer yeterli sayıda olur ise ağaçlar zarar görmez.
Eskiden "sadaka taşı" diye bir uygulama varmış mahallelerde. Gece oraya para konur, ihtiyacı olan da, yine gece vakti ihtiyacı olduğu kadarını ordan alırmış. Parayı taşa koyanı da parayı alanı da kimse görmezmiş. Yani bugünkü çadırlar gibi yararından çok reklamı yapılmazmış. Reklamdan gösterişten utanırmış insanlar. Meyve ağaçlarından oluşan bahçeler, parklar, ormanlıklar, bu ahlaktan gelenlerin uygulayacağı bir şey. Kimse kimseyi görmüyor. Kimsenin gururu incinmiyor kimse üç kuruşluk hayır için kurum kurum kurulmuyor. Turisti de dahil herkes için bir belediye hizmeti.
Beldeler insanların birbirini tanıdığı yerler. Çabuk organize olunabiliyor. Çabuk sonuç alınabiliyor. Sonuçları net izlenebiliyor.
Çocukları, kadınları, aileleri işin içine katmak lazım. Eğer yapılan, içten ve doğru bir iş ise, zaten katılıyorlar. Çocuklar ve anneler, eve yenmesi için alınan meyvelerin çekirdeklerini biriktirseler. Bir de bunları bir saksıya ekip fide haline getirseler. Şeftali, kayısı, kiraz, vişne, hatta nar, sonra kabuğuyla ceviz, badem, fındık. Bütün bu süreçleri çocuk görse katılsa. Belediye yeşillendirme çalışması yapacağı arazileri sadece çam ağacı ile donatmasa. Meşenin, çamın, kestanenin, kavağın yanına bu fideler de bir şenlikle, mevsiminde ekilse. Belediyeciler de; elma, armut, ayva, portakal ve yerel fideleriyle katılsalar şenliğe. bazı fidelerin meyve vermesi üç yıl bile sürmüyor.
Böyle bir beldede büyüyen hangi çocuk, bu beldeyi bu bolluğu ve bereketi bu hizmeti unutur?
Bütün çocuklara açık bir "meyve ormanı", böyle bir uygulamada hangi çocuk kendini masal kahramanı olarak görmez? Kim kendini cennette zannetmez?
Herşeyden önce çocukları doyurmak lazım.
Ve bunu yaparken annesini, babasını ve çocuğu incitmemek lazım.
Bugünki gibi; üç kilo pirinç, bir paket makarna, bir paket margarin, beş paket tarihi geçmiş hazır çorba, biraz kömürle insanları aşağılamamak lazım.
Acil durumlarda ne olursa vermek lazım. Ama diğer durumlarda biraz bakmak lazım.
Bölgede özelleştirme varsa taraf olmak lazım. Özelleştirme kamu malının özelleştirilmesi insanların işsiz bırakılmasıdır. Çocukların anne veya babasının işsiz ve muhtaç bırakılmasına rıza göstermemek lazım.
Eşi olmayan aile reisi kadınları sosyal yardımla kandırıp eve hapsetmemek lazım. Azim gösteren, çalışan, direnen bu kadınlarımızı desteklemek lazım.
Küçük yerlerin uzun vadeli tanıtımında - yöresel yemeklerde, kumaş, halı, kilim dokumada- hep kadınlarımızın el emeği etkindir. Bunu unutmamak lazım.
Küçüğüyle büyüğüyle istihdam yaratmanın çok maliyetli olduğu inancıyla iş alanı yaratmaktan korkan yönetici kervanına katılmamak lazım.
İş geliştirmek isteyen insanlara, menfaat ilişkisine bulaşmadan ortam ve olanak sağlamak lazım. İş yapmak isteyen kadını ve erkeği dinlemek lazım. Onlara ortam ve olanak sağlamak lazım. Ve bunu düzenli olarak yapmak lazım. Sonuçları izlemek, denetlemek lazım.
Yaşlıları unutmamak lazım. Onları bakıma muhtaç zavallılar olarak görmek yerine ihtiyaçlarını karşılamada bağımsızlaşmaları ve bilgeliklerini kamu hizmetine sunma olanağı tanımak lazım. hemen huzurevi açmamak lazım. Hele bin kişilik kapasitelerden kaçınmak lazım.
Engellilerin, onurlarıyla ve bağımlı olmadan kamusal yaşama katılmaları için sokakta, caddede, trafik lambalarında, parklarda, otobüslerde değişiklik yapmak lazım.
Şimdilik bu kadar lazım.
Sonra yeniden yazmak lazım
(K)ADINSAL SOSYAL SORUMLULUK
Salı, Mayıs 6, 2008 ·
Bu yazı ironiden anlamayanlar için de uygun değildir.
Baba beni okula gönder.
Okula gidip okuyacağım. Büyüyüp okulum bitince de bir gazetenin web sitesinde çalışacağım.
Baba beni okula gönder.
İşe girer girmez, web sitesinin görünmez bir yerinde, en altlarda, küçücük bir yerde duran ve "Baba Beni Okula Gönder" projesini ifade eden kız çocukları figürüne her gün bakacağım.
Ben de bu sosyal sorumluluk projesi için çok çalışıp çabalayacağım.
Bu küçücük duyurunun yanına çıplak çıplak ablaların fotoğraflarını koyacağım.
Siteyi;
“bu kızların her yaptıkları olay”
“yeni model bond kızları”
“hey gidi gençlik hey”
“konuşan fotoğraflar”
“plajda bikinili rekoru”
“parçaları bul ünlüyü bil”
“en çılgın festival”
“Tüzmen’i yakan aşk listesi”
isim, içerik ve fotoğraflarla dolduracağım.
Haber ve yorum arayanlar biraz çalışsınlar. Para vermeden gazete okumak için biraz çabalasınlar değil mi?
Gazetede olduğunun aksine web sitesinde, çoğu haberi kadın bedeni fotoğrafı üzerinden vereceğim. Öyle ki bir oteldeki köpük banyosu faciasını bile eğlenen çıplak kadın fotoğrafları üzerinden vereceğim. Gazetenin web sitesini, üçüncü sayfa güzelleri ile dolduracağım. Aile kavgalarını, sağlık sorunlarını da çıplak olmayan kadınlar üzerinden vereceğim.
Baba beni okula gönder.
Futbol ve siyaset dışında tüm haberleri kadınların görüntüsü üzerinden vereceğim. Okumuşu yazmışı, köylüsü kentlisi, çıplağı kapalısı fark etmiyor hep kadın fotoğrafı kullanacağım.
Baba beni okula gönder.
Ciddi; ölüm, deprem, çatışma, kaza gibi haberlerin arasına “güzellerin perde arkası görüntüleri”ni, o da olmazsa “ünlülerin yakılacak fotoğraflarını” koyacağım. Gerçekten bunu yapacağım.
Mazeretim de, bu fotoğraflar olmazsa kimsenin siteyi tıklamaması olacak.
Baba beni okula gönder.
Senin beni okula gönderememenle, feodal ve cahil olduğunu düşünüyor olamalılar. Anlamıyor musun seni ve beni modernleştirmeye çalışıyorlar.
Mazeretim siteye reklam almak gerek olacak
Mazeretim daha çok kazanmak olacak.
Kız çocuklarının okuması
Kadına karşı şiddetin azalması
Medeni bir ülke olmak.
Kalkınmak, gelişmek, değişmek……
Anlaşılan bunlarla bunların hiç ilgisi yokmuş gibi davranacağım.
Modern kadın olarak da; ne yazık ki, okumuş yazmışları, idealleri olanları, idealleri uğruna şehir şehir dolaşan öğretmeni, hemşireyi, doktoru, mühendisi, eczacıyı, emeği ile beş çocuk okutan anneyi değil ya soyunuk kadınları ya mağdur kadınları haber yapıp onların fotoğrafını koyuyorlar.
Bunlar gazeteci ve okumuş yazmış insanlar ama nasıl oluyorsa, bu haberlerin seni ne kadar ürküttüğünü, korkuttuğunu anlamıyorlar.
Baba beni okula gönder.
Okula gitmek benim hakkım.
En temel haklarımdan biri.
Merak etme, beni o web sitesine de çalıştırmazlar artık.
Hamiş; İnsan bunca yıllık gazetesine üzülüyor.
Bu yazı ironiden anlamayanlar için de uygun değildir.
Baba beni okula gönder.
Okula gidip okuyacağım. Büyüyüp okulum bitince de bir gazetenin web sitesinde çalışacağım.
Baba beni okula gönder.
İşe girer girmez, web sitesinin görünmez bir yerinde, en altlarda, küçücük bir yerde duran ve "Baba Beni Okula Gönder" projesini ifade eden kız çocukları figürüne her gün bakacağım.
Ben de bu sosyal sorumluluk projesi için çok çalışıp çabalayacağım.
Bu küçücük duyurunun yanına çıplak çıplak ablaların fotoğraflarını koyacağım.
Siteyi;
“bu kızların her yaptıkları olay”
“yeni model bond kızları”
“hey gidi gençlik hey”
“konuşan fotoğraflar”
“plajda bikinili rekoru”
“parçaları bul ünlüyü bil”
“en çılgın festival”
“Tüzmen’i yakan aşk listesi”
isim, içerik ve fotoğraflarla dolduracağım.
Haber ve yorum arayanlar biraz çalışsınlar. Para vermeden gazete okumak için biraz çabalasınlar değil mi?
Gazetede olduğunun aksine web sitesinde, çoğu haberi kadın bedeni fotoğrafı üzerinden vereceğim. Öyle ki bir oteldeki köpük banyosu faciasını bile eğlenen çıplak kadın fotoğrafları üzerinden vereceğim. Gazetenin web sitesini, üçüncü sayfa güzelleri ile dolduracağım. Aile kavgalarını, sağlık sorunlarını da çıplak olmayan kadınlar üzerinden vereceğim.
Baba beni okula gönder.
Futbol ve siyaset dışında tüm haberleri kadınların görüntüsü üzerinden vereceğim. Okumuşu yazmışı, köylüsü kentlisi, çıplağı kapalısı fark etmiyor hep kadın fotoğrafı kullanacağım.
Baba beni okula gönder.
Ciddi; ölüm, deprem, çatışma, kaza gibi haberlerin arasına “güzellerin perde arkası görüntüleri”ni, o da olmazsa “ünlülerin yakılacak fotoğraflarını” koyacağım. Gerçekten bunu yapacağım.
Mazeretim de, bu fotoğraflar olmazsa kimsenin siteyi tıklamaması olacak.
Baba beni okula gönder.
Senin beni okula gönderememenle, feodal ve cahil olduğunu düşünüyor olamalılar. Anlamıyor musun seni ve beni modernleştirmeye çalışıyorlar.
Mazeretim siteye reklam almak gerek olacak
Mazeretim daha çok kazanmak olacak.
Kız çocuklarının okuması
Kadına karşı şiddetin azalması
Medeni bir ülke olmak.
Kalkınmak, gelişmek, değişmek……
Anlaşılan bunlarla bunların hiç ilgisi yokmuş gibi davranacağım.
Modern kadın olarak da; ne yazık ki, okumuş yazmışları, idealleri olanları, idealleri uğruna şehir şehir dolaşan öğretmeni, hemşireyi, doktoru, mühendisi, eczacıyı, emeği ile beş çocuk okutan anneyi değil ya soyunuk kadınları ya mağdur kadınları haber yapıp onların fotoğrafını koyuyorlar.
Bunlar gazeteci ve okumuş yazmış insanlar ama nasıl oluyorsa, bu haberlerin seni ne kadar ürküttüğünü, korkuttuğunu anlamıyorlar.
Baba beni okula gönder.
Okula gitmek benim hakkım.
En temel haklarımdan biri.
Merak etme, beni o web sitesine de çalıştırmazlar artık.
Hamiş; İnsan bunca yıllık gazetesine üzülüyor.
ŞU ŞARKIYI KATLETMEDEN SÖYLEYİN ARTIK
Belki tatillerde daha çok canlı müzik dinliyoruz da ondan mıdır nedir, bu yıl tatilde artık iyice zıvanadan çıktım.
Çok alternatif tatil meraklısı değilseniz, tatilde gittiğiniz yer çadır kampından pansiyona, otelden tatil köyüne uzanıyor işte. Hepsinde de akşam yemeği ile başlayan iyi kötü bir müzik var . Çoğunda şu her işi kendi yapan orglardan var bir de şantörle işi kıvırıyorlar. Bazı yer daha amatör ve samimi, bir gitar bir bağlama yetiriyor. Bazısı bunların yanına keman, ud, cümbüş, darbuka veya batı tipi çalgı koyup orkestralar oluşturuyor.
Yemek müziğinden başlanıp, dans müziğinden, poptan dolanıp en sonundaki halaydan önce bir sanat müziği icrası gerekiyor. Üç aşağı beş yukarı böyle ortalık.
Her müzik dalının da olmazsa olmaz, baba parçaları var. Amerika'yı yeniden keşfetmek için ter dökmenin anlamı yok. Konukları anında coşturan, anında duygulandıran, anında kadeh kaldırtan her parça biliniyor.
"Çile Bülbülüm Çile " şarkısı da bu şarkılardan biri.
Bu şarkıyı seviyoruz.
Bu şarkıda duygulanıyoruz.
Bu şarkıda hüzünleniyoruz.
Fakat her kim ise, bir tarihte, bir şarkıcı, bu şarkının nakaratındaki "Allah" nidasını izleyenlere söyletmiş.
Buraya kadar güzeldi.
Buraya kadarını hatırlıyorum.
Biz nidaları söylerdik şarkıcı da şarkıyı. Bir sorun olmazdı bir sıkıntı yaratmazdı.
Ama aynı şarkıcı mıdır? Başka biri midir? Yine bir şarkıcı bir icrası sırasında, seyircilerin nidalarını beğenmemiş ya da beğenmemiş gibi yapmış.
Aman Allahım. İşte o talihsiz zamandan bu yana, bu şarkı hiç bir toplulukta doğru dürüst söylenemez olmuş.
Şimdi şarkıcılarda bir naz bir beğenmemezlik bir uyuzluk. İlla ki izleyiciye nidayı böğürte böğürte söyletecekler.
Aslında izleyen ilk nidayı güzel söylüyor ama sonra ikinci de üçüncü de beşinci de bıkıyor söylemez oluyor. Bu kez de şarkıcı rezilliği dışa vurmamak için "Şimdi oldu" deyip şarkıyı sürdürüyor.
Tırsan seyirci nakaratın ikinci kez gelişini gerilim içinde bekliyor. Ama şarkıcı uslanmamış, sanki kendisi divadır. Yine binbir havayla izleyici bağırmaya zorlanıyor. Tabi bu arada böğürmeyi bir sanat olarak değerlendiren izleyici sayısı da hiç az olmuyor.
Şarkının bu bölümünü normal söyleyen şarkıcıyı da uyaranlar çıkıyormuş. Bizi niye bağırtmıyorsun diye.
Böylelikle bir güzel şarkımız uzun süredir katledilmeden söylenemiyor dinlenemiyor.
Bence bu 12 Eylül'den sonra oldu.
Vallahi ciddiyim.
Vallahi
Çok alternatif tatil meraklısı değilseniz, tatilde gittiğiniz yer çadır kampından pansiyona, otelden tatil köyüne uzanıyor işte. Hepsinde de akşam yemeği ile başlayan iyi kötü bir müzik var . Çoğunda şu her işi kendi yapan orglardan var bir de şantörle işi kıvırıyorlar. Bazı yer daha amatör ve samimi, bir gitar bir bağlama yetiriyor. Bazısı bunların yanına keman, ud, cümbüş, darbuka veya batı tipi çalgı koyup orkestralar oluşturuyor.
Yemek müziğinden başlanıp, dans müziğinden, poptan dolanıp en sonundaki halaydan önce bir sanat müziği icrası gerekiyor. Üç aşağı beş yukarı böyle ortalık.
Her müzik dalının da olmazsa olmaz, baba parçaları var. Amerika'yı yeniden keşfetmek için ter dökmenin anlamı yok. Konukları anında coşturan, anında duygulandıran, anında kadeh kaldırtan her parça biliniyor.
"Çile Bülbülüm Çile " şarkısı da bu şarkılardan biri.
Bu şarkıyı seviyoruz.
Bu şarkıda duygulanıyoruz.
Bu şarkıda hüzünleniyoruz.
Fakat her kim ise, bir tarihte, bir şarkıcı, bu şarkının nakaratındaki "Allah" nidasını izleyenlere söyletmiş.
Buraya kadar güzeldi.
Buraya kadarını hatırlıyorum.
Biz nidaları söylerdik şarkıcı da şarkıyı. Bir sorun olmazdı bir sıkıntı yaratmazdı.
Ama aynı şarkıcı mıdır? Başka biri midir? Yine bir şarkıcı bir icrası sırasında, seyircilerin nidalarını beğenmemiş ya da beğenmemiş gibi yapmış.
Aman Allahım. İşte o talihsiz zamandan bu yana, bu şarkı hiç bir toplulukta doğru dürüst söylenemez olmuş.
Şimdi şarkıcılarda bir naz bir beğenmemezlik bir uyuzluk. İlla ki izleyiciye nidayı böğürte böğürte söyletecekler.
Aslında izleyen ilk nidayı güzel söylüyor ama sonra ikinci de üçüncü de beşinci de bıkıyor söylemez oluyor. Bu kez de şarkıcı rezilliği dışa vurmamak için "Şimdi oldu" deyip şarkıyı sürdürüyor.
Tırsan seyirci nakaratın ikinci kez gelişini gerilim içinde bekliyor. Ama şarkıcı uslanmamış, sanki kendisi divadır. Yine binbir havayla izleyici bağırmaya zorlanıyor. Tabi bu arada böğürmeyi bir sanat olarak değerlendiren izleyici sayısı da hiç az olmuyor.
Şarkının bu bölümünü normal söyleyen şarkıcıyı da uyaranlar çıkıyormuş. Bizi niye bağırtmıyorsun diye.
Böylelikle bir güzel şarkımız uzun süredir katledilmeden söylenemiyor dinlenemiyor.
Bence bu 12 Eylül'den sonra oldu.
Vallahi ciddiyim.
Vallahi
PARİS HİLTON GİTTİ Mİ ISSIZ ACUN KALDI MI
Paris hanım gitti mi gerçekten?
Hiç iyi bir haber vermediniz çocuklar.
Aman Allah’ım şimdi biz ne yapacağız?
Düşürürler bizim emekli maaşlarını yine üç kuruşa.
Bak gör, bunlar önce maaşları düşürürler.
Sonra başka şeyleri. Böyle gider artık. Ben de tam hanımla birlikte bir tatile gidelim diyordum. Söylemesi ayıp, on yıldır bir seyahat yapamıyoruz da. Hovardalık edip birkaç kitap beğenmiştim. Onları da alamam şimdi. Gitti güzelim kitaplar. Hanıma söyleyeyim de, boşuna bakmasın sinemalara, tiyatrolara. Yine uzak kalacak yaşantımıza kültür ve sanat. Bir rakı sofrası bile kuramadık ona yanarım.
Emin misiniz sahiden gitti mi bu Paris kızımız?
Eyvah ki ne eyvah, dünya yine cehenneme mi dönecek?
Amerika tekrar mı işgal edecek Irak’ı? Yine her gün Bağdat’ta bombalar patlayacak. Yine sokakta ve semt pazarlarında çocuklar, kadınlar parçalanacak. Hastanelerinde ilaç, evlerinde yiyecek, su, elektrik bulunmayacak.
Ciddi misiniz? Bush ve Dick Cheney’in savaş suçlusu olarak yargılanmasından da mı vazgeçilecek?
Yani, Guantanamo cehennemi şimdi yeniden mi açılacak?
İçimizde, yanı başımızda yine mi kan dökülecek. Gençlerimiz, çocuklarımız mı ölecek?
BOP yerine Mihri Belli’nin HOP (Halkın Ortadoğu Projesi) uygulanmaya yeni başlanmıştı, şimdi o da mı bırakılacak ? Bölge halklarının şölenle açtıkları barış kapıları, yeniden mi kapanacak?
Bana kötü bir şaka yapmıyorsunuz değil mi evladım?
Sahiden gitti mi bu Paris hanım?
Afrika’daki kardeşlerimiz yine mi aç kalacak?
Birleşmiş Milletler; “Bizim yerimiz insanlığın en temel sorunlarının olduğu yerdir” diyerek Afrika’ya taşıdığı merkezini yeniden New York’a mı taşıyacak?
Uganda’da, Zimbabve’de, Burundi’de sağlanan iç barış, bir kez daha mı bozulacak? Darfurlu’lara sağlanan evler, ellerinden geri mi alınacak?
Kalkınmacıların, kendi reçeteleriyle değil halkın bilgeliği, rehberliği ve önderliğinde başladıkları çalışma geri mi kalacak?
Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası ve İMF; dünya halklarından özür dileyerek kendilerini lağvetmişlerdi. Binalarını da evsiz barksızlara bırakmışlardı, onlar da mı yeniden açılacak ?
Yapma be çocuğum. Hiç iyi bir haber vermedin bana.
Bak, ensemden bir ateş yükselmeye başladı. Biriniz bi tansiyon aleti bulup gelsin hemen.
İsrail yetkililerinin; Gazze’de ve Batı Şeria’da kendi elleriyle ve Filistinli çocukların katılımlıyla yıktıkları duvarlar, yeniden mi inşa edilecek? Barış ve kardeşlik heyetlerinin başladığı çalışma bitirilecek mi?
Ah, niye hemen gitti bu kızcağız?
Biraz daha kalsaydı ya.
Bizi Avrupa Birliğinden de çıkarırlar şimdi.
Sarkozy’nin verdiği “Dünya; Barış, Neşe, Zenginlik, Eşitlik Ödülü”nü de elimizden alırlar.
Tekrar kamuya dönen ve kar eden kitlerimiz yeniden mi gidecek elimizden?
Hiçbir temel bilgiyi öğrenemeden çocuklarımız okur dururlar yeniden.
Kuş gribi, Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi hortlar yine.
Altın sevdaları yüzünden, dağlarımızı, doğal kaynaklarımızı, zeytinliklerimizi, bağlarımızı, ağacımızı, suyumuzu, kurbağamızı, balığımızı yok etmeye başlarlar yeniden.
İstanbul’da; yetkililer, “Taksim’i her derbi maçı sonrası açıyoruz da emekleriyle yaşamımızı oluşturan işçi kardeşlerimize bir gün olsun neden açmıyormuşuz?” sözlerinden ve bundan sonra işçilerin yanında yürüme kararından da mı vazgeçecekler?
Belediyeler hem devletten hem vatandaştan alıp, vatandaşa hizmet vermeyecekler, bol bol şelale, gölet, bina yapıp duracaklar yine, öyle mi?
Parti başkanlığını bırakıp, son genel kurulda aday olanların, iyi bir genel başkan olabilmesi için onlara danışmanlığa başlayan Baykal, yine CHP’nin başına mı oturacak?
Ah be Pariscik, Ah be, biraz daha kalsaydın ne olurdu?
Biraz daha dişini sıksaydın.
Biraz daha göbek atsaydın.
Biraz daha soyunsaydın.
Biraz daha güzide medyamızın gündemi, süsü olsaydın.
Biraz daha bu cennette kalsaydık.
Gitmeseydin.
Gitmeseydin.
Hiç iyi bir haber vermediniz çocuklar.
Aman Allah’ım şimdi biz ne yapacağız?
Düşürürler bizim emekli maaşlarını yine üç kuruşa.
Bak gör, bunlar önce maaşları düşürürler.
Sonra başka şeyleri. Böyle gider artık. Ben de tam hanımla birlikte bir tatile gidelim diyordum. Söylemesi ayıp, on yıldır bir seyahat yapamıyoruz da. Hovardalık edip birkaç kitap beğenmiştim. Onları da alamam şimdi. Gitti güzelim kitaplar. Hanıma söyleyeyim de, boşuna bakmasın sinemalara, tiyatrolara. Yine uzak kalacak yaşantımıza kültür ve sanat. Bir rakı sofrası bile kuramadık ona yanarım.
Emin misiniz sahiden gitti mi bu Paris kızımız?
Eyvah ki ne eyvah, dünya yine cehenneme mi dönecek?
Amerika tekrar mı işgal edecek Irak’ı? Yine her gün Bağdat’ta bombalar patlayacak. Yine sokakta ve semt pazarlarında çocuklar, kadınlar parçalanacak. Hastanelerinde ilaç, evlerinde yiyecek, su, elektrik bulunmayacak.
Ciddi misiniz? Bush ve Dick Cheney’in savaş suçlusu olarak yargılanmasından da mı vazgeçilecek?
Yani, Guantanamo cehennemi şimdi yeniden mi açılacak?
İçimizde, yanı başımızda yine mi kan dökülecek. Gençlerimiz, çocuklarımız mı ölecek?
BOP yerine Mihri Belli’nin HOP (Halkın Ortadoğu Projesi) uygulanmaya yeni başlanmıştı, şimdi o da mı bırakılacak ? Bölge halklarının şölenle açtıkları barış kapıları, yeniden mi kapanacak?
Bana kötü bir şaka yapmıyorsunuz değil mi evladım?
Sahiden gitti mi bu Paris hanım?
Afrika’daki kardeşlerimiz yine mi aç kalacak?
Birleşmiş Milletler; “Bizim yerimiz insanlığın en temel sorunlarının olduğu yerdir” diyerek Afrika’ya taşıdığı merkezini yeniden New York’a mı taşıyacak?
Uganda’da, Zimbabve’de, Burundi’de sağlanan iç barış, bir kez daha mı bozulacak? Darfurlu’lara sağlanan evler, ellerinden geri mi alınacak?
Kalkınmacıların, kendi reçeteleriyle değil halkın bilgeliği, rehberliği ve önderliğinde başladıkları çalışma geri mi kalacak?
Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası ve İMF; dünya halklarından özür dileyerek kendilerini lağvetmişlerdi. Binalarını da evsiz barksızlara bırakmışlardı, onlar da mı yeniden açılacak ?
Yapma be çocuğum. Hiç iyi bir haber vermedin bana.
Bak, ensemden bir ateş yükselmeye başladı. Biriniz bi tansiyon aleti bulup gelsin hemen.
İsrail yetkililerinin; Gazze’de ve Batı Şeria’da kendi elleriyle ve Filistinli çocukların katılımlıyla yıktıkları duvarlar, yeniden mi inşa edilecek? Barış ve kardeşlik heyetlerinin başladığı çalışma bitirilecek mi?
Ah, niye hemen gitti bu kızcağız?
Biraz daha kalsaydı ya.
Bizi Avrupa Birliğinden de çıkarırlar şimdi.
Sarkozy’nin verdiği “Dünya; Barış, Neşe, Zenginlik, Eşitlik Ödülü”nü de elimizden alırlar.
Tekrar kamuya dönen ve kar eden kitlerimiz yeniden mi gidecek elimizden?
Hiçbir temel bilgiyi öğrenemeden çocuklarımız okur dururlar yeniden.
Kuş gribi, Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi hortlar yine.
Altın sevdaları yüzünden, dağlarımızı, doğal kaynaklarımızı, zeytinliklerimizi, bağlarımızı, ağacımızı, suyumuzu, kurbağamızı, balığımızı yok etmeye başlarlar yeniden.
İstanbul’da; yetkililer, “Taksim’i her derbi maçı sonrası açıyoruz da emekleriyle yaşamımızı oluşturan işçi kardeşlerimize bir gün olsun neden açmıyormuşuz?” sözlerinden ve bundan sonra işçilerin yanında yürüme kararından da mı vazgeçecekler?
Belediyeler hem devletten hem vatandaştan alıp, vatandaşa hizmet vermeyecekler, bol bol şelale, gölet, bina yapıp duracaklar yine, öyle mi?
Parti başkanlığını bırakıp, son genel kurulda aday olanların, iyi bir genel başkan olabilmesi için onlara danışmanlığa başlayan Baykal, yine CHP’nin başına mı oturacak?
Ah be Pariscik, Ah be, biraz daha kalsaydın ne olurdu?
Biraz daha dişini sıksaydın.
Biraz daha göbek atsaydın.
Biraz daha soyunsaydın.
Biraz daha güzide medyamızın gündemi, süsü olsaydın.
Biraz daha bu cennette kalsaydık.
Gitmeseydin.
Gitmeseydin.
SELAM YARADANA SELAM
Bir attila ilhan şiiriyle başlayalım yazımıza, istediği gibi, adını ve soyadını küçük harfle yazarak. O, Erzincan'daki askerliği sırasında şehre gelen sendikacılardan söz eder bu şiirinde. Onun bir çok aşk şiirinden daha fazla aşkla dolu bir şiiridir bu.
Bıçak gibi keser.
"yeryüzüne başka bir yıldızdan inmiş gibi yabancılar
meşin ceketleriyle çarşıda
cıgara içmeleri değişik
gülüşleri ve bakışları da
iki yatak peylemişler bir otelde şimdilik
yeryüzüne başka bir yıldızdan inmiş gibi yabancılar
meşin ceketleriyle çarşıda
sendikacılar"
Tuzla'da bir gece yarısı DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi'yi görünce geldi aklıma şiir. Gece yarısı. Kalktım kitabı aradım. Bulamadım.
Süleyman Çelebi'yi Tuzla'da görünce, bir gece yarısı, işçilerin arasında, karanlığı delen kamera ışıklarının aydınlığında, içim rahatladı. Tuzla'daki işçiler için, yaşam için içim rahatladı. İşte o yüzden düştü aklıma şiir.
Sendika gibi davranıyor bir sendika. Bir sendika başkanı; bir yetkilinin makamında yana kaykılarak oturmuş değil, özel şoförünün sürdüğü makam arabasının arka koltuğunda, karısıyla markete alış verişe gidiyor değil, bir şarkıcının kucağında değil. Onlara yabancı bu sendikacılar. Sararmamışlar. Çıkar ilişkilerine yabancılar. Gizli pazarlıklara yabancı duruyorlar. Kendinden Menkul Kıymetler Borsası'na yabancılar.
Kırıntılarla satın alınabilen "kapo"lardan hiç değiller.
Onlar bütün güçlerini; işçilerin gücünden, emekten alıyorlar.
İşçiler de onlardan.
Tuzla'da, denizin tuzlu kokusunun geceye karıştığı, azrailin kol gezdirildiği buralarda, bir sendika sahipsizlikleri sahipleniyor.
Başka hiçbir makam hiçbir mevki oradaki işçilere bu denli güç vermiyor, veremiyor.
Çoğu şeyin inandırıcılığını yitirdiği şu zamanlarda; umut veriyorlar, güven veriyorlar, güç veriyorlar.
Sendikalar.
Sendikacılar.
Bıçak gibi keser.
"yeryüzüne başka bir yıldızdan inmiş gibi yabancılar
meşin ceketleriyle çarşıda
cıgara içmeleri değişik
gülüşleri ve bakışları da
iki yatak peylemişler bir otelde şimdilik
yeryüzüne başka bir yıldızdan inmiş gibi yabancılar
meşin ceketleriyle çarşıda
sendikacılar"
Tuzla'da bir gece yarısı DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi'yi görünce geldi aklıma şiir. Gece yarısı. Kalktım kitabı aradım. Bulamadım.
Süleyman Çelebi'yi Tuzla'da görünce, bir gece yarısı, işçilerin arasında, karanlığı delen kamera ışıklarının aydınlığında, içim rahatladı. Tuzla'daki işçiler için, yaşam için içim rahatladı. İşte o yüzden düştü aklıma şiir.
Sendika gibi davranıyor bir sendika. Bir sendika başkanı; bir yetkilinin makamında yana kaykılarak oturmuş değil, özel şoförünün sürdüğü makam arabasının arka koltuğunda, karısıyla markete alış verişe gidiyor değil, bir şarkıcının kucağında değil. Onlara yabancı bu sendikacılar. Sararmamışlar. Çıkar ilişkilerine yabancılar. Gizli pazarlıklara yabancı duruyorlar. Kendinden Menkul Kıymetler Borsası'na yabancılar.
Kırıntılarla satın alınabilen "kapo"lardan hiç değiller.
Onlar bütün güçlerini; işçilerin gücünden, emekten alıyorlar.
İşçiler de onlardan.
Tuzla'da, denizin tuzlu kokusunun geceye karıştığı, azrailin kol gezdirildiği buralarda, bir sendika sahipsizlikleri sahipleniyor.
Başka hiçbir makam hiçbir mevki oradaki işçilere bu denli güç vermiyor, veremiyor.
Çoğu şeyin inandırıcılığını yitirdiği şu zamanlarda; umut veriyorlar, güven veriyorlar, güç veriyorlar.
Sendikalar.
Sendikacılar.
Etiketler:
"Sendikacılar" attila ilhan,
BU HAYAT,
Disk,
KAPO,
Tuzla
İLGİNÇ BİR GÜN
Bu gün 22 Şubat.
Bu gün yaşadığımız coğrafya, ülkemiz, birlikte bir toplumu oluşturduğumuz insanlarımız, hepimiz için önemli bir gün. Önemli gün ve günlere de gebe bir gün. Eğer yanılmıyorsam bu gün, ilerde tarih kitaplarına geçecek bir gün.
Bu gün bu ülkede üç önemli olay oldu. Bu olaylar bu günü tarihe geçirecek olan, birbiriyle ilgisiz görülen, belki alanların bile birbiriyle ilişkisini kuramadığı bu üç karar, bu günü önemli kılıyor.
Bu günde neler oldu;
Genel Kurmay başkanlığı yaptığı açıklama ile Kuzey Irak’a Kara Harekatının başladığını bildirdi.
Yine Büyük Ortadoğu Projesi’ni önleyebilme olanağını kaybedeceğiz. Oysa bölgeyi barış için bir araya getirebilirdik.
Yine çocuklarının cenazesini kaldıracak ana babalar.
Yine askerlere kaldı ülke güvenliği. Oysa bizler gibi onlar da, sivil yönetimleri yıllardır uyardılar; sadece askeri yöntemle olmaz diye. Ekonomik ve sosyal önlemler almak gerek, bölgeyi kalkındırmak gerek. Okul açmak, sağlık ocağı açmak, istihdam yaratmak gerek diye.
Sivil iktidarlar ne yaptı? HİÇBİR ŞEY
Başka alanlarda da ne yazık ki hiçbir şey yapmadı seçilenler. Bu yapılamayanlardır ki topluma başka bir seçenek arattırdı. Çok yeni bir parti bu şansı yakalayarak iktidara geldi. Bu şansı yakalayacağını biliyordu. Bir çok alanda hazırlanmıştı. İlişkilerini kurmuştu. Stratejisini çizmişti.
Yoksulluğun yaygın ve utandırıcı boyutta olduğu bu ülkede; istihdam yaratmak değil de kamu mallarını ulus üstü şirketlere pazarlama gibi uluslararası bir planın parçasıysanız ve var olan istihdamı azaltacağınızı biliyorsanız, yine de oyunuzu artırmak zorundaysanız başka yolları size öğretirler. Sizin, seçim çalışmalarınızdan edindiğiniz deneyim bu yolu doğrular niteliktedir zaten. “Sosyal Yardım” adı altında; kömür dağıtılır, margarin, şeker, un, pirinç, yeşil kart dağıtılır. Ramazan paketleri verilir, iftar çadırları açılır. Günde bir doların altında geliri olanlar yardıma yavaş yavaş alıştırılır. İnsanlar yavaş yavaş yardıma bağımlı hale getirilir. Yoksulluk kronikleşir. Kronikleştirilir.
Her şeyin bir dibi vardır.
İlk birkaç yıl oldukça başarıyla yönetilen bu operasyonu yardım alanlar tarafından bile bu süre sonunda algılanmaya başlanır.
22 Şubat günü, ihalesi; Özelleştirme İdaresi’nin kendi binasında, Başbakanlık’ta ya da başka bir devlet binasında değil de Hilton Otelinde yapılan Tekel, British American Tobacco’ya satılır.
Sadece gayri menkulleri 2 milyar dolar eden kurumumuz 1.720 milyon dolara Amerikan sigara şirketlerine 20 dakikada satılıverir.
Adana’dan, Malatya’dan, Bitlis’den, Tokat’tan ve İstanbul’dan Ankara’ya gelen Tekel İşçileri direnir.
Bir gün önce, Ankara’da cehennem gibi bir ayaz varken, uzaktan geldikleri, akşam evlerine hatta bir otele bile gidemeyecekleri biline biline o soğukta üstlerine buz tutacak sular sıkılır, biber gazı püskürtülür. Onlar direnir.
Niye direniyor bu Tekel işçileri?
Öncelikle Tekel’in, diğer özelleştirilen bölümlerindeki işçilerin, neler yaşadıklarını gördüler.
Erdemir, Pektim, Tüpraş, Türktelekom ve diğer özelleştirilen kurumlarda, işçilerin yaşadıklarını artık çok iyi biliyorlar.
Neden direniyor bu Tekel işçileri?
Onlar ne kömür yardımı istiyorlar ne yeşil kart, ne bedava margarin.
Onlar
İşlerinin ve ekmeklerinin namusunu istiyorlar.
Yıllardır emek verdikleri fabrikaları peşkeş çekilmesin. Yeni iş alanları olsun. Herkes çalışsın. Kimse aç, kimse yoksul, kimse yardıma muhtaç, kimse işsiz kalmasın.
Bora Ayanoğlu’nun dediği gibi; Oturup hayal kurmak istiyorlar. Bütün insanlar gibi.
22 Şubat’ın son kararı da aşağıda
Abdullah Gül, türbanla ilgili değişikliği onaylar.
Ne diyeyim?
Bu gün yaşadığımız coğrafya, ülkemiz, birlikte bir toplumu oluşturduğumuz insanlarımız, hepimiz için önemli bir gün. Önemli gün ve günlere de gebe bir gün. Eğer yanılmıyorsam bu gün, ilerde tarih kitaplarına geçecek bir gün.
Bu gün bu ülkede üç önemli olay oldu. Bu olaylar bu günü tarihe geçirecek olan, birbiriyle ilgisiz görülen, belki alanların bile birbiriyle ilişkisini kuramadığı bu üç karar, bu günü önemli kılıyor.
Bu günde neler oldu;
Genel Kurmay başkanlığı yaptığı açıklama ile Kuzey Irak’a Kara Harekatının başladığını bildirdi.
Yine Büyük Ortadoğu Projesi’ni önleyebilme olanağını kaybedeceğiz. Oysa bölgeyi barış için bir araya getirebilirdik.
Yine çocuklarının cenazesini kaldıracak ana babalar.
Yine askerlere kaldı ülke güvenliği. Oysa bizler gibi onlar da, sivil yönetimleri yıllardır uyardılar; sadece askeri yöntemle olmaz diye. Ekonomik ve sosyal önlemler almak gerek, bölgeyi kalkındırmak gerek. Okul açmak, sağlık ocağı açmak, istihdam yaratmak gerek diye.
Sivil iktidarlar ne yaptı? HİÇBİR ŞEY
Başka alanlarda da ne yazık ki hiçbir şey yapmadı seçilenler. Bu yapılamayanlardır ki topluma başka bir seçenek arattırdı. Çok yeni bir parti bu şansı yakalayarak iktidara geldi. Bu şansı yakalayacağını biliyordu. Bir çok alanda hazırlanmıştı. İlişkilerini kurmuştu. Stratejisini çizmişti.
Yoksulluğun yaygın ve utandırıcı boyutta olduğu bu ülkede; istihdam yaratmak değil de kamu mallarını ulus üstü şirketlere pazarlama gibi uluslararası bir planın parçasıysanız ve var olan istihdamı azaltacağınızı biliyorsanız, yine de oyunuzu artırmak zorundaysanız başka yolları size öğretirler. Sizin, seçim çalışmalarınızdan edindiğiniz deneyim bu yolu doğrular niteliktedir zaten. “Sosyal Yardım” adı altında; kömür dağıtılır, margarin, şeker, un, pirinç, yeşil kart dağıtılır. Ramazan paketleri verilir, iftar çadırları açılır. Günde bir doların altında geliri olanlar yardıma yavaş yavaş alıştırılır. İnsanlar yavaş yavaş yardıma bağımlı hale getirilir. Yoksulluk kronikleşir. Kronikleştirilir.
Her şeyin bir dibi vardır.
İlk birkaç yıl oldukça başarıyla yönetilen bu operasyonu yardım alanlar tarafından bile bu süre sonunda algılanmaya başlanır.
22 Şubat günü, ihalesi; Özelleştirme İdaresi’nin kendi binasında, Başbakanlık’ta ya da başka bir devlet binasında değil de Hilton Otelinde yapılan Tekel, British American Tobacco’ya satılır.
Sadece gayri menkulleri 2 milyar dolar eden kurumumuz 1.720 milyon dolara Amerikan sigara şirketlerine 20 dakikada satılıverir.
Adana’dan, Malatya’dan, Bitlis’den, Tokat’tan ve İstanbul’dan Ankara’ya gelen Tekel İşçileri direnir.
Bir gün önce, Ankara’da cehennem gibi bir ayaz varken, uzaktan geldikleri, akşam evlerine hatta bir otele bile gidemeyecekleri biline biline o soğukta üstlerine buz tutacak sular sıkılır, biber gazı püskürtülür. Onlar direnir.
Niye direniyor bu Tekel işçileri?
Öncelikle Tekel’in, diğer özelleştirilen bölümlerindeki işçilerin, neler yaşadıklarını gördüler.
Erdemir, Pektim, Tüpraş, Türktelekom ve diğer özelleştirilen kurumlarda, işçilerin yaşadıklarını artık çok iyi biliyorlar.
Neden direniyor bu Tekel işçileri?
Onlar ne kömür yardımı istiyorlar ne yeşil kart, ne bedava margarin.
Onlar
İşlerinin ve ekmeklerinin namusunu istiyorlar.
Yıllardır emek verdikleri fabrikaları peşkeş çekilmesin. Yeni iş alanları olsun. Herkes çalışsın. Kimse aç, kimse yoksul, kimse yardıma muhtaç, kimse işsiz kalmasın.
Bora Ayanoğlu’nun dediği gibi; Oturup hayal kurmak istiyorlar. Bütün insanlar gibi.
22 Şubat’ın son kararı da aşağıda
Abdullah Gül, türbanla ilgili değişikliği onaylar.
Ne diyeyim?
Etiketler:
BU HAYAT,
Erdemir,
Petkim,
Tekel işçileri,
Türk Telekom
GÖZÜNÜ SEVDİĞİM RTÜK VE ÇOCUKLARIMIZIN DURUMU
Televizyonlarda çocuklar için akıllı işaretler var.
İşaretler, programın çocuklardan hangi yaş grubuna uygun olup olmadığını, şiddet ve cinsellik öğesi içerip içermediğini anlatıyor.
Buraya kadar bir sorun yok. Aksine iyi niyetli cabalar olarak bile değerlendirilebilir.
Ancak seçimlerde oldukça karmaşık bir sistem güdüyor olmalılar ki ortam karmakarışık ve bazen çok ürkütücü.
Sabah yapılan programlar var. Kadın programları var dedikodu programları var yemek programları var. Buralarda; açık açık bir intihar teşebbüsünün aşamaları, ( Tam da bu yazıyı yazdığım günün sabahında ve büyük bir televizyon kanalında ) evlilik ihanetlerinin tüm ayrıntıları, popüler kültürün yarattığı insanların en alt düzeydeki kıskançlık kavgaları, kimin kiminle hangi cinsel maceralara giriştiğinin kareleri açık ve net bir biçimde ve her gün her sabah yeniden ve yeniden tekrarlanıyor.
Bu programlar esnasında bir iki kadın hakkı nutuğu, bir iki şiddet karşıtı söylem attırılıyor. Bu attırmalar bile şiddet içeren ve düzeysiz bir söylem içerirken. Geçen hafta da biri programındaki eğiticilikten dolayı ödül ve övgü alıyor. Kimden dersiniz? Bu programları denetlemesi gereken kurulun başkanından...
Sansürden nefret eden biri olarak söylüyorum ki, bu programlara acilen 13+ ile şiddet ve cinsellik içeren program işaretinin konması gerekiyor.
Ben bu konuda açıkça tarafım.
İşaretler, programın çocuklardan hangi yaş grubuna uygun olup olmadığını, şiddet ve cinsellik öğesi içerip içermediğini anlatıyor.
Buraya kadar bir sorun yok. Aksine iyi niyetli cabalar olarak bile değerlendirilebilir.
Ancak seçimlerde oldukça karmaşık bir sistem güdüyor olmalılar ki ortam karmakarışık ve bazen çok ürkütücü.
Sabah yapılan programlar var. Kadın programları var dedikodu programları var yemek programları var. Buralarda; açık açık bir intihar teşebbüsünün aşamaları, ( Tam da bu yazıyı yazdığım günün sabahında ve büyük bir televizyon kanalında ) evlilik ihanetlerinin tüm ayrıntıları, popüler kültürün yarattığı insanların en alt düzeydeki kıskançlık kavgaları, kimin kiminle hangi cinsel maceralara giriştiğinin kareleri açık ve net bir biçimde ve her gün her sabah yeniden ve yeniden tekrarlanıyor.
Bu programlar esnasında bir iki kadın hakkı nutuğu, bir iki şiddet karşıtı söylem attırılıyor. Bu attırmalar bile şiddet içeren ve düzeysiz bir söylem içerirken. Geçen hafta da biri programındaki eğiticilikten dolayı ödül ve övgü alıyor. Kimden dersiniz? Bu programları denetlemesi gereken kurulun başkanından...
Sansürden nefret eden biri olarak söylüyorum ki, bu programlara acilen 13+ ile şiddet ve cinsellik içeren program işaretinin konması gerekiyor.
Ben bu konuda açıkça tarafım.
BİZ NE ZAMAN
Biz ne zaman bizdik?
Kolonist amaçlarla ülkemize gelen ABD 6. Filo’yu protesto eden çocukların üzerine satırla yürürken mi bizdik?
Çorum, Kahramanmaraş ve Malatya’da; alevi olmaktan başka bir yanı olmayan insanların evlerinin kapılarını bir gece önceden işaretleyip ertesi gün saldırırken mi bizdik?
12 Eylül’ün gençlerin ve ülkenin üzerinden buldozer gibi geçtiği yıllarda, ezilmelerine bakıp el oğuştururken mi bizdik? İşimize bakarken mi?
Bodrum katlarında domuz topu yapılarak adam boğulurken mi bizdik?
Yeşil sermaye insanların saf dini duygularını istismar edip onları soyarken ki suskunluğumuzla ya da tarafgirliğimizle mi?
Ne zaman?
Biz ne zaman bizdik ki ayrı düşelim?
Bugün;
ABD ve çokuluslu şirketlerin topuyla, tüfeğiyle, işkencesi, çuvalı, insanları birbirine katlettirmesi, tröstleri, kaçak çocuk emeği, çevre kirliliğiyle, doğa yok ediciliğiyle bölgemize akın edişinin dönülmez bir noktaya geldiğini, bizi de hedefleyebileceğini yeni anlamamızın yarattığı korkuyla mı biz olacağız?
Bizi korkuyla mı bir araya getireceksiniz?
Ama biz, biz değiliz ki, korkularımız bile farklı.
Bunların olacağını önceden bilen, biz olmayı dert etmeden, tüm insanlıkla birlikte, barış içinde diyebilecekken çeşitli ayrılıkları yüzünden susturulan, sürülen, kamu görevinden uzaklaştırılan, ötelenen hangimiz?
Kendisinin ya da biricik çocuklarının çıkarlarını değil de; üstümüze gelenin kölesi olmamayı, dinsel ya da kökensel hiçbir ayrım gözetmeksizin tüm bölge halkın esenliğine sahip çıkmayı hayal eden, dileyen hangi biz? “Savaşa hayır” demeyle “menfaatler var” ikilemine sıkışan hangi, hangi biz?
Bizi bu büyük sosyal korkuyla mı biz yapacaksınız?
Ve de gazete satışlarınızın artışıyla?
Sizce bu olabilecek bir şey mi?
Emin misiniz?
Kendi bölgesine yakın durduğu her hangi bir ülkeye bile değil, Amerika’ya sığınarak yazı yazılırken mi biz olunacak?
Emin miyiz?
Bu günlerde ülke, bölge falan değil insanlık olarak neden daha çok korkmamız gerektiğini iyi anlamalıyız. Belki bu kavrayış biz olmaya çalışmaktan daha önemli olabilir?
İyi ki bu koşullarda biz olunamıyor.
Ve iyi ki biz bu anlayışla biz değiliz.
Biz artık büyüdük.
Hangi sözün neyi anlattığını acı da olsa deneyimlerimizle anlıyoruz.
Altmışlı yıllara, o yılların özgürlüğüne ve ruhuna gönderme yapan her şey, her söz bizi çekmiyor. Özellikle o yapıyı kimlerin nasıl bozduğunu iyi bilenler olarak kapılıp gitmiyoruz ardından.
Biz, biz dediğimizi bile çok sorguluyoruz.
Bizim biz dediğimiz;
Herkesin karnını özgürlükle üreterek ve onurla doyurduğu bir dünyanın bizliği.
Çocukların mutlu olduğu,
Kadınların özgürce şarkılarını söyleyebildiği,
Aydınların kafasının karışmadığı,
Kimsenin kimseye bir yaşam biçimi, bir yönetim biçimi dayatmadığı, sanatçısının hür olduğu bir bizlik.
Bir inancın değil her inancın her milletin her kavimin her cinsiyet veya cinsel tercihin bir sınıfın değil her sınıfın özgürlük ve refah içinde yaşayabilmesinin yarattığı bir bizlik.
Böyle biz olmaya varsanız yol sizin.
Biz olmak için kimse kimsenin yanına gitmek durumunda değil.
Kim doğru yerde durursa biz o olacak.
Hamasetle değil.
Kolonist amaçlarla ülkemize gelen ABD 6. Filo’yu protesto eden çocukların üzerine satırla yürürken mi bizdik?
Çorum, Kahramanmaraş ve Malatya’da; alevi olmaktan başka bir yanı olmayan insanların evlerinin kapılarını bir gece önceden işaretleyip ertesi gün saldırırken mi bizdik?
12 Eylül’ün gençlerin ve ülkenin üzerinden buldozer gibi geçtiği yıllarda, ezilmelerine bakıp el oğuştururken mi bizdik? İşimize bakarken mi?
Bodrum katlarında domuz topu yapılarak adam boğulurken mi bizdik?
Yeşil sermaye insanların saf dini duygularını istismar edip onları soyarken ki suskunluğumuzla ya da tarafgirliğimizle mi?
Ne zaman?
Biz ne zaman bizdik ki ayrı düşelim?
Bugün;
ABD ve çokuluslu şirketlerin topuyla, tüfeğiyle, işkencesi, çuvalı, insanları birbirine katlettirmesi, tröstleri, kaçak çocuk emeği, çevre kirliliğiyle, doğa yok ediciliğiyle bölgemize akın edişinin dönülmez bir noktaya geldiğini, bizi de hedefleyebileceğini yeni anlamamızın yarattığı korkuyla mı biz olacağız?
Bizi korkuyla mı bir araya getireceksiniz?
Ama biz, biz değiliz ki, korkularımız bile farklı.
Bunların olacağını önceden bilen, biz olmayı dert etmeden, tüm insanlıkla birlikte, barış içinde diyebilecekken çeşitli ayrılıkları yüzünden susturulan, sürülen, kamu görevinden uzaklaştırılan, ötelenen hangimiz?
Kendisinin ya da biricik çocuklarının çıkarlarını değil de; üstümüze gelenin kölesi olmamayı, dinsel ya da kökensel hiçbir ayrım gözetmeksizin tüm bölge halkın esenliğine sahip çıkmayı hayal eden, dileyen hangi biz? “Savaşa hayır” demeyle “menfaatler var” ikilemine sıkışan hangi, hangi biz?
Bizi bu büyük sosyal korkuyla mı biz yapacaksınız?
Ve de gazete satışlarınızın artışıyla?
Sizce bu olabilecek bir şey mi?
Emin misiniz?
Kendi bölgesine yakın durduğu her hangi bir ülkeye bile değil, Amerika’ya sığınarak yazı yazılırken mi biz olunacak?
Emin miyiz?
Bu günlerde ülke, bölge falan değil insanlık olarak neden daha çok korkmamız gerektiğini iyi anlamalıyız. Belki bu kavrayış biz olmaya çalışmaktan daha önemli olabilir?
İyi ki bu koşullarda biz olunamıyor.
Ve iyi ki biz bu anlayışla biz değiliz.
Biz artık büyüdük.
Hangi sözün neyi anlattığını acı da olsa deneyimlerimizle anlıyoruz.
Altmışlı yıllara, o yılların özgürlüğüne ve ruhuna gönderme yapan her şey, her söz bizi çekmiyor. Özellikle o yapıyı kimlerin nasıl bozduğunu iyi bilenler olarak kapılıp gitmiyoruz ardından.
Biz, biz dediğimizi bile çok sorguluyoruz.
Bizim biz dediğimiz;
Herkesin karnını özgürlükle üreterek ve onurla doyurduğu bir dünyanın bizliği.
Çocukların mutlu olduğu,
Kadınların özgürce şarkılarını söyleyebildiği,
Aydınların kafasının karışmadığı,
Kimsenin kimseye bir yaşam biçimi, bir yönetim biçimi dayatmadığı, sanatçısının hür olduğu bir bizlik.
Bir inancın değil her inancın her milletin her kavimin her cinsiyet veya cinsel tercihin bir sınıfın değil her sınıfın özgürlük ve refah içinde yaşayabilmesinin yarattığı bir bizlik.
Böyle biz olmaya varsanız yol sizin.
Biz olmak için kimse kimsenin yanına gitmek durumunda değil.
Kim doğru yerde durursa biz o olacak.
Hamasetle değil.
VEDA
Ölümün ardındaki sır nedir?
Neden her şeyi temize çeker bir tek ölüm?
Biz neden ansızın kaybettiğimiz insanın egosuyla ilgili her şeyi silip, en derin insanlığıyla, ruhuyla baş başa kalıveririz.
Bir ölünün, bir ölümlünün ardından nasıl bu denli sarsılır günlük paradigmamız?
Dün Kızılay Meydanı eski meydandı sanki. Sanki Kızılay binası hiç yıkılmamış gibiydi. Ya da yıkılmış da yerine Kızılay’daki kalabalığı seyrekleştiren, gürültüleri dağıtan ferah, güzel ve bu meydanı meydan yapan bir park kurulmuştu epeydir.
Bir hafta önce kendilerine Cumhuriyetçi diyen bir kitlenin yürüyüşünü, dün de, 11 Kasım’da da bu cenazeyi görmek istemiş ve gitmiştim. İkisine de kendimi ayırarak katılmıştım. Milat İki bin altı yaşında iken memleketimde neler oluyor diye merak etmiştim.
Cumhuriyetçilerin; ne yapacağını çok da bilemez, oldukça kızgın, eğitimli, orta sınıf , yolsuzluğa ve yoksulluğa pek de değinmeyen, tüm ayak diremelerine karşın ırkçılığa sürüklenen söylemlerinden rahatsız olmuşum.
Cenaze böyle değildi.
Devlet töreninin griliğine, siyahlığına, sansürüne, duyguyu dışlayan katılığına ve sistemi dayatan yapısına ve bir de abartılmış dinselliğe karşın halk cenazesiydi izlediğim.
Dün meydanlar meydandı yine, halklar halk.
Dün; halk için yoksulluk bir söylem değildi istenirse çözülebilir bir şeydi. Yoksulluğu çözmeye gayret etmiş, belli somut gelişmelere imza atmış, yaşamlarına iyi şeyler sağlamış bir adamı kaybedenler oradaydı. Hak bir söylem değildi, bağımsızlık bir söylem değildi. Uğruna ne kadar yenilirsen yenil, arada bir saparsan sap, mücadele edilmesi gereken temel insanlık hedefleriydi.
Dün alanlarda eski CHP vardı. Biraz yaşlı biraz yorulmuş biraz ne yapacağını? Nereye gideceğini? Nereye akacağını bilmez ama hala dirençli ve umutlu bir CHP. En azından ne olmayacağı? Ne yapmayacağı konusunda kafası çok net olan insanlar.
Dindar insanlar vardı. Dininin yanında sınıfının farkında olan insanlar. Onlar bugünkü fırsatçı, liberal, dayatmacı rüzgarın önünde eğilmemişlerdi.
Anadolu’dan insanlar vardı. Çoktular. Çok fazlaydılar. Büyük kent insanı gibi değildiler. Sıradan olduklarının bilincini yitirmemişlerdi. Kapitalizmin her biri tükettiği bir ürün nedeniyle kendini özel sanan çıkmazlarda dolaşan insan suretlerine dönüşmemişlerdi.
Sınıf vardı Ankara’da dün.
Kürdü, Türkü, Lazı, Çerkezi, Alevisi, Sünnisi hepsi vardı ama hepsi halk olarak oradaydı.
Ve DSP tüm varlığıyla oradaydı. Her zamanki gibi ağırbaşlı ve sakin. Töreni istismar etmeyen,edilmesine fırsat tanımadan, boşluk bırakmadan, cenazeyi gerçek sahibinin, halkın kaldırması için elinden gelenin en iyisini yapan DSP. Partilerini de gerçek sahibinin, halkın kalkındırmasına izin vereceğini umduğum DSP. Törende sahiplendiğini politikada da sahiplenebileceğini dilediğim DSP.
Dün Ankara’da vefa vardı. Yapılanlar kadar niyetleri de anlayabilen ve niyetlere de vefa duyabilen insanlar; kasabalarından, köylerinde çıkıp çıkıp gelmişti.
Bağışlama vardı. Niyete karşın yapılan temel yanlışların da, bazılarını bizzat ödemiş olanlar da dahil, bağışlandığını göstermek istediler.
Uykusuzluk, yorgunluk, keder vardı.
Kederinin paylaşıldığı dayanışma.
Dayanışmanın yarattığı umut.
Umudun şiiri vardı.
Çocukları yoktu yalnızca.
Çocuğu olmayan bir topluluk gibiydi Dün Ankara.
Zararı yok onların da çocukları yoktu.
Onların çocukları Dün Ankara’ydı.
Neden her şeyi temize çeker bir tek ölüm?
Biz neden ansızın kaybettiğimiz insanın egosuyla ilgili her şeyi silip, en derin insanlığıyla, ruhuyla baş başa kalıveririz.
Bir ölünün, bir ölümlünün ardından nasıl bu denli sarsılır günlük paradigmamız?
Dün Kızılay Meydanı eski meydandı sanki. Sanki Kızılay binası hiç yıkılmamış gibiydi. Ya da yıkılmış da yerine Kızılay’daki kalabalığı seyrekleştiren, gürültüleri dağıtan ferah, güzel ve bu meydanı meydan yapan bir park kurulmuştu epeydir.
Bir hafta önce kendilerine Cumhuriyetçi diyen bir kitlenin yürüyüşünü, dün de, 11 Kasım’da da bu cenazeyi görmek istemiş ve gitmiştim. İkisine de kendimi ayırarak katılmıştım. Milat İki bin altı yaşında iken memleketimde neler oluyor diye merak etmiştim.
Cumhuriyetçilerin; ne yapacağını çok da bilemez, oldukça kızgın, eğitimli, orta sınıf , yolsuzluğa ve yoksulluğa pek de değinmeyen, tüm ayak diremelerine karşın ırkçılığa sürüklenen söylemlerinden rahatsız olmuşum.
Cenaze böyle değildi.
Devlet töreninin griliğine, siyahlığına, sansürüne, duyguyu dışlayan katılığına ve sistemi dayatan yapısına ve bir de abartılmış dinselliğe karşın halk cenazesiydi izlediğim.
Dün meydanlar meydandı yine, halklar halk.
Dün; halk için yoksulluk bir söylem değildi istenirse çözülebilir bir şeydi. Yoksulluğu çözmeye gayret etmiş, belli somut gelişmelere imza atmış, yaşamlarına iyi şeyler sağlamış bir adamı kaybedenler oradaydı. Hak bir söylem değildi, bağımsızlık bir söylem değildi. Uğruna ne kadar yenilirsen yenil, arada bir saparsan sap, mücadele edilmesi gereken temel insanlık hedefleriydi.
Dün alanlarda eski CHP vardı. Biraz yaşlı biraz yorulmuş biraz ne yapacağını? Nereye gideceğini? Nereye akacağını bilmez ama hala dirençli ve umutlu bir CHP. En azından ne olmayacağı? Ne yapmayacağı konusunda kafası çok net olan insanlar.
Dindar insanlar vardı. Dininin yanında sınıfının farkında olan insanlar. Onlar bugünkü fırsatçı, liberal, dayatmacı rüzgarın önünde eğilmemişlerdi.
Anadolu’dan insanlar vardı. Çoktular. Çok fazlaydılar. Büyük kent insanı gibi değildiler. Sıradan olduklarının bilincini yitirmemişlerdi. Kapitalizmin her biri tükettiği bir ürün nedeniyle kendini özel sanan çıkmazlarda dolaşan insan suretlerine dönüşmemişlerdi.
Sınıf vardı Ankara’da dün.
Kürdü, Türkü, Lazı, Çerkezi, Alevisi, Sünnisi hepsi vardı ama hepsi halk olarak oradaydı.
Ve DSP tüm varlığıyla oradaydı. Her zamanki gibi ağırbaşlı ve sakin. Töreni istismar etmeyen,edilmesine fırsat tanımadan, boşluk bırakmadan, cenazeyi gerçek sahibinin, halkın kaldırması için elinden gelenin en iyisini yapan DSP. Partilerini de gerçek sahibinin, halkın kalkındırmasına izin vereceğini umduğum DSP. Törende sahiplendiğini politikada da sahiplenebileceğini dilediğim DSP.
Dün Ankara’da vefa vardı. Yapılanlar kadar niyetleri de anlayabilen ve niyetlere de vefa duyabilen insanlar; kasabalarından, köylerinde çıkıp çıkıp gelmişti.
Bağışlama vardı. Niyete karşın yapılan temel yanlışların da, bazılarını bizzat ödemiş olanlar da dahil, bağışlandığını göstermek istediler.
Uykusuzluk, yorgunluk, keder vardı.
Kederinin paylaşıldığı dayanışma.
Dayanışmanın yarattığı umut.
Umudun şiiri vardı.
Çocukları yoktu yalnızca.
Çocuğu olmayan bir topluluk gibiydi Dün Ankara.
Zararı yok onların da çocukları yoktu.
Onların çocukları Dün Ankara’ydı.
23 Mayıs 2010 Pazar
KARDEŞLİK SOFRALARI
Bizim yemeklerimiz neden bu kadar lezzetlidir?
Anlatırken, tanımlarken, tarif ederken
bile ağzımız sulanır, canımız çeker.
Bir de; o yemek bizim şu yemek de bizim
diye kavgaya tutuşuruz. Kiminle yaparız bu kavgayı? En çok Rumlarla,
Ermenilerle biraz Arap biraz Arnavutlarla. Kimdir bunlar? uzun yıllar birlikte
yaşadığımız, bugün çok az olsa da birlikte uzun yıllar yaşamayı arzuladığım
kardeşlerimiz.
Analı kızlı Malatya'nın mıdır? Antep'in
mi?
Hellim Peyniri kimindir?
Lokum?
Kurut?
Zeytinyağlı sarma (yalancı dolma) ?
Fasulye pilaki?
Çiğ köfte?
Baklava?
Kaburga Dolması?
Bu yemeklere lezzetini, tadını veren
kardeş sofralarıydı. Farklılıkların getirdiği zenginlikti.
Birbirinden hergün hergün bir şey
öğrenmeydi.
Farklılık olmadan var olmayı bilmeme gibi
güzel bir duyguydu.
Hep böyle çeşitli ve zengin yaşanacağına
dair güven duygusuydu.
Başka bir yaşamı bilmemek, akla
getirememek, hayal bile edememekti
Gittiler, gönderildiler, geldiler,
getirildiler
Gidenlerle önce bağımızın tarlamızın
bereketi gitti
Dikkat şimdi sofralarımızın tadı ,
lezzeti, neşesi ve bereketi gidiyor.
22 Mayıs 2010 Cumartesi
YENİ BİR DÜŞ
Ne oldu? Bunaldık
Ne oldu? Hastalandık
Ne oldu? Yaşlandık ya da yaşımız kaç olursa olsun kendimizi yaşlı
hissetmeye başladık
BİR DÜŞ KURMANIN VAKTİDİR
Ne oldu? Terk ettik ya da terk edildik ve çok mutsusuz
Ne oldu? Emekli olduk
Ne oldu? Hayattan uzaklaştık
Ne oldu?Artık üretemediğimizi fark ettik
Ne oldu? Aldatıldık
İŞTE ŞİMDİ, YENİ BİR DÜŞ KURMANIN VAKTİDİR.
Kendimize, sadece kendimize yönelik olmalı bu düş. Kişisel
mutluluğumuzu hedeflemeliyiz. Ömrümüzde bir kez olsun, bilinçli bir seçimle
bizi sevinçten havalara sıçratacak bir düşümüzü bulmalı ve onun ardına
düşmeliyiz.
Heyecanlanmalı, yerimizde duramamalıyız.
Hep içimizde bir yerlerde saklı duran bir arzumuzu, içimizi kanata
kanata bile olsa BULUP ORTAYA ÇIKARMALI VE kışkırtmalıyız.
Bir kez olsun, bir kezcik olsun beyaz atlarımıza binip bir
serüvenin ardına dört nala düşmeliyiz. Merak etmeyelim geri döneriz. Belki
biraz yorulur, biraz düş kırıklığı yaşar ama geri döneriz. Dönmüyorsak yeni düş
yeni yaşamımız demektir.
Ama dönsek de dönmesek de artık ne hastalığımız kalmıştır ne
bunalım ne yaşlılık ne kalp kırıklığı
YENİ BİR DÜŞÜN PEŞİNE GİTMEK LAZIM
21 Mayıs 2010 Cuma
BİR ŞEY YAPMALI
1.Çevre ve Kültür Değerlerini Koruma ve Tanıtma Vakfı-
ÇEKÜL-Özellikle çocuklarla oluşturulan çalışmalar çok keyifli. Ve daha katkıda
bulunulacak nice alan tanımlamışlar...
Çocuklar, Yaşlılar, Engellilerle birlikte
olma, onlarla etkileşim içinde olma, hem öğrenme hem öğretme şansı. Gönüllü
çalışma için gereken vasıfları tanımlayan yönetmelik.
3. Başlıbaşına bir gönüllük süreci
3. Ekolojik Yaşam Kapısı- BUĞDAY -
Yaşamını sürdürürken diğer yaşamlarla uyum
içerisinde ve ekolojik bütüne saygılı bireyler ve bu bireylerden oluşan bir
toplum hayaliyle...
4. İl Özel İdareleri ve Belediye
Hizmetleri Gönüllülük Yönetmeliği
5. Anne Çocuk Eğitim Vakfı - AÇEV - Okul
öncesi çocukların eğitim durumlarına ilişkin koşulların düzeltilmesi
doğrultusunda çalışmalara başlayan bir vakıf. İşlevsel Yetişkin Okuryazarlığı
ve Kadın Destek Programı gönüllü eğitimciler tarafından yürütülmekte; http://www.acev.org/content.php?id=30&lang=tr
6. KIZILAY_Afet dönemlerine gönüllü
çalışma yapmak isteyenler için; http://subeyonetimi.kizilay.org.tr/onbasvuru.aspx
7. Darülaceze'de bizi bekleyen birileri
vardır belki; http://www.darulaceze.gov.tr/bpi.asp?caid=225&cid=127
8. Biz bir gidelim onlar bin çiçek açsın http://www.zicev.org.tr/bagislar:gonullu
9. Deniz Kaplumbağalarının da bize
gereksinimi var; http://www.ekad.org/gonullu.htm
10 Aradıkları becerilere sahipsek çok da hoş olabilir- Antalya Kent Müzesi http://www.antalyakentmuzesi.org.tr/index.php?Itemid=124&option=com_facileforms
11. Birleşmiş Milletler'de gönüllü
çalışmak için; http://www.un.org.tr/index.php?ID=104&LNG=1
12. Toplum Gönüllüleri Vakfı'nda Gönüllü
Çalışma Yönetmeliği
13. Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı; Adım
Adım Gönüllülük
14. Çevre katliamina HAYIR! HAYIR! HAYIR!
diyorsanız
15. Türk Böbrek Vakfı Sosyal Komitelerinde
Çalışmak için
16. Kendi sözleriyle; "Herkesin
yaşamda bir yolculuğu olduğunu düşünerek herkesin bir yolu, kendini
gerçekleştirdiği bir “Patika”sı vardır. Bu patikalar zaman zaman başka
insanların patikalarıyla birleşirler ve beraber yolculuk edilir. "
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)