21 Kasım 2011 Pazartesi
BİZ NE ZAMAN
Kolonist amaçlarla ülkemize gelen ABD 6. Filo’yu protesto eden çocukların üzerine satırla yürürken mi bizdik?
Çorum, Kahramanmaraş ve Malatya’da; alevi olmaktan başka bir yanı olmayan insanların evlerinin kapılarını bir gece önceden işaretleyip ertesi gün saldırırken mi bizdik?
12 Eylül’ün gençlerin ve ülkenin üzerinden buldozer gibi geçtiği yıllarda, ezilmelerine bakıp el oğuştururken mi bizdik? İşimize bakarken mi?
Bodrum katlarında domuz topu yapılarak adam boğulurken mi bizdik?
Yeşil sermaye insanların saf dini duygularını istismar edip onları soyarken ki suskunluğumuzla ya da tarafgirliğimizle mi?
Ne zaman?
Biz ne zaman bizdik ki ayrı düşelim?
Bugün;
ABD ve çokuluslu şirketlerin topuyla, tüfeğiyle, işkencesi, çuvalı, insanları birbirine katlettirmesi, tröstleri, kaçak çocuk emeği, çevre kirliliğiyle, doğa yok ediciliğiyle bölgemize akın edişinin dönülmez bir noktaya geldiğini, bizi de hedefleyebileceğini yeni anlamamızın yarattığı korkuyla mı biz olacağız?
Bizi korkuyla mı bir araya getireceksiniz?
Ama biz, biz değiliz ki, korkularımız bile farklı.
Bunların olacağını önceden bilen, biz olmayı dert etmeden, tüm insanlıkla birlikte, barış içinde diyebilecekken çeşitli ayrılıkları yüzünden susturulan, sürülen, kamu görevinden uzaklaştırılan, ötelenen hangimiz?
Kendisinin ya da biricik çocuklarının çıkarlarını değil de; üstümüze gelenin kölesi olmamayı, dinsel ya da kökensel hiçbir ayrım gözetmeksizin tüm bölge halkın esenliğine sahip çıkmayı hayal eden, dileyen hangi biz? “Savaşa hayır” demeyle “menfaatler var” ikilemine sıkışan hangi, hangi biz?
Bizi bu büyük sosyal korkuyla mı biz yapacaksınız?
Ve de gazete satışlarınızın artışıyla?
Sizce bu olabilecek bir şey mi?
Emin misiniz?
Kendi bölgesine yakın durduğu her hangi bir ülkeye bile değil, Amerika’ya sığınarak yazı yazılırken mi biz olunacak?
Emin miyiz?
Bu günlerde ülke, bölge falan değil insanlık olarak neden daha çok korkmamız gerektiğini iyi anlamalıyız. Belki bu kavrayış biz olmaya çalışmaktan daha önemli olabilir?
İyi ki bu koşullarda biz olunamıyor.
Ve iyi ki biz bu anlayışla biz değiliz.
Biz artık büyüdük.
Hangi sözün neyi anlattığını acı da olsa deneyimlerimizle anlıyoruz.
Altmışlı yıllara, o yılların özgürlüğüne ve ruhuna gönderme yapan her şey, her söz bizi çekmiyor. Özellikle o yapıyı kimlerin nasıl bozduğunu iyi bilenler olarak kapılıp gitmiyoruz ardından.
Biz, biz dediğimizi bile çok sorguluyoruz.
Bizim biz dediğimiz;
Herkesin karnını özgürlükle üreterek ve onurla doyurduğu bir dünyanın bizliği.
Çocukların mutlu olduğu,
Kadınların özgürce şarkılarını söyleyebildiği,
Aydınların kafasının karışmadığı,
Kimsenin kimseye bir yaşam biçimi, bir yönetim biçimi dayatmadığı, sanatçısının hür olduğu bir bizlik.
Bir inancın değil her inancın her milletin her kavimin her cinsiyet veya cinsel tercihin bir sınıfın değil her sınıfın özgürlük ve refah içinde yaşayabilmesinin yarattığı bir bizlik.
Böyle biz olmaya varsanız yol sizin.
Biz olmak için kimse kimsenin yanına gitmek durumunda değil.
Kim doğru yerde durursa biz o olacak.
Hamasetle değil.
VEDA
Neden her şeyi temize çeker bir tek ölüm?
Biz neden ansızın kaybettiğimiz insanın egosuyla ilgili her şeyi silip, en derin insanlığıyla, ruhuyla baş başa kalıveririz.
Bir ölünün, bir ölümlünün ardından nasıl bu denli sarsılır günlük paradigmamız?
Dün Kızılay Meydanı eski meydandı sanki. Sanki Kızılay binası hiç yıkılmamış gibiydi. Ya da yıkılmış da yerine Kızılay’daki kalabalığı seyrekleştiren, gürültüleri dağıtan ferah, güzel ve bu meydanı meydan yapan bir park kurulmuştu epeydir.
Bir hafta önce kendilerine Cumhuriyetçi diyen bir kitlenin yürüyüşünü, dün de, 11 Kasım’da da bu cenazeyi görmek istemiş ve gitmiştim. İkisine de kendimi ayırarak katılmıştım. Milat İki bin altı yaşında iken memleketimde neler oluyor diye merak etmiştim.
Cumhuriyetçilerin; ne yapacağını çok da bilemez, oldukça kızgın, eğitimli, orta sınıf , yolsuzluğa ve yoksulluğa pek de değinmeyen, tüm ayak diremelerine karşın ırkçılığa sürüklenen söylemlerinden rahatsız olmuşum.
Cenaze böyle değildi.
Devlet töreninin griliğine, siyahlığına, sansürüne, duyguyu dışlayan katılığına ve sistemi dayatan yapısına ve bir de abartılmış dinselliğe karşın halk cenazesiydi izlediğim.
Dün meydanlar meydandı yine, halklar halk.
Dün; halk için yoksulluk bir söylem değildi istenirse çözülebilir bir şeydi. Yoksulluğu çözmeye gayret etmiş, belli somut gelişmelere imza atmış, yaşamlarına iyi şeyler sağlamış bir adamı kaybedenler oradaydı. Hak bir söylem değildi, bağımsızlık bir söylem değildi. Uğruna ne kadar yenilirsen yenil, arada bir saparsan sap, mücadele edilmesi gereken temel insanlık hedefleriydi.
Dün alanlarda eski CHP vardı. Biraz yaşlı biraz yorulmuş biraz ne yapacağını? Nereye gideceğini? Nereye akacağını bilmez ama hala dirençli ve umutlu bir CHP. En azından ne olmayacağı? Ne yapmayacağı konusunda kafası çok net olan insanlar.
Dindar insanlar vardı. Dininin yanında sınıfının farkında olan insanlar. Onlar bugünkü fırsatçı, liberal, dayatmacı rüzgarın önünde eğilmemişlerdi.
Anadolu’dan insanlar vardı. Çoktular. Çok fazlaydılar. Büyük kent insanı gibi değildiler. Sıradan olduklarının bilincini yitirmemişlerdi. Kapitalizmin her biri tükettiği bir ürün nedeniyle kendini özel sanan çıkmazlarda dolaşan insan suretlerine dönüşmemişlerdi.
Sınıf vardı Ankara’da dün.
Kürdü, Türkü, Lazı, Çerkezi, Alevisi, Sünnisi hepsi vardı ama hepsi halk olarak oradaydı.
Ve DSP tüm varlığıyla oradaydı. Her zamanki gibi ağırbaşlı ve sakin. Töreni istismar etmeyen,edilmesine fırsat tanımadan, boşluk bırakmadan, cenazeyi gerçek sahibinin, halkın kaldırması için elinden gelenin en iyisini yapan DSP. Partilerini de gerçek sahibinin, halkın kalkındırmasına izin vereceğini umduğum DSP. Törende sahiplendiğini politikada da sahiplenebileceğini dilediğim DSP.
Dün Ankara’da vefa vardı. Yapılanlar kadar niyetleri de anlayabilen ve niyetlere de vefa duyabilen insanlar; kasabalarından, köylerinde çıkıp çıkıp gelmişti.
Bağışlama vardı. Niyete karşın yapılan temel yanlışların da, bazılarını bizzat ödemiş olanlar da dahil, bağışlandığını göstermek istediler.
Uykusuzluk, yorgunluk, keder vardı.
Kederinin paylaşıldığı dayanışma.
Dayanışmanın yarattığı umut.
Umudun şiiri vardı.
Çocukları yoktu yalnızca.
Çocuğu olmayan bir topluluk gibiydi Dün Ankara.
Zararı yok onların da çocukları yoktu.
Onların çocukları Dün Ankara’ydı.
SAYIN ALİ BULAÇ
Bir panelde modern kadının kolay elde edilirliği gibi bir laf etmişsiniz. Size göre bu laf yanlış anlaşılmış. Ve bu yanlış anlaşılma üzerinden, gazetelerce, dünyanın ve ülkenin bir çok meselesi bir yana bırakılıp tam yirmi sekiz yazı kaleme alınmış. Buna da çok şaşırmışsınız.
Programda, sözlerinizin yeni bir toplumun yaratılmasında ya da var olanın sorgulanmasında bir fırsat olarak görülmesini bekliyordunuz. Kadının çalışması ve aşkı, aile yapısı, konut büyüklüğü, iletişim, yaşlıların ve çocukların bakımı gibi konulardan hareketle toplumsal yapının en azından tartışılmasını ummuş olmayı istiyordunuz.
Gelin şimdi bu istediğinizi birlikte yapalım. Somut olsun, yeni olsun, anlaşılma çabalarınıza değsin diye sizin o programda sarf ettiğiniz sözler üzerinden yapalım bu sorgulamayı.
Öncelikle şikayetçi olduğunuz çekirdek ailelerden ve apartmanlardan başlayalım mı?
Ben de büyük avlulu, bol odalı, odaların penceresinden güneşle birlikte bahçedeki ağaçların dalları giren, cümle kapıları çift kanatlı, neneli, dedeli, yengeli, “adımını attığında sokakta olduğun” evlerde geçirdim çocukluğumu ve onları, o avare zamanlarımı çok özlüyorum.
Şehirlerimizdeki evler de öyleydi bir zamanlar. Bahçesinde, sokağında çocukların oynayabildiği, bir ya da iki katlı, komşuların, pişirdiğinden bir tabak da yanındakine sunduğu evlerdi.
Öyle değil mi iki gözüm Ali Bey?
Cumhuriyetin ilk yapılarına bakın bir kez. O dönem yapılmış evler, apartmanlar kadar resmi binalarının bile bir ruhu vardı.
Bir cumhuriyet projesi olduğunu söylediğiniz apartmanlaşma, iletişimin kesilmesi, yaşlıya çocuğa duyarsızlık, doğru anlamak gerekiyorsa cumhuriyetin değil liberalleşmenin işi değil mi? Adnan Menderes’in, Süleyman Demirel’in, Turgut Özal’ın, Tansu Çiller’in ve en son Recep Tayyip Erdoğan’ın uyguladığı kuralsız, özelleştirmeci, pazarlamacı liberal politikaların toplumsal sonuçları değil mi?
Nerede şimdi o binalarımız
Kim ya da kimler, Hitit’lerden, Bizans’tan, Selçuklu’dan, Osmanlı’dan, Cumhuriyet’in ilk yıllarından kalan binalarımızı, kutu gibi evlerimizi gökdelenlere, şekilsiz, çürük, çirkin apartmanlara peşkeş çektirdi ve çektirmeye devam ediyor.
Ya kadınlar?
O büyük geleneksel evlerin yükü kaç kadının omzunda dönüyordu hiç düşündünüz mü? Kaç kadının uykuya doyamamış yılları vardı konuşulamıyordu, ona yakın doğumu, beş altı düşüğü, rızası olmadan evlendirilmesi, en ufak aykırılığında büyük bir utanç yüklenerek baba evine yollanması, üstüne kuma getirilmesi o evlerde bir türlü görülemiyordu, sesleri, ağlayışları duyulamıyordu. Çocuklarını bile doyasıya sevemiyordu kadınlar.
Biz artık büyüdük Ali bey kardeşim. Dünya değişti.
Bugün size göre Kadınlar gerekirse çalışmalı. Kadınlar çalışmasın, demediniz. Ama hepsi çalışsınlar diye de bir kural olmamalıydı size göre.
Sizce bu dünya sisteminde ekonomik özgürlüğü olmayan kadın ya da erkek kimin söz hakkı,yaşama hakkı olduğu bir yana, bırakın, kadınlar karar versinler buna. Başkalarının hayal ettiği bir yaşam için, çalışma ve kamusal yaşama katılma biçimlerini kendileri belirlesin. Başkalarının yaşamları üzerinden politika yapılmasın.
Bugün hepsi çalışmasın dediğiniz kadınların kaç bin tanesinin evlerinde kapalı bir şekilde, büyük firmaların aracıları yoluyla, sigortasız ve kölelik ücretiyle çalışmak zorunda olduğu konusunda ne diyorsunuz?
Yaşlılarımızı huzurevlerine bırakmayalım diyorsunuz. Ben de yaşlının, özürlünün, doğal ortamının dışında bakılmasını hoş bulmuyorum. Ancak evde yaşlıya da çocuğa da engelliye de bakan yine kadın. Yaşlılarımızı huzurevine bırakmayalım demek yerine erkeklerin de evde ve ev işlerinde daha çok sorumluluk almaya çağıramaz mıydınız? Ya da doğal ortamlarında desteklenmelerini tartışamaz mıyız. Ki biz meslek elemanları olarak bunu yıllardır tartışıp bir türlü, görkemli açılış törenleri meraklısı yöneticilerimize kabullendiremiyoruz.
Muhafazakar belediyelerin icraatlarına bir bakın isterseniz. Özellikle büyük şehir niteliğinde olanlar. 500 – 1000 kişilik huzurevleri açma konusunda gerçekten yarışıyorlar. Yaşlı mı inşaat mı düşünülüyor diye merak ediyor insan.
Yaşlıların evlerinde, mahallelerinde desteklenerek yaşamlarını sürdürebilecek bir çok alternatif varken neden sayı çoğaldıkça birey olma vasıfları törpülenen devasa huzurevleri açıldığını sormuyorsunuz?
Mahallelerde, küçük ölçekli, evleri çağrıştıran ve gündüzlü olan, hizmet alanların birbirlerini tanımalarını ve dayanışmalarını sağlayan, annelerin ziyaretine açık kreşler, yaşlı evleri, engelliler merkezlerini tartışmak yerine, neden her şeyi kadınlara ve gelenekselliğe yüklemek istiyorsunuz?
Ah Ali Bulaç,
Böyle olmaz kadim kardeş,
Söylediklerinizi ben doğru anladığımı düşünüyorum. Ama anladığıma da katılamıyorum.
Modern kadın tanımınızı çok kavrayamasam da, başında örtü olup olmadığını kast etmediğinize, bu konudaki tavrınızı az çok bildiğim için inandım.
Birkaç ay önce medya muhafazakar erkeklerin hayalini süsleyenin Sibel Can olduğunu belirtmişti. Bu hanım da, beğenilmesinin kendisinin aile tipi kadın olmasından kaynaklandığını ve bu sonuçtan çok mutluluk duyduğunu duyurmuştu televizyonlarda. Bildiğim kadarıyla sizin çevrelerden bir itiraz gelmemişti. Demek ki kadın tek tip anlaşılmıyor artık. Moderni de gelenekseli de.
Bu hanımın kaderi midir nedir, beş altı yıl önce aynı hanım üzerinden bir yazı ya da söyleşi hatırlıyorum ki o da “modernlik her akşam televizyonlarda onun koltuk altını göstermek olmamalı” türünden bir tartışmaydı. Ne ironi değil mi?
İronileri geçelim kardeşim,
Söylemek istediğiniz şeyin, sakızından şampuanına, araba lastiğinden arabanın kendisine, kadar satışı yapılan ürünün çıplak kadınlarca tanıtılıp satılır olmasını ve bunun da o kadınların kolay elde edilebilirliği işaret ettiği yönde anladım ben. Kadının ürünün bizzat kendisi olduğu durumlar da dahil. Sizin beklediğiniz gibi anladım.
Ama burada bile göremediğinizden dolayı sarf etmiş olduğunuzu umduğum büyük bir çelişki, çıkmaz ve önyargı var?
Başında örtü olan kadınlar soyunmuyor.
Başında örtü olmayan, kolsuz giyinen, plajda mayolu yüzen kadınlar da soyunmuyor.
Ama söylediklerinizden bu kadınların soyunabilme ihtimalinin yüksek olduğu çıkıyor. Soyunabilme ihtimali yüksek ise kolay elde edilme ihtimali de yüksektir gibi bir sonuç da.
Yani kadın askılı giyiniyorsa soyunabilir ve kolaydır?
Yok böyle bir şey cancağazım.
O, sözünü ettiğiniz kadınların soyunması, soyundurulması bambaşka bir şey.
İşte görmek, düşünmek, dokunmak istemediğiniz konu bu?
Belki de en çok korktuğunuz?
Programda; ciddi mücadeleler verdikleri için Avrupalı feministlere saygı duyduğunuzu ama buradakilere, yerli feministlere, haklarının yukarıdan verildiği ve her şeyi “çeviri olarak” dışarıdan öğrenip uygulamaya kalktıklarını düşündüğünüz için saygı duymadığınızı söylediniz
Oysa sizin bugün görebildiğiniz ve açıkça dillendirmekten geri durduğunuz konuyu onlar ilk çıktıkları yıllarda dosdoğru ve bağıra bağıra söylüyorlardı, bugün de söylüyorlar.
Katılanlar hatırlar on beş yıl önce Ankara Yüksel Caddesinde büyük baskılara karşın yaptığımız 8 Mart şenliklerinde, Perşembe Grubunun standı sadece bu konuya ayrılmıştı. Ne zaman ortak bir toplantıya katılsam, kapitalizmin kadınları kullanmasının ülkemizdeki feminist gündemin önemli başlığı olduğunu görürüm.
Siz okuyan, düşünen bir insansınız. Kapitalizmde her şeyin kadınla satıldığı bilirsiniz. Kadınları kullanma biçimlerinden biri de budur kapitalizmin. Bazısını kendi evinde kaçak işçi olarak çalıştırırken bazısını da böyle kullanmaya kalkar.
Bakın bakalım kimlerin bayisi olduğu ulusüstü firmalar hangi kadınları ister soyunuk, ister giyinik ne şekilde kullanıyor? Ve tabii çocukları da.
Can kardeş Ali Bey,
İşin bu boyutlarını gerçekten yeni mi görüyorsunuz? Yeni bile olsa, adlı adınca tanımlanamasa da görebilmenizin benim için anlamı çok büyük?
Kimler yoğunlukla ticaret yapıyor bu memlekette, ticaret yapanlar mallarını neyle satıyorlar?
Ticaret yapmayı sorgulayalım mı?
Ticaretin varsa ahlakını? İşte bu; ne denli barışçı, akılcı, ütopyacı olsanız da sizin için bile şimdilik zor hatta imkansız?
Ticaret sizin durduğunuz yerden en meşru görülen etkinlik.
Bunu sorgulayan sorgulayabilen insanlar için hala umut var.
Yarını hazırlayanlar da yaşayıp yazanlar da onlar olacak galiba.
Bugün özellikle yakın coğrafyada bizlere yaşatılanlar; çaresizlikten dolayı kimliği korumanın çok önemli olduğunu, kimliğin de, etnik köken, milliyet, ırk ya da din ve mezhep olduğunu dayatmaya kalkıyor. Böyle bir sürükleniş içindeyiz. Uzak çoğrafyalarda ve aşmış görünen yerlerde bile etkisi yüksek.
Sınıfsal bakamazsak, böyle yanlış yerden görmeler, yanlış değerlendirmeler, yanlış anlaşılmalar daha çok olacak. Militarizm artacak. Öfke, kin, kutuplaşma birikip birikip büyük bir kopuşa neden olacak. Sınıfsal bakamadığında halkı, kültürel mirası, kadim kentleri, çocukları bugünü ve geleceği içtenlikle dert edinen bir çok insan daha bir çok kez düşünüp düşünüp işin içinden çıkamayacak. Çağa umutsuzlukla, kederle, hayal kırıklığıyla seyirci kalacak. Ve yenilecek.
Merak ediyorum çevre konusunda, diğer canlıların yaşam hakkı konusunda neler diyorsunuz?
Muhafazakar çevreler biyolojik çeşitliliğin korunması, doğa koruma çalışmaları, çevre duyarlılığı, kentsel haklar, kürk ve deri satışı konusunda neredeler?
Kavil kardeş,
Ali kardeş,
Sayın Bulaç,
Aşkı unutmuş olamazsınız.
Ne üretiyorsak üretelim aşk olmadan olmaz. İnsanı diğer canlılardan ayıranın düşünmek ya da konuşmak olduğu söylenir. Oysa ne düşünmek ne de konuşmak dünyanın bugün insanlar tarafından bir cehenneme dönüştürülmesini engelledi. Aksine. Ama aşk. O başka bir şey. Aşk bizim en insani yönümüz. En güzel, en ince en kırılgan, en doğal, en âlâ yönümüz. Özümüz. Aşkla baktığımızda, okuduğumuzda, yazdığımızda, boyadığımızda, dinlediğimizde, çalıştığımızda, uyuduğumuzda, uyandığımızda, aşkla yola çıktığımızda bir anlamı oluyor çoraklaştırılmış hayatlarımızın. Aşksız yapılan hiçbir şeyin, söylenen hiçbir sözün ruhu, özü, anlamı ve estetiği olmuyor. Bunları yazıyorum diye beni de kolay elde edilebilir kadın olarak değerlendireceğinizi sanmıyorum.
Aşkı uğruna bir çok şeyi göze alan kadınları da öyle nitelemeyeceksiniz umarım. O kadınlar ki aşkları uğruna bedenlerini ve ruhlarını soyuyor, giydiriyor, yanıyor ve yakıyor, köleleşiyor, asileşiyor, olmadık işler yapıyorlar. Ve bir kişi için, sadece sevdikleri biri için, yapıyorlar bunu. Aşkla ve başka hiçbir duygunun sağlayamayacağı sadakatle. Onlara kolay kadın derseniz yaşamı hiç tanımıyorsunuz demektir ki o zaman size söyleyecek hiçbir şeyim kalmıyor.
Azizim Ali kardeş,
İsterseniz son bir konuya daha birlikte bakalım.
Kolay kadın ne demek? Kim kimler kolayca elde ediyor bu kadınları? Kolay elde ettikleri kadınları ne yapıyorlar? Hangi erkek için kolay elde edilebilir kadın gerekiyor? Kolay erkekler kimler oluyor? Zor erkek var mı ki zor ya da kolay kadın diye bir kavramı konuşuyoruz. Bu nasıl bir dil? Özgür, mutlu, barış içinde, eşitlikçi, adaletli bir dünyayı oluşturacak olan böyle bir dil mi sizce?
Bence değil.
Bence değil.
Size de yakıştıramam açıkçası
20 Kasım 2011 Pazar
GANİ DAYI-GIRNATA
Bildiğim kadarıyla bölgede Elazığ'ın dışında sadece; Eğin, Ağın, Arapgir üçgeninde çalınan bir enstürman. Ona enstürman denir mi? Bilmiyorum. O bizlerin yürek sesidir.
İç sesimizdir. Ruhumuzun en derinlerinden gelen ezgilerimizdir. Kimselere söylemediklerimizdir.
Başka hiç bir çalgı bizim duygularımızı o kadar iyi anlatamaz. Efkarımızı, coşkumuzu, acımızı, özlemimizi, aşkımızı, ayrılığımızı anlatamaz.
Çaremizi ve çaresizliğimizi de.
Elazığ müziğinin Diyarbakır, Urfa müziğine benzerliğini söylerler hep, ama oralarda klarnet bizim kadar yaygın kullanılır mı bilmiyorum.
Çocukluğumun en büyülü çalgısıydı. Hâla da öyledir. Duyduğumda, diğer tüm seslere kapanır kulağım.
Tahsin Dedem de çalarmış.
Horoş'da ve başka bir çok köyde. Belki Cücügen’de de çalmıştır.
Tahsin Dedemin bir kardeşi - Veysel Amca- keman, bir kardeşi- Muhittin Amcam- davul çalarmış.
Dedeme yetişip dinleyemedim ( Belki bebekken çaldığını duymuşluğum vardır )
Ama Gani Dayı'yı dinledim Vahşen'de bir düğünde. Sonra çocukluğumun son deminde, Ankara'da evimizde.
Bu nasıl bir müzik?
Bu nasıl bir çalgı?
Bu nasıl bir ses?
Bizim için; klarnetin yeri açık havalardır.
"Elektirirğin olmadığı zamanlarda; "lüks" hatta “löküs”denilen ve ışığı bir fenerden çok daha parlak olan bir cihazın aydınlattığı, harman yerleri, gece bahçeleridir.
Köyden köye gelin almaya yaya gidilen devirlerde, renk renk, desen desen giyinmiş genç kız ve gelinlerden oluşan düğüncülerin, dönüşte gelinin bineceği süslenmiş atın yanıdır.
Klarnetin yeri patika yollardır, dağlardır, meşeliklerdir, çaylardır, yazılardır, gözelerdir.
ve en çok bağlardır.
Tarlada çalışan da, damda hamur yuğuran da, çeşme başında ayran soğutan da, ahırda inek sağan da duyabilsin diye açık havalardır.
Fırat'la Murat dinleyebilsin diye.
Munzur’la Beydağı duysun diye.
Keklikler dinleyebilsin diye.
Börtü böcek, çemen çiçek açsın diye.
Topraklarımızdan bolluk bereket eksik olmasın diye.
Üzümlerimiz, incirlerimiz, dutlarımız ballı olsun diye.
Desenlerimiz, renklerimiz solmasın diye.
Klarnetin yeri açık havalardır.
Bugünlerde de Mediterraneo'da, Nicos'un kemanını dinlerken, aynı geniş, uçsuz bucaksız insanlığı dinliyorum.
Tahsin Dedemle Gani Dayı'nın klarnetini dinlemiş gibi oluyorum
Vahşenli Agopcan ustayı dinliyorum.
İnsanlığın en insancıl, en meleksi sesini duyuyorum.
Helal olsun sizlere.
Helal hoş olsun
Not; Bu yazıyı yazarken İsmail N. Beydemir’in, makalesinden yararlandım. Kendisine saygılarımı sunar teşekkür ederim.
BUGÜN
Bugün, konuşacak ve umut edecek hiçbir şey yok. Sus.
Bugün ben, işgalcilerine secde edecek kadar kendine yabancılaştırılmış halk, heykelleri yıkılan diktatör, hangi savaşa gittiğini ne zaferi kazandığını bilmez asker, 'Bağdat dün insanlık tarihinin dönüm noktalarından birini böyle yaşadı' başlığıyla bikinili kızları savaş fotoğraflarının yanında sergileyen gazetenin, savaş karşıtı gazetecisi, savaşı durduramayan insan, sömürgeleştirilen ülke, yağmalanan bir kentim.
Bugün ben, bu savaşın ölü çocuklarıyım.
Oğlu, savaşta ölünce ancak Amerikan vatandaşı sayılan Meksikalı anneyim.
Bugün ben, katliamı seyreden Birleşmiş Milletler, 'Irak'a Özgürlük' yalanının son karesi, şirketlere teslim olmuş dünya, insani kriterlerimin olduğunu söyleyen birliğim.
Petrolüm, bor madeniyim, nehir suyuyum.
Sapanı kırılmış oğlan, Filistin Oteli önünde vurulan kameraman, yönetimlerince milliyetçiliği kışkırtılıp bağımsızlığı parça parça pazarlanan Arap halklarıyım.
Bugün ben, nerede olduğu meçhul El Sahaf'ım.
Onun konuşmalarını televizyonda Türkçe'ye çeviren kırık sesli delikanlıyım.
Çokça Bağdat biraz Gazze biraz Hiroşima'yım.
Nagazaki'ye atom bombası atan karanlık güçlerin yeni binyıldaki kimyasal silah arama bahanesinin rakamsal bir sonucuyum.
Bugün efkarlıyım.
Firdevs Meydanı'nda ne yapacağını bilmez, kendini oradan oraya vurarak dolaşan çaresiz vatandaşım.
Sus kalbim.
Bırak bugün kederimle kalayım.
Gönlüm avunmayıversin bugün de.
Beyhude tesellilerle yorma beni. Sus
Ne içimde çığlık çığlığa uçan bir martı istiyorum. Ne ağıt, ne ağlama.
Bir şey anlamaya, çözümlemeye de kalkışma.
Ne umudun teorisi ne teorinin umudu.
Bugün sus.
Bırak suskunluğumla kalayım.
Bugün on nisan kalbim.
Bugün sus.
Sus.
10 Nisan 2003
Güven Tunç
5 Ekim 2011 Çarşamba
TATSIZ TUZSUZ İSKENDER PAŞA
Birkaç ay önceydi, ve sanırım Enver Aysever’in programındaydı. Konuktunuz ve okunmamaktan çok şikâyet ediyordunuz. Çok şaşırmıştım. Bir adam, görüp görebileceği en şâşâlı döneminde, çıkıp okunmamaktan yakınıyordu. Okunmamaktan, ciddiye alınmamaktan, kendisiyle ilgili yazı yazılmamasından…
Ve bir de daha önce yazılarınıza konu olan müstehcen bulabildiğiniz oyunların devlet tiyatrosunda sergilenmesinin yasaklanmasını işaret ettiniz.
Sonra, sonra türkülerdeki müstehcenlik size konu oldu. Düğmelerin dar gelmesini ya da Halime’nin samanlıkta basılmasını müstehcen ve kadını aşağılayan türkü sözleri olarak kınadınız. TRT’de çalınmasının yasaklanmasını istediniz. Sansür istediniz...
Ve sonra Balçiçek Pamir’in programında bazı atasözlerine, bazı deyimlere hatta yanlış bilgiler içerdiği için Wikipedia’ya sansür istiyorsunuz. Sizce düzeltme düzenleme...
Son olarak da aynı programda Neşet Ertaş türkülerinde de müstehcenlik bulduğunuzu söylüyorsunuz…
Ne demiş ozan; “Bir tenhada can cananı bulunca”
Adam bir tenhada cananını bulmayı istiyor? Aslında adam cananını özlüyor. Canan dediği belki karısı, sevdalısı. Anlaşılan siz bunu müstehcen buluyorsunuz.
Aksine çoğu kadın; erkeğin romantik olmamasından, ona olan sevgisini göstermemesinden hatta onu sevmemesinden şikâyetçi.
Bu yüzden kadınlar; türkülerdeki müstehcenlik ve kadın bedeninin aşağılanması saptamanıza katılmadılar. Ve sanırım sizi samimi bulmadılar.
Kadından yana bir tavrınız olsaydı başka türlü olurdunuz. Kadın gözüyle bakıldığında pek de kadınları anladığınız söylenemez.
Kadının aşağılanmasına karşı çıkan on dört yaşındaki kız çocuğuna tecavüz edenlerle uğraşırdı.
Kadının aşağılanmasına karşı çıkan kadın cinayetlerine karşı çıkardı… Olmadı. Kadınlardan olumlu bir tepki gelmedi. Size katılmadılar. Hatta ürktüler.
Gelelim bu ülkede dostun düşmanın görmezden gelemediği hatta gizli gizli okuduğu, çok okunan çok bilinen yazarlara şairlere. Onlar temel insanlık konularında çok açık taraf oldular. Bakın Nazım Hikmet’e, Yaşar Kemal’e, Orhan Kemal’e, Vedat Türkali’ye, Rıfat Ilgaz’a, Enver Gökçe’ye, Ahmet Arif’e. Çok bilinenler olduğu için onların isimlerini sayıyorum. Hepsi barıştan yanadır, kardeşlikten, eşitlikten, hepsi yoksulluğa baş kaldırmıştır, Yolsuzluğa karşı gelmiştir. Ve karşı geldikleri savundukları idealleri için bedel ödemiş ve asla ödedikleri bedelleri bizlere hatırlatmamışlar onların arkasına sığınmamış, onların karşılığını beklememişlerdir. Onları büyük yapan belki de savundukları fikirlerin masumiyeti ile ödedikleri bedellere karşı o büyük tahammülleridir.
Belki de “Onları” büyük yapan; hiçbir düşüncenin, sözün, eserin “yasak” olmasına, sansür getirilmesine tahammüllerinin olmamasıdır. Özgürlüğe sonuna kadar inanmış olmalarıdır.
Belki de “Onları” büyük büyük yapan; halkın sanatının önünde saygıyla ve hayranlıkla eğilebilmeleridir.
İşte en hayranlık duyduğum örneklerden biri;
Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun dizeleri;
“Şairim
Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası
Ayak seslerinden tanırım
Ne zaman bir köy türküsü duysam
Şairliğimden utanırım”
Ve belki de onları büyük yapan; cananı, yâri, hayatı, sokakları, dostlarını, arkadaşlarını, komşularını, muhabbeti, türküleri, musikiyi, sinemayı, tiyatroyu, masalı, efsaneyi, neşeyi, mutluluğu, çocukları, şarkı söylemeyi sevebilme yetilerinin gelişmişliğidir.
Hayata olan ilgileridir.
Onlar yüzlerce yıldır halkın dilinde olan bu türküleri ve ozanlarını severler. Onlara müstehcen gelmez aşk. Halka da gelmez. Niye gelsin ki?
Ozan diyor ki; “Di yeri di yeri boynan dolanam/ Sen uyu ben uykulardan uyaram”
Ozan diyor ki; “Bir zıbın giyinmiş çemberi sarı/ yar göğsünde bir çift Gürcistan narı”
Ozan diyor ki, “Sürüler içinde sürmeli koyun/ Şafaklar atıyor serhoşum soyun”
Ozan diyor ki; “Ar gelir Osman Ağa ar gelir/ Safiye’me karyola dar gelir”
Ozan diyor ki; “Çıt çıt çıt çıt çedene de/Sar bedeni bedene”
Ozan diyor ki;”Uyan uyan sar beni/ yar olduğun bileyim”
Ozan diyor ki;”Bu dünyada yardan datlı var mola”
Ozan diyor ki; “Ak gerdan altında/ Mevlam neler yaratmış”
Ozan diyor ki; “Aman yarim gez de gel/Badeleri düz de gel/ Sarhoşum ben çözemem /Düğmeleri çöz de gel”
Ozan diyor ki; “Aman Adanalı canım Adanalı/ Ben sana yandım şişman delikanlı”
Ozan diyor ki; "O yanı pembe hanım bu yanı pembe hanım/Çöz pembe şalvarını canım gönlüm var sende hanım."
Ozan diyor ki; "Bağ altına bağ altına/ Al beni yorgan altına"
Bunlar hayatın ve sevdanın binlerce yıllık şarkıları. Bu şarkıları yargılamak hayatı ve aşkı yargılamaya denk düşüyor. Ve belki de halkı
Halkın bir bildiği vardır mutlaka.
Bazen halkı dinlemek gerek. Bilgeliğine inanmak gerek. Onun yolundan gitmek gerek.
Halkın kültüründen beslenebilmenin insanı geliştirdiği, insana renk ve ahenk kattığını bilmek gerek.
Belki o zaman hayatın da yazının da tadı tuzu yerine gelir. Mutsuzluğu yavaş yavaş da olsa silinir. Neşe gibi bir duygunun farkına varılır.
Tüm ozanları saygıyla anarken birkaç dizeyle bazılarını da yâd edelim.Ve onları dinlemenizi önerelim.
Ömrü boyunca böyle dizeler yazamayanlar var...
Ozan diyor ki; “Ben ağlarım doktor ağlar dert ağlar/ Haram oldu yâri gördüğüm çağlar”
Ozan diyor ki; “Ben seni sevdiğimü dünyalara bildirdüm/ Endürdin kaşlarıni babanı mi öldürdüm”
Ozan diyor ki;”Bu dağda ceyran gezer/ Tellerin tarara gezer/ Ben yara neynemişem/ Yar menden kenar gezer”
Ozan diyor ki; “ Ne ağlarsın benim zülfü siyahım/ Bu da gelir bu da geçer ağlama”
Ozan diyor ki; “Ağlama yar ağlama/ Mavi yazma bağlama/ Mavi yazma tez solar anam/ Yüreğimi dağlama”
Ozan diyor ki; “ Yüce dağ başında yanar bir ışık/ Düşmüşem derdine olmuşam aşık/ Ak buğday benizli zülfü dolaşık/Dividim kalemim yazanım”
Ozan diyor ki; “Kaşların karasına/Mil çekmiş arasına/Seni merhem diyorlar/Gönlümün yarasına”
9 Temmuz 2011 Cumartesi
"Bu bayram olmazsa kurbana kalsın"
Bir süre yazı yazmayacaktım. Ama bunu yazmadan duramadım… Durulamıyor…
Konuyu benden önce mutlaka çok daha iyi çok daha bilimsel yazanlar vardır.
Zor bir konu…
Daha çok çocukların ve kadınların şiddetten arınmış bir hayat içinde yaşama hakları ile ilgili.
İnsanlığıyla, ilkesiyle, onuruyla yaşayan tüm erkek kardeşlerimi sevgi ve saygı ile selamlayarak...
Anadolu'nun, "Emrah buse ister nazlı yarinden/Bu bayram olmazsa kurbana kalsın." diyen Erzurumlu Emrah gibi, has adamlarını anarak başlayalım bakalım.
Son yüzyılın tek yenilmişi olan erkekliğe…
Yenilmişliği göremeyen körlüğe...
Konu; çocuklara musallat olunması ve kadınların öldürülmeleri.
Sadece "ruhsal bozukluk" deyip geçilemez.
İstismarı gerisinde istismar yaşatılmış bir çocukluk da olabiliyor durumunu, meslekten dolayı az çok biliyorum ama, konu ondan çok daha geniş ve sistemsel,
Konuya biraz geriden, epey geriden başlıyorum.
Sınıflı toplum.
Doğanın, emeğin, bilimin, sanatın, aşkın insafsızca ve çirkince metalaştırılması…
Sınıflı toplumun otoriterleşerek bir yandan erkekliği kışkırtırken bir yandan bireyi ezip ezip geçmesi.
O sınıflı toplumun bugün geldiği, getirildiği bu sürecin, insanda yarattığı o bir büyük korku ve o büyük çaresizlik... Bir büyük çelişki olarak bir yandan da kışkırtılması yine aynı ölçüde artırılmış erkeklik…
İnsanın duyduğu korkudan dolayı özgürlüğünden vazgeçmesi
İnsanın menfaati için, rıza ve iştahla özgürlüğünden vazgeçmesi… Haklarından vazgeçmesi… Dayanışmadan vazgeçmesi…
O büyük yenilgi…
O büyük teslimiyet…
İnsanın insanlığından vazgeçmesi biraz da…
O da haklarını arayacağına, sınıfıyla dayanışacağına, gerçeği algılamaya çalışacağına gidip kışkırtılmış bir erkekliğe sığınıyor.
Önce kadın açısından bakalım.
İşte bunlar da şunları bekliyor… Gözünün kestirdiği kadın onu reddetmeyecek, onun kadını olacak, her istediğinde onunla olacak, her an hem yemek hem ev işi hem yatak olarak emrine amade olacak, dışarı çıkmayacak ona laf getirmeyecek, çalışmayacak, kendisi eve çocuklara para bırakmayacak ama akşama eve geldiğinde yemek hazır olacak güler yüzle karşılanacak, kadın hep güzel kalacak, ne kadar çalışırsa çalışsın yıpranmayacak, yaşlanmayacak, şikayet etmeyecek.Kadın vesveseler içinde boğulup gidecek...
Gerçeği tümüyle kaybetmiş bir bakış açısı…
Ve kadın gidiyor. Evde olsa bile ruhen çoktan gitmiş oluyor...
Adam bu gerçeği kaybetmiş bakış açısıyla, yetişkin bir kadınla normal bir iletişim kurma olanağını ve şansını yitirmiş olduğunun farkına varamıyor ama sonucunu yaşıyor...
Aciz...
Olan ondan sonra oluyor...
Ataerkil sistemde acizliği taşıyamaz kimse… Aciz olanı yaşatmazlar...
Onlar da esas görmesi gerekeni görmüyor, mücadele etmesi gerekenden korkuyor gidip alçakça kadınları öldürüyor.
Olmadı ise kendilerini aciz hissetmeyecek ilişki arayışında oluyor...
İşte kıyamet bu...
Çocuklarımıza musallat oluyor.
Kız ve erkek çocuklarımızı, kedileri, köpekleri korumamız gereken kıyamet bu.
Milyonlarcası çocuklarımıza musallat olmuş ekrandan izliyorlarmış.
Kimler ki bunlar?
Neden bir şey yapılmıyor?
Cehennem başka neresi acaba?
Tüm sıkışmışlığa karşın dayanışma diye bir şey var... İnsanı yaşatır... Haklarına sahip çıkmak diye bir şey var... İnsanı insanlaştırır… Umut olmasa bile inat var… İnsanı onurlandırır…
7 Temmuz 2011 Perşembe
Şehirde ve Gecede
1 Temmuz 2010 Perşembe
BİSİKLET HEPİMİZ İÇİN. HEPİMİZ. HEPİMİZ........
Bisiklet ne güzel bir mekanik araçtır.
Kırda kullanırsın. Kentte kullanırsın.
Oyunda, sporda, ulaşımda, taşımada kullanırsın.
Hatta fıkrada olduğu gibi; her gün sınırdan kum torbası koyulmuş bisikletle geçip, bir türlü bir şey yakalatmayıp tehlike geçince bisiklet kaçırdığını itiraf ederek çıldırttığın Nazi'lere iyi bir gol atmış olursun.
İnsana ne kadar yakın bir araçtır bisiklet. Öyle nefes nefese koşturmaz. Sakin, dingin, neşeli bir yol arkadaşıdır sanki.
İnsanı numara yapmaya, hava atmaya, eksikliklerini gizlemek için çığlık çığlığa "Ben burdayım.ben burdayım. Beni görün, beni sevin, beni sayın" demeye zorlamaz.
Sadedir, rahattır, oyunbazdır.
Aynı zamanda İda/Kazdağı İmece Evi'nde olduğu gibi; ağacı, ormanı, doğal yaşamı Büyük bir ciddiyetle yok edenlere inat eğlenerek elektrik üretmenin de aracıdır bisiklet.
Kentlerimizin "kentsel dönüşüm" adı altında yağmalanmasının getirdiği sınırlılık, yoksulluk nedeniyle çocuk ve gençlerin bisiklete ulaşmasının zorluğu,sokakta bisiklete binecek çocuklar için kent güvenliğinin yeterli olmaması bir yana, bu yazının temel konusu engelli çocuk, genç, birey ve yaşlılarımız.
Sokaktaki yaşama tam, eksiksiz katılmaları için anlamlı bir çalışma yapan bir belediye başkanı görmedim son zamanlarda.
Hadi onu da geçelim.
Biz bir şey yapalım.
Önce bisiklet fabrikalarına düşüyor iş.
Benim bu konuda bir fikrim var. Özellikle yürüme engelliler için. Bisiklet olarak kullanılması kadar evde de kullanılabilecek ve şu andaki tekerlekli sandalyelerin hareket kısıtlılığına da belki bir çözüm olabilecek.
Çok da iddialı olmamalı.
Bu sadece küçük bir öneri. Çözüm arama çabalarından çıkmış bir hayal, bir ümit
Pedalları ayak için değil de, yukarıda, el için olmalı ve ona uygun tasarlamalı.
Ve tabii ki tekerlekleri sandalyenin altına saklamalı.
Aklımda bir çizim var buraya ekleyemiyorum. Ama özel tasarım yapan biriklet firmaları bu dediğimi anlayavaklardır.
Bir de pedalların ve bağlantıların kullanılmadığında gizlenebilme özelliği.
Hatta bu yeni aracın yardım almadan klozete uyumlanma becerisi.
Ev içinde de ev dışında da aynı rahatlık ve hafiflik ve pratiklikle kullanılabilmeli.
Bu bisikletin adının.......... olması
Düşünelim ki bu bisikletle engelli çocuklar, gençler, bireyler, yaşlılar "Leman Bisiklet Kulübü" nün gezilerine katılabiliyor.
Görme ve duyma engelliler için bir dayanışmacı kardeş bisikletçi tanınıyor.
Ah! ne güzel olacak bu geziler: ne güzel.
SONRADAN GÖRDÜM DÜNYADA EPEYDİR KULLANILIYORMUŞ AMA HAYALİMDEKİ KADAR PRATİK DEĞİL
26 Mayıs 2010 Çarşamba
SEVGİLİ ÖĞRETMENİM
Bu günlerde sık sık bir hayale kayıyor aklım ve kalbim. Çocuklar bir şekilde medyaya konu oldu mu sürüklenip gidiyorum bu hayalin peşinden.
Bir de adı var bu hayalin; "Sevgili Öğretmenim"
Cengiz Aytmatov'un Çok güzel bir romanının ismidir; "Sevgili Öğretmenim"
Okuyan hiç kimsenin aklından çıkaramayacağı Duyşen Öğretmen'in öyküsüdür.
"Öğretmen Akademisi Vakfı" bu hayalime öyle uygun ki anlatamam.
Bir kez yaklaşımları; kapsayıcı, değer bilir, saygın, özgürlükçü, içten ve güçlü.
İkincisi, Milli Eğitimle birlikte yürümek gibi bir ciddi yaklaşımları var.
Üçüncüsü, inandıklarında tüm güçleriyle asılabilecekleri gibi bir inancım var.
Hayalimi YİBO'lardan başlatıyorum. Yatılı İlköğretim Bölge Okulu. Eskinin deyişiyle Parasız Yatılı-Leyli Meccani
Buradaki ufak bir destekle koşacak, coşacak, bire bin verecek öğretmen ve öğrenciler.
Sessiz sitemsiz çalışan kahraman öğretmenler ve öğrenciler.
Ülke çapında yedi bölgede yer alan altı yüze yakın YİBO.
YİBO'ların yetenekli, akıllı, cesur çocukları.
Bulundukları bölgelerin, belki ülkemizin gelişiminde büyük rol oynayacak çocukları
Hedef;
Öğretmenleri destekleyerek, eğitimde çocukların potansiyellerini kullanabilecekleri ortam ve olanak yaratılmasında aktifleştirmek.
Çocukların; mutlu, özgür ve üretken ortamlarda eğitim almalarında öğretmen rolünü artırmak.
YİBO'lardan; sağlanan olanak, beceri ve umutla nelerin başarıldığına ilişkin örnekler üreterek ülke çapında yaygınlaşmalarını sağlamak.
Bütün başarılı okullarda olduğu gibi; müfredat programı kadar çocukların okul yoluyla sosyalleştirilmelerinde öğretmenlerin etkili aktörler olarak desteklenmesini sağlamak.
Çocukların şimdi kendilerini gösterebilecekleri ilerde para kazanabilecekleri, sürdürülebilir beceriler edinmesi bu becerilerin eğitimin konusu içinde yer alması.
Örneğin; satranç takımı, fotoğrafcılık, futbol takımı, basketbol takımı, masa tenisi takımı, özellikle yöresel enstrüman, yöresel el işleri, ağaç dikimi, nine ve dedelerden masal, mani, yemek tarifi, efsane derlenmesi, bando takımı gibi etkinlikler, yaşıtları için açılmış tüm ulusal ve uluslararası yarışmalar için yüreklendirilmeleri, hazırlanmaları ve katılımları, tüm derslerin yarışmalara dönüştürülmesi.
Hedef Kitle;
Her ilden merkezi sistemi temsilen bir üst düzey yönetici. Vali muavini veya Kaymakam.
Her YİBO'lardan birer idareci.
Her YİBO'dan gönüllü öğretmenler arasından kura ile seçilmiş ikisi kadın üç öğretmen.
Öğrenciler öğrenciler öğrenciler....
Süre;
Üç yıl
Birinci yıl: eğitim, oluşturma, uygulama, sergileme
İkinci yıl: uygulamaları izleme, ölçme, değerlendirme
Üçüncü yıl: yaygınlaştırma.
Uygulama Planı;
1. Bir Danışma kurulu oluşturmak.
koordinasyonu sağlamak
bir yürütme ekibi oluşturmak.
2. Toplantılar yapmak.
(Her ilden bir üst yönetici, her YİBO'dan bir idareci, üç öğretmen)
İl, bölge, etkinlik, program gibi bölümlere ayırarak gruplar halinde
Hafta sonu-Yılda iki ya da üç kez
Birinci toplantı;Hayalin anlatılması. Daha önce gönderilmiş olan proje metni üzerinden görüş ve değerlendirilmelerin alınması.
Uygulamaya ve sürece ilişkin görüşlerin alınması.
İkinci toplantı-eğitimden sonra gerçekleştirilir
Öğrencilerin ve etkinliklerin, bütçelerin tesbiti
Etkinlik materyallerinin çalışma koşullarının hazırlanması ve tamamlanması.
Üçüncü toplantı:
Uygulama örneklerinin sunumu
Ortaklaşan sıkıntılar varsa değerlendirme
Sonucu görülebilen etkinlik ve çalışmaların birlikte değerlendirilmesi
Dördüncü toplantı
Değerlendirme toplantıları ve yaygınlaşabilecek uygulamaların değerlendirilmesi
Çeşitli ölçütlerin belirlenmesi-yaygınlaştırmada
Diğer toplantılar....
3.Eğitimler yapmak
(Her ilden bir üst yönetici, her YİBO'dan bir idareci, üç öğretmen)
İl, bölge, etkinlik, program gibi bölümlere ayırarak gruplar halinde
Hafta sonu
Başlangıçta bir kez yapılır
Bu işlere yönelik yetenekli çocukların tesbitinin nasıl yapılması gerektiği?
Sürece; işlerinin en iyisi olan insanların katılmasının nasıl sağlanacağı?
Faaliyetlere ne tür desteklerin sağlanabileceği?
Ailelerin ve çevrenin desteğinin nasıl alınacağı?
Proje koordinasyonunun il bölge ve ülke düzeyinde nasıl sağlanacağı?
Faaliyet değerlendirmelerinin nasıl ve hangi zamanlarda olacağı?
Başarı kıstasları ve başarı ödüllerinin ne olacağı?
4. Kurul'un ve proje ekibinin sık sık YİBO'ları ziyareti.
gibi gibi gibi...
Bu hayale bir son lazım ki; üç-beş yıl sonra Anadolu'nun her yerinden öğretmenlerin, çocukların başarı öyküleri geliyor.
Artık çocukların başarı hikayeleri, şiddet hikayelerinden daha çok yer alıyor medyada. Ama başka nedenle değil,gerçekten öyle olduğu için.
Yıllar içinde bir kartopu gibi büyüyor mutlulukları.
Çocuklar mutlu biz mutlu.
Gökten de bir kaç elma düşsün artık...)
Lütfen izinsiz kullanmayınız...
25 Mayıs 2010 Salı
YEMEK YEMEK
24 Mayıs 2010 Pazartesi
HANIMELİ VE İĞDE KOKULARI ARASINDA
23 Mayıs 2010 Pazar
KARDEŞLİK SOFRALARI
22 Mayıs 2010 Cumartesi
KENDİMİZE YARDIM
YENİ BİR DÜŞ
21 Mayıs 2010 Cuma
BİR ŞEY YAPMALI
10 Aradıkları becerilere sahipsek çok da hoş olabilir- Antalya Kent Müzesi http://www.antalyakentmuzesi.org.tr/index.php?Itemid=124&option=com_facileforms