21 Kasım 2011 Pazartesi

SÖZ VERİYORUM SON KEZ YAYIMLANIYOR

Kasım 6, 2008


Bir yazı bu kadar çok yayımlanır mı? Yayımlanırmış.. Anlayış değişmedikçe bu tür yazıları daha çok yayımlarız.

Bu kadar çok yayımın dışında bu yazı nedeniyle, 2004 yılında bir de Siyaset Meydanı'na katıldım.

Merhaba Merhaba Sayın Güçlü;

“Arabesk değil, Amerikabesk!”adlı yazım, bir tepki yazısıydı ve ne yazık ki on yıl içinde üçüncü kez yayımlanacak. İlki Aralık 1992'de Cumhuriyet Gazetesi'nde, ikincisi Sosyal Hizmet Sendikası Dergisi'nde, üçüncüsü de Pencere'nin bu sayısında.

Türkiye'de bazı konularda bakışın değişmemesi, beni üzüyor, kırıyor, kızdırıyor. Bazen de gülüyorum. Hele şu “varoş” sözcüğüne bitiyorum.

Bundan birkaç yıl önce bir 1 Mayıs eyleminde, laleleri çiğneyen kızla keşfetti medyamız varoşu, varoş çocuklarını, yoksulluğu. Görece yoksulluk ve ötekileştirme, can sıkıcı konular olarak ilgi bulmadı. Varoş sakızı, reyting aldığı sürece çiğnendi ve bırakıldı. Medya bıraktı ama toplum bırakmadı. İzi kaldı. Küçümsenen birçok şey, varoşa gönderme yapılarak ifade edilir oldu. Akademisyenlerimiz de bunun dışında kalacak değil ya. Hele bu kadar kaynaşmış bir toplumda ülke gündeminden niye uzak kalsın adamlar.

Sayın Güçlü,

Bizimkiler, Avrupa Birliği “kriterime uy” dediği zaman bir şey yapıyorlar. İlk kez bu yıl, kurban kesimi evlerin, çocukların gözü önünde değil de toplu yerlerde yapıldı. O da kötü bir görüntüydü. Gazetelerimiz, baş sayfaları büyüklüğünde, kanlı fotoğraflara VAHŞET! başlığı attılar. Sanki hiç kurban kesilişini görmemişler gibi. Hiçbirinin hayatında et yemediğini sanır insan. Oysa kurban kesimi için, belediyeler daha uygun çözümleri vatandaşla birlikte, kriterime uy'dan çok önce bulabilirlerdi.

Mahalle düğünleri, yaşadığımız mahalleden ne kadar kopuk olduğumuz tartışması bir yana, her zaman yinelenmeyen ve yasa gereği en geç saat 24.00'de biten olaylar. Siz hiç, bir barın sokağında oturdunuz mu? Belki bilirsiniz, barları varoşlarda açmıyorlar. Her gecenizin cıs takadan zehir olduğu bir yana, kavgalar, bağırtılar, bazen silahlar atılıyor çevrenizde, arabanızı üç sokak aşağıya değil de evinizin önüne park ettiyseniz, sabah nasıl bulacağınız korkusuyla uyuyabiliyorsanız aşk olsun.

Sayın Doçent Doktor,

Eğer bir ahlaktan söz edeceksek gece kulüplerinde garson ceketi yakılmasını, insanların başına kâğıt peçete atılmasını, banka hortumlamalarını, rüşveti, satılık köşeleri, bilimi de konuşalım.

Önemli olan, sorunun değil, insani bir çözümün parçası olabilmek.

Lütfen bu üslubu bırakın, size yakışmıyor.

Yakışanlarsa zaten her gün her yerde konuşuyorlar.

Sevgilerimle

Güven





ARABESK DEĞİL AMERİKABESK

Son yıllarda “maganda”, “maço”, “kıro” gibi sözler yerleşti dağarcığımıza. Ülkemizde yaşayan insanların bir kısmı bu sözcüklerle nitelendirilmeye çalışılıyor.

Kimine göre bu ülkede yaşayan tüm insanlar böyle... Neredeyse ulusal kimliğimiz haline gelmiş. Kimine göre hiçbiri değil. Çünkü biz asil ve kahraman bir milletin soyuyuz.

Çoğu kişiye göre de kırdan kente göç edenler ve çocukları maganda. Kenti köye çevirdiler.

Ki onlar acılı lahmacun yerler, dolmuş müziği dinlerler. Kabadayı ve cahildirler. Ter kokar, bıyık bırakırlar. Genellikle beyaz çorap, siyah rugan ayakkabı giyerler. Uçkurlarına düşkündürler. Çok çocuk yapar, hiçbirini okutamazlar. Korkunç derecede tembeldirler. Sanki bölünerek çoğalırlar. Ve bu hızlı çoğalma sonucu kendi yaşam biçimlerinin damgasını toplumumuza basarlar.

Bu yaşam biçimini de “arabesk” olarak niteliyor kimileri. Toplumumuzda özellikle son yıllarda büyük değişim yaşanıyor. İki-üç kuşak öncesine benzemeyen bir kimlik çıktı ortaya:

Okumaz olduk. Okuma-yazma oranı yükselse de okumuyoruz. Araştırma, deneme, felsefe, sosyoloji bir yana, öykü, roman okumuyoruz. Şair milletiz diye geçiniriz, şiiri okumuyoruz.

Gazeteler lotaryalarla satılabiliyor ancak.

Sinemayı, tiyatroyu bırakalıysa epey oldu.

Bir garip çeviri Türkçesi konuşur olduk, anadilimizi unutuyoruz. Şaşırdık mı ya “Wooow” ya “hayret bişi”. Doğru dürüst Türkçe mağaza adı kalmadı neredeyse.

Beslenme yetersizliği, bozukluğuyla başı dertte olan bir toplumuz. Bebek ölüm oranında önemli bir düşme göstermiyoruz.

İntiharlar artıyor, fuhuşa yönelim artıyor, evden kaçan çocuk sayısı artıyor. Suç oranı yükselip duruyor.

Duraklar tahrip ediliyor, otobüs, tren, vapur koltukları yırtılıyor, parklardaki banklar sökülüp bırakılıyor. Kent mobilyasını kendimizin saymıyoruz. Ortaklaşma, paylaşma duygumuz yok oluyor. Dikilen fidanlar bile kırılıyor.

Sabah evden çıkınca tükürükten midesi bulanmasın diye yerlere bakmamaya çalışarak yürüyor insan.

Belediye otobüslerindeki “Dikkat kapı içeri doğru açılır, kapıya dayanmayınız” uyarısı, “Dikkat karı içeri doğru açılır, karıya dayanmayınız”a dönüştürülüyor. Geçen yıl resmi rakamlara göre ülkemizde 16.000 kadın tecavüze uğruyor. Bu bile tüyler ürpertici bir göstergeyken resmi sayılara yansımayanlar ne oluyor? Ya cinsel tacize, aile içi şiddete maruz kalan kadınlar ve çocukların durumunu kim ortaya koyabiliyor?

Bütün bu oluşumları kırdan kente göçle, arabesk yaşam biçimiyle, “zonta”lıkla açıklamaya çalışmak mümkün olmuyor, olamıyor. Hele köylerinde böyle davranmazken bu insanlar. Bu dönüşümün mayasını başkaları oluştururken, sürecin tüm faturasının onlara çıkarılması, şamar oğlanı yerine konmaları haksızlık gibi geliyor.

Onları bu tür sözcüklerle nitelemeye çalışanlar için; Son on yılda ülkemizde sanayi yatırımlarının sıfır ya da ona yakın olmasının bir anlamı yok mu?

8 milyon civarında işsizimizin olmasının, yeni yetişenler, mezun olanlar bir yana işte olanların işten çıkarılmasının, fabrikaların kapatılmasının, hatta kömür ocaklarını kapatma hedeflerinin bir anlamı var mı?

Ve bu işsiz, üretemeyen, kazanamayan, evinin ihtiyaçlarını karşılayamayan, giderek kendine olan güveni kaybolan topluluğa sunulan seçenekler nerede?

Yirmi dört saat, 8-10 kanaldan sürekli, şiddet ve cinsellik öğeleri sindirilmiş Amerikan dizileri, Amerikan filmleri bombardımanı ne tür alışkanlıklar geliştirebilir bu insanlarda?

Ya 900'lü “Alo beni neremden öpmek istersiniz?” hatları.

Bir gecede bir milyar, üç soruda 500 milyon, mavi anahtarla açılan Mercedes kapısı, 30 kupona dayalı döşeli ev piyangosu, kazı kazanı, lotosu, totosu... Oyna hemen kazan. Malı götür, köşeyi dön!..

On yılda bir demokrasiye vurulan darbeler, anayasa delen devlet adamları.

Habire turistikleşen oteller, kıyılar, kentler. Betonlaştırılan, çirkinleştirilen, kirletilen kıyılar için teşvik veren bir yönetim anlayışı!

Dünyada eşi olmayan, benzerinin bile yaratılması mümkün olmayan Hasankeyf'i, yani toplumun geçmişini, 60 yıl ömürlü bir baraja kurban veren bürokratlar, teknokratlar.

Evlerinde, okullarında dövülebilen, bekaret kontrolüne öğretmen tarafından gönderilebilen, hatta ihbar edilebilen çocuklar.

Hamburger tüketiminde birinci sıraya yükselen ülkemiz (Hani kebap kokuyordu İstanbul?). Hiç kimse bunları kalkınmanın, gelişmenin faturası diye savunamaz. Sanayileşmenin olmadığı (ki olsa bile), refahın artmadığı (ki olsa bile), toplumsal eşitliğin sağlanamadığı (ki olsa bile), insanların insanlıktan çıktığı yerde hangi gelişmeden söz edilebilinir ki!

Ülkemiz insanı hızla işsizleştiriliyor, kimliksizleştiriliyor, lümpenleştiriliyor. Toplumdaki değişimden rahatsız olanların, insanları “zonta”, “entel”, “maganda” gibi aşağılayıcı sözcüklerle nitelemeleri olayı düşmanlığa, kopuşa, uzlaşmamaya sürüklemekten başka bir işe yaramıyor.

İnsanları değil, insanları bu hale sokan politikaları, yatırımları sorgulayalım biraz. Belki biraz da kendimizi.

Güven Tunç

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder