8 Eylül 2014 Pazartesi

"BİRGÜN"

Bir Kalp Ağrısına Uzaktan Bakmak 2

2. BİR GÜN;

Kahramanlar ve karakterler;

((Nevra Tuna, Zeliha Bora, Dündar Leventoğlu, Sadık Ağa, Murat, Cengiz )


a. Nevra Tuna; İstanbul’da oturuyor. Çocukken babasının kaymakamlık görevi gereği doğuda bulunmuş.
Amerika’da iktisat okumuş. Bir evlilik yapmış ve boşanmış. Bir oğlu var. Başka bir erkeğe aşık olmuş ama adam, evli olduğu ve boşanmayı da ağzına alamadığı için ilişki bitmiş. Gazetecilik yapıyor. Uzun bacaklı, sarışın güzel kadın. Nevo
b. Zeliha Bora; Bölgede oturuyor. Siyasi güce sahip. Görüşleri ve eylemleri nedeniyle hapishanede. Eski milletvekili. Bir halkın en önemli temsilcilerinden biri. Kadın. Evli üç çocuğu var. Zelo
c. Dündar Leventoğlu. İdealist ve vatanperver bir kaymakam. Nevo’nın babası.
c. Sadık Ağa; Zelo’nun dedesi. Kasrikoğlu ailesinin başı. Bir çok köye sahip güçlü bir ağa. Bilge bir adam
d. Murat; Nevra’nın boşandığı kocası.
e. Cengiz; Nevra ile Murat’ın oğlu

Romanın özeti;
Gazeteci Nevra Tuna; çok önemli bulduğu bir röportaj için kılık değiştirerek ve bin bir zorlukla içerden adam ayarlayarak, hapishaneye girer ve Zeliha Bora ile görüşür. Bir halkın önemli siyasi temsilcilerinden biri olan Zeliha Bora ile görüşme başlar ve bir süre konuşulduktan sonra aralarında keskin bir fikir ayrılığı olur ve sert bir tartışma gerçekleşir. Bu gerginlik nedeniyle tam görüşme bitecektir ki, bu iki kadının bir zamanların –otuz beş yıl öncesinin- birbirini çok seven çocukluk arkadaşı olduğunu anlaşılır. Sarıcadam Köyünden aşiret kızı Zelo ile kaymakamın kızı Nevo.

Roman geriye dönüşlerle sürer.

Nevra’nın babası Dündar Levendoğlu bir ihtilal sonrası Zelo’ların köyünün bağlı olduğu kasabaya kaymakam olarak atanmıştır. Özel nitelikleri olan bir kaymakamdır. Tüm köyleri dolaşmış ağalarla muhtarlarla tanışmıştır. Varlıklı kimselerin verdikleri paraları bir çanakta toplayarak önem sırasına göre köy okullarını, sağlık ocaklarını onartmış, çocuklara aşı kampanyası ve sünnetler yaptırmıştır. Kaymakamın alçak gönüllülüğü, yöredeki de düğünlere derneklere de katılması onu halkın sevdiği ve saydığı biri haline getirmiştir.

Zelo’nun dedesi olan Sadık Ağa; teröristlere para verme suçlamasıyla ama aslında masum olarak işkence altında olan torunu Cengiz için kaymakamdan yardım ister. Aslında çocuk bir gün gözaltına alınmış ve günlerdir ondan bir daha haber alınamamıştır. Kaymakam gencin suçsuz olduğuna inandığı için yardım eder. Çocuğun işkenceden sağ çıkmasını ve ailesine kavuşturulmasını sağlar.

Bu yardımın karşılığı olarak; Zelo ve Kader Ana, kasabaya, kaymakamın evine - kaymakamın adını Cengiz koymayı istediği - sekiz aylık bebeği, karnında ölmüş olan Nevra’nın annesine, Nermin Hanıma ev işlerine yardıma gider.

Nevo ve Zelo çok iyi arkadaş olurlar. Kaymakamın ısrarıyla Zelo’yu, kasabadaki okula yazdırırlar. Bu nedenle hafta ortası Zelo, Nevo’larda Hafta sonu ise Nevo çiftlikte, Zelo’larda kalır.

Bir zaman sonra; Sonra kaymakam beyin tayini başka bir şehre çıkar. İki can arkadaş bu tayinden sonra ayrı düşerler. Mektuplaşmaya çalışırlar ama romanda Nevra’nın mektuplarının Zeliha’ya verilmediği sonucu, kopmuş oldukları anlatılır. Nevra’nın bir kardeşi olur. Orhan.

Bu arada Sadık Ağa’nın torunu ve Zelo’nun amcasının oğlu olan Cengiz, gördüğü işkence nedeni ile çökmüş bir durumdadır. Gündelik hayata dönemez, dağa çıkar. Dağda vurulup ölür. Ailesi mezarını bile bilmemektedir.

Zeliha ya da Zelha, azıcık büyüyüp genç kız olduğunda onu isteyen yaşlı adama varmamak için köyden sevdiği bir gence, Alişan’a kaçar. Alişan askerdeyken Zelo onun dayısının evinde kalır. Alişan askerden gelince Mersin’e giderler. Zelo burada hamile kalır ama çocuğunu düşürür, hastalanır. Alişan onun üzerine kuma getirmesi nedeniyle evi terk eder ailesine geri döner. Dedesi Sadık ağa ona sahip çıktığı için aileden herhangi bir şiddet görmez.

Aile Zelha’yı sonra Şiyar ile evlendirir. Evlendiklerinde Zelha on dokuz, Şiyar kırk yaşındadır. Kocası onu sever ve sayar. Zelo’da ona saygı duyar. Çocukları olur. Sadık, Daryal ve Helin. Şiyar, bölgede tanınan siyasi bir kişiliktir. Şiyar milletvekili seçildiğinde, Zelha ve Şiyar Ankara’ya gelir. Şiyar görüşlerinden dolayı tutuklanınca Zelha kocasının davasına sahip çıkmak zorunda kalır ve siyasete katılır. Sonra kendisi de milletvekili seçilir.

Nevra da evlenmiş ve tek çocuğu, oğlu Cengiz olmuştur. Onuncu evlilik yıldönümünde kocası ona romantik olmayan bir hediye aldı diye sinirlenmiş ve hediyeyi camdan dışarıya atarak kavga çıkarmıştır. Ertesi sabah kocası bir karar alarak evi terk etmiş, gidip, mükemmel bir iş teklifi almış olduğu Hollanda’ya yerleşmiştir. Nevra; oğlu Cengiz’i de daha sonra babasının yanına yollamış ve evliyken de ara ara gönlünün kaydığı bir adamla, Ferdi ile birliktelik yaşamaya başlamış. Adamın evli olması nedeniyle o ilişki de bitmiştir.

Nevra’nın babası, Sadık Ağa’nın dağa çıkan torunu Cengiz’e, bir teröriste yardım etmiş bir devlet görevlisi olarak mimlenmiş ve terfi ettirilmemiştir. Vali olamamıştır. Vali olamama karı kocanın arasını bozmuş ve Nevra, lise ikiye geçtiğinde, annesi ile babası boşanmıştır. Annesi daha sonra Söke’li bir toprak ağasıyla evlenip İstanbul’a, babası son görev yaptığı Urla’da emekli olup oraya, kardeşi Orhan‘da yatılı okullardan yurt dışına ve oralardan da, bir bilim adamı olarak “ Şansını insan kıymeti bilen bir ülkede denemek için” Amerika’ya yerleşmiştir.

Nevra; Ferdi’den ayrıldıktan sonra, çalışmış olduğu reklâm şirketinden de ayrılarak bir gazeteye geçmiştir. Gazetede ilk yıl, basılan Erzincan köyüne gitmiş olanları görmüştür. Son zamanlarda ise yine doğu bölgelerinde gitmektedir. Kırsal alanda yaşayan, yoksul kızlara okula gitmeleri için burs veren bir derneğin çalışmaları için; Kars, Erzurum, Doğu Beyazıt, Siirt, Urfa, Lice’yi dolaşarak o çocuklarla röportaj yapmıştır.

Nevo röportajın sonunda, Zelo’yu, bölgeden bir siyasi kimlik ve güçlü bir kadın olarak, “Barış için kızların okuması lazımdır kızları okutalım” diyerek ikna etmeye çalışmaktadır.



Gözüme takılan ayrıntılar ve soruları;

“Zelha’nın kozalak toplamaktan …” (sf. 31) “
….çiftlik yaşamını en ince ayrıntılarıyla…(sf. 37) “
”Teşkilatla ilgili şeyler oluyor…”( sf. 39)
“çiftlik evinin selamlık tarafında…” sf. 46
“ dağ yamaçlarında sapsarı katırtırnaklarını, dev papatyaları toplayarak…..Zelha’yla alt alta üst üste çimenlerde yuvarlanmak …” sf 88
“…anamın zorla giydirdiği şosonlarımla..” sf. 106
“Traş olmuş, entarisini çıkarıp kahverengi kostümünü…” sf 163
“Mis gibi bir ıhlamur kokusu vardı havada” sf. 165
“iki kupa köpüklü ayran..” sf. 166
“Yemek yerde yaygı üzerinde yenir diyi” (sf. 35)
“Eyi öyle ossun. Zaten herkescik öyle biliğ” (sf. 49)
“ Dayının evinde kaldımdı ya…” (sf. 51)
Zelha’nın ne “kozalağı” topladığına, “çiftlik”, “selamlık” sözcüğünün bölgede kullanılıp kullanılmadığına, ıhlamur, katırtırnağı ve dev papatyaların bölgenin ağaç ve çiçeklerinden olup olmadığına, “şoson” ve “kostüm” sözcüklerinin bölgede kullanılıp kullanılmadığına ve “diyi”, “biliğ”, “ossun” telafuzuna ilşkin kuşkularım var.

“Köprü” romanında anlatılan coğrafyadaki insanlar, İç Anadolu ile Ege karışımı bir şive ile konuşuyorlardı. O bölge, büyük nenenin memleketi olduğu için öyle konuşulmadığını biliyorum ama burası biraz uzak, burada bilemedim.

"KAYIP SÖZ"

Bir Kalp Ağrısına Uzaktan Bakmak

3. KAYIP SÖZ;

Kahramanlar ve karakterler;

(Ömer Eren, Elif Eren, Deniz Eren, Mahmut, Zelal, Jiyan, Ulla, Björn, Mesut)

a. Ömer Eren; İstanbul’da oturuyor. 68 Kuşağı’ndan. Bir dönem Uluslararası PEN’in “ülkelerinde tehdit ve baskı altındaki yazarlar” fonundan kısa süreli bir burs alan ve günümüzde, geçmişi reddetmeden, inkâr etmeden ama orada da takılıp kalmadan piyasa değeri yüksek olan, çok satan, hatta satış rekorları kıran kitaplar yazan, popüler bir yazar. Orospu çocuğu bir yazara göre ise; “rejimin incir yaprağı” “dozunda muhalif dozunda dönek, çoksatar romancı.” İlk kitabı “Karşı Taraf”, son kitabı ise “Işık Doğudan Yükselir”
” Bosna’da, Afganistan’da, Irak’ta, savaş ve insan temalı röportajlar yapıyor. Teröre, özel time, köy yakmalarına karşı yazıları ve televizyonlar konuşmaları var.

b. Elif Eren; İstanbul’da oturuyor. Ömer Eren ile evli. Kocasının zaman zaman kendisini aldattığını biliyor. Biyokimya profesörü. Nobel kadar olmasa da ciddi anlamda saygınlığı olan Avrupa Bilim Kadını Ödülünü almayı bekliyor. Kendisine “Ömer Eren’in karısı olmak nasıl bir şeydir” diye sorulan soruyu; “Unutmanın ve hatırlamanın genetik aktarımı konusunda uluslararası çalışmalarıyla bilinen Prof Elif Eren’in kocası olmak nasıl bir duygudur? “ diye yanıtlayabilecek bir kadın. Deniz Eren’in annesi.

c. Deniz; Ömer ve Elif Eren’in oğulları. Çocukluğundan taşıdığı psikolojik rahatsızlığı var. Uzun süre annesinin ısrarıyla psikologlara taşınıyor. Ama yeterli gelmiyor. Mahzunluğu, dirençsizliği geçmiyor.
Kendini İstanbul’da; “Loser,” olarak tanımlıyor. Bir çeşit yaşam özürlü olarak görüyor kendini. Basit yaşamak, sıradan olmak, düz insan olmak isteyen biri. Bu nedenle bir adaya sığınıyor. Norveç’te küçük bir adada oturuyor. Orası onun gözünde mutluluğun domuzluk sayılmadığı, küçük şeylerle yetinilen ve mutlu olunan bir ada. Ve adada kahraman ya da alim olması gerekmiyor. Kendisinden başka bir şey olması gerekmiyor.

d. Ulla; Deniz’in Norveç’li karısı.

e. Björn; Deniz ve Ulla’nın çocuğu

f. Mahmut; Yirmili yaşlarının ortasında bir delikanlı. Dağ kaçağı.

g. Zelal; Bölgeden bir genç kız. Cin gibi akıllı. Korkusuz. Töreden kaçıyor. Mahmut’un sevdalısı.

h. jiyan; Eczacı. Bölgede, Hayat Eczanesi’nin sahibi. Aşiret kızı. Düşünür yazar ve hukukçu olan kocası beş yıl önce öldürülmüş güçlü bir kadın.

Romanın özeti;

Kendisinden beklenen büyük eseri çıkarabilmek uğraşından yorgun düşen, “artık benden bir şey çıkmaz, çıkanlar da neydi sanki” diyen, artık üretemeyen ve yeniden yazabilmek için bir ses, bir söz arayan ünlü yazar Ömer Eren, bir süreliğine geldiği Ankara’dan “Bu sıkıcı kentte bir gece daha geçiremem” bunaltısıyla, uçuş zamanını beklemeden hemen İstanbul’a, otobüsle dönmeye kara verir. Otobüs terminaline gelir, kalkış saatini bekler. Terminalde sıradanlığın dışında ajite bir kalabalık vardır. Bir çığlık duyar Ömer Eren. Bir kurşun genç bir kadınını yaralamıştır. Karnından ve bacaklarından kanayan genç kadının başında, genç ve ürkek delikanlının, “We zarok kuşt” sözleriyle kadının hamile olduğunu ve gençlerin, Mahmut ve Zelal’in Kürt olduğu anlaşılır. Ömer Eren gençlerin çaresiz haline duyarsız kalamaz hemen koşar yardımcı olur, sahip çıkar. Gençler kaçaktır. Askerden, jandarmadan, örgütten, devletten, töreden kısaca ölümden kaçıyordurlar.

Mahmut; babasının onu tüm kollama çabalarına, onu dershaneye gönderebilmek için çöp toplamasına, kazanıp tıbbiyede üç dönem okuyabilmesine rağmen kendini dağa çıkmaktan geri tutamaz. Ama dağda da kafası karışır. Çelişkiler yaşar. Bu nedenle bir kuşkulu çatışma sırasında vurulduğunda, dağa değil ovada bir mağaraya sığınır. Tesadüf sığındığı mağaranın bir başka sığınmacısı daha vardır, Zelal.

Sürü otarmaya gidildiğinde, sürüden ayrılan kara kuzuyu aramaya çıktığında geceye kalan ve karanlıkta bir grubun tecavüzüne uğrayan Zelal. Karnı büyüyüp hamile olduğu anlaşılınca, aileden ölüm kararı çıkan, babasının kıyamadığı için salıverdiği, ama amcasının ve itirafçı abisi Mesut’un peşini bırakmadığı Zelal. İki genç mağarada birbirlerine aşık olurlar. Zelal’in karnındaki çocuğu sahiplenirler, severler. Mahmut’un yarası biraz iyileşince de deniz kenarında yaşamak için yola çıkarlar. Çocuğu deniz kenarında büyüteceklerdir. Ama Ankara terminalinde başlarına bu kötü iş gelir.

Ömer Eren, şöhretini de kullanarak, Zelal’in hastaneye yatışını sağlar, Mahmut’un kalacağı evi ve para sorununu da halledip, onların memleketine doğru yola çıkar. Gitmeden karısı Elif Eren’i arar.. O da bir sempozyum için batıya, Kopenhag’a gidiyordur. “Çocuğu da görecek misin” diye sorar. “Çocuk” dedikleri oğulları Deniz’dir.

Deniz anne ve babasının karşı çıkmalarına rağmen Norveç’de - Küçücük bir çocukken anne babasının, bir seyahat sırasında onu götürdükleri bir küçük adada, o zaman kaldıkları evde - yaşamaktadır. Onların istemediği bir evlilik yapmıştır. Eşi Ulla’ya, ailesini ve İstanbul’u yakından tanımaya getirdiğinde, Sultan Ahmet Camisi’nin yanında patlayan bir bomba ile onu kaybetmiş, ailesinden ve toplumdan iyice uzaklaşmıştır. Adada, Ulla’nın büyük annesi büyük babası ve oğlu Björn ile sade ve onların itiraz ettikleri sıradanlıkta bir hayat sürmektedir.

Ömer Eren bölgeden bir şehre iner. Bir otele yerleşir. Mahmut ona bir eczacı kadının ismini vermiştir. Ona ilaç almaya giden bir müşteri gibi gider. Sonra kimliğini açıklar. Kadının adı Jiyan’dır. Bölgede güçlü bir aşiretin kızı ve öldürülmüş bir aydının karısıdır.

Ömer Eren, Mahmut’un babasını bulur konuşur. Oğlunun sağ olduğunu bildirir.

Ömer Eren yeni romanı için araştırma yapmak için şehre geldiği izlenimini yaratır. Komutan ve kaymakam ile görüşme olur. Birlikte yemek yerler.

Ömer Eren ile Jiyan görüşmeye devam ederler. Jiyan ona bölgeyi anlatır. Birbirlerinden hoşlanırlar ve sevişirler.

Bu arada Mahmut ve Zelal’in izi bulunmuştur. Ama onlar farkında değildir. Bir gün Mahmut bir lokantada sıkıştırılır ve ona sivil insanları hedef alan, cep telefonu kumandalı bir bombayı patlatma emri verilir. Aslında emri veren, örgütten biriymiş gibi rol yapan, Zelal’in abisi Mesut’tur. Mahmut tehdit edilerek ve kandırılarak aldığı düzenekli telefonu bir havuza atar. Bir rastlantı eseri, önce onları dışlayıp sonra anlayan yaşlı kadının önerisiyle hastanedeki yatağının yerini değiştiren Zelal de, abisinin kurşunundan ve ölümden kurtulmuş olur. Mahmut ile Zelal birbirine esenlikle kavuşur.

Bu arada Elif Eren sempozyum’dan bir süreliğine ayrılarak Deniz’in yaşadığı küçük adaya gelir. Bir iki gün kalır…….Orada bir balık bayramı vardır. Tüm ada oradadır. Irkçı motosikletli bir iki genç de oradadır ve yabancı- doğulu- gördükleri için onları izlemektedir. Elif ile Deniz onların sataşmalarına aldırmazlar. Elif bu aptal balık bayramını küçümsediğinden kimseye bir şey demeden adayı terk eder. O gittiği sırada motosikletli ırkçı bir grup Deniz’lerin evini yakar. Evde kimse yoktur. Irkçılar evin köpeğinin tasmasını sökmeyerek canlı canlı yanmasına neden olmuşlardır.

Elif Eren o arada Kopenhag’a gelmiş bir otele yerleşmiştir. Adada olanlardan haberi yoktur. O gün onun doğum günüdür. Ama Ömer Eren aramamıştır. O da İngiliz meslektaşını arar. Birlikte yemek yerler. Adam’ın seçimi kendi cinsi olduğundan, Elif’in flört davranışlarını görmezden geldiğini belirtir.

Deniz Elif Eren’i arar. Adada olanları anlatır. O da hemen gelmesini söyler. Deniz Türkiye’ye dönmeye karar vermiştir. Deniz ve Björn ile Kopenhag’a Elif Eren’in yanına gelirler. Birlikte İstanbul’a gideceklerdir.

Ömer Eren’de aradığı sözü bulmuş olarak eve doğru hareket eder…

Kedi ailesi mutluluk içinde bir araya gelmektedir. Roman böyle biter.

Gözüme takılan ayrıntılar ve soruları;

Ankara terminalindeki o karmaşa içinde Ömer Eren, Mahmut’a “Küçüğüm” diye seslenir ve orada okuyucuya, Küçük Prens’ten bir bölüm anımsatılır(sf. 53). Elif Eren, kitabın 179. sayfasında Küçük Prens’ten bir sahne anımsar. Jiyan; Ömer Eren’in onun için getirttiği, Küçük Prens kitabından ona bir alıntı yapar. (sf. 346)
Niye bu kadar Küçük Prens?

“Deniz var mıydı gerçekten Zap Köprüsü seferinde? Olsaydı hatırlardım. Belki de şöyle bir uğramıştı. O günlerde bir yerde duracak uzun uzun kalacak hali yoktu Deniz’in. Zap’a gelmemiş de olsa….” Sf. 35

Deniz ile ilgili olarak bu soru işareti neden?

BENZERLİKLER ve ORTAK NOKTALAR


Bir Kalp Ağrısına Uzaktan Bakmak 3

BENZERLİKLER, ORTAK NOKTALAR;

“Mavi patiskaları yırtan gemilerinle”
Vedat Türkali

1. Üç romanın batıdaki kahramanlarının hepsi İstanbul’da oturuyor.
Yelda, Selim, Ömer Eren, Elif Eren, Nevra Tuna,


Peki bölge kahramanları hangi şehirde oturuyor?
Bilinmiyor……….
Köylerin adı söyleniyor ama kasaba ve şehirlerin adı telaffuz edilmiyor.
Zeliha Tuna, Zelal, Mahmut, Jiyan, Rojda, Zerrin, Heja, Mor Saçlı kadın. İsimsiz şehirlerde, isimsiz kasabalarda yaşayan insanlar sanki.


2. Batılı kahramanların çoğu yurt dışında eğitim almış.


Yelda, Amerika iktisat, Selim, İngiltere Oxford tarih, Nevra, Amerika iktisat,


3. İstanbul’lu kahraman ve karakterlerin neredeyse hepsi, yurt dışında, batı ülkelerinde uzun sürelerde ikamet etmiş ya da etmekte;


Ömer Eren, Elif Eren, Danimarka’da yaşamış. Oğulları Deniz, Norveç’de yaşıyor. Yelda, Amerika’da öğrenci ve hoca olarak yaşamış. Sevgilisi Selim, Peru, Moğolistan, Bolivya, Gine, İngiltere, babasının görevi ve eğitim nedeniyle yaşamış ve bulunmuş. Selim’in ayrıldığı karısı Fahrünisa İngiltere’de okumuş. Nevra eğitim nedeniyle Amerika’da bulunmuş. Nevra’nın ayrıldığı kocası Murat ve oğlu Cengiz Hollanda’da yaşıyor. Nevra’nın kardeşi Orhan Amerika’da yaşıyor.

4. Batılı kahramanlar çok başarılı, çok zengin, çok yetkin;

Selim; Diplomat çocuğu, öğretim görevlisi, uluslararası dergilerde makaleleri yayımlanıyor.
Yelda; İstanbul’da Bizanslılardan daha çok bina yapmış müteahhit bir babanın çocuğu, iktisatçı, Amerika’da üniversitede hocalık yapmış bir genç kadın.
Nevra; Kaymakam çocuğu, gazeteci. Köşesi var.
Ömer Eren; Satış rekorları kıran kitapların yazarı.
Elif Eren; Profesör. Nobel alamasa da Avrupa yılın bilim kadını ödülü almayı bekliyor. Uluslararsı konferanslarda ilgiyle izleniyor.


5. Batılıların hepsi; zekâ, mesleki ve akademik başarı, kariyer ve hatta Nobel konusunda iddialı. Takıntılı bile denebilirler.

a. Yelda ve Selim’de; ZEKÂ

”Yelda ve Selim’in ilişkisinde; “…zekâ, sürekli biçim değiştiren mitolojik bir yaratık gibidir.” (sf. 13)
“Birbirlerini zekâlarıyla yaralayıp zekâlarıyla iyileştirirler” (sf. 13)
“Kendi zekâlarına olan hayranlıkları diğer insanlara karşı duyulan gizli bir küçümsemeyi besliyordu” (sf. 13)
“Beni insan zekâsından nefret ettirdin” -der Yelda- (sf. 13)
Gülmüştü Selim; “ zekâsının kabul edilişindeki güçlü ton, ….” (sf. 13)
Selim; “…zekâsı bu konuda bütün sorgulayıcılığından vazgeçer, defalarca yalan söylediğini gördüğü Yelda’nın…” (sf. 14)
“…o alaycı, güçlü ve zeki adamın yalanlarla örülmüş kabukları kaldırıldığında ” (sf. 15)
Yelda, “Zekâsından umulmayan bir saflıkla gerçekten de bir masal istiyordu“(sf. 15)
Yelda “Daha doğuştan kendisine bağışlanmış bütün olumlu ayrıcalıkları, güzelliği, zekası, çalışkanlığı,….” (sf. 21)
“Birbirinin zekâsına hayran kalıp her seferinde aşık olmak için doğru seçtiklerine daha bir inanırlardı” (sf. 51)
“Bunu sadece kendi zekâlarına değil birbirlerinin zekâlarına da bir borç olarak görürlerdi” 51
“ …zekâ oyunları yapıp, dürüstlükten sapmaları aslında bütün zekâlarına ‘başkalarından farklı’ olduklarına dair’ besledikleri inanca rağmen…” sf. 51
“Aralarına çektikleri setin daha incelikli, daha zekice nedenleri olmasını istiyorlardı.” (sf. 51)
“Kadınlar arasında zekâlarına güzelliklerine bilgilerine sosyal sınıflarına servetlerine yeteneklerine göre bir ayrım yapmadığı belliydi “ –Yelda Taner için tanımlıyor- (sf. 103)
Yelda, “Yolunu zekâsının ve kendine güvenin açtığı.. “ (sf 108)
“zekâsı kendi zekâsına yakın bir erkekle karşılaştığını ‘ düşünmüştü.” (sf. 111)
“..ve sonunda onlardan daha güçlü olduğu bir yeri zekâyı keşfetmişti..” (sf. 111)
“O günden sonra zekâ onun için erkekleri terbiye ettiği bir kırbaç haline gelmiş….kendisine ve zekâsına hayran kalmıştı.” (sf. 111)
“…her seferinde biraz daha zeki bir erkek arayıp her seferinde kendi üstünlüğünün kabulünü sağlamıştı” (sf. 111)
“sadece bedenleriyle değil bütün ruhları, zekâları ve ihtiraslarıyla katıldıkları sevişmelerden sonra…” (sf. 113)
“Selim’in zekâsının üstünlüğünü hiç korkmadan hiç çekinmeden…” (sf. 113)
“onun kim olduğunu, zekâsını, kadınlığını bilen biriyle konuşmalıydı” (sf. 148)
“…ne ruhu, ne zekâsı, ne bilgileri ne şakaları adamı etkilemiyordu” – Yelda Taner için kullanıyor- (sf. 193)
“…ama Taner beğenmediği, sevmediği hatta kızdığı, zekâsını küçümsediği kaba bulduğu biriydi…” (sf. 220)
“Yelda geri gelirse gelen kadın nasıl biri olacaktı, o zeki gururlu, hiç kimsenin karşısında eğilmeyen….” –Selim düşünüyor- (sf. 222)


b- Nevra Tuna’da; MESLEKİ BAŞARI

“Her kılığa girmeye her bedeli ödemeye hazırdım, yeter ki o beni içeri sokabilsin ve ben bu röportajı kotarayım” (sf. 8)
“…bu röportajın sonunda Türkiye genelinde ben de önemli bir gazeteci olarak tanınırım artık” (sf. 9)
“Bu görüşmeyi gerçekleştiremeyecek olursam işimi kaybedebilirim.” (sf. 13)
“Gazetenin beşinci sayfasındaki röportaj köşemi podyumlardan inerek televizyon ekranlarından fırlayarak medya dünyasına fırtına gibi giren uzun saçlı uzun bacaklı genç kadınlara kaptırmamak için son şansım bu “ (sf. 13)
“Ne büyük bir yazıktır ki ben de bir zamanlar uzun saçlı uzun bacaklı bir sarışınken gazete köşeleri, oraları yıllar önce parsellemiş usta yazarlara aitti sadece.” (sf. 13)
“…köşemi elimde tutabilmem için ağzımla kuş tutmam gerekiyor. İşte bugün ben ağzımla o kuşu tutmak için buradayım. Sırf bu nedenle, aylardan beri yırtınıp durdum bu görüşmeyi ayarlayabilmek için ”(sf. 13)
“Yerimde kalabilmek için olağanüstü bir iş çıkarmamın şart olduğunun bilincindeyim çünkü işimi kaybetmeye gücüm yok.” (sf. 13)
“Bir yıldız gibi parlayacağım. Herkes bu röportajdan söz edecek. Önümüzdeki yılın gazetecilik ödülünü büyük bir ihtimalle ben alacağım. Belki başka iş teklifinin de önünü açacak bir yazı dizisi. Kara talihimin bir yerde bir gün bir vesile ile değişmesi şart. Evime döndüğümde aynadaki mutsuz ve yorgun yüzüme bakıp ‘ Yine olmadı, bunu da başaramadın işte Nevra’ dememeliyim.” (sf. 14)
“Başaramamaktan bıkkınım çünkü. Kaybetmekten bıkkınım. Evliliğini elleriyle bozan…” (sf. 14)


c. Ömer Eren; BAŞARI-KARİYER

“İsterdim, ama cesaretim var mı? Yok olmaya değil yok sayılmaya hazır mıyım?.. on beş yılda tuğla tuğla ördüğüm kariyerimin sıfırlanmasına…“ (sf. 33)
“Geçmişi reddetmedim ben, inkâr etmedim. Ama orada da takılıp kalmadım; piyasa değeri olan yeni bir yol, yeni bir yöntem aradım. Satış rekorları kıran, mutlu bir şaşkınlık içindeki yeni baskılarını yetiştirmekte zorlandığı o ara romanı yazdım Karşı Taraf….eleştirmen olsaydım, yekten, “ruhsuz ve derinliksiz” olarak niteleyeceğim bir kitaptı.” (sf. 123)
“Aşk dozunu artırıp, biraz gerilim, biraz gizem, mistizm ekledim. Çok sattım.” (sf. 124)
“İmza günlerinde önümde uzanan çoğu kadın hayran okur kuyruğunun uzunluğunu ölçerek…müşteri memnuniyetini gözeterek” (sf. 257)


Elif Eren; NOBEL-BAŞARI

“Nobel alan ilk Türk kızı olacaksın, diye şakalaşırdı hocalar. Neden olmasın! Alayım da görün siz” (sf. 19)
“Artık Nobel hayalleri kurmayacak kadar olgunlaşmış olması yanında…” (sf. 21)
“Nobel değil, ama daha alçakgönüllü bir ödül, örneğin bir Avrupa Bilim Kadını ödülü getirebilir bunlar ” (sf. 24)
“Nobel alacak halin yok, hiç değilse” sf 67
“Senden Nobel beklemedik” (sf. 172)
“Alacağım ödüllerin hayalini kurmaktan başka ne yapıyorum ben” (sf. 173)
“Önceki gün uluslararası sempozyumun en ilginç sunumlarından birini yapan..Yılın bilim kadını ödülüne bir adım daha yaklaşan ben” (sf. 176 )
“Başarı toplumda saygınlık sağlar” (sf. 189)
“Cafcaflı bir metin sunup camiadaki yerimi sağlamlamak, hedeflediğim yerlere, unvanlara adım adım yükselmekti amacım” (sf.194)
“Keşke adada kalsaydım ya da pek önemli olmayan bu ikinci toplantıya katılmasaydım….varlığımı birkaç meslektaşa daha duyurmak için değer miydi” (sf. 269)
“Bugün elli iki yaşımı bitiriyorum. Kopenhag’dayım,. Biyokimya profesörüyüm. Yılın Avrupa Bilim Kadını ödülüne adayım. Nobel değilse bile…” (sf. 270)


6. Batılı kadın kahramanların; kadınlığı, kendi kadınlıklarını, diğer kadınları algılamalarında bir benzerlik var sanki;


a. Yelda

“Daha doğuştan kendisine bağışlanmış bütün olumlu ayrıcalıkları, güzelliği, zekâsı çalışkanlığı …………onun ruhunun derinliklerinde ancak Olimpos tanrıçalarında rastlanabilecek bir kendini beğenmişliğe dönüyor, bunu saklamasını sağlayacak bir zekâsı olmasına rağmen kendine duyduğu hayranlık gizlendiği yerde çocukluğundan beri her gün biraz daha büyüyerek bütün ruhunu sarıyor ve onun en büyük zaafını oluşturuyordu” (sf. 21)
“…erkeklerin kendisinden başka bir kadını beğenme ihtimalinden bile çılgına döner…” (sf. 21)
“…farkına varmadan adamın ayağa kalkmasını beklemişti ama adam kalkmamıştı, bir an sıkıntılı bir sessizlik olmuştu. Adam konuşmaya niyetli gözükmüyordu, bu davranış, erkeklerin kendisine her zaman ilgi göstermesine alışık olan Yelda’yı huzursuz etmişti” (sf. 23)
“Yelda daha masaya otururken o geceki rakibinin çift cepli haki gömleğinin açık düğmelerinden göğüs dekoltesi cömertçe gözüken Beatrice …” (sf. 25)
“…Dar, siyah bir tişört, dizlerinin altında biten sımsıkı bir siyah tayt, yumuşak tabanlı koşu ayakkabılarını giyindi. Aynada kendine baktı, gözlerinin altı uykusuzluktan ve yorgunluktan biraz harelenmişti ama vücudu siyah bir jaguar gibi esnek ve diri gözüküyordu. En kederli anında bile kendi vücudunu beğendiğinde ancak bir kadının gülümseyebileceği gibi gülümsedi…” (sf. 72)
“Taner hiçbir şey söylemeden arabayı hareket ettirip bir u dönüşüyle barakalara doğru sürdü. ‘Hayvan’ diye düşündü Yelda gülümseyerek, ‘terbiye edilmesi gereken sevimli bir hayvan” (sf 106)
“Selim kendisine ihanet ettiğinde bile aklına gelmeyen korkunç bir endişeyi hayatında ilk kez hissetti, ‘çekiciliğimi kayıp mı ettim, artık çekici bir kadın değil miyim?’ sorusu zihninde uğulduyordu” sf.147
“….üstelik de kendisiyle asla kıyaslanmayacak kadınlarla onu aynı sınıftan görmesi Yelda’yı şaşırtıyor…..” (sf. 192)
“…kendisinin onun için aslında ulaşılmaz bir kadın olduğunu anlatmak istiyordu..” (sf 192)
“Birlikte olduğu erkekten bir başkasıyla yatan kadınların birçoğu gibi ‘aldattığı’ erkeği küçümsüyor ..” (sf. 198)

b. Nevra Tuna;

“Ben de bir zamanlar uzun bacaklı uzun saçlı bir sarışınken…” (sf. 13)
“…doğulu bir kadın olmanın tüm ezilişlerini ve zorluklarını yaşamış olan arkadaşıma…” (sf. 63)
Nevra; Ferdi’nin kendisine nasıl kur yaptığını Zelha’ya anlatıyor, ”Beyaz şarap sevdiğimi öğrenmiş her seferinde en iyi marka buz gibi bir şarap açtırıyordu benim için. Doğum günümde kapıdan zor sığan upuzun saplı güller yollamıştı, her gülün sapına küçücük bir hediye paketi bağlamış…” (sf. 94)
“”…evimi temizlemeye gelen kadın, beni hiç ilgilendirmeyen saçma sapan rüyalarını ve kaynanasının bel ağrılarını anlatsın karşıma geçip…” (sf. 12)
“ …sen nereden bileceksin bir kadına nasıl kur yapılacağını. Aşiretlerde kadınlara kur mu yapılır.” (sf. 93)
“bizim flörtlerimiz fingirdeşmelerimiz, evlenmeden, imam nikâhı filan kıymadan birlikte yaşamalarımız ne kadar da uzaktır size” (sf. 94)
Boşandıktan sonra neden kocasının soyadını taşıdığını soran Zeliha Bora’ya “ Tuna hem kulağa hoş geliyor hem de yazılarımın sonunda, imzaya yakışıyor” (sf. 87)
Kendi kendine, “…ona kıyasla ne şanslı olduğumu fark ettiğim için, bir sızı gibi ince bir utanç duyuyorum yüreğimin derininde. Benim şikâyete hakkım yok. Ben şehir kızıyım, kuma nedir bilmeyen…” (sf. 172)
“..Minik bir elmas yüzük…Hindistan’a seyahat bileti…Armani’nin vitrininde görüp hayran olduğum ve iç çekişlerle seyrettiğim kadife ceket. Bunların üçü de büyük bir fedakârlık gerektiren armağanlar olurdu bütçemiz için…” (sf. 65)
“Ne var ki ben çalışan bir kadınım ve asla saçını süpürge eden kadınlar takımından olmadım” (sf. 66)
“..Evlenirken annesinin koluma taktığı altın bilezikle, Murat’ın parmağıma taktığı nikah yüzüğünün dışında Tuna ailesinden hiç hediye görmüş müydüm bunca yıldır? Eline bir buket çiçek alıp gelmişliği var mıydı kocamın evine?.. Bir sürpriz yapmışlığı, sevgililer gününü kutlamışlığı?..” (sf. 68)
“Erkeğine güzelliğinden başka hiçbir şey sunmayan, bakımlı, makyajlı kadınlardan olmayacaktım…” (sf. 73)
Ferdi için, “…beni kocamdan, oğlumdan, evimden, işimden, arkadaşlarımdan ettikten ve yapayalnız bıraktıktan sonra, ne hali varsa görsün…” (sf. 97)
“ Kalbimi kırma Zelo, metres dediğin erkeğin parasını yer. Metrese katlar, yatlar, kürkler, mücevherler alınır. Oysa ben onun bana kitap, CD ve çiçeğin dışında armağanlar getirmesine izin vermiyordum. Birlikte bir yolculuğa dahi çıkmadık. Kısacası metreslikten bile nasibimi almış değilim. …” (sf. 103)

c. Elif Eren;

“Orta halli, üç çocuklu, dar gelirli öğretmen ailesinin pek de güzel olmayan ortanca kızı…” (sf. 19)
Ömer karısı için düşünüyor, “Başka ilişkiler, başka kadınlar…..uzun ayrılıklar, kitap yazıyorum bahanesine sığınıp fazla ayak altında olmayan bir sahil kasabasında tek başına geçirdiği kaçamak tatiller, inzivalar….Hepsi çerezlerden, mezelerden sonra sofraya gelen ana yemeğin garnitürü gibiydi….gözünün önüne büyük bir kayık tabakta kızarmış bir hindi geliyordu. Lezzetli garnitürlerle süslenmiş, çekiciliğini ve lezzetini o garnitürlerden alan, yılbaşı sofralarının olmazsa olmazı bir hindi” ( sf. 31)
Ömer karısını düşünüyorken, “Elif’in…. bilimsel çalışmalarına ve başarılarına sığınıp kocasının uzaklığını, yokluğunu, kaçamaklarını kabullenişine…” (sf. 32)
“Aynadaki aksini beğendi: Gençliğimden beri ne kadar yorgunsam ne kadar mahzunsam o kadar iyi görünürüm”(sf. 174)
“…üzerine tam oturan, sıkmadan saran, markalı- o bilinen sıradan markalardan değil ama- pahalı blucinini giyerken, yaş ellilere varmışken-varmış da ne. Aşmışken- hâlâ ince kalmaktan, cevval ve hareketli olmaktan duyduğu memnuniyetle gülümsüyor….Deniz şişmanlamış, hantallaşmış; sağlığa da göze de zarar bir beden,belleğine takılıp kalmış dizelerdeki gibi: ‘Hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten.’ Oğlunun bedeninden utandığını bilincine çıkarınca kendine yabancılaşıyor, kendini sevmiyor. İnceyim, zarifim bakımlıyım üstelik Profesör Elif Eren’im de ne işe yarıyor bütün bunlar?” (sf. 175)
Kocasının zaman zaman kendisini aldattığını biliyor………Aslolan benim. Her gidişte döndüğü kadın benim. Hayır doğru değil bu, hiç kopmaz, ayrılmaz ki benden, dönsün.” (sf. 175)
Yıllarca direnmiş, geçici ilişkilerle aşınacağına sağlamlaşmış, perçinlenmiş bağ artık tutkulu bir aşk, bir karasevda olmasa da güvenli bir sığınak gibi geliyor Elif’e, Ömer Eren’in karısı olmak, kadını olmak” (sf 176)
Elif Norveçte gidip bulduğu oğlunun balık festivaline hazırlanmasını küçümseyip onlara görünmeden gitmek için eve döndüğünde hazırlanırken; “ dar pantolonunun bel kısmından hafifçe taşan etler canını sıkıyor. Hemen rejime başlamam gerek, belde toplanmaya başlayan yağlar bu yaşta iyiye alamet değil.” (sf. 195)
“Yıllardan beri Ömer yanında olmadan, ondan çiçek gelmeden geçirdiği ilk doğum günü olacak” (sf. 272)
Karnını poposunu toplayan, olduğundan ince görünmesini sağlayan özel kilotlu çorabını, göğüslerini daha dolgun gösteren özel kesim sutyenini aynanın karşısında çıkardı. ….aynada çıplak bedenini seyrederken…içine giydiği sutyenden parlak ipek jarse bluza kadar her şey kadınlığını sergilemek, erkeği tahrik etmek için seçilmemiş miydi…bu yaşta bile hiç de fena olmayan memelerinin başları görünsün diye. (sf. 284-285)
Kocasının doğum günü için arayıp da bulamaması karşınında; “Aramış demek ki. Aramış işte yaşasın. Telefonu uzun uzun çaldırmıştır. Belki de birkaç defa. Kimse cevap vermemiştir. Merak etmiş midir?” (sf. 286)


7. Çocuklarda ve ana babalıklardaki benzerlik.

Üç romanda da söz konusu edilen evlat; erkek çocuğu;
Heja, Deniz, Cengiz.
Heja ölüyor. Deniz kaçıyor. Cengiz babasıyla Hollanda’ya yerleşiyor.

Bir de Heva var. Anne karnında ölen Umut. Üstelik o da oğlan.
Nevra’nın annesinin karnında ölen de oğlan. Başka bir Cengiz.
Annesi parçalanıp ölen de bir oğlan, Björn
Nevra’nın bir kardeşi var o da oğlan. Orhan
Orhan da mutsuz Deniz gibi, o da kendini yurt dışına atmış durumda..
Tümceler alt alta sıralandığında ortaya çıkan sonuç bile ayrı bir inceleme istiyor.
Çocuk hayatın tazelenen, yenilenen yönüdür diye biliyorum da oğlan çocuk neyi simgeliyor onu bilmiyorum.
Bu kadar oğlan çocuğu telefi pek de iyiye alamet gelmiyor bana. Balinalar gibi, bir sınıf kendini mi bitiriyor ne?
Ya da bilmediği dağlara ve gecelere zorla yollanan gençlerin kendilerinden bile gizlemeye çabaladıkları can korkusunun uzak, çok uzak aynalara yansıması mıdır? Bilmiyorum.


Ana babalıklar ise aşağıda;

a. Yelda;

“ Onu da götüreceğim, sadece annesini düşünüyorum, oğlunu bırakmak istemezse ne yaparım, gerçi o kadını da götürürüm olmazsa diyorum ama bilmem ki gelir mi…” (sf. 190)

Yelda, on iki yaşındaki Heja’yı İstanbul’a götürmek ve ona annelik yapmak istiyor. Kuzu’yu korumak, ona sahip çıkmak istiyor. Ama Heja’nın annesine; “Heja’nın annesi” bile demiyor. Kadının adını söylemiyor. Bilmiyor. “Mor saçlı kadın” diyor. Kadını oğluyla birlikte götürmeyi planlıyor ama o kadın bunu bilmiyor ve hâlâ mor saçlı kadın o…
Mor saçlı kadın (sf. 7-73-127-295-298-301)

b. Nevra Tuna;

“…oğlumun beni pek de ilgilendirmeyen okul haberlerine…” (sf. 72)
“İlki bitirirken o korkunç sınavlara sokmak istemedik oğlumuzu, dil öğrensin ve iyi eğitim görsün diye… yani sırf onun iyiliği için… zaten ben de çalışıyordum, yeterince zaman ayıramıyordum Cengiz’e…” (sf. 85)
“Ayrıldığımızda on yaşındaydı. Yakında on beşine basacak. Koca oğlan oldu artık. Anneden çok babaya ihtiyaç duyacağı yaşa geldi…” (sf. 87)
“… Burada olsaydı okuldan eve döndüğünde bomboş bir ev bulacaktı, okula gidip gelmesi İstanbul trafiğinde saatler sürecekti. Oysa orada okuldan çıkınca spor kulübüne gidiyor, tenisini oynuyor, yüzüyor, akranlarıyla bir arada oluyor. Babası eve dönerken uğrayıp oğlunu alıyormuş kulüpten. Eve birlikte dönüyorlarmış. Hiç yalnızlık çekmiyor böylece, trafik derdi yok, anarşi korkusu yok. Küçücük medeni bir şehir Amsterdam” (sf. 87)
“Ben hiç öğretmedim Cengiz’e böyle oyunlar. Masallarını bile babası okurdu uyumadan önce. Sadece kendisiyle dolu, kendine dönük, kendi dünyasıyla haşır neşir bir annenin elinde büyümüş benim zavallı çocuğum. Oğlumu, kendi çocukluğumun oyunları, renkleri ve anılarıyla tanıştırmaya üşenmişim. Ne kadar pişmanım şimdi…” (sf. 104)

c. Ömer Eren,

“Ama ben sana hep Oğul dedim, kediye de kedi dediğim gibi” (sf. 41)
“Oğlunun erkenden yağ bağlamış, hantallaşmış bedenine “ (sf. 42)
“Oğlum bilim adamı olacak” (sf 62)
“En iyiyi yapmak için her şeyin var. Her imkân tanındı sana. …hiçbir halt olamadığına göre, git bari insanlığın acısının fotoğrafını çek. Irak’ta bir savaş muhabirliği işi ayarladım senin için.” (sf. 62)
“Kendini canlı canlı gömdüğün o adada o köylü kızıyla” (sf. 62)
“Bisiklete binmeyi bile zor öğrenmiştin çocukluğunda. IQ’nun deha sınırında olduğunu söyleyen o salak psikolog gelip de görsün dehayı…” (sf. 62)
“Anladık Nobel alacak halin yok, hiç değilse şu dünyanın acılarına fotoğraf makinenle tanıklık et bari …bu kadar acımasız değildi ama benzer bir cümle…gözden çıkarıldığının bir ifadesi.” (sf .67)

Elif Eren;

“Çocuk küçüktü. Neyse ki rahat, uyumlu bir çocuk yoksa işimiz vardı” (sf..25)
“Surat asma, karnen kötü demedim. Ama biyolojin, kimyan daha iyi olabilirdi. Fiziğin de mesela 9 yerine 10 olabilirdi, biraz daha dikkat etseydin sınav sonuçlarına” (sf. 61)
“Bu benim oğlum mu? Bu sakalı bir karış uzamış, hantallaşmış, yaşlanmış, balıkçı kılıklı, Norveç köylüsü benim oğlum mu?. Uzun sürmüş bir kâbus bu” (sf. 85)
“Sesindeki belirgin küçümsemeyi ….” (sf.170)
“…bu şişman bu hantal beden…” (sf. 171)
“Oğlunu taşımaya hazır mı? Başarısız beceriksiz yenik oğlunu; bu saçı sakalı karışmış, özensiz, pırıltısız, şişko adamı” (sf. 171)
“Seni ezdiğimizi, hava attığımızı falan hiç hatırlamıyorum” (sf. 172)
“Senden Nobel beklemedik” (sf. 172)
“Deniz şişmanlamış hantallaşmış; sağlığa göze zarar bir beden” sf. 175
Bu aptal ada, ölüp giden o aptal kızcağız, dünyadan habersiz köylüler, budala oğlumun, önüne serilen fırsatları elinin tersiyle itip kendini bu mezara diri diri gömmesi” -Iraktaki savaştan kaçıp hayatının aşkını bulan oğlu Deniz için düşünüyor bunlrı- (sf. 192)

Deniz Eren;

“küçümsediğiniz yok saydığınız, bana değil kendinize yakıştıramadığınız Kuzeyli küçük aptal köylü kızıydı.” (sf. 44)
“Hiç sormadınız ki bilesin nasıl yaşadığımla değil hangi başarıya imza attığımla ilgiliydiniz.” (sf. 45)
“…savaşın ortasına göndermiştin ya beni, savaş muhabirliği yapayım diye, o çöllerde, savaş alanlarında çok kan vardı… ”Yaptığım işten nefret ediyordum” –babasına söylüyor- (sf. 42-43)
“Annem, çok hoşlanmadığı, küçümsediği, huzursuzluk duyduğu kimselerin adının sonuna ‘ciğim’ ekler. Onun dilinde sevgisizliği maskeleyen, araya mesafe koyan hain bir ektir ‘ciğim’. Ben de ‘ciğim’ oldum demek!.” (sf. 59)
“Ulla beni sevdi sadece o sevdi.” (sf. 62)
Ama oğlunu savaş muhabirliğine yollarken, kaçıp geldiğimde dudağını küçümseyerek büküp, ‘Bu iş de mi olmadı’ derken “ (sf. 63)
“Hep eleştiren hep daha iyisini isteyen hep başarı bekleyen annesi” (sf. 67)
“Başaramamış yükselememiş bir evlat yerine ölü bir evlada razılardı.” (sf. 68)
“Evdekileri memnun etmek, onların gözüne girmek için çok çalışıp, çok ezberleyip alınan yüksek notların, taktir değil de teşekkür aldığı için burun bükülmesinin ….önce anlamına varamamış sonra haksız ve acımasız bulmuş..” (sf. 68)
“Bunu gerçekten istediğine emin misin anne? Ünlü yazar Ömer Eren ile yılın bilim kadını olmaya aday Profesör Elif Eren yaşam özürlü oğullarını taşımaya hazırlar mı?” (sf. 171)
“’Savaş yayılıyor, işler ciddileşiyor, oralar artık çok tehlikeli, hemen dön’ demelerini boşuna bekledi ….Ama ‘dön’ demediler, eve çağırmadılar….’Gayret Deniz! Önemli işler yapıyorsun, işte benim oğlum bu’ dedi babası. ‘Dikkatli ol pisicik, fırsat buldukça sık sık telefonla ara’ dedi annesi “( sf. 72 )
“Babam neleri kimleri harcadı kendinden neler verdi çoksatar yazar Ömer Eren olmak için” (sf. 189)

Mahmut; Ömer Eren’i Zelal’e anlatırken;

Kendisi de yaralıdır oğlu bırakıp gitmiştir adam olmamıştır “ (sf. 218 )

Sevginin mantığı olmaz biliyorum ama. Buradaki evlat sevgisinde de anlamadığım bir şey var. Hani sevgi karşındakinin bütünlüğüne akan bir duygudur diye hissederim ben. Onu seversin onu sayarsın. Korksan da onun kendini cesaretle yaşamasına izin verirsin. Uzaktan kollarsın… Kadın erkek sevgisine başka şeyler karışır. Orada bu kadar sade değildir hiçbir şey ama çocuk sevgisinde, kardeş, arkadaş, dost sevgisinde böyle bir şeydir sanki. Bu kadar basittir. Yani saygıyı içerir. Onun bütünlüğüne ve kendi tercihlerini yaşamasına saygıyı… Onun serpilip gelişmesini gülümseyerek izlemeyi içerir.

Kadın erkek sevgisi demişken; Selim ve Yelda aşıklar. Selim her zaman çapkın. Yelda da gidip Taner ile sevişiyor. Ömer ile Elif hâlâ birbirlerine aşık ve Ömer her zaman çapkın. Bir de bölgeye gittiğinde orada özel bir kadınla karşılaşıyor, Jiyan. Jiyan ile sevişiyor. Elif Kopenhag’da doğum gününde kocası aramadı diye İngiliz meslektaşını yemeğe davet edip, ona kur yapıyor. Adam eşcinsel. Olmasa oradan da bir ilişki çıkardı sanki. Nevra kocası varken Ferdi ile cilveleşiyor. Cinsel özgürlüğe hiç söyleyecek bir şeyim yok ama aşk başka bir şey sanki.

Ve Selim, romanın başında Yelda’ya “Geleyim mi oraya?” diye sorduğunda verilen yanıt; “…Hem neyim olarak geleceksin buraya? Buradaki insanlara ne diyeceğim?” gibi bir tümce oluyor. Bu bir köylü kadın değil… Sonra da gidip Taner ile birlikte oluyor.

Bir de, şimdi Jiyan var. Karısını yılbaşı hindisine, birlikte olduğu diğer kadınları hindinin yanındaki garnitüre benzeten Ömer için Jiyan’ın anlamı ne?

Ömer Eren’in “Bırak kadınlara akıl vermeyi, doğum kontrolünü falan kadınım; bana, bize bir çocuk doğur. Yitik oğlumun yerine koyacağım bir Kürt Türk çocuğu; aşkın ortak dilinin, umdun, geleceğin çocuğu” (sf . 241) dediği Jiyan bu. Garnitürden bu kadarını beklemek biraz fazla değil mi?

Selim de Yelda’ya “ sana bir Heja yapacağım” demişti. (sf. 315) Bir ilginç benzerlik daha.


8. Batılı kahramanlar bölgeden insanlara karşı hem çok “iyi kalpliler”, “yol göstericiler”, “eğiticiler” hem de onlara karşı kızgınlık, kırgınlık ve yargılama gibi bir özelliğe sahipler. Bir iktidar dili ve yaklaşımı söz konusu gibi. Burada da bir benzerlik var sanki…


a. Yelda;

İyi kalpliliği Heja’ya bir anne gibi bağlanması, onu korumak istemesi.

Diğerleri için bir anlayış bile söz konusu değil.
“İçeri girdiğinde onu önce Rojda görmüştü, orada olmaktan, yabancıların arasında, onlardan biriymiş gibi İngilizce konuşarak sohbet etmekten Yelda’ya acıklı görünen bir sevinç duyduğu diğerlerinden daha fazla gülmesinden, daha coşkulu konuşmasından fazlasıyla rahat davranışlarından anlaşılıyordu.” (sf. 24)

“Yelda genç kızın öfkesinin altında kendi ırkının erkeklerinin cinayetlerinden duyduğu utancın saklı olduğunu da sezmişti” -Zerrin için - (sf. 40 )

a. Nevra Tuna;

“Öğretmen olmak istiyorsan hâlâ olabilirsin Zelo” (sf. 40)
“bir açık üniversiteye yazılabilirsin ”(sf 40)
“ adına bir harf eklemekle mi başladık seni sen olmaktan çıkarmaya, acaba.” (sf. 51)
“ Bir farkımız da bu, Zelha ile. Koskoca bir imparatorluk artığı olmanın genlerime işlemişliğinden olabilir mi, hoşgörüm.” (sf. 126)
“Çocuklarının suçunu örtbas etmeye çalışan bir ana gibi, Kürtler için hayıflanmak da bana düştü hep.” (sf. 126)
“ Ermenilerle birbirinizi yemişsiniz, bu da Türklerin suçu olmuş! Ermenilerden boşalan yerlere güle oynaya konaklayan Kürtlerin vebali de Türklerde…” (sf. 128)
“Meclise milletvekili olarak girdin ya Zelo, insaf et.” (sf. 130)
“Seni piyon yapmalarına müsaade etme.” (sf. 182)
“Doğu’nun ezilen kadınlarını kurtarmaya çalış..” (sf. 185)
“Cehalet, Doğu’nun kırsalına kapkara bir örtü gibi yayılmış…” (sf. 191)
“Bir devlet isyankar çocuklarını yirmi sekiz kere bağışladıysa, yine bağışlamasını bilir…” (sf. 195)
“Yazılarımı hiç mi okumadın. Defalarca yazdım, devlet Kürt vatandaşlarının hepsine okumayı yazmayı öğretebileydi, ana dilinde eğitim vermesine, şarkısını söylemesine, kitabını yazmasına, televizyonunu kurabilmesine imkan tanınsaydı…” (sf. 196)

b. Ömer Eren;

“Halk yüzlü, halk giysili, halk kokulu yolcuları” –Bu nitelemeyi daha bölgeye gitmeden Ankara terminalinde Anadolu yolcuları için kullanıyor (sf. 10)
“Sadece kendilerinin mazlum ve mağdur olduğuna inanıyor bunlar.” (sf. 49)
“O kadar savundum haklarını. Anadil manadil konusunda, bir de Doğu’daki faili meçhullerle ilgili yazılar yazdım diye az kaldı başım belaya girecekti. Avrupa Birliği normları, Avrupa “ ne der” kaygısı, sivil toplumun tepkisi olmasaydı, açılan davalardan mahkûm bile ederlerdi.” (sf. 49 )
“Az laf etmedik, az yazı yazmadık bu yakmalar yıkmalar için. Ama unuttuk işte, unuttum” (sf. 131)
“Bunların haklarını korumak için göze alınan onca bela; “vatan haini” ilan edilmek, şu maddeden bu maddeden yargılanmak, daha neler neler, hiçbiri makbule geçmiyor. Ne güveniyorlar sana ne de teşekkür ediyorlar; onların gözünde işbirlikçi Batılı Türk olarak kalıyorsun” (sf. 146)
“…yöresel yemekler sahiden güzel, rakı da hiç fena değil.” (sf. 155)
Öve öve bitiremediğiniz mesire yeriniz burası mıydı diye düşünüp küçümseyeceğini, benzer yerlerle kıyaslayacağını biliyor Ömer’in. Soğukpınar’ın üç kavak bir söğütlük zavallı bir yer olduğunu; bu topraklarda iyinin de güzelin de ölçüsünün değiştiğini; devlerin gözünde cüceler ülkesinin ölçülerine indiğini kahrolarak isyan ederek biliyor…(sf. 249)
“…tek balığın alabalık olduğu…” (sf. 250)

9. Batılı kahramanların hepsi de bütün bu yol göstericilikleri, eğiticilikleri, ağabey ya da ablalıkları yanında kendilerine kurdukları hayattan çok mutsuzlar, çok, çok. Problemleri de çok sanki. Kendi çıkmazları çok ağır. Çaresiz gibi bir şeyler…

a. Yelda;

“Nasıl olduğunu anlayamadan ilişkileri yeniden başlamış ve çok kısa bir süre içinde Yelda’nın içindeki öfke ve kuşku, kıskançlık krizleri, kavgalar, hakaretler, tehditlerle ortaya çıkmıştı, her sözden, her şakadan alınır olmuş, Selim’in de karşısındaki kadının yaşadığı yıkımın ağırlığını anlayamaması, şefkatini her zamanki gibi saklaması Yelda’nın her seferinde biraz daha fazla yaralanmasına yol açmıştı, neredeyse her karşılaşmaları Yelda’nın zapt edemediği acısının aralarına girip, onları biraz daha ayırmasıyla son bulmuştu.
Yelda belki acıya dayanabilirdi ama acı çeken bir kadın olmaya, kendisine aldırmadığını düşündüğü biri için her gece ağlamaya, onu biraz daha görmek için yalvaracak hallere gelmeye dayanamazdı.
Sonunda bir gün Selim’e geldi
- Ben gidiyorum, dedi. Daha fazla dayanamayacağım, bunu burada senin bulunduğun şehirde halledemeyeceğim…
Avrupa Birliği’nin “töre cinayetlerini” araştırmak için kurduğu misyona Selim’e haber vermeden başvurup işe kabul edilmişti. ‘Ben gidiyorum’ dedikten üç gün sonra yola çıkmıştı “ (sf. 167-168)

c. Nevra Tuna;

“…Evime döndüğümde, aynadaki mutsuz ve yorgun yüzüme bakıp, ‘Yine olmadı, Bunu da başaramadın işte, Nevra,‘ dememeliyim. Başaramamaktan bıkkınım çünkü. Kaybetmekten bıkkınım. Evliliğini elleriyle bozan, kendi hataları yüzünden önce kocasını, sonra gül gibi işini, daha sonra da çocuğunu kaybeden bir budalayım ben. Hiçbir şeyin sonunu getiremeyen bir beceriksizim. Değil bir kocayı, bir sevgiliyi dahi elinde tutmayı beceremeyen kocaman bir aptalım. Bugünü de yüzüme gözüme bulaştırırsam… bin bir takla atılarak, nice ipler çekilerek kotarılmış bu görüşmeden yüzümün akıyla çıkmazsam, TEM otoyolu üzerinde yer alan upuzun binanın yedinci katındaki, kaçak apartmanlara bakan, ‘Türkiye gerçeği’ manzaralı odamdan bilgisayarımı söküp, tek tük kişisel eşyamı toplayıp çıkmak zorunda kalırsam, son bir yıldır beni hayata teyelleyen yegâne ilmeği de çözmüş olmayacak mıyım? Ne kalacak geriye bana tutunmam için? Ne? Tanrım bana yardım et ki, kiminin gözünde terörist, kiminin indinde azize olan bu doğulu kadın, bu köylü kızı, bu son yılların, durumdan vazife çıkartılarak yaratılan parlak yıldızı, gelsin ve konuşsun benimle. Konuşsun ve kaderimi değiştirsin” (sf. 14)
“…Demin dedin ya Zelha, kaset boşa dönüyor diye… benim hayatım bu işte. Boşa dönüp duruyor, boşa, boşa, boşa… ben hiç fark etmiyorum. Hep bir ümitle bekliyorum. Hep bekliyorum ama hep boşa dönüyor.” Sf. 170

c. Ömer Eren;

“beni bekleyen ne var ki İstanbul’da… Elif’ten başka! O da zaten deneyleriyle, öğrencileriyle, yabancı dergilere yazdığı bilimsel makaleleriyle meşguldür. İşsiz insanların işidir beklemek. Elif’in işi hep başından aşkındır. (sf. 15)
“ İçinde kara bir boşluk ve boğuntuyla yeniden kaçmak için eve; hep orada, hep sevgili, hep ölçülü, hep uzak karısına; övgü ve dostluk gösterilerinin ardına saklanmış ‘biz senin cemaziyülevvelini biliriz’ sırıtmalarını görmezden gelerek, edebiyat çevrelerine, kimi nerede, hangi havalarda, hangi dünyalarda bulacağını bilememenin korkusuyla eski yol arkadaşlarına dönmek. Yollar, ülkeler, şehirler, oteller, denizler, limanlar, insanlar; hep, ‘yaşantı olsun’ diye. İçine yapışmış boşluk ve anlamsızlık duygusuyla” (sf. 9-10)
“kendi topraklarım kurudu, kendi insanlarım değişti. Belki de onlar değil ben değiştim. Onlara, kendime yabancı kaldım….” ( sf. 121)

Sanki sistem, bu kahramanları bir hayli kuşatmış, kıstırmış, hırpalamış. Ama sanki onlar kendilerinin farkında değil ve başka hırpalanmışların peşindeler


.............

DEĞERLENDİRME


Bir Kalp Ağrısına Uzaktan Bakmak 4

DEĞERLENDİRME

“Ah İstanbul, İstanbul olalı, hiç görmedi böyle keder”
Sezen Aksu


Her üç romanda da sıradan insan diyebileceğimiz batılı kahraman yok. Belki romancıların çevresi o insanlardan oluştuğu için onlara sıradan gelebiliyor ama bize göre sıradan değil bu kahramanlar. Basbayağı beyaz.

Romancılar; sıradan insan kahramanların bu meseleyi anlatmakta yetersiz kalacağını düşündüler de, “başarılı” yazarlardan, akademisyenlerden, gazetecilerden kahramanlar tasarlayarak, konuyu onların diliyle, bize daha iyi anlatmayı mı hedeflediler, yoksa sıradan insanı tanıyamadıklarından mı böyle yaptılar? Bilemedim. Ya da kendi kişisel görüşlerini makaleden romana evirerek bize anlatmanın bir yolu muydu okuduklarımız. Onu da bilemedim.

Birinde olsa neyse, ama üç romanda da aynı şey olunca biz okuyucular için; dünyayı gezip bilmeden, Amerika’da, İngiltere’de üniversite okumadan bu meseleler anlaşılmaz, anlatılmaz, çözülmez gibi bir sonuç çıkıyor.

Ya da üç romanı da birbirine yakın yıllarda okuyanlar için; bu ülkede özellikle İstanbul’da, neredeyse tüm okumuşların, doğuyu, o uzak coğrafyayı dert ettiği, en azından bir kez olsun oraya gittiği gibi bir sonuç çıkıyor.

Yine okurun yanlış yönde bir soyutlamaya yanlış yönde bir sonuca varmasına neden olan başka bir benzerlik ise egemen kahramanların beyaz ya da mavi olmaları yanında onların hiç gülmüyor olmaları…

Basbayağı donuklar. Doğal değiller yani… Kahramanların hayatla sıradan hiçbir bağları yok. İnsani etkinliklere yüz vermiyorlar. Aralarında; güzel şarkı, türkü, arya söyleyen birileri, gitar, saz, dümbelek, piyano, keman, gırnata çalan birileri, iyi mantı yapan, iyi pilav pişiren, iyi midye dolması yapan, iyi balık pişiren, iyi meze ustası olan, iyi likör yapan, iyi şerbet yapan birileri, batının dışında, ülke içinde bile seyahat eden, müze gezen, resim yapan, dalan, kille uğraşan, gergef işleyen, örgü ören, yürüyen, yüzen, tenis oynayan, balığa çıkan bir roman kahramanı yok.

Yaşam sadece kariyer mi? Büyük meseleler karşısında endişelenmek, büyük makaleler, romanlar, köşe yazıları yazmak, büyük konuşmalar yapmak mı? Bunu mu anlamalıyız?

Romanlarda, bir aydın olma sorumluluğunu anlıyorum ama aydın olmanın sorumluluğunun; iyi kalpli, okumuş, yol gösteren, bilgili, kurtarıcı olan, beyaz adam çerçevesine sıkıştırılmış kahramanlar tasarlayarak ve onların üzerinden bir memleket meselesine bakmak olarak verilmesine itirazım var. Bu romantizmin ta kendisi sanki…

Ve bu romantizmin sadece kendine yönelik algılanmasına, kendine üstün bir kimlik oluşturup bir düş dünyası yaratılmasına, bir düşman bir öteki tasarlanıp kendini meşrulaştırma ihtiyacına, efsanelerden prenseslerden, krallardan, kraliçelerden rol çalınmasına, incitilmemek için bu denli gerçeklikten kaçılmasına itirazım var.

Yazarlardan birinin, bir iki kitap öncesi olan Veda romanından birkaç alıntı;
“Sokaklar İngiliz üniforması giymiş Rumlar ve Ermenilerle dolu..” (sf. 27) ,
“Müslüman Osmanlıların omuzları düşük, yüzleri asık, başları öne eğikti, Rumlarla Ermenilerin yüzünde ise güller açıyordu” (sf. 43) ,
“Kadınları taciz edenler, işgalcilerin üniformalarını giyinmiş Rumlarla Ermenilerdir” (sf. 81),
“Hıristiyan tebaların her biri, kendi kilisesine ait olan devleti şakşaklamıştı….” (sf 194)
“İngiliz üniforması giymiş birkaç Rum ve Ermeni…” (sf. )
“İşgalcilerin yanı sıra Ermeniler, Kürtler, Çekezler, Rumlar….” (sf. 297) ,
"Hıristiyan azınlıkları, yüzyılların öcünü almak istercesine işgalcilerle işbirliği yapıyor. Müslümanları her fırsatta ihbar ediyor…” (sf. 9)
“Maliye Nezareti’ndeki Yahudi dinine mensup maliye memurları hiçbir şey olmamışçasına vazifelerine devam etmekteydiler.” (sf. 12),
“…ve Allahtan Yahudiler Osmanlılara hâlâ sadıktılar. “ (sf. 12)

Bir sonraki romanın kahramanlarında bir düzeltmeye gidilse de- bir birey üzerinden aklama yapılmaya çalışılsa da – sık sık başvurulan bu toptancı yaklaşım bende ciddi endişe oluşturacak çağrışımlar yaratıyor.
İçerikten söz edersek, bu bakış açısı ile, doğuda kızları ne okutursak okutalım çocukları telef ederiz. İkincisi biçim olarak bakacaksak, makalede gider bu dil. Romanda birey değil midir anlatılan.

En Uzun Gece’den bir alıntı; köylü yaşlı bir kadın misyondakilere –Yelda, Zerrin, Jacques’a - konuşuyor,
“Şimdi bakın, bunlar yalancıdır, ben size işin aslını söyleyeyim. Başlık parası alır kızın babası burada. Mal gibi satar yani… Köylünün gencinde para olmaz, nereden olsun… Para ya ağa oğlunda ya ihtiyardadır. Ağa oğlu ağa kızı alır. Köyün kızı köyün ihtiyarına kalır. Kız genç… İçi fıkırdar, semaver gibi kaynar, eti soğumuş ihtiyarı netsin, gönlünü bir gence kaptırır kaçar… Bunlar da onları bulup vurur… Sonra da kasıla kasıla namus davası derler. “ (sf. 261)

Bu yaşlı kadın şehrimizden bir yerden olsa, “aydın çevreler”, “bürokrat çevreler”, “tüccar çevreler” üzerine anlatacağı şeyler bu kadarcık mı olurdu bilemem.

Yazarların belirttiği üzere; Doğu, gerçekten memur babalarımızın, asker babalarımızın zorunlu şark hizmeti yaptığı, kaymakam babalarımızın, genç subaylarımızın idealleri uğruna gittiği o uzak ülke. Anlaşılan hep uzak ülke olarak kalmış. Ve bu kahramanlara da hâlâ çok uzak bir ülke. Belki eskilerden bile daha uzak… Çok uzak

Bu nedenle batılı kahramanların bölgede kalış zamanları da birbirine benziyor. Anladığım ve okuduklarımdan çıkarabildiğim kadarıyla; Ömer Eren, üç dört hafta civarı, Yelda ise üç beş hafta kalıyor bölgede. Nevra, çocukluğunun dışında bir günlük görüşme gerçekleştiriyor, o da hapishanede, o da büyük şehirde. Doğu’da bu kadar zaman çok az.

Ve bu nedenle coğrafya betimlemeleri zayıf kalıyor.
Sadece o coğrafyanın köyleri, dağları, patika yollarına değil, Bodrum’un köylerine köylülerine de uzağız sanki.

Coğrafyadan söz edeceksek;
Mehmed Uzun’un betimlemelerini arıyor insan.
Ya yedi iklim dört bucak; Balkanlar’dan başlayıp tüm Anadolu’yu, Kafkas’ları, Mezopotamya’yı, Arabistan çöllerini kocaman bir bahçeymiş ve bu bahçe avucunun içiymiş gibi ayrıntılı anlatan Yaşar Kemal’in bölgeyi anlatışını.
Mıgırdıç Margosyan Usta’nın bölgeden bir kentin elli yıl öncesinin yaşantılarında anlattığı medeniyeti.
Ben; Yaşar Kemal’i Osman Şahin’i Mehmet Uzun’u, Bekir Yıldız’ı, Mıgırdiç Margosyan’ı Murathan Mungan’ı, Enver Gökçe’yi, Ahmed Arif’i yeniden yeniden, bir daha okudum. Hep okurum zaten onları. Yine bu yazı için de okumaktan çok hoşlandım.
Adnan Gerger’in, Dağların Ardı Kimin Yurdu’ nu iki gecede bitirdim.
Yakın zamanda Mesut Özcan’ın, Dersim Ağıtları’nı okuyacağım.
Kardeş Türküler’i bir daha bir daha bir daha dinledim.
Bir de asla vazgeçemeyeceğim Erkan Oğur ile İsmail Hakkı Demircioğlu’nu, en eski kasetlerinden başlayarak içercesine dinledim.
Mahsun’un filmi hatırladım. Belki çok naif kalıyordu ama ne kadar içtendi. Kimseyi dövmeden, hırpalamadan bir şey anlatmaya çalışıyordu.

O coğrafya; çok bulutlu çok parçalı çok zengin.
Hiç mi türküsü yok bu halkın hiç mi masalı efsanesi, manisi. Hadi onların yok sanılıyor, o coğrafyadaki diğer halkların da mı yok. Ermenilerin, Süryanilerin, Keldanilerin….

“Ahçik’i yolladım Urum iline/ Eser bad-ı sabah zülfün teline”

O coğrafyada bir halkı, tek başına anlatmaya kalkmanın sancıları bunlar. Oralarda Hıristiyanlar var. Hem de kadim zamanlardan kalma Hıristiyanlar. Süryaniler, Ermeniler var. Yahudiler var. Sabetayistler var. Sonra Araplar var. Sünni ve Alevi Kürtlerle, Sünni ve Alevi Türkler var. Zazalar var. Keldaniler var. Bir kısmının kendisi kalmasa da kültürü var. Bu kültürü betimlemekte “Bizans Bahçeleri” demek yetmiyor. Ya da “Mezopotamya’yı özlemek” olmuyor. Oralarda halktan kimseler yaşadıkları yere, Mezopotamya demiyor, turist rehberlerinden başka. Biraz oryantalizm var sanki.

Aslında o bölgede; Türk, Kürt, Alevi, Sünni, Ermeni, Rum, Çingene bilmez insanlar, Saatçi Manuel Amca’yı bilirler, Dişçi Abid’i, Terzi Haçik’i ve okuyan, yakışıklı oğlu Garabet’i, Kiğam Usta ve karısı Bayzar’ı, Ani Teyzeyi, Gazel Teyzeyi, Kurdikgil’i, Halo’yu, Hilloş’u, Hıdo’yu, Fatik Yengeyi bilirler. Emo’yu, Zülal’i, Bakkal Simo’yu, Harikçi Efe’nin karısı Zülfinaz’ı, annesi Cıcığ Ana’yı bilirler. Zımpat’ı bilirler mesela. Bir küçük bölgeye klarnet gibi müthiş bir enstrümanı hediye edip, gönül rahatlığıyla ebediyete göçen Vahşenli Agopcan ustayı hatırlarlar. Özellikle çocuklar olarak, oruç tutulan bayramlar kadar yumurta boyanan bayramları, cacık bayramlarını bilirler. Bu kadar bayramın olmasına hangi çocuk itiraz eder ki. Bölgede eskisi kadar zengin olmasa da bir renklilik var. Görmek için bölgede, adı anılacak şehirlerde kasabalarda yaşamanın yararı var sanki.

Anadolu’nun çoğu yerinde Rındamın’ı da bilirler, “Bu dağda ceyran gezer/tellerin tarar gezer/ben yara neynemişem/ yar menden kenar gezer”i de. Aynı şarkının farklı dillerdeki ifadesidir ve her dilde güzel bir şarkı olduğu için, herkes kendi dilinde de söylensin ister.

Bu satırları yazarken bölgeden Samo’nun bestesi geliyor kulağıma, “Derdimi kimlere desem/ Başım alıp nere gitsem/Bu dert beni öldürecek/Candan mı yardan mı geçsem.” Sami Hazinses’in hayatı kadar hüzünlü olan şarkısı…

Yemeklerden hiç söz etmiyorum. Of ki of…

Töre cinayetleri, kuma, aşiret düzeni, kızların okutulmaması, yoksulluk, kan davası. Bunlar sorun. Gerçek ciddi, insanların hayatını karartan sorun.

Ama metropol şehirlerde kaç tane kız çocuğu cinselliği nerde ve nasıl deniyor? En olmaz yerde yaşanan cinsellikle ilgili öyle bir zavallılık var ki bunu görmüyoruz. Almanya’da jetonlu tuvaletlerde, bir jetonluk zamanlarda yaşıyormuş bunu çocukların bir kısmı. Şimdi var mı bilmiyorum ama bir zamanlar metropol şehrimizin metropol ilçesinin caddelerinin arka sokaklarda yetişkin erkeklere pazarlanan sahipsiz erkek çocukları vardı. Ya Avrupa’dan Tayvan’a, kız çocuklarının bekâretini bozmaya uçak kaldıran çok ciddi saygın adamlarını kim biliyor?

Kadın cinayetleri; dünyanın her yerinde her sınıfta her ırkta görülen ve soykırım kadar ciddiye alınması gereken bir konu. Dünyada şiddet arttıkça özellikle savaş gibi, ülkeler arasındaki gerginlik gibi “kurumsal” şiddet arttıkça kadına yönelik şiddet de artıyor. Devletlerin göz yumması ile de süren bir şey. Çocuklara yönelik şiddet de böyle. Ve maalesef giderek artıyor. Çünkü medeniyet öldü. Şimdi sadece kapitalizmin sefaletine teslim olmuş bir dünya var. Şiddetin gün be gün arttığı bir zamana mahkûmuz. Ya hep birlikte çıkacağız ya hep birlikte batacağız.

İster namus cinayetleri diye çevrilsin ister töre cinayetleri “kadın cinayetleri”ni belli bir coğrafyaya, belli bir halka, belli bir etnisiteye bağlamak ne büyük insafsızlık ne büyük önyargı ne büyük ayrımcılık. Farkında olmadığımız ayrımcılığımız burada başlıyor olsa gerek…

Kuma konusu da öyle. İki yüzlülüğe tapan bir yaşam biçimine alıştırıldık hepimiz. Altmışlık yetmişlik adamların on yedi on sekiz yaşlarındaki sevgilileri, metresleri, dostlarını göremiyoruz… Bunlar metropol bir kent düşünüldüğünde ne kadar sıradan değil mi? Ne kadar olağan?

Acıyı ve kurtuluşu neden o kadar uzağımızda arıyoruz ki? Kapitalizm her yerde kapitalizm değil mi? Bu insansal sorunları yaşamamıza neden olan bu sistem değil mi?

Docent Dicle Koğacıoğlu “Çok acı var dayanamıyorum” diye attı kendini köprüden. Konusu kadın cinayetleriydi. Onun makalesi çok anlamlıydı. Namus cinayetlerinin, kanunlarca, çaktırmadan desteklendiğini ve tüm suçu töreye atarak devletin kendini bu suçların işlendiği alandan kendini ayrıştırmasını anlattığı, "tradition effect: framing honor crimes ın Turkey" adlı makalesi. İnternette var. Meraklısı ararsa bulur. Ben aydın olmaktan bu tür makaleleri anlıyorum.

Büyük şehirlerin büyük evlerinde yaşanan, toplumsal ekonomik düzeyi yüksek ve okumuş kadınların suskun kaldığı, çoğu kadın gibi itiraf edemediği, şikâyette bulunamadığı bu nedenle engellenemeyen, önlenemeyen, bilinmeyen pasif, sinsi bir çeşit aile içi şiddetten kimse söz bile edemiyor. Ve okumuş yazmış kudretli kadın; kendi gördüğü şiddet ortaya çıkmasın, toplum önünde rezil olmasın diye başka kadınların yaşadıklarına da sessiz kalıyor. Ya da bu alanda bir şey yapacaksa önce şiddete maruz kalanı küçümseyerek işe başlıyor.

Ve işte, kadınları, kız çocuklarını bu bakış açılarıyla anlama olanağımız yok.

Tuzlada can veren onca tersane işçisini, kot kumlama işçilerini, denetimi yaptırılmamış ocaklarda göçük altında kalan işçileri göremiyoruz. Oysa onların da büyük bir kısmı bölgeden çalışmaya gelmiş ya da bir düzen tuttururum diye göçmüş, evini getirmiş genç insanlar. Ya büyük şehirlerdeki Heja’lar? Arabalarla önlerinden geçip gidilen, görülmeyen Heja’lar.

Büyük şehirlerin; modern kadın satıcıları, büyük uyuşturucu baronları, ultra modern rüşvet dağıtan şirketleri…

Daha dün, yakılarak öldürülen şair babasının ismi, katilleri ile aynı listede olmasın diye yazı yazdığı için büyük şehrin büyük üniversitesinden atılan bir genç kadın karşımızda dururken…

Olağanlarımız ve sıradanlıklarımızın ayrıntıları farklı, şiddeti aynı. Ama biz birilerini işaret ediyoruz. “Öteki”nin olağanını yargılamayı seviyoruz sanki…

Doğulu roman kahramanları, özellikle bir halkı temsil ettiği varsayılan karakterler çocuk –kuzu- kadın, hem çocuk hem kadın. Yani bu toplumun en kanamalı grupları. Çok etkileyici hatta vurucu sözcükler ve konular bunlar. Vicdana, vicdanlarımıza çok yakın duruyorlar. Bunlar sattıran konular…

Ama dikkat etmeli; “kuzucuk”, “kedicik”, “annesinin mikisi”, “annesinin pisisi”, “pisicik”, “minik kedicik”, “kuzu” burada sakilleşiyor.

Oysa artık biliyoruz ki, “kuzu”yu iki şekilde tanıyor bu toplum; birincisi “kuzu şiş kebap” diğeri “Anayasacılığı” değil de üniversitelilerin yağdırdığı yumurtalar yüzünden, Burhan Kuzu. Şaka yaptım Burhan Bey, şaka, şaka

Çözüm bir derneğin kızları okutması mıdır?
Çözüm AB projeleri midir? AB araştırmaları mıdır?

Doğunun kızları? Okuma yazma oranı sadece doğuda mı düşük? Ya da okullaşma oranı? Okullardaki kalite? Büyük şehirlerdeki okullaşma oranının ne kadar düştüğünü gören var mı?

Doğunun ezilen kadınları? Bölgeye ve kadına böyle bakmak da çok problemli. Ve bir de, Nevra’nın gidip Zeliha Bora’ya birkaç saatlik bir söyleşide akıl vermesiyle olmuyor. Sıdıka Avar bunu yaptı. Gidip oralarda yaşadı. At sırtında köy köy, mezra mezra dolaştı. Belki bir kısım kız çocuğunun eğitimle hayatı değişti ama bu kez de insanlar kendi kültürüne yabancılaştı.

Bu yaklaşım- Doğu’daki kızlara, bu denli ezik gözüyle bakılması- batının kızlarını da problemli gösteriyor. Hep özel hep özel olmaya çalışan, bunun için ruhunu satmaya razı gelen ama ruhu da bir türlü doymayan hep sevgiye aç, nevrotik bir kadın tipi çıkıyor. Yaşayamayan bir kadın tipi. Mükemmel ama donmuş…..Şükür ki, tüm sıkıntılarımıza, takıntılarımıza karşın bir çoğumuz böyle değiliz…

Bu yazıda; hem doğudan hem batıdan bir şeyler almış bir kadın olarak, “bir kalp ağrısı”na uzaktan bakmamızın bir yararı olmadığını, özürlük, eşitlik, kardeşlik ile güzel şarkılar, güzel aşklar ve güzel yemeklerle, bu yemekleri birlikte yediğimiz güzel dostlar olmadan yaptıklarımızın bir anlamı olmadığını kendimce anlatmayı istedim.

... 15 Ekim 2011

MERAKLISINA


MERAKLISINA;

Kitapların Arka Kapaklarındaki Yazılar;


"Alacağın olsun
Seni İstanbul seni"
Enver Gökçe

“En Uzun Gece” ;
Hayatında herkesten ve her şeyden fazla sevdiği erkekten kaçarak Güneydoğu’nun dağlarında uluslar arası bir araştırma grubuna katılan bir kadın.
Bir daha hiç kimseyi o kadını sevdiği gibi sevemeyeceğini bilmesine rağmen ruhundaki zaafları saklamak için yaptığı vahşice hatalarla karşısındakini yaralayan bir adam.
Gerçek aşkın korkunç ağırlığını taşıyamayacak bir köprü gibi çöküp iki kıyısında iki insanı çaresiz bırakan bir ilişki.
Affetmelerine izin vermediği için kendi hafızalarından bile nefret etmelerine rağmen affetmeyi beceremeyen insanların içine hapsoldukları bir yalnızlık.
İki insanın bütün zekâlarını kullanarak öldürmek için uğraştıkları ve her yediği darbeyle biraz daha hastalanarak güçlenen bir tutku.
Kutsal Mezopotamya ovasının eteklerinde yükselen dağlarda süren tehditkâr bir hayat.
Bu iki insanın yaşadıklarını izleyen herkesin sorduğu bir soru: “Hayatım boyunca beni böyle seven biri oldu mu?”

“Bir Gün”;
“…
biz iç içe büyüyen, iç içe yaşayan, birbirine benzeyen, kavgacı, hırçın ve inatçı, şefkatli, sevecen ve yürekli, sonsuz verici ve can alıcı, gözü kara, kurnaz, hain, aynı anda çileli, masum ve çocuksu biz! Biz, aynı toprağın çocukları.”

Ayşe Kulin, Bir Gün’de herkesin payına düşmüş bir kâbusun öyküsünü ele alıyor. Güneydoğu’da yaşananlar iki kadının penceresinden olduğu kadar, iki tarafın, iki yaşamın, iki ucun da yaşamından kesitlerle göz önüne seriliyor.
Uzun yılların öyküsüyle bir gün içinde hesaplaşmak zordur kuşkusuz; bir gün belki yetersiz bir zaman. Ama bir gün bir başlangıç olabilir…
Bir Gün, bu başlangıcın arandığı bir roman.

“Kayıp Söz”;

Artık yazamaz olmuş, sözü yitirmiş bir yazar. Kendisine dayatılan başarı ölçütlerini reddedip, dünyayı saran şiddetten kaçmak için uzak adalara sığınan tutkulu bir bilim kadını ve oğulları. Destanların çağrısı ve ezilmişliğin isyanıyla çıktığı dağların şiddetinden kaçan bir Kürt genci. Töreden kaçan gencecik bir kız. Bir itirafçı. İstanbul’da, bir canlı bombanın kör saldırısında parçaları dört bir yana dağılan bir yabancı. Güneydoğu’da bir şehir, özel bir kadın, özel bir yaşam. Norveç’te küçücük bir ada, hiç gelmeyecek masal prensesi annesini bekleyen bir çocuk.
Şiddet nerede başlar? Laboratuvarda deney hayvanlarını keserken mi, savaşta ölürken, öldürürken mi? Çocuğuna kendi değerlerini dayatırken mi, insanın acısının fotoğrafını çekerken mi? Töreyi uygularken mi, sevişirken mi, yoksa yabancıyı ötekileştirirken mi?
Bir söz arıyordu: kaynağı kurumuş, yitik sözü. Bir ses duydu. “Zarok Kuştin! Çocuğu öldürdüler!” Çığlığın peşine takıldı, uzaklara gitti, insana ulaştı ve sözü buldu.
Oya Baydar’ın yeni yapıtı Kayıp Söz’de roman insanla ve vicdanla buluşuyor.

15 Ekim 2011

Kalbim daha ne kadar... şiirler


1.
GİTMEK

Ben hep haklı gidiyorum kimden gidersem
ayaz gecelerin parlak ıssızlığına
kara denizlerde gemiler batırarak.
Dudaklarım jilet kesiği

Ben hep sessiz gidiyorum kimden gidersem
iliklerime kadar yorgun
kemiklerime kadar tükenmiş
boğazıma dizdiğim sözcükleri boş sokaklara döküp adımlayarak

Ben hep suçlu gidiyorum kimden gidersem
çocukları uğursuz gölgelere bırakmış bir annenin ruh yangını
nereye gitsem cehennemi arayarak.

Kalbim, kan çanağım; anla artık!

İşte hayat, bu
Ve bazen sadece gitmek tazeliyor onu...

Güven Tunç
17 ekim 2014


2.
DUDAK TİRYAKİSİYİM HAYATIN

.
.
....
Ben bir ringde yenilmiş, düşmüş yatıyorum.
Şah damarımda
bir doğum
ateşle damıtıyor kendini...

7 kasım 2014

Şiir tamamı Suje'de

MUHAMMAD ALİ'Yİ HATIRLA TÜRKİYE

"Muhammad Ali'yi iki kere hatırla Türkiye;
Küçük Asya'm,
büyük felaketim.
Zehir zıkkım sevda.
İki, üç.
Daha fazla hatırla..."
diye başlıyor şiir,
 gerisi suje'de


4.
SOFYAN VELVELELİ

 Gecen güzel geçsin Mustafa'm.
 Bu deprem uğultusu şehirde
 savrulup duruyor eylül, caddelerde.
 Gece janjanlı.
 Hastane loş.
 Tek erkek evlat.
 Yaslı bir babanın başındasın.
 Teselli ikramiyesi; acısı dinmiş,
 panik yok
 Eskilerden bulup bulup anlatıyor.
 İkinizde de mırıl mırıl bir iyimserlik.
 Gecen güzel geçsin Mustafa'm

 Gece çıplak
 Uğursuz bir rüzgârın gazabından
 ve karanlıktan korkar el ayak,
 çekilip gitmiş sokaklardan.
 Ama barlar kalabalık.
 Cam kırığı yürekleriyle tanışlar avare.
 Sen daha çok evde.
 Başucunda kuruyemiş ve kitap.
 Pencerenin alnacında  ıhlamur.
 Az ilerde kasım soygunu leylak ve iğde.
 Bu şifalı kokular nereden geliyor?
 Ellerinden ellerinden geliyor aydınlık
 Mutfakta misafirleri bekleyen bir çaydanlık.
 Derken çalan telefon.
 Gelecek olan;
 Soğuk kuzey ülkesinden sıcak bir afet,
 Bir içim su
 Bir top alev.
 Bu nasıl şey Zeus?
 Büyün randevular iptal.
 Gecen güzel geçsin Mustafa'm.


 Mezopotamya’nın en güzel bahçesi; Anadolu.
 Delirmiş bir ilkbaharda günün sonu.
 Umudun kibar yolcusu.
 Cömert ve güzel başını omzunda dinlendiren bir kadın.
 Selametle  uykuya dalan bir çocuk daha, Asya.
 En kadim türküler sofrada.
 En sadesiyle dostlar.
 En kralıyla muhabbet.
 En temiziyle vicdan.
 Bir de uzaklardan dalgasıyla deniz.
 Daha ne olsun be ahbap.
 Gecen güzel geçsin Mustafa'm.

 Biz belki varız belki yok.
 Belki yakınız belki uzağız çok.
 Belki Paristesin belki Atina, Beyrut, Ankara, Havana, Halep.
 El ele tutuşuyor insanlar komşularıyla bir uzaylı gibi yabancı ve mahcup.
 Ama gençler farklı.
 Gülerek, ağlayarak, öpüşerek, koşarak
 Kocaman ateşler yakıp üzerinden atlayarak.
 Şiirler, şarkılar haykırarak
 Bu yorgun dünyanın en güzel gününü kutluyor.
 En güzel gününü.
 Savaşın süngüsü düşmüş.
 Koşun, koşun
 Savaşın süngüsü düşmüş.
 Büyük kötülüğün kocaman kara gölgesi kalkmış yaşamın üzerinden.
 Gecen güzel geçsin Mustafa'm.
 Gecen güzel geçsin kardeşim.



5.
...
Kendini poyrazlarla bir tutan kadın
Bu dünyanın meltemi de var
Sıva paçanı
......



SAVAŞA SEYİRCİ KALMAMAK

Bu; okeyde taş çalmak gibi
süte su katmak gibi
sırf kendine yüz vermiyor diye bir kadını iş arkadaşlarına "ucuz" göstermek gibi
çalışmayıp müdüre yalakalık yaparak işte tutunmak gibi bir şey değil.
Bu; kendi evliliği cehennem gibi olsa da boşanmış ve evlenmemiş kadınları aşağılamak gibi 
komşusunun balkonuna hem de tertemiz çamaşırlar asılıyken pis halıları silkelemek gibi
para harcatmayı marifet saymak gibi bir şey de değil.
Sevgili kardeşim bu; sıradan ve günlük kötülüklerden değil.
Bu; kötülüğün bizatihi kendisi.
Bu;zaten bir cehennem tanımlanmışken dünyayı cehenneme çevirme kötülüğünden başka bir şey değil.
Hatta cehennemlik en büyük günah.
Bir insan nasıl savaş ister ki?
Sevmeyi bilen bir insan savaş isteyebilir mi?
Kimse sevinmesin "Benim oğlum askerliğini yaptı" diye. Savaş bir başladı mı ne zaman biteceğini kimse bilemez. Şimdiki çocuklarımız ölürse onların yerine yapmış olanları çağırırlar.
Kimse sevinmesin "Benim oğlum daha on beşinde" diye. Beş yıl sonra yirmi olacak.
Kimse sevinmesin "Benim oğlum yok" diye. Savaş asker sivil ayırmadan öldürür. Genç, yaşlı, çocuk, kadın, erkek ayırmadan öldürür, tecavüz eder, aç bırakır, toprağından eder.
O yüzden savaşa seyirci kalmayın lütfen.
Bizimle birlikte "Savaşa Hayır" deyin.
Belki içimizi temizleyecek tek şey bu iki kelimede gizlidir.
Savaşa Hayır...

NEGATİF ÖZGÜR KADINLAR YA DA KADINLARIN NEGATİF ÖZGÜRLÜĞÜ




(Bir Roman Karakteri Yaratma Sürecine Notlar)
Müjgan’a ve Anadolu’nun tüm kızlarına…

Bir süredir; her insanın hayatını zehir eden sistematik bir algı karmaşası içinde yaşadığımızı gözlemliyorum. Ama bu karmaşayı bu yazıda sadece kadınlar için konu edeceğim çünkü biz kadınlar bu karmaşanın sürecini ve sonucunu hem çok daha dramatik hissediyoruz hem de karakterini oluşturmaya çalıştığım romanımın kahramanı bir kadın, adı Müjgan.
Anladığım kadarıyla karmaşa şöyle başlıyor; Anadolu’da bir yerlerde -ve belki de dünyanın birçok yerinde de- bir kız doğuyor, kızın dünyaya gelişiyle annesini başka babasını, abisini başka bir sancı tutuyor. Cinsiyet temelli toplumlarda kızların doğuşu çok daha sancılı sanki. Kız çocukları aile tarafından normalden çok fazla korunuyor ve kollanıyor. İşte bu normal dışı korunma ve kollanmayla birlikte kız çocukları için bir belalı “Varoluş” süreci başlıyor. Büyüme ve yaşama süreci bir ömür törpülemesi sürecine dönüşüyor. Farkında olsunlar ya da olmasınlar –ki daha çok olmadıklarını düşünüyorum – aileler bu işte, görünürde iki ayrı yol izliyor. İki yol da, daha çocuk doğar doğmaz başlıyor ve çok küçücükten işleniyor. Eğer fark edilmez ve müdahale edilmezse de hayat boyu devam eden bir çıkmaz oluyor.
Birincisinde; “Benim kızım erkek gibidir.”, “Bir manga askerin arasına yollasam korkmam.”, ”Erkek Fatma kızım benim.”, “Bu var ya bu, abisini bile bilek güreşinde yeniyor amcası.” diye diye, bir güzel yontuluyor. Ondan sonra da kimlik bunalımından bunalım beğeniyor.
Bu tür yaklaşımla yetiştirilenler; hayatları boyunca ailelerinin, aile bireylerinin, arkadaş ve akraba çevresinin ihtiyaçlarını, toplumun ihtiyaçlarını anında ve her koşulda fark ediyor ama kendi ihtiyaçlarını bir türlü fark etmiyor, edemiyor. Hiç bir isteğini meşru göremiyor. Daha doğrusu hiçbir ihtiyacı olmadığını düşünüyor. O nedenle de ne aileden ne hayattan hiçbir talepte bulunmuyor. Olması gerekenden çok daha fazla gözü tok biri haline getiriliyor. Hep net biri olması sağlanıyor. Dosdoğru biri yapılıyor. Hep iyi karakter oluyor ama hiç kendisi olmuyor. Olamıyor. Artık istese de kız gibi davranamıyor çünkü sürekli aklı ve mantığı ile hareket ediyor. Ve ne yazık ki en gerekli zamanda bile içgüdülerinin, duygularının farkına varamıyor.
İkinci yolda ise, kız çocuğu; “Babasının prensesi”, “Annesinin ecesi”, “Ailenin nazlısı” “Nenesinin biriciği” gibi bir yıkama yağlamayla aileye bağımlılaşıyor.
Bu kez de duygularını fark eden ama onlardan nedense utanan ve utandığı için gizleyen, saklayan biri haline geliyor. Duygularını yaşarsa ailesinin üzüleceğine hükmeden, en haklı isteğini bile gizli saklı yapan bir birey haline dönüşüyor. Hayata dair her şeyi cilveyle, nazla dile getirme gayretine düşüyor. Güzellik, gençlik, beğenilme her zaman önemsediği konular haline getiriliyor.
Birimiz tüm kadınca yönlerini gizlerken birimiz tüm kadınca yönlerini abartarak yansıtır hale geliyor bu sistemle. Birisini çok erkeksi ya da cinsiyetsiz bulan toplum diğerini de çok flörtöz veya yosma bulabiliyor. Ve kendisinde uyumlu olması için böyle yetiştirilen kızları yaftalayacak, yargılayacak şeyleri yine toplumun kendisi üretiyor. Kadın korkusu. Erkek egemen toplumların kadın korkusu bu olsa gerek.
Birbirine ne kadar zıt görünse de bu coğrafyada karakterlerimiz çoğunlukla böyle oluşturuluyor. Her iki grup da, önce aileye sonra başta evlilik olmak üzere diğer kurumlara bağımlılaştırılıyor. Köleliğimizi gönüllü hale getirmenin en acıklı ve en zalimane yolu ile terbiye ediliyoruz.
Belki binlerce yıldır süren bu uygulamada, ne yazık ki aileden kadınların katılımı da söz konusu oluyor. Hatta bazen bizzat onların kanalıyla yapılıyor... Aslında anneler, neneler, ablalar daha önce de kendilerine yapılmış olanları zamanla unutuyor. Yaşadıklarını çektiklerini unutuyorlar. Unutmasalar bir insanın ruhunu bu denli parçalayan bir sürece en azından kendi çocukları için razı olmazlar gibime geliyor. Ama onlar da kendileri olma şansını çoktan yitirdiklerinden duyguları körelmiş oluyor. Unutmasalar da donuk kalıyorlar… Yoksa anne, baba, kardeş, abi hiç önemi değil kimsenin kimseye bilerek ve isteyerek ruhunu bu denli parçalayıp atacak kadar düşmanlık etmesi mümkün görünmüyor. Hele bir de bunu yapan olmak var? Bir çocuğun ruhunu söndürüyor olmak? Neyse ki işin o boyutu bu yazının konusu değil. Bir şekilde zihin bunun farkında olmuyor. Farkında olunduğu durumlar da ise binlerce yıldır süren bu düzene karşı koymaya üşeniliyor, aileyle toplumla gelenekle görenekle çatışmaya girilmek istenmiyor. Kara koyun olmak göze alınmıyor.
Biz de; bize yapılanın farkında olamıyoruz çoğunlukla. Farkında olsak biraz direnebiliriz belki. Belki biraz sorgulayabiliriz. Kadere bile olsa belki biraz kızıp isyan edebiliriz. Ama çoğunlukla algılayamıyoruz, normali bu sanıyoruz, anlayamıyoruz. Nasıl anlayalım, küçüğüz, çocuğuz daha.
Ana babalar bizleri böyle gaza getirdikçe; o öyle davranışların o öyle yapışların üzerinden kendimizi çok önemli ve değerli sanıyoruz. Ve biraz büyüdüğümüzde -ki çok erken büyütürler bizi- kiminde on kiminde on üç, on beş, on yedi kiminde yirmi, yirmi beş, otuz yaşarında olduğumuzda – evlilik olaylarını falan geçiyorum - yükleniyorlar hemen sırtımıza… Ev işlerinin yapılması gerekiyordur, bize ihtiyaç vardır gönüllüce temizlik, bulaşık, ütü yapmaya girişiyoruz gayretle. Evde çocuk, yaşlı, hasta vardır bakılacak, bakıyoruz. Eve para getirmesi gereken birine ihtiyaç vardır. İş başa düşüyor çalışıp eve para getiriyoruz. Ve bunları yapabildiğimiz için de kendimizi önemli sanıyoruz. Bir eylem bir sorumluluk bir üretim içinde olduğumuz için bir güç ve bir serbestlik elde ediyoruz ama azıcık. Bu sefer de bu güç kırıntısı en çok bizi yanıltıyor kendimizi değerli sanıyoruz özgür, hatta muktedir bile sanıyoruz. Ah ne çok ne çok yanılıyoruz… Ve bir karakter böyle böyle inşa ediliyor
Bazen de sırf övünülmesi gerekiyordur, sırf onlar bizim üzerimizden öğünebilsinler diye onlara övünecek bir başarı bir beceri hediye ediyoruz, fedakarca olduğunu bilmeden, fedakarca. Ve boyumuzu aşan böyle daha nice işlerin altına giriyoruz defalarca defalarca defalarca… .
Kız çocuğundan genç kıza oradan genç kadına dönüşürken özümüze yönelik olarak; “Her şeyi yapabiliriz” algısı oluşuyor bizde. “Her şeye izin var” algısı oluşuyor. Biz kendimizi böylesine özgür sanırken aslında kendimizden gönüllüce vazgeçmemiz sağlanıyor.
Oysa bir bakabilsek; özgürleşmemiz için bize hiçbir olanak sağlanmadığını göreceğiz. Hiçbir olanak sunulmadığına uyanacağız. Kendimizi bulabileceğimiz, özgürleşebileceğimiz hiçbir veriye asla sahip kılınmadığımızı fark edeceğiz. Çoğumuz bakamıyoruz.
Bu yapı evlilikte, çocukların sorumluluğunda, bürokraside, partide, cemaatte, sivil toplum örgütünde, devlette, aşirette de böyle, erkeklerin ardından devam edip gidiyor. Havva kızları iyi eş oluyor, iyi ev kadını, iyi örgüt yöneticisi ama hep küserek ve canları acıyarak.
Gönüllü çalışmalar da en çok bu kadınların emeği ve arızası üzerinde yükseliyor. Herhangi bir dava önce bu görünmez işçileri, Havva kızlarını esir alıyor.
Bir grup kadın; ilk otomobil kullanan oluyor, ilk tıp fakültesi okuyan ilk uçak kullanan ilk şirket yöneten ilk milletvekili, ilk savcı, ilk mayoyla denize giren gibi başarılara yöneliyor.
Aynı gruptan başka bir kadında ise şöyle bir görüntü oluşuyor. Okuma yazma bilmeyip on dördünde evlenen ve yirmisinde beş çocuk annesi olan genç bir kadına bir örgütte olmak özgürlükmüş gibi geliyor. Evden sabah çıkıp akşam geliyorsun. Kaynanaya kaynataya görümceye verilecek bir hesabın yok – kendini özgür sanıyorsun-hatta bazen yemeğini de yapıyorlar, çocuklara da bakıyorlar. Gidiyorsun bir toplantıya kadın erkek karışık ve kimse “Niye katılıyorsun?” diye sormuyor. Erkeklerle omuz omuza mücadele ediyorsun. Şehir içinde birlikte görülebiliyorsun. İstanbul’a, hatta hatta Paris’e toplantıya bile gidebiliyorsun. Oralarda topluluklar karşısında konuşabiliyorsun. Seni dinliyorlar. Tanınmış insanlarla yemek yiyebiliyorsun. Kendini özgür sanıyorsun. Birçok kadının yaşamadığı, tatmadığı, hatta aklından bile geçirmediği bir özgürlük alanı. Nasıl ferahlıyorsun. Neredeyse kanatlanıp uçacaksın… Uçamıyorsun ama. Zaman kendi telleriyle sarıyor seni. Özgürlüğünün negatif özgürlük olduğu çok sonradan kafana dank ediyor. Görünürde her şeyi yapabilirsin, hatta yapılabiliyorsun ama kendi istediklerini yapabilme yetin kalmamış oluyor. Bu arada bir de çevrende dayanışabileceğin komşu kadınlara, akraba kadınlara, arkadaş kadınlara yabancılaşmış oluyorsun.
Diğer yolla yetiştirilen kadınlar da öyle; görünürde yiyorlar, içiyorlar, süsleniyorlar, geziyorlar, eğleniyorlar. Kimseyi taktıkları yok. Görünürde onlar daha bireysel, güya çok daha rahat kadınlar. Her konuda rahatlar, kendilerine bakacak, taşıyacak birileri mutlaka var. İşvenin kitabını yazmışlar. Barlar, tek gecelik maceralar, maceralı evlilikler, sancılı ilişkiler, sevgililer. Tatlı hayatın gülleri. Akşamları barlarda danslar, halaylar, şampanyalar geceleri evlerde ise yalnızlık, gözyaşı, keder. “Ne yaşadım ben?” Yine aynı kapı… Aynı çıkmaz. Ben kendi kalbimin istediği neyi yapıyorum? Özgürsem neden ağlıyorum?
Her iki durumda da ortada bir özgürlük görüntüsü oluyor. Özgürlüğün yalan olması, yalana sıkışan kadınları mutsuz ediyor, görüntüsü ise toplumu. Topluma - özellikle de kadın korkusuna sahip topluluklara- kadınlar çok özgürmüş gibi geliyor. Kocası dışında bir erkeke gördükleri her kadını direk dansı yapıyor sanıyorlar. Hadi onlar neyse ama diğerleri de örtüyü açmadığından içini bilemiyor. Ortada gerçek bir özgürlük olmadığı fark edilemiyor. Yaşananın ancak negatif bir özgürlük çerçevesinde tanımlanabileceği ve bunun cehennemsel bir pranga olduğunu anlamak istemiyor kimse.
İki farkı yolla yetiştirilen kadınların birbirini anlamaması hatta birbirini karşı taraf olarak algılaması ve aralarında oluşan rekabet de bu aymazlığı sürdürüyor.
Roman kahramanı Mujgan bir negatif özgür kadın modelidir. Her şeye özgürlük ama kadın olmaya, kalbinin peşinden gitmeye, bir kalbin olduğunu bilmeye; “Hayır” diyen bir özgürlük içine sıkıştırılmış, bir can bir kadın. Oysa en can alıcı olan en acıtıcı olan da işin bu yanı… Gidememek, kalamamak, kıyamamak, yapamamak… Kalbinin peşinden gitmek dışında her şeye izin veren bir hürriyet çemberi içine sıkışmış kalmış, bunu da ancak kırklı yaşlarında bir aşk acısında fark etmiş bir kadın. Önceleri tüm dünya kendinin sanmış. Her şeyi yapabilirim her şeye muktedirim hissiyle yaşamış uzun süre. “Topumu değiştirebilirim, çocukları özgürleştirebilirim, yoksulluğu ayrımcılığı bertaraf edebilirim” diye bakmış hep hayata. Öyle inanmış ki aklındakilere, kendinde hissettiği güçten ve özgürlükten sarhoş olduğu günler çok olmuş. Yirmilerinde böyleymiş sonra yıllar su gibi akmış geçmiş…
Feodal bir yapıda kadının özgür olması gibi bir şey var mı? Ya da kapitalist yapıda? Mümkün olmadığını okumuş bir kadın olarak belki en çok sen biliyorsun ama gece sokağa çıkabiliyorsun ve saatin on ikisinde taksiye atlayıp eve dönebiliyorsun ya Avrupalılara Amerikalılara ahkâm kesebiliyorsun ya, sendika yönetimine, parti yönetimine girebiliyorsun ya bir hareketin bir işletmenin önemli bir görevini üstlenebiliyorsun ya…
Ama kendin olamıyorsun…
İşte bunu zamanında anlayamıyorsun. Köprülerin altından çok suların akması gerekiyor. Çocuklukta anlayamadığını gençliğinde de anlayamıyorsun…
Sonra bir gün kadın bir bakıyor ki özgürlük mözgürlük yok. Kendine yönelik hiçbir serbestisi kalmamış. Bunu kavramasına kavrıyor ama artık gidemez hale geliyor. Gidemez, yapamaz, bırakamaz, olamaz…
Hüzünlü ve küskün kadınlara bir bakın özgürlüğü yakınındaki herkes için harcamış ama kendisi için kalbindeki için hayalleri için bir şey yapmamış insanlardır.
Aslında hiçbir şey yaşamamış sayılmazlar. Onlar da bir kendilerince şeyler yaşıyorlar. Onlardaki gönül de öyle az bir şey değil hani, gani gani. Ama ya gönlündeki gönlünde kalıyor ya da gönlündekine en yakın meşru biri ile meşru bir birliktelik. Ama meşru kabul edilen birileri, benzerinin yerini bir türlü dolduramıyor, tükeniyor bir gün. Geriye kalıyor gizli saklı ve ağır suçluluk duygusu ile yaşanan kırık dökük bir aşk hikâyesi… O da sürmüyor, süremiyor. Bazıları da içlerine kapanarak ya hiç yaşamamayı tercih ediyor ya da aldırmadığını sanarak herkesle bir maceraya sürükleniyor. Onların ki daha acı aslında.Her gece başka bir macera. Çevresini ve kendini inciterek yaşıyor her şeyi. Aşkı, eş olmayı, anneliği gün oluyor dostluğu da inciterek yaşıyor.
Öyle çok şeyi sindirebilen toplum, iş sevgiye gelince bir tek onu tabu kabul ediyor. İnsanın kalbini insana hatta kendine tabu kılıyorlar. Bir parça sevgiye bir parça gerçek özgürlüğe hasret içinde yaşıyor birçok kadın.
En büyük günah kalbini dinlemek; kendin olmak, kendini gerçekleştirmek… Hem kadınlar olarak bizler hem çevremizdeki okumuş yazmış arkadaşlarımız, yoldaşlarımız, kardeşlerimiz, kocamız, sevgilimiz özgürlüğümüzün negatif tarafını görmüyor. Herkeste bir körlük. Oysa erkeği erkek yapan kadını kadın, toplumu özgür, dünyayı yaşanır kılan, elbette ki kalbimizdeki şarkılar. Ama şarkılarımızı söylemek dışında bize her özgürlüğü tanınmasıyla kendi ruhumuza kendi bedenimize, yeryüzüne, gökyüzüne yabancı kılındığımızı uzun süre görmek, duymak anlamak istemiyoruz.
Ve zaman doluyor, sabır küpü doluyor biz, sadece durumu yaşayan olarak biz kadınlar; büyük bir üzüntüyle anlıyoruz. Anladığımızda da önce dağılıyoruz. Kocaman kocaman dağlar gibi yıkılıyoruz. Ey dağları delen Ferhat!
En çok da kalbinde taşıdığının onu anlamamasından inciniyor bir kadın. En çok ondan, yaklaşımından, yakınlaşmasından inciniyor. Kadınları bir tek kalbindeki elinden tutabiliyor. Bir tek o sevgi kadını şifalandırabiliyor. Kadın; kimse onu kurtarsın diye beklemiyor ama gönlündeki onu azıcık anlasın diye bekliyor. O azıcık anlaşılma beklentisi de karşılanmayınca işte zaman özgürlüğündeki arızayı anlıyor. Son şans da tükenince anlıyor. Üzüntüsü de geçiyor dağılması da. Zamanı gelince de sessizce çekip gidiyor. Sessizce. Bir şey demeden gidiyor.
Bazen de iyileşme o ağır gidişle başlıyor…
Ve roman şöyle başlıyor; “o mahur beste çalar Müjganla ben ağlaşırız.”

"Bir bir giden güzel insanlar" M. Mahzun Doğan - Başkent Gazetesi

Her insan ömrü, nice öyküyle örülür. Çocukluk yıllarının unutulmazlarından ilk gençlik yıllarının heyecanlarına… Umutlardan, hayallerden hayal kırıklıklarına… Tutkulu aşklardan ayrılıklara… Yaşamı zenginleştiren dostluklardan yiten arkadaşların olmadık zamanlarda göz önüne geliveren yüzlerine… Nice an, nice ayrıntı, nice anı…
Her insan ömrü nice öyküden oluşur da, bazılarının öyküleri, yalnızca doğdukları yıla bağlı olarak toplumsal sürecin “zor yılları”na denk gelir ve onların öyküleri bir ülkenin, hatta dünyamızın tarihinde bazı dönemlerin özetine dönüşüverir.
***Güven Tunç’un “Sen Çok Yaşa Babaanne” kitabı (*), tam da böyle kadın öyküleriyle buluşturuyor okuru. 1920’lerin sonlarında ya da 1930’lu yıllarda doğmuş “güzel ve cesur” kadınların öyküleriyle…
Kitabın yazım sürecinde Güven Tunç’a yaşadıklarını anlatırken artık yetmişli yaşlarının sonlarında ya da seksenli yaşlarının başında olan kadınlar onlar.
Kitabın yazım sürecinde Güven Tunç’a yaşadıklarını anlatırken artık yetmişli yaşlarının sonlarında ya da seksenli yaşlarının başında olan kadınlar onlar.
İkinci Dünya Savaşı yıllarının Türkiye’sinde, o ekmeğin karneyle alındığı günlerde küçük birer kız çocuğuydular.
1950’lerde başlayan göç dalgasının ve büyük kentlerin varoşlarında kente ve yaşama tutunma çabalarının bir parçasıydılar.
Sonra anne oldular.
“Sanki bu dünyanın gördüğü en umutlu yıllar”ı, 1960’lı yılları yaşadılar.
İkinci Dünya Savaşı’nı yaşamamış ama savaşa karşı çıkan, savaşsız bir dünyanın kurulabileceği umudunu büyüten ’68 kuşağını tanıdılar. O rüzgârı gördüler.
Ve 12 Mart 1971’i… Rüzgâra kelepçe vurma darbesini. “Üç fidan”ın darağacına gönderilmesini…
Bu kelepçe vurma çabasına rağmen, “asi ve hülyalı” bir kuşağın, “dünyayı değiştireceğine inanan” bir kuşağın daha büyümesini…

Bu kuşağın da, hayallerinin de biçilmek, tırpanlanmak istenmesini...
1970’li yılların ikinci yarısında öldürmelerin, suikastlerin, katliamların birbirini izlemesini gördüler… Kaygılı, endişeli yıllar yaşadılar…
Derken 12 Eylül 1981 darbesi… Büyük bir insan avı başlatıldı. Gözaltılar, tutuklamalar, işkenceler, idamlar…
Bunları da yaşadılar.
Güven Tunç, işte o yıllarda anne olarak oğullarını, kızlarını endişeyle izleyen, onlara kol kanat germeye çalışan, korumaya çalışan cesur ve acılı annelerin öykülerini, kendileriyle konuşarak, anılarını dinleyerek kaleme almış kitabı.
O dönemlerdeki “annelik halleri”ni taşımış sayfalara.
***
Güven Tunç, dinleyip anlattığı her bir annelik öyküsünün girişine dizeler de almış.
“Yalnız Kaldığında Ağlardın” başlıklı anlatının girişinde şu dizeler var:
“Saçlarımı okşamadın diye / Küsüp oturduğum oldu duvar diplerine / Başımı koyup dizlerine / Ağlayamadım / Çocukluğumun yufka yüreğiyle”.
“Yavruyu Sakladım” başlıklı anlatının alnındaki dizeler de şöyle:
“Kıvırcık saçlı sarışın çocuk / Oturmuş mahpushane kapısına / Dökmüş önüne çillerini / Parmaklarının ucunda özlem / Saymayı öğreniyor.”
“Pişe Pişe Sümer Ana oldum” anlatısının giriş dizeleriyse şöyle:
“Bir kadın / Tutmuş ellerinden çınar ağacını / Dallarında kuş cıvıltısı / Ardında şehrimin çocukları / Sokağımızda dolaşıyor / Akdeniz doluyor odama”.
“Dilber Abla, Kahve Tarandı!” başlıklı anlatıyı başlatan dizelerde ise “Sevdiğim / Kız kardeşim / Dostum / Yaşamak / Anımsanmaktır / Çocuğunun / Gamzesine koy beni” deniyor.
Dizeler, bilinen, tanınan şairlerden ya da bir şairden değil. Şairlik iddiasında bulunmadan şiiri seven ve şiirler yazan, zaten kitabı falan da olmayan bir avukata ait. Hıdır Özcan’a…
***
Hıdır Özcan…
Gazeteci Tayfun Talipoğlu’nun ölüm haberini aldığında, güzel insanların bir bir gittiğini yazmıştı sosyal paylaşım ağında.
Ertesi gün ise onun da kalbi duruverdi…  O da katılıverdi bir bir giden güzel insanlar kervanına…  Nice insanın belleğine güzel anılar bırakarak…

27 Mart 2017


(*) Güven Tunç, “Sen Çok Yaşa Babaanne”, Anlatı, Ürün Yayınları, Birinci Basım: Ocak 2013, Ankara.