21 Kasım 2011 Pazartesi

VEDA

Ölümün ardındaki sır nedir?

Neden her şeyi temize çeker bir tek ölüm?

Biz neden ansızın kaybettiğimiz insanın egosuyla ilgili her şeyi silip, en derin insanlığıyla, ruhuyla baş başa kalıveririz.

Bir ölünün, bir ölümlünün ardından nasıl bu denli sarsılır günlük paradigmamız?

Dün Kızılay Meydanı eski meydandı sanki. Sanki Kızılay binası hiç yıkılmamış gibiydi. Ya da yıkılmış da yerine Kızılay’daki kalabalığı seyrekleştiren, gürültüleri dağıtan ferah, güzel ve bu meydanı meydan yapan bir park kurulmuştu epeydir.

Bir hafta önce kendilerine Cumhuriyetçi diyen bir kitlenin yürüyüşünü, dün de, 11 Kasım’da da bu cenazeyi görmek istemiş ve gitmiştim. İkisine de kendimi ayırarak katılmıştım. Milat İki bin altı yaşında iken memleketimde neler oluyor diye merak etmiştim.

Cumhuriyetçilerin; ne yapacağını çok da bilemez, oldukça kızgın, eğitimli, orta sınıf , yolsuzluğa ve yoksulluğa pek de değinmeyen, tüm ayak diremelerine karşın ırkçılığa sürüklenen söylemlerinden rahatsız olmuşum.

Cenaze böyle değildi.

Devlet töreninin griliğine, siyahlığına, sansürüne, duyguyu dışlayan katılığına ve sistemi dayatan yapısına ve bir de abartılmış dinselliğe karşın halk cenazesiydi izlediğim.

Dün meydanlar meydandı yine, halklar halk.

Dün; halk için yoksulluk bir söylem değildi istenirse çözülebilir bir şeydi. Yoksulluğu çözmeye gayret etmiş, belli somut gelişmelere imza atmış, yaşamlarına iyi şeyler sağlamış bir adamı kaybedenler oradaydı. Hak bir söylem değildi, bağımsızlık bir söylem değildi. Uğruna ne kadar yenilirsen yenil, arada bir saparsan sap, mücadele edilmesi gereken temel insanlık hedefleriydi.

Dün alanlarda eski CHP vardı. Biraz yaşlı biraz yorulmuş biraz ne yapacağını? Nereye gideceğini? Nereye akacağını bilmez ama hala dirençli ve umutlu bir CHP. En azından ne olmayacağı? Ne yapmayacağı konusunda kafası çok net olan insanlar.

Dindar insanlar vardı. Dininin yanında sınıfının farkında olan insanlar. Onlar bugünkü fırsatçı, liberal, dayatmacı rüzgarın önünde eğilmemişlerdi.

Anadolu’dan insanlar vardı. Çoktular. Çok fazlaydılar. Büyük kent insanı gibi değildiler. Sıradan olduklarının bilincini yitirmemişlerdi. Kapitalizmin her biri tükettiği bir ürün nedeniyle kendini özel sanan çıkmazlarda dolaşan insan suretlerine dönüşmemişlerdi.

Sınıf vardı Ankara’da dün.

Kürdü, Türkü, Lazı, Çerkezi, Alevisi, Sünnisi hepsi vardı ama hepsi halk olarak oradaydı.

Ve DSP tüm varlığıyla oradaydı. Her zamanki gibi ağırbaşlı ve sakin. Töreni istismar etmeyen,edilmesine fırsat tanımadan, boşluk bırakmadan, cenazeyi gerçek sahibinin, halkın kaldırması için elinden gelenin en iyisini yapan DSP. Partilerini de gerçek sahibinin, halkın kalkındırmasına izin vereceğini umduğum DSP. Törende sahiplendiğini politikada da sahiplenebileceğini dilediğim DSP.

Dün Ankara’da vefa vardı. Yapılanlar kadar niyetleri de anlayabilen ve niyetlere de vefa duyabilen insanlar; kasabalarından, köylerinde çıkıp çıkıp gelmişti.

Bağışlama vardı. Niyete karşın yapılan temel yanlışların da, bazılarını bizzat ödemiş olanlar da dahil, bağışlandığını göstermek istediler.

Uykusuzluk, yorgunluk, keder vardı.

Kederinin paylaşıldığı dayanışma.

Dayanışmanın yarattığı umut.

Umudun şiiri vardı.


Çocukları yoktu yalnızca.
Çocuğu olmayan bir topluluk gibiydi Dün Ankara.
Zararı yok onların da çocukları yoktu.
Onların çocukları Dün Ankara’ydı.

SAYIN ALİ BULAÇ

Geçenlerde bir kadın programında size rastladım. İki saatlik programı baştan sona izledim. Sizi saygıyla önemsediğim için, kullanılan meşum tümce daha önceden kulağıma çalındığı, gözüme takıldığı için izledim. Karşıt görüşlü bir televizyon kanalına, modern kadınların izlediği varsayılan bir programa çıkmanızın nedeninin, popülizm değil anlaşılma kaygısı taşımasını, cesur bir girişim olmasını umduğum için izledim.

Bir panelde modern kadının kolay elde edilirliği gibi bir laf etmişsiniz. Size göre bu laf yanlış anlaşılmış. Ve bu yanlış anlaşılma üzerinden, gazetelerce, dünyanın ve ülkenin bir çok meselesi bir yana bırakılıp tam yirmi sekiz yazı kaleme alınmış. Buna da çok şaşırmışsınız.

Programda, sözlerinizin yeni bir toplumun yaratılmasında ya da var olanın sorgulanmasında bir fırsat olarak görülmesini bekliyordunuz. Kadının çalışması ve aşkı, aile yapısı, konut büyüklüğü, iletişim, yaşlıların ve çocukların bakımı gibi konulardan hareketle toplumsal yapının en azından tartışılmasını ummuş olmayı istiyordunuz.

Gelin şimdi bu istediğinizi birlikte yapalım. Somut olsun, yeni olsun, anlaşılma çabalarınıza değsin diye sizin o programda sarf ettiğiniz sözler üzerinden yapalım bu sorgulamayı.

Öncelikle şikayetçi olduğunuz çekirdek ailelerden ve apartmanlardan başlayalım mı?

Ben de büyük avlulu, bol odalı, odaların penceresinden güneşle birlikte bahçedeki ağaçların dalları giren, cümle kapıları çift kanatlı, neneli, dedeli, yengeli, “adımını attığında sokakta olduğun” evlerde geçirdim çocukluğumu ve onları, o avare zamanlarımı çok özlüyorum.

Şehirlerimizdeki evler de öyleydi bir zamanlar. Bahçesinde, sokağında çocukların oynayabildiği, bir ya da iki katlı, komşuların, pişirdiğinden bir tabak da yanındakine sunduğu evlerdi.

Öyle değil mi iki gözüm Ali Bey?

Cumhuriyetin ilk yapılarına bakın bir kez. O dönem yapılmış evler, apartmanlar kadar resmi binalarının bile bir ruhu vardı.

Bir cumhuriyet projesi olduğunu söylediğiniz apartmanlaşma, iletişimin kesilmesi, yaşlıya çocuğa duyarsızlık, doğru anlamak gerekiyorsa cumhuriyetin değil liberalleşmenin işi değil mi? Adnan Menderes’in, Süleyman Demirel’in, Turgut Özal’ın, Tansu Çiller’in ve en son Recep Tayyip Erdoğan’ın uyguladığı kuralsız, özelleştirmeci, pazarlamacı liberal politikaların toplumsal sonuçları değil mi?

Nerede şimdi o binalarımız
Kim ya da kimler, Hitit’lerden, Bizans’tan, Selçuklu’dan, Osmanlı’dan, Cumhuriyet’in ilk yıllarından kalan binalarımızı, kutu gibi evlerimizi gökdelenlere, şekilsiz, çürük, çirkin apartmanlara peşkeş çektirdi ve çektirmeye devam ediyor.

Ya kadınlar?

O büyük geleneksel evlerin yükü kaç kadının omzunda dönüyordu hiç düşündünüz mü? Kaç kadının uykuya doyamamış yılları vardı konuşulamıyordu, ona yakın doğumu, beş altı düşüğü, rızası olmadan evlendirilmesi, en ufak aykırılığında büyük bir utanç yüklenerek baba evine yollanması, üstüne kuma getirilmesi o evlerde bir türlü görülemiyordu, sesleri, ağlayışları duyulamıyordu. Çocuklarını bile doyasıya sevemiyordu kadınlar.

Biz artık büyüdük Ali bey kardeşim. Dünya değişti.

Bugün size göre Kadınlar gerekirse çalışmalı. Kadınlar çalışmasın, demediniz. Ama hepsi çalışsınlar diye de bir kural olmamalıydı size göre.

Sizce bu dünya sisteminde ekonomik özgürlüğü olmayan kadın ya da erkek kimin söz hakkı,yaşama hakkı olduğu bir yana, bırakın, kadınlar karar versinler buna. Başkalarının hayal ettiği bir yaşam için, çalışma ve kamusal yaşama katılma biçimlerini kendileri belirlesin. Başkalarının yaşamları üzerinden politika yapılmasın.

Bugün hepsi çalışmasın dediğiniz kadınların kaç bin tanesinin evlerinde kapalı bir şekilde, büyük firmaların aracıları yoluyla, sigortasız ve kölelik ücretiyle çalışmak zorunda olduğu konusunda ne diyorsunuz?

Yaşlılarımızı huzurevlerine bırakmayalım diyorsunuz. Ben de yaşlının, özürlünün, doğal ortamının dışında bakılmasını hoş bulmuyorum. Ancak evde yaşlıya da çocuğa da engelliye de bakan yine kadın. Yaşlılarımızı huzurevine bırakmayalım demek yerine erkeklerin de evde ve ev işlerinde daha çok sorumluluk almaya çağıramaz mıydınız? Ya da doğal ortamlarında desteklenmelerini tartışamaz mıyız. Ki biz meslek elemanları olarak bunu yıllardır tartışıp bir türlü, görkemli açılış törenleri meraklısı yöneticilerimize kabullendiremiyoruz.

Muhafazakar belediyelerin icraatlarına bir bakın isterseniz. Özellikle büyük şehir niteliğinde olanlar. 500 – 1000 kişilik huzurevleri açma konusunda gerçekten yarışıyorlar. Yaşlı mı inşaat mı düşünülüyor diye merak ediyor insan.

Yaşlıların evlerinde, mahallelerinde desteklenerek yaşamlarını sürdürebilecek bir çok alternatif varken neden sayı çoğaldıkça birey olma vasıfları törpülenen devasa huzurevleri açıldığını sormuyorsunuz?



Mahallelerde, küçük ölçekli, evleri çağrıştıran ve gündüzlü olan, hizmet alanların birbirlerini tanımalarını ve dayanışmalarını sağlayan, annelerin ziyaretine açık kreşler, yaşlı evleri, engelliler merkezlerini tartışmak yerine, neden her şeyi kadınlara ve gelenekselliğe yüklemek istiyorsunuz?

Ah Ali Bulaç,

Böyle olmaz kadim kardeş,

Söylediklerinizi ben doğru anladığımı düşünüyorum. Ama anladığıma da katılamıyorum.

Modern kadın tanımınızı çok kavrayamasam da, başında örtü olup olmadığını kast etmediğinize, bu konudaki tavrınızı az çok bildiğim için inandım.

Birkaç ay önce medya muhafazakar erkeklerin hayalini süsleyenin Sibel Can olduğunu belirtmişti. Bu hanım da, beğenilmesinin kendisinin aile tipi kadın olmasından kaynaklandığını ve bu sonuçtan çok mutluluk duyduğunu duyurmuştu televizyonlarda. Bildiğim kadarıyla sizin çevrelerden bir itiraz gelmemişti. Demek ki kadın tek tip anlaşılmıyor artık. Moderni de gelenekseli de.

Bu hanımın kaderi midir nedir, beş altı yıl önce aynı hanım üzerinden bir yazı ya da söyleşi hatırlıyorum ki o da “modernlik her akşam televizyonlarda onun koltuk altını göstermek olmamalı” türünden bir tartışmaydı. Ne ironi değil mi?

İronileri geçelim kardeşim,

Söylemek istediğiniz şeyin, sakızından şampuanına, araba lastiğinden arabanın kendisine, kadar satışı yapılan ürünün çıplak kadınlarca tanıtılıp satılır olmasını ve bunun da o kadınların kolay elde edilebilirliği işaret ettiği yönde anladım ben. Kadının ürünün bizzat kendisi olduğu durumlar da dahil. Sizin beklediğiniz gibi anladım.

Ama burada bile göremediğinizden dolayı sarf etmiş olduğunuzu umduğum büyük bir çelişki, çıkmaz ve önyargı var?

Başında örtü olan kadınlar soyunmuyor.

Başında örtü olmayan, kolsuz giyinen, plajda mayolu yüzen kadınlar da soyunmuyor.

Ama söylediklerinizden bu kadınların soyunabilme ihtimalinin yüksek olduğu çıkıyor. Soyunabilme ihtimali yüksek ise kolay elde edilme ihtimali de yüksektir gibi bir sonuç da.

Yani kadın askılı giyiniyorsa soyunabilir ve kolaydır?

Yok böyle bir şey cancağazım.

O, sözünü ettiğiniz kadınların soyunması, soyundurulması bambaşka bir şey.

İşte görmek, düşünmek, dokunmak istemediğiniz konu bu?

Belki de en çok korktuğunuz?

Programda; ciddi mücadeleler verdikleri için Avrupalı feministlere saygı duyduğunuzu ama buradakilere, yerli feministlere, haklarının yukarıdan verildiği ve her şeyi “çeviri olarak” dışarıdan öğrenip uygulamaya kalktıklarını düşündüğünüz için saygı duymadığınızı söylediniz

Oysa sizin bugün görebildiğiniz ve açıkça dillendirmekten geri durduğunuz konuyu onlar ilk çıktıkları yıllarda dosdoğru ve bağıra bağıra söylüyorlardı, bugün de söylüyorlar.

Katılanlar hatırlar on beş yıl önce Ankara Yüksel Caddesinde büyük baskılara karşın yaptığımız 8 Mart şenliklerinde, Perşembe Grubunun standı sadece bu konuya ayrılmıştı. Ne zaman ortak bir toplantıya katılsam, kapitalizmin kadınları kullanmasının ülkemizdeki feminist gündemin önemli başlığı olduğunu görürüm.

Siz okuyan, düşünen bir insansınız. Kapitalizmde her şeyin kadınla satıldığı bilirsiniz. Kadınları kullanma biçimlerinden biri de budur kapitalizmin. Bazısını kendi evinde kaçak işçi olarak çalıştırırken bazısını da böyle kullanmaya kalkar.

Bakın bakalım kimlerin bayisi olduğu ulusüstü firmalar hangi kadınları ister soyunuk, ister giyinik ne şekilde kullanıyor? Ve tabii çocukları da.

Can kardeş Ali Bey,

İşin bu boyutlarını gerçekten yeni mi görüyorsunuz? Yeni bile olsa, adlı adınca tanımlanamasa da görebilmenizin benim için anlamı çok büyük?

Kimler yoğunlukla ticaret yapıyor bu memlekette, ticaret yapanlar mallarını neyle satıyorlar?
Ticaret yapmayı sorgulayalım mı?

Ticaretin varsa ahlakını? İşte bu; ne denli barışçı, akılcı, ütopyacı olsanız da sizin için bile şimdilik zor hatta imkansız?

Ticaret sizin durduğunuz yerden en meşru görülen etkinlik.

Bunu sorgulayan sorgulayabilen insanlar için hala umut var.

Yarını hazırlayanlar da yaşayıp yazanlar da onlar olacak galiba.

Bugün özellikle yakın coğrafyada bizlere yaşatılanlar; çaresizlikten dolayı kimliği korumanın çok önemli olduğunu, kimliğin de, etnik köken, milliyet, ırk ya da din ve mezhep olduğunu dayatmaya kalkıyor. Böyle bir sürükleniş içindeyiz. Uzak çoğrafyalarda ve aşmış görünen yerlerde bile etkisi yüksek.

Sınıfsal bakamazsak, böyle yanlış yerden görmeler, yanlış değerlendirmeler, yanlış anlaşılmalar daha çok olacak. Militarizm artacak. Öfke, kin, kutuplaşma birikip birikip büyük bir kopuşa neden olacak. Sınıfsal bakamadığında halkı, kültürel mirası, kadim kentleri, çocukları bugünü ve geleceği içtenlikle dert edinen bir çok insan daha bir çok kez düşünüp düşünüp işin içinden çıkamayacak. Çağa umutsuzlukla, kederle, hayal kırıklığıyla seyirci kalacak. Ve yenilecek.

Merak ediyorum çevre konusunda, diğer canlıların yaşam hakkı konusunda neler diyorsunuz?

Muhafazakar çevreler biyolojik çeşitliliğin korunması, doğa koruma çalışmaları, çevre duyarlılığı, kentsel haklar, kürk ve deri satışı konusunda neredeler?

Kavil kardeş,
Ali kardeş,

Sayın Bulaç,

Aşkı unutmuş olamazsınız.

Ne üretiyorsak üretelim aşk olmadan olmaz. İnsanı diğer canlılardan ayıranın düşünmek ya da konuşmak olduğu söylenir. Oysa ne düşünmek ne de konuşmak dünyanın bugün insanlar tarafından bir cehenneme dönüştürülmesini engelledi. Aksine. Ama aşk. O başka bir şey. Aşk bizim en insani yönümüz. En güzel, en ince en kırılgan, en doğal, en âlâ yönümüz. Özümüz. Aşkla baktığımızda, okuduğumuzda, yazdığımızda, boyadığımızda, dinlediğimizde, çalıştığımızda, uyuduğumuzda, uyandığımızda, aşkla yola çıktığımızda bir anlamı oluyor çoraklaştırılmış hayatlarımızın. Aşksız yapılan hiçbir şeyin, söylenen hiçbir sözün ruhu, özü, anlamı ve estetiği olmuyor. Bunları yazıyorum diye beni de kolay elde edilebilir kadın olarak değerlendireceğinizi sanmıyorum.

Aşkı uğruna bir çok şeyi göze alan kadınları da öyle nitelemeyeceksiniz umarım. O kadınlar ki aşkları uğruna bedenlerini ve ruhlarını soyuyor, giydiriyor, yanıyor ve yakıyor, köleleşiyor, asileşiyor, olmadık işler yapıyorlar. Ve bir kişi için, sadece sevdikleri biri için, yapıyorlar bunu. Aşkla ve başka hiçbir duygunun sağlayamayacağı sadakatle. Onlara kolay kadın derseniz yaşamı hiç tanımıyorsunuz demektir ki o zaman size söyleyecek hiçbir şeyim kalmıyor.

Azizim Ali kardeş,

İsterseniz son bir konuya daha birlikte bakalım.

Kolay kadın ne demek? Kim kimler kolayca elde ediyor bu kadınları? Kolay elde ettikleri kadınları ne yapıyorlar? Hangi erkek için kolay elde edilebilir kadın gerekiyor? Kolay erkekler kimler oluyor? Zor erkek var mı ki zor ya da kolay kadın diye bir kavramı konuşuyoruz. Bu nasıl bir dil? Özgür, mutlu, barış içinde, eşitlikçi, adaletli bir dünyayı oluşturacak olan böyle bir dil mi sizce?

Bence değil.

Bence değil.

Size de yakıştıramam açıkçası

20 Kasım 2011 Pazar

GANİ DAYI-GIRNATA

Klarnet;
Bildiğim kadarıyla bölgede Elazığ'ın dışında sadece; Eğin, Ağın, Arapgir üçgeninde çalınan bir enstürman. Ona enstürman denir mi? Bilmiyorum. O bizlerin yürek sesidir.
İç sesimizdir. Ruhumuzun en derinlerinden gelen ezgilerimizdir. Kimselere söylemediklerimizdir.
Başka hiç bir çalgı bizim duygularımızı o kadar iyi anlatamaz. Efkarımızı, coşkumuzu, acımızı, özlemimizi, aşkımızı, ayrılığımızı anlatamaz.
Çaremizi ve çaresizliğimizi de.

Elazığ müziğinin Diyarbakır, Urfa müziğine benzerliğini söylerler hep, ama oralarda klarnet bizim kadar yaygın kullanılır mı bilmiyorum.
Çocukluğumun en büyülü çalgısıydı. Hâla da öyledir. Duyduğumda, diğer tüm seslere kapanır kulağım.

Tahsin Dedem de çalarmış.
Horoş'da ve başka bir çok köyde. Belki Cücügen’de de çalmıştır.
Tahsin Dedemin bir kardeşi - Veysel Amca- keman, bir kardeşi- Muhittin Amcam- davul çalarmış.

Dedeme yetişip dinleyemedim ( Belki bebekken çaldığını duymuşluğum vardır )
Ama Gani Dayı'yı dinledim Vahşen'de bir düğünde. Sonra çocukluğumun son deminde, Ankara'da evimizde.
Bu nasıl bir müzik?
Bu nasıl bir çalgı?
Bu nasıl bir ses?


Bizim için; klarnetin yeri açık havalardır.
"Elektirirğin olmadığı zamanlarda; "lüks" hatta “löküs”denilen ve ışığı bir fenerden çok daha parlak olan bir cihazın aydınlattığı, harman yerleri, gece bahçeleridir.
Köyden köye gelin almaya yaya gidilen devirlerde, renk renk, desen desen giyinmiş genç kız ve gelinlerden oluşan düğüncülerin, dönüşte gelinin bineceği süslenmiş atın yanıdır.
Klarnetin yeri patika yollardır, dağlardır, meşeliklerdir, çaylardır, yazılardır, gözelerdir.
ve en çok bağlardır.
Tarlada çalışan da, damda hamur yuğuran da, çeşme başında ayran soğutan da, ahırda inek sağan da duyabilsin diye açık havalardır.
Fırat'la Murat dinleyebilsin diye.
Munzur’la Beydağı duysun diye.
Keklikler dinleyebilsin diye.
Börtü böcek, çemen çiçek açsın diye.
Topraklarımızdan bolluk bereket eksik olmasın diye.
Üzümlerimiz, incirlerimiz, dutlarımız ballı olsun diye.
Desenlerimiz, renklerimiz solmasın diye.
Klarnetin yeri açık havalardır.


Bugünlerde de Mediterraneo'da, Nicos'un kemanını dinlerken, aynı geniş, uçsuz bucaksız insanlığı dinliyorum.
Tahsin Dedemle Gani Dayı'nın klarnetini dinlemiş gibi oluyorum
Vahşenli Agopcan ustayı dinliyorum.
İnsanlığın en insancıl, en meleksi sesini duyuyorum.
Helal olsun sizlere.
Helal hoş olsun


Not; Bu yazıyı yazarken İsmail N. Beydemir’in, makalesinden yararlandım. Kendisine saygılarımı sunar teşekkür ederim.

BUGÜN

Sus.
Bugün, konuşacak ve umut edecek hiçbir şey yok. Sus.

Bugün ben, işgalcilerine secde edecek kadar kendine yabancılaştırılmış halk, heykelleri yıkılan diktatör, hangi savaşa gittiğini ne zaferi kazandığını bilmez asker, 'Bağdat dün insanlık tarihinin dönüm noktalarından birini böyle yaşadı' başlığıyla bikinili kızları savaş fotoğraflarının yanında sergileyen gazetenin, savaş karşıtı gazetecisi, savaşı durduramayan insan, sömürgeleştirilen ülke, yağmalanan bir kentim.
Bugün ben, bu savaşın ölü çocuklarıyım.
Oğlu, savaşta ölünce ancak Amerikan vatandaşı sayılan Meksikalı anneyim.
Bugün ben, katliamı seyreden Birleşmiş Milletler, 'Irak'a Özgürlük' yalanının son karesi, şirketlere teslim olmuş dünya, insani kriterlerimin olduğunu söyleyen birliğim.
Petrolüm, bor madeniyim, nehir suyuyum.
Sapanı kırılmış oğlan, Filistin Oteli önünde vurulan kameraman, yönetimlerince milliyetçiliği kışkırtılıp bağımsızlığı parça parça pazarlanan Arap halklarıyım.
Bugün ben, nerede olduğu meçhul El Sahaf'ım.
Onun konuşmalarını televizyonda Türkçe'ye çeviren kırık sesli delikanlıyım.

Çokça Bağdat biraz Gazze biraz Hiroşima'yım.
Nagazaki'ye atom bombası atan karanlık güçlerin yeni binyıldaki kimyasal silah arama bahanesinin rakamsal bir sonucuyum.

Bugün efkarlıyım.
Firdevs Meydanı'nda ne yapacağını bilmez, kendini oradan oraya vurarak dolaşan çaresiz vatandaşım.

Sus kalbim.
Bırak bugün kederimle kalayım.
Gönlüm avunmayıversin bugün de.

Beyhude tesellilerle yorma beni. Sus
Ne içimde çığlık çığlığa uçan bir martı istiyorum. Ne ağıt, ne ağlama.
Bir şey anlamaya, çözümlemeye de kalkışma.
Ne umudun teorisi ne teorinin umudu.
Bugün sus.
Bırak suskunluğumla kalayım.
Bugün on nisan kalbim.
Bugün sus.
Sus.


10 Nisan 2003
Güven Tunç

5 Ekim 2011 Çarşamba

TATSIZ TUZSUZ İSKENDER PAŞA


Birkaç ay önceydi, ve sanırım Enver Aysever’in programındaydı. Konuktunuz ve okunmamaktan çok şikâyet ediyordunuz. Çok şaşırmıştım. Bir adam, görüp görebileceği en şâşâlı döneminde, çıkıp okunmamaktan yakınıyordu. Okunmamaktan, ciddiye alınmamaktan, kendisiyle ilgili yazı yazılmamasından…

Ve bir de daha önce yazılarınıza konu olan müstehcen bulabildiğiniz oyunların devlet tiyatrosunda sergilenmesinin yasaklanmasını işaret ettiniz.

Sonra, sonra türkülerdeki müstehcenlik size konu oldu. Düğmelerin dar gelmesini ya da Halime’nin samanlıkta basılmasını müstehcen ve kadını aşağılayan türkü sözleri olarak kınadınız. TRT’de çalınmasının yasaklanmasını istediniz. Sansür istediniz...

Ve sonra Balçiçek Pamir’in programında bazı atasözlerine, bazı deyimlere hatta yanlış bilgiler içerdiği için Wikipedia’ya sansür istiyorsunuz. Sizce düzeltme düzenleme...

Son olarak da aynı programda Neşet Ertaş türkülerinde de müstehcenlik bulduğunuzu söylüyorsunuz…

Ne demiş ozan; “Bir tenhada can cananı bulunca”

Adam bir tenhada cananını bulmayı istiyor? Aslında adam cananını özlüyor. Canan dediği belki karısı, sevdalısı. Anlaşılan siz bunu müstehcen buluyorsunuz.

Aksine çoğu kadın; erkeğin romantik olmamasından, ona olan sevgisini göstermemesinden hatta onu sevmemesinden şikâyetçi.

Bu yüzden kadınlar; türkülerdeki müstehcenlik ve kadın bedeninin aşağılanması saptamanıza katılmadılar. Ve sanırım sizi samimi bulmadılar.

Kadından yana bir tavrınız olsaydı başka türlü olurdunuz. Kadın gözüyle bakıldığında pek de kadınları anladığınız söylenemez.

Kadının aşağılanmasına karşı çıkan on dört yaşındaki kız çocuğuna tecavüz edenlerle uğraşırdı.
Kadının aşağılanmasına karşı çıkan kadın cinayetlerine karşı çıkardı… Olmadı. Kadınlardan olumlu bir tepki gelmedi. Size katılmadılar. Hatta ürktüler.

Gelelim bu ülkede dostun düşmanın görmezden gelemediği hatta gizli gizli okuduğu, çok okunan çok bilinen yazarlara şairlere. Onlar temel insanlık konularında çok açık taraf oldular. Bakın Nazım Hikmet’e, Yaşar Kemal’e, Orhan Kemal’e, Vedat Türkali’ye, Rıfat Ilgaz’a, Enver Gökçe’ye, Ahmet Arif’e. Çok bilinenler olduğu için onların isimlerini sayıyorum. Hepsi barıştan yanadır, kardeşlikten, eşitlikten, hepsi yoksulluğa baş kaldırmıştır, Yolsuzluğa karşı gelmiştir. Ve karşı geldikleri savundukları idealleri için bedel ödemiş ve asla ödedikleri bedelleri bizlere hatırlatmamışlar onların arkasına sığınmamış, onların karşılığını beklememişlerdir. Onları büyük yapan belki de savundukları fikirlerin masumiyeti ile ödedikleri bedellere karşı o büyük tahammülleridir.


Belki de “Onları” büyük yapan; hiçbir düşüncenin, sözün, eserin “yasak” olmasına, sansür getirilmesine tahammüllerinin olmamasıdır. Özgürlüğe sonuna kadar inanmış olmalarıdır.

Belki de “Onları” büyük büyük yapan; halkın sanatının önünde saygıyla ve hayranlıkla eğilebilmeleridir.

İşte en hayranlık duyduğum örneklerden biri;

Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun dizeleri;

“Şairim
Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası
Ayak seslerinden tanırım
Ne zaman bir köy türküsü duysam
Şairliğimden utanırım”

Ve belki de onları büyük yapan; cananı, yâri, hayatı, sokakları, dostlarını, arkadaşlarını, komşularını, muhabbeti, türküleri, musikiyi, sinemayı, tiyatroyu, masalı, efsaneyi, neşeyi, mutluluğu, çocukları, şarkı söylemeyi sevebilme yetilerinin gelişmişliğidir.

Hayata olan ilgileridir.

Onlar yüzlerce yıldır halkın dilinde olan bu türküleri ve ozanlarını severler. Onlara müstehcen gelmez aşk. Halka da gelmez. Niye gelsin ki?


Ozan diyor ki; “Di yeri di yeri boynan dolanam/ Sen uyu ben uykulardan uyaram”
Ozan diyor ki; “Bir zıbın giyinmiş çemberi sarı/ yar göğsünde bir çift Gürcistan narı”
Ozan diyor ki, “Sürüler içinde sürmeli koyun/ Şafaklar atıyor serhoşum soyun”
Ozan diyor ki; “Ar gelir Osman Ağa ar gelir/ Safiye’me karyola dar gelir”
Ozan diyor ki; “Çıt çıt çıt çıt çedene de/Sar bedeni bedene”
Ozan diyor ki;”Uyan uyan sar beni/ yar olduğun bileyim”
Ozan diyor ki;”Bu dünyada yardan datlı var mola”
Ozan diyor ki; “Ak gerdan altında/ Mevlam neler yaratmış”
Ozan diyor ki; “Aman yarim gez de gel/Badeleri düz de gel/ Sarhoşum ben çözemem /Düğmeleri çöz de gel”
Ozan diyor ki; “Aman Adanalı canım Adanalı/ Ben sana yandım şişman delikanlı”
Ozan diyor ki; "O yanı pembe hanım bu yanı pembe hanım/Çöz pembe şalvarını canım gönlüm var sende hanım."
Ozan diyor ki; "Bağ altına bağ altına/ Al beni yorgan altına"


Bunlar hayatın ve sevdanın binlerce yıllık şarkıları. Bu şarkıları yargılamak hayatı ve aşkı yargılamaya denk düşüyor. Ve belki de halkı

Halkın bir bildiği vardır mutlaka.

Bazen halkı dinlemek gerek. Bilgeliğine inanmak gerek. Onun yolundan gitmek gerek.

Halkın kültüründen beslenebilmenin insanı geliştirdiği, insana renk ve ahenk kattığını bilmek gerek.

Belki o zaman hayatın da yazının da tadı tuzu yerine gelir. Mutsuzluğu yavaş yavaş da olsa silinir. Neşe gibi bir duygunun farkına varılır.

Tüm ozanları saygıyla anarken birkaç dizeyle bazılarını da yâd edelim.Ve onları dinlemenizi önerelim.

Ömrü boyunca böyle dizeler yazamayanlar var...

Ozan diyor ki; “Ben ağlarım doktor ağlar dert ağlar/ Haram oldu yâri gördüğüm çağlar”
Ozan diyor ki; “Ben seni sevdiğimü dünyalara bildirdüm/ Endürdin kaşlarıni babanı mi öldürdüm”
Ozan diyor ki;”Bu dağda ceyran gezer/ Tellerin tarara gezer/ Ben yara neynemişem/ Yar menden kenar gezer”
Ozan diyor ki; “ Ne ağlarsın benim zülfü siyahım/ Bu da gelir bu da geçer ağlama”
Ozan diyor ki; “Ağlama yar ağlama/ Mavi yazma bağlama/ Mavi yazma tez solar anam/ Yüreğimi dağlama”
Ozan diyor ki; “ Yüce dağ başında yanar bir ışık/ Düşmüşem derdine olmuşam aşık/ Ak buğday benizli zülfü dolaşık/Dividim kalemim yazanım”
Ozan diyor ki; “Kaşların karasına/Mil çekmiş arasına/Seni merhem diyorlar/Gönlümün yarasına”

9 Temmuz 2011 Cumartesi

"Bu bayram olmazsa kurbana kalsın"

 Bir süre yazı yazmayacaktım. Ama bunu yazmadan duramadım… Durulamıyor…

Konuyu benden önce mutlaka çok daha iyi çok daha bilimsel yazanlar vardır.

Zor bir konu… 

Daha çok çocukların ve kadınların şiddetten arınmış bir hayat içinde yaşama hakları ile ilgili.


İnsanlığıyla, ilkesiyle, onuruyla yaşayan tüm erkek kardeşlerimi sevgi ve saygı ile selamlayarak... 

Anadolu'nun, "Emrah buse ister nazlı yarinden/Bu bayram olmazsa kurbana kalsın." diyen Erzurumlu Emrah gibi, has adamlarını anarak başlayalım bakalım.


Son yüzyılın tek yenilmişi olan erkekliğe… 

Yenilmişliği göremeyen körlüğe... 


Konu; çocuklara musallat olunması ve kadınların öldürülmeleri.

Sadece "ruhsal bozukluk" deyip geçilemez.

İstismarı gerisinde istismar yaşatılmış bir çocukluk da olabiliyor durumunu, meslekten dolayı az çok biliyorum ama, konu ondan çok daha geniş ve sistemsel,

Konuya biraz geriden, epey geriden başlıyorum.

Sınıflı toplum.

Doğanın, emeğin, bilimin, sanatın, aşkın insafsızca ve çirkince metalaştırılması…

Sınıflı toplumun otoriterleşerek bir yandan erkekliği kışkırtırken bir yandan bireyi ezip ezip geçmesi.

O sınıflı toplumun bugün geldiği, getirildiği bu sürecin, insanda yarattığı o bir büyük korku ve o büyük çaresizlik... Bir büyük çelişki olarak bir yandan da kışkırtılması yine aynı ölçüde artırılmış erkeklik…

İnsanın duyduğu korkudan dolayı özgürlüğünden vazgeçmesi

İnsanın menfaati için, rıza ve iştahla özgürlüğünden vazgeçmesi… Haklarından vazgeçmesi… Dayanışmadan vazgeçmesi…

O büyük yenilgi… 

O büyük teslimiyet… 

İnsanın insanlığından vazgeçmesi biraz da…

O da haklarını arayacağına, sınıfıyla dayanışacağına, gerçeği algılamaya çalışacağına gidip kışkırtılmış bir erkekliğe sığınıyor. 

Önce kadın açısından bakalım.

İşte bunlar da şunları bekliyor… Gözünün kestirdiği kadın onu reddetmeyecek, onun kadını olacak, her istediğinde onunla olacak, her an hem yemek hem ev işi hem yatak olarak emrine amade olacak, dışarı çıkmayacak ona laf getirmeyecek, çalışmayacak, kendisi eve çocuklara para bırakmayacak ama akşama eve geldiğinde yemek hazır olacak güler yüzle karşılanacak, kadın hep güzel kalacak, ne kadar çalışırsa çalışsın yıpranmayacak, yaşlanmayacak, şikayet etmeyecek.Kadın vesveseler içinde boğulup gidecek...

Gerçeği tümüyle kaybetmiş bir bakış açısı…

Ve kadın gidiyor. Evde olsa bile ruhen çoktan gitmiş oluyor... 

Adam bu gerçeği kaybetmiş bakış açısıyla, yetişkin bir kadınla normal bir iletişim kurma olanağını ve şansını yitirmiş olduğunun farkına varamıyor ama sonucunu yaşıyor...

Aciz... 

Olan ondan sonra oluyor... 

Ataerkil sistemde acizliği taşıyamaz kimse… Aciz olanı yaşatmazlar... 

Onlar da esas görmesi gerekeni görmüyor, mücadele etmesi gerekenden korkuyor gidip alçakça kadınları öldürüyor. 

Olmadı ise kendilerini aciz hissetmeyecek ilişki arayışında oluyor... 

İşte kıyamet bu... 

Çocuklarımıza musallat oluyor.

Kız ve erkek çocuklarımızı, kedileri, köpekleri korumamız gereken kıyamet bu. 

Milyonlarcası çocuklarımıza musallat olmuş ekrandan izliyorlarmış. 

Kimler ki bunlar?

Neden bir şey yapılmıyor?

Cehennem başka neresi acaba?


Tüm sıkışmışlığa karşın dayanışma diye bir şey var... İnsanı yaşatır... Haklarına sahip çıkmak diye bir şey var... İnsanı insanlaştırır… Umut olmasa bile inat var… İnsanı onurlandırır…

7 Temmuz 2011 Perşembe

Şehirde ve Gecede


Aziz Hatırasına...
Şiirleri dilden dile dolaşsın diye... 

ŞEHİRDE VE GECEDE

“Havada kar sesi var...”

Üç çocuk...
Üç küçük çocuk…
Ancak ve ancak el dokuması ipek bir kumaşın veya Küçük Asya’ya, Balkanlar’a Mezopotamya’ya, Akdeniz’e özgü antik, atlas bir kilimin motifleri kadar ayrı olabilen ailelerden, aşiretlerden ya da sülalelerden, aynı kökboyalı iplikle dokunmuş üç yakın şehirden, kasabadan, köyden, biri kız ikisi oğlan, üç hülyalı çocuk…

Bir sabah uyanır uyanmaz aynı saniyelerde yataklarından deli gibi fırlayıp evlerinin kapılarına koştular. Büyülenmiş gibiydiler. Ana babaların, dedelerin, halaların, nenelerin, yengelerin, evlerinde büyük küçük, az çok kim varsa, o delice seğirtmelerini kim gördüyse, onlardan en azından bir iki tanesinin şefkatli girişimlerini, sert otoritelerini dinlemediler. Sokağa, bahçeye açılan kanatlı kapıları, büyük bir güç sarf ederek sonuna kadar açıp ileri atıldılar ama kala kaldılar. Burunları, bütün o uçsuz bucaksız coğrafyaya yağmış olan, boyları hizasındaki kara gömüldü… Hele kız olanın boyunu da aşıp geçti, kapının önündeki yığıntı. Üzerine yıkılıverdi ve her yanını kar içinde bıraktı. O daha ileri atılayım diye çabalarken evdekiler yetiştiler. Tüm direnmesine karşın önce o içeri alındı. Saçları, gecelik entarisi, elleri, çıplak ayakları ıslanmış ve buz gibi olmuştu. Bağırdı, kapının koluna sarıldı, ısırdı, edepsizce tükürdü, salya sümük ağladı. Aileden iki genç ve güçlü kadın onu içeri zorla sokabildiler.

Oğlanlara da öyle oldu sayılır. Birbirlerinden ve kızdan habersiz ancak gelenekten, görenekten, terbiyeden, haberli olan oğlanlar, daha ağır başlı davranarak ve ikna olmuş görünerek ama ayakları da geri geri giderek, evdekilerce gömüldükleri kar yığınının altından sökülerek içeri alınmalarına ses çıkarmadılar. Huysuz olanı bile öyle davrandı. Kafası meşgul ve dalgındı. Dalgın olduğu için de munis.  

Üç çocuk...
Üç güzel çocuk…
Duydukları bir sesle, sanki sadece onlar için özel olarak yapılmış bir çağrıyla uyandırılmışlardı… Kalplerinin işaret ettiği yöndeki, kulaklarında bir parça tınısı kalan o sesleri yitirmemeye, yeniden bulmaya, ulaşmaya koşmuş, aradıklarına yaklaşamadan da tüm dünyanın kar altında kaldığını görmüşlerdi.

Bütün gece yağan kar, çatıların tepesinden, bahçelerin ötesini, dağların doruklarından, düzlüklerin ta ilerisini kaplamıştı. Ufka kadar görünebilen bütün bir çevre, tüm sesleri silen, beyaz, kalın bir tül altında kalmıştı. Bulutlar yere inmişti sanki.

Bu üç mahmur çocuk, gece boyunca yağan karın sessizliğinde, derin uykularının arasında evlerinin kapılarının ya da pencerelerinin baktığı dağdan sanki bir tayın kişnemesini, bir kuzunun melemesini, bir ceylanın ayak sesini bir çocuğun acemice söylediği sıcak bir melodiyi, bir ıslığı duymuşlardı… O sesin ardından gitmek, kulaklarına fısıldanmak istenen bir büyük sırrı çözmek için karşı konmaz bir istekle ve silkinerek uyanıp kapılara koşmuşlardı…

Bir bütünlüğü olmayan, ha bire parçalanıp bölünerek kendini gizleyen düş parelerine göre, bütün bir gece sanki yataklarında değil de dağlardaydılar. Üşümeden, ıslanmadan, acıkmadan, yorulmadan, özlemeden ve hatta korkmadan oralardaydılar. Ayakları yere basmadan geziyor, yorulmadan dolaşıyor ormanın bütün varlıklarıyla, onların dillerinden anlaşabiliyorlardı. Cesur, kahraman ve çok güçlüydüler.

Ormanın şarkılarını söyleyen kendileriydi belki, meleyen, kişneyen de kendileri. Kendileri değilse de tanıdık bir çocuktu. Onlara başka dünyaların öykülerini anlatan, hiç duymadıkları şarkıları söyleyen bir yabani taydı, yeni doğmuş kuzuydu, belki de bir oğlaktı. Ormana kaçmış geri dönmeye çalışan bir sıpaydı. Sonbaharda sapanla vurup ardından da kanadındaki yaraya dayanamayıp akranlarından gizli gizli yarasını onarıp yeniden saldıkları kuştu. Belki, belki de bir çiçekti. Fısıltıyla açan bir kardelen... Erken açmış çiğdem. Çağıldayan dereydi. Mutlaka tanımaları, bilmeleri gereken biriydi, bir şeydi işte... Onlara, yalnızca onlara bir şey söyleyen, onlardan, sadece onlardan bir şey isteyen bir içli sedaydı. Belki uzun gecelerin başlangıcında nenelerinin anlattığı bir masaldan arta kalmış, geri dönememiş oralarda çaresiz dolaşan bir peri kızının suretiydi… Ak sakallı Hızır’dı… İyi kalpli bir devdi…

Üç çocuk…
Bu üç tatlı çocuk…
Evlere sokulur sokulmaz ocağın, sobanın, mangalın, evde ne yanıyorsa onun yanına koyuldular. Ayaklarına çorap, patik üstlerine hırka, yelek, kazak ne bulunursa giydirildiler. Yorganların, battaniyelerin altına tıkıldılar. Boğazlarına, o anda ocakta kaynayan çay, çorba, süt, artık ne varsa,  Allah ne verdiyse, o akıtıldı. Ana babaları azarladı, ebeleri, abaları, dedeleri korudu.

Üç çocuk… 
Gün içinde evdekileri daldalayıp daldalayıp yüksek pencerelere tünediler, yüksek katlara çıktılar ve karşılara baktılar. Yaşlı adamların, yaşlı kadınların yaptığı gibi oturup uzun uzun karşılara baktılar. Derin derin iç geçirdiler. Gurbet yolu bekler gibi, “Ah” ettiler. Efkârlandılar... Ne yemek akıllarına geldi, ne içmek ne çiş ne oyun ne yaramazlık. Kimseler, onları yerlerinden kıpırdatamadı. Ağızlarından bir tek laf alamadı. Söylediklerini duyuramadı. Anneleri, inatlarına isyan edip yakalarını bıraktı. Kardeşleri, abileri, ablaları onları oyuna da işe de ikna edemeyince kendilerini terkedilmiş hissedip küsüp uzaklaştılar. Onlarsa, kızarmış yanaklarıyla öylece susup durdular. 

Oğlanlardan biriyle kızın şehri, Munzur’a bakıyordu. Biri kuzeyden biri güneyden de olsa ikisi Munzur’a baktılar. Diğer oğlan ise Karacadağ’a… Karacadağ’dan Zozan’dan Nemrut’dan, Ağrı’dan Munzur’dan, Bey Dağı’ndan başlayıp evlerinin önüne kadar inen ve yüksekliği kapı açtırmayan kar örtüsüne, dalıp dalıp gittiler…

Evlerin ahalisi çatılardan, damlardan, kapılardan kar küredi, çatısı olmayan dam loğladı, atı olan atını yemledi, köyde olan da malını… Kimi odun taşıdı bahçeden kimi su kimi müştemilattan ya da varsa tandırdan ekmek… Yapılması mutlak olan ve gözlerde büyüyen işler çar çabuk bitti. Evlerdeki diğer çocuklarının oluşturup bazı komşu çocukların ve yetişkinlerin de katıldığı kartopu savaşları, kızak kayışlar da tükendi, gitti. Yorgunlukla, üşümüşlükle birlikte evlere kapanıldı. 

Geniş bakır tencerelerde buharı tüten çorbalar, duruma göre yahniler, pilavlar pişirildi. Sofralar kuruldu kaldırıldı. Soba küllerinde ayva, patates közlendi. Boğaz gailesi de işler de bitti. Kalakaldılar.
 
Aile bireyleri, alçalıp alçalıp külrengi haliyle üzerlerine kapanan gökyüzünün ağır kederiyle, içlerine, içlerindeki ülkelere çekildiler. Sedirlere, o yoksa birer mindere sinip karşıları izleyen çocuklarının yanına eklendiler. Küçük mavi ışıltıların, kızıllara dönüşüp kaybolarak dans ettiği uzak, yakın, sonsuz, karanlık görünen beyazlığı seyrettiler. Dağlardan gelen ulumalara mahalle aralarından duyulan köpek ürümelerine ürpererek tanık oldular. Adını, cismini bilmedikleri bir kişi ya da nesnenin özlemiyle elleri böğürlerinde oturup karşılara daldılar.

Kalın kar örtüsü; yeşil tanımlanan bir yerden farklı olarak, beyaz masalsı bir cenneti, kor ateş 
Diye tanımlanan bir yerden farklı olarak da, ıssız, dingin bir cehennemi sermişti gözlerinin önüne… Koskoca bir sessizlik… Kalplerinin ritmini, hasretlerinin ince sızısını duyuran bir sessizlik.Kimsesiz bir sessizlik çöktü evlerinin, köylerinin, şehirlerinin üzerine. Zamanı durduran, içlerindeki saati susturan bir sessizlik… Sanki tüm dünya, tüm yaşam, geçmiş, gelecek kar altındaydı… 

Üç çocuk…
Üç lâl çocuk…
Minik kalplerinin, engin ruhlarının anlayışıyla, bir boşluktan başka bir görüntüsü olmayan karşıları seyreden büyüklerin, kendileri gibi hüzünlü gözleriyle karşılaşınca şaşırmadılar…
Bu topraklarda, bu kılıcın, kanın, topun, tüfeğin, cesaretin, sürgünlüğün ve hainliğin her türlüsünün yaşandığı bu geniş topraklarda karın her nesneyi kapatmasıyla, unutuş perdesi usulca, çok usulca, hiçbir canlıya sezdirmeden, bir tek damla kan sızdırmadan kendini eritiyordu. Kim bilir kaç bin yıllık geçmişle dün, aynı oranda, kimde ne nişan bırakmışsa ona, bağırarak değil zor duyulur fısıltılarla yaklaşıyordu. Bazılarına istedikleri olayları anlatıyordu bazılarına kendi geniş, büyük, gizemli torbasında ne varsa onu. Unutuş perdesi bazıları için tümden eriyip kalkıyor, yok ediyordu kendini, bazılarına da ancak kaldırılabildiği kadarını. Kar; bugünü örterken, geçmişten anlatılamayanın, yazılamayanın ve bilinemeyenin hayal perdesini açıyordu perde perde, ağır ağır, tek tek… Yaşlılar; başları önlerinde, elleri böğürlerinde, kulaklarına fısıldanan geçmişten hüzünlü türkülerle kalakaldılar. Evlerdeki sesler de eriyip yok oldu. Akşam, bu evlere de mahpushaneler gibi erken indi. Gece bastırdı. Deli bir ayaz, alıcı kuşlar gibi gelip bölgenin üzerine çöktü

Ailelerin ya genç babaları ya da genç yetişkin erkekleri bahçeleri, kapıları, malları, kilitleri kontrol edip geldi bir çalım. Son sofralar kuruldu. Çıralar idare lambaları yakıldı. Radyosu olan açtı. Evin büyükleri ile büyümeye yüz tutan çocuklar, ajansa dikkat kesildiler. Kadınlar, kızlar “Radyo Tiyatrosu’ndan” önce bulaşıkları yıkamaya, ortalığı toplamaya, ocakların, mangalların üzerine cezveleri sürmeye, karyolası olan yatakları açmaya, olmayan yatak sermeye koşturdular. Küçük çocuklar, “gelmedi” diye tuttursalar da yatmadan önce, çiş yapmaya gönderildiler. Radyosu olmayanlar da büyük küçük toplanıp ağzından bal damlayan bir erişkin kadının sihirli masallarını, araları süsleyen zengin manileri dinleyip, erkenden yatmaya yönelik sıkıntılarını başlarından uzaklaştırmaya çalıştılar.

Üç çocuk…
Üç masum çocuk…
Akşama kadar yarı aç yarı tok oturup, anneleriyle didişmelerinin verdiği yorgunluktan olsa gerek, uyuyakaldıkları pencere önünden uyandırılmadan yataklarına taşındılar. O gece aynı çağrıları duymasalar da uyur uyanık birkaç kez karanlıkta pencere önüne gittiler. Hiçbir şey seçemediler. Bilindik orman uğultular onları korkutmaya yetti. Üşümeyle, titremeyle yataklarına döndüler. Düşsüz, deliksiz uyudular.

Kara kış uzun sürdü, kar kırk gün kalkmadı. İnat etti, gitmek için Cemrelerin havaya, suya, toprağa düşmesini bekledi. 

Üç çocuk… 
Üç delibozuk çocuk…
Kırk gün ne yapıp edip pencerelere, kapılara yakın durdular. Gözlerini, kulaklarını dağlardan,uzaklardan ayırmadılar.

Üç çocuktan…
Üç söz dinlemez çocuktan, oğlanlardan biriyle kız, bir yıl sonra okula başladı. Öbür oğlan ise diğer yıl. Okumayı çabuk söktüler. Dersleri sevmeseler de sorun yaşamadılar. Zekiydiler. Yazları büyük bir zevkle aylaklık etmeyi sürdürdüler. Ağaçlara tırmandılar. Dere kenarlarına koştular. Kimi sokaklarda, oyun parklarında, apartman arkalarında oynadı kimi havuzlu bahçelerde, uçsuz bucaksız ovalarda, dağ eteklerinde. Oyunlara dalıp babalarından önce eve gitmeyi unuttular. Dizleri kanayıp durdu yaramazlıklarından… Bazı çocuklara kardeşliğe benzer duygular beslediklerini fark edince coştular. Arkadaşlığı keşfetmiş olduklarını sonradan anladılar. Gün geldi o arkadaşların anneleri tarafından annelerine şikâyet edildiler. Küstüler, barıştılar... Geceleri yıldızlara dalıp bin bir çeşit hayal kurdular. Üniversiteye kadar okulların açılma günlerini sevmediler.

Nice yaz nice kış geçti. 

Üç çocuk…
Üç kabına sığmaz çocuk…
Geçirdikleri kışı, gördükleri düşü unuttular…

Üçüne de benzer çağlarına denk düşen ama hepsine de erken zamanlarda ağabeylerinden, okula giden dayılarından, amca çocuklarından, ablalardan biri, bir kitap verdi… Kimine Reşat Nuri, Muazzez Tahsin, Kerime Nadir, Halide Edip, Kimine Balzac, Hugo, Stendall, Kimine Gorki. Sefiller’le Hıçkırık, Suç ve Ceza ile Çalıkuşu aynı zamanda ellerine konan kitaplardı. 

İlk kitaplarını ellerinden bırakamadılar. Nefes nefese bitirdiler. Hemen başka kitapların peşine düştüler. Ama öyle kolay değildi başka bir kitaba ulaşmak. Gizli kutularda saklanan mücevherler gibiydi o zamanda kitaplar… Çok az ve çok değerli. Başka kitapların izini sürmekte hep ısrarcı oldular. Ama okudukları ilk kitabı hiç ama hiç unutmadılar. Ve bu ilk kitaplarını biraz çaresizlikten biraz içlerinde açtığı ufuktan olsa gerek bir kez daha bir kez daha okudular.

Daha ilk okudukları kitaptan başlayıp; büyüleyici bir dünyanın içine sürüklendiler. Başka yaşamları başka dünyaları keşfettiler. Kahramanlara özendiler, karakterlere üzüldüler. En çok da karlı dağları anlatan kitapları sevdiler. Karlı dağlardan gelen bir sesin, bir insanın, yaralı bir hayvanın, kaçak bir askerin,  yakışıklı bir eşkıyanın hikâyesini, gözlerini kırpmadan tükettiler. Heyecanlı serüvenlerin peşine düştüler. Aşkı okudular, aşka düştüler… En ufak bir gerilimde kalpleri duracak kadar çok çarptı… Kitabın bir sayfasında bıçak çekildiyse, yaralanıp, günlerce kanadılar. Kahramanın başı ağrıdıysa yataklara düştüler.., Ölüme gidenlerin arkasından ölümü düşündüler uzun uzun. Ayrılıkları, gözyaşlarını, hasretlikleri ve zulmü sevmediler… Sonu iyi biten kitaplara başka türlü bağlandılar. Çocuktular, bütün çocuklar gibi her şeyin sonunun iyi olacağına, açlığın, acının, yokluğun bir daha yaşanmayacağını inanıyorlardı…  Onlara göre acıya, ayrılığa tanık olan, yaşayan, dinleyen son kuşaktılar… Artık hiçbir çocuk ağlamayacak, aç kalmayacak, ayrılmayacak, kaybolmayacaktı…

Kitap; nasıl bir işti ki başka hayatları, başka dünyaları, o dünyaların insanlarını, yaşadıklarını, acılarını, sevinçlerini gelip onlara anlatıyordu. Onları da ortak ediyordu tüm zamanlara tüm yaşanlara. Onları kanatlarına alıp, uzun, güzel yolculuklara çıkarıyordu. Ne büyülü bir şeydi ki, hep okumak, okumak hep başkalarının heyecanlı maceralarına, yaşantılarına tanıklık etmek isteği hissediyorlardı. 

Anlatılan acılardan, arzulardan, mutluluklardan, dostluklardan, aşklardan, isyanlardan kendi yaşadıklarını anlamlandırdılar, kendi duygularını isimlendirdiler. Kılavuz edindiler. Deneyim saydılar. Ve birçok hayatı denemeyi hayal ettiler... Bir roman gibi yaşamayı düşlediler... Kitapları yazılan yerlerde yaşamayı özlediler… Kahraman olmayı dilediler…

Bu üç meraklı çocuk… Zamanla, nerelere, hangi şehirlere dağılmış olurlarsa olsunlar kitapları bırakamadılar. Uzun çok uzun yıllar kitapları o kitapları yazanları izlediler. Yine benzer zamanlarda İnce Memet’i, Yer Demir Gök Bakır’ı, Cemile’yi, Bereketli Topraklar Üzerinde’yi, Lüzumsuz Adam’ı, Parasız Yatılı’yı, Yılanların Öcü’nü, Kaçakçı Şahan’ı, Reşo Ağa’yı hatmettiler… Bunlar yetmezmişcesine, Koca Nazım’ı, Enver Gökçe’yi, Ahmet Arif’i, Behcet Necatigil’i, attila ilhan’ı, Mayakovski’yi, Lorca’yı keşfettiler. Sonra geldi yeniler… Yeni yazanlar… Yeni okunacaklar…

Üçü de daha ilk günden okumayı çok sevdi… Okudular… Çok okudular… Ders arasında, ders sırasında, tatilde, gün ortasında, gecede, evde, misafirlikte, bahçede, bağda... Bazen gizleyip saklayarak, bazen bir söğüt ağacının altına uzanarak serüvenlerin peşine düştüler, en önemli buldukları en sevdikleri bir işi gerçekleştirdiler, okudular. Okuduklarında ara ara, o kış düşünü anımsatır imgelerle karşılaşır gibi olsalar da bir türlü neyi çağrıştırdığını çıkaramadılar. 

Okuma büyüsüne öyle bir kaptırdılar ki, kendileri de bir şeyler karalamadan duramaz oldu… Yazdıklarını yeterli bulamadılar ama. Neden yeterli bulamadıklarını çözemediler. Vazgeçemediler de. Ders kitaplarının, kullanılmış defterlerin arasında sürüp durdu acemi karalamaları…  

Okudukça, yaşadıkları yerler daraldı gözlerinde. Küçücük kaldı. Dağlar ufaldı, ovalar nehirler, sokaklar, kısaldı. Evler basıklaştı. Renkleri soldu. Her şey azaldı sanki. Sıradanlığın içine sıkıştı kaldı hayatları.

Dünyanın merkezi saydıkları doğdukları, yaşadıkları, okullarında okudukları farklı şehirlerinin, mahallelerinin köyün dünyanın merkezinden çok uzak, küçücük bir parçasından biri olduğunu algıladılar. Başka yerlere başka şehirlere meraklandılar. Uzaklardan gelenleri ilgiyle dinlediler. Gidenlerin, giden otobüslerin, trenlerin, kamyonların, göçenlerin, ardından özlemle baktılar. Hep gitmek istediler. 

Nerde olurlarsa olsunlar, “Gitmek”  düşüncesini hep yanlarında götürdüler. 

Üçünün de hayali bir şekilde oldu sonunda. Onlar da doğdukları şehirlerden gittiler. Birçok yer gördüler. Birçok şehir tanıdılar. 

Bu üç çocuktan ilk olarak kızın babası gelmiş, bir yıllığına memlekete bıraktığı ailesini alıp başka bir diyara götürmüştü. Denize kıyısı, yazlığa sineması olan bir kasabaya… Kız ilk okula orada başlamıştı. İlkokul üçüncü sınıfta, bozkırdaki o büyük şehre taşındılar ve orada kaldılar. 
Oğlanların gitmesi biraz zaman aldı. Bir vakit sonrası oğlanlardan biri yatılı ortaokul için çıktı köyünden. Şehir şehir sürdü bu yatılı okul serüveni. Daha sonrasında ise diğer oğlan… Lise sırasında oldu bu gidiş. Mesafece yakın kalben uzak bir şehre götürmüştü babası… 

Zamanla büyük şehirler, diğerleri gibi oğlanları ve yeni kurdukları ailelerini de çekti. Evlerden bakıldığında, dağların, ovaların, bağların görünmediği kadar büyük olan şehirler... Sokak lambalarının yıldızların yerini alıp geceleri aydınlattığı ama her kapının tanıdık olmadığı büyük şehirlere gittiler. Oğlanlar da, kızın daha çocukken geldiği bozkırın büyülediği büyük şehre gelip yerleştiler.

Üç çocuk…
Pervasız çocuk…
Diğer bütün pervasız çocuklar gibi, pervasızca yola çıkmış abileri ve ablaları gibi, masallardaki gibi, türkülerdeki gibi kitaplardaki gibi büyük düşler kurdular… Herkes için mutluluk kurabilecekleri bir dünya umdular... Gençlik yelkenlerini özgürlük rüzgârlarıyla doldurup açıldılar hayata… Her gün tazelenen sıcacık bir somun gibiydi büyük umut... Umutlu düşlerin peşinden koştular…

Üç asi çocuktular. 
Koşa koşa büyüdüler. Okudular. Aşık oldular, özlediler, kavuştular, ayrıldılar, terk ettiler, terk edildiler, dostluklar kurdular, dostlukları bitirdiler, yollara yolculuklara çıkıp döndüler, zorluklara göğüs gerdiler, kolaylıkları kutladılar, dinlenmeye gereksinimleri olmadan koşturdular. Yalnızlığı da tattılar, dayanmayı da, hayal kırıklığını da, coşkuyu da. En çok bir isyana muhabbet duydular. Ama en çok bu muhabbetleri yüzünden cezalandırıldılar.

Bir gece, üçünün de yirmili yaşları ile yeni yeni tanıştıkları bir yılın gecesiydi… Bütün ülkedeki çocukların sevdalarını, hayallerini, umutlarını tanklarla kırdılar… Kurtların önüne atıldı gençlikleri… Kitapları yakıldı…

Ülkedeki bütün çocukların gözlerini bağlayıp kitaplarını ellerinden zorla, zorbalıkla aldılar. Kitapları çocuklardan, kitapları işçilerden, evlerden, kitaplıklardan, okullardan, üniversitelerden, fabrikalardan aldılar. Yaktılar. Yangın yeri oldu yaşadıkları yerler. Dumanı tüm dünyadan görüldü.

Bu üç çocuk…
Üç kırık çocuk…
Gençtiler, yaşananlardan olgunlaştılar… 

Zaman bazen hızlı bazen yavaş geçti.
 
Aynı büyük bozkır şehrinde birbirlerinden habersiz uzun süre yaşadılar.  Eskiden daha sakin, mutlu, ışıklı olup, zincirlenen caddelerinin, kocaman pespaye tabelaların, çirkin çirkin binaların, üst geçitlerin, kalabalığın egemen kılındığı ve giderek de kararan bu şehirde kaybolmayıp bir düzen tutturdular. Birçok kez kırılıp kırılıp durdu hayat… Hayatları… Yeniden yeniden başladılar… 

Kendilerince hayata anlam katan işlerin ucundan tutup çabaladılar. Oğlanlardan biri güçsüzlerden yana oldu, diğeri sessizlerden yana, kız da kalkınmacı oldu…
 
Oğlanlar evlendi bir aile, bir ocak, bir düzen kurdular kendilerine, kız evlenmedi. Yeterince düzen içinde olduğunu düşünüyordu.

Kız edepsizliğini, asiliğini çoktan susturmuştu. Oğlanlardan huysuz olanı iyice pervasız olmuştu. Diğerinin kırık gülüşleri kendisiyle büyümüştü.

Üç laftan anlamaz çocuğun üçü de, karalamaları yazmaya dönüştürüp bir şekilde sürdürdü serüveni. 

Bir yere varmayı değil içlerindeki sesi bulmayı, dünyayı anlamayı, değişimi kavramayı arzulayarak yazdılar. Edebiyat çevrelerinin içinde pek bulunamadılar. Bulunmadılar, işleri vardı. Koşturmaları çoktu. Başka kaygıları söz konusuydu. Yazmak daha çok bireysel serüvenleri gibiydi ilk zamanlar. Hele oğlanlardan biri tüm ısrarlara karşın dostlarının dışında kimseyle paylaşmaya yanaşmıyordu. Oysa en çok onun en büyük tutkusuydu yazmak. 

Gerçekten yazmaya başladıkları zaman romanlara, şiirlere, öykülere özgü mekânların, karakterlerin, kahramanların olmadığını anladılar. Nasıl bakıldığıyla ilgiliydi… İşte o zaman, doğdukları, çocukluklarının geçtiği köyleri, şehirleri, kasabaları özlemeye başladılar. Bir merak gelişti… Kim olduklarının peşine düştüler. Toprak çekti. Belki asıl yazılacak yerler oralardı. Renk, zenginlik, hikâye bu büyük yoran, tüketen şehirde değil, oradaydı. Bir ayakları geçmişte kaldı bir ayaklarını geleceğe attılar.

Oğlanlardan biri bu kara şehirden bıktı. Yoruldu. Bırakıp gitmeyi düşledi ciddi ciddi. Gitmek, hep vardı hayallerinde. O şehirden gidemedi bir türlü. Oysa gidebilse, “şehir, arkasından gitmeyecekti.”

Kız uzun süre yazmayı bıraktı. On yıl yazmadı. Kitaplara sığınmak hissettiğinde de eski kitapları bulamadığını fark etti. İçinde kendini kaybettiği kitapları yazılmıyordu artık.  Ne yazarlar o kadar ulaşılmazdı ne kahramanlar. Hayalleri kırıldı. Ayda bir iki kitaptan fazlasına bakmadı…Bıraktı…

Oğlanlar okumayı da yazmayı da sürdürdüler. 

Üç çocuktan…
Üç orta yaşlı çocuktan…
Kırklı yaşlarına bastıklarında, hayata bütün dişleriyle sımsıkı tutunanı bile, bir ağır hüzün bastı. 

Üç çocuk…
Doğdukları şehirlere ve zamanlara benzeyen bu üç olgun çocuk…
Günün birinde yaşamakta oldukları bu büyük şehirde, farklı zamanlarda karşılaştılar. Birinin birine işi düştü, başka bir zamanda ise diğeri, öbürünü tanıştırdı.

Olgunlaşmışlardı. Ses tonları kalınlaşmıştı. Orta yaşın güvenli vurgular yerleşmişti konuşmalarına… Büyük şehir çoğaltmıştı sözcükleri… Ama hala acemiydi söyledikleri şarkılar… Şarkılarda bir şey vardı… Çok eskileri, kimsesizlikleri, nedensiz coşkuları, karlı dağları anımsatıp anımsatıp unutturan bir esinti… Ne kendini ele veren ne tam kapatan bir görüntü... Bir kıpırtı sadece… Bir soluk imge… Bu imgenin peşine düşüp arkadaş oldular.

Arada bir görüşüp dertleşir oldular. Fıkralar anlatıp birbirlerini güldürür oldular. İşlerinden, memleket meselelerinden, dünya hallerinden, hayatın gelip tıkandığı yerden söz etmeyle başladıkları konuşmalara yazdıklarını, yazacaklarını birbirlerine okur, anlatır oldular. Olmayacağını bile bile yazmaya yönelik ortak hayaller kurdular. Hayallerinden sarhoş oldular.
Yazdıklarını yayımlamayana, “yayınla artık” diye söylemeyi sürdürür oldular…

Karlı bir akşam ilk kez gittikleri bir lokantada buluştuklarında, canlı müzik yapılan bir yer olduğunu görünce rahat sohbet edemeyeceklerini anlayıp biraz huzursuz oldular. Oysa ne güzel çalıp ne güzel söylüyordu sahnedekiler. Kaptırdılar onlar da… Vazgeçtiler kalkmaktan. Biraz konuşup biraz dinlediler. Onlara da istek parçaları soruldu.

Oğlanlardan biri,
 
“Altun hizmav mülayim 
Seni Hak’tan dileyim.
Yaz günü temmuzda
Sen terle men sileyim “
diye başlayıp “seni gördüm beg oldum” diye devam eden bir türküyü istedi. 

Oğlanlardan diğeri, 
“Şu yangında har olsaydım
Ağlayıp bizar olsaydım
Belki yaslanırdın bana
Mahpusta duvar olsaydım”

Kızsa, 
“Bir gülün çevresi dikendir hardır
Bülbül gül elinden ah ile zardır
Ne de olsa kışın sonu bahardır 
Bu da gelir bu da geçer ağlama“ yı istedi

O akşam eve döndüklerinde üçü de nedenini bilmedikleri bir istekle bir yazının, bir dizenin ardına düştü.

Üç çocuktan…
Büyümüş, kamil olmuş ama iyi ki çocuk kalmış bu üçünden biri, o akşam bir yazıyı tamamladı

Bu üç çocuktan birinin o karlı gece tamamladığı on satırlık o yazı, dünyanın tüm asi ve aşık çocukları tarafından anlaşıldı… Sevildi… Ezberlendi… Elden ele, dilden dile yayıldı… 
O dizeler yıllarca dünyanın bütün sokaklarda okundu, durdu… 

(Lacivert Dergisi, 2010 Yılı Mart - Nisan sayısında yayımlanmıştı.)


1 Temmuz 2010 Perşembe

BİSİKLET HEPİMİZ İÇİN. HEPİMİZ. HEPİMİZ........

Yine bir hayalim var;

Bisiklet ne güzel bir mekanik araçtır.
Kırda kullanırsın. Kentte kullanırsın.
Oyunda, sporda, ulaşımda, taşımada kullanırsın.
Hatta fıkrada olduğu gibi; her gün sınırdan kum torbası koyulmuş bisikletle geçip, bir türlü bir şey yakalatmayıp tehlike geçince bisiklet kaçırdığını itiraf ederek çıldırttığın Nazi'lere iyi bir gol atmış olursun.

İnsana ne kadar yakın bir araçtır bisiklet. Öyle nefes nefese koşturmaz. Sakin, dingin, neşeli bir yol arkadaşıdır sanki.
İnsanı numara yapmaya, hava atmaya, eksikliklerini gizlemek için çığlık çığlığa "Ben burdayım.ben burdayım. Beni görün, beni sevin, beni sayın" demeye zorlamaz.
Sadedir, rahattır, oyunbazdır.

Aynı zamanda İda/Kazdağı İmece Evi'nde olduğu gibi; ağacı, ormanı, doğal yaşamı Büyük bir ciddiyetle yok edenlere inat eğlenerek elektrik üretmenin de aracıdır bisiklet.

Kentlerimizin "kentsel dönüşüm" adı altında yağmalanmasının getirdiği sınırlılık, yoksulluk nedeniyle çocuk ve gençlerin bisiklete ulaşmasının zorluğu,sokakta bisiklete binecek çocuklar için kent güvenliğinin yeterli olmaması bir yana, bu yazının temel konusu engelli çocuk, genç, birey ve yaşlılarımız.

Sokaktaki yaşama tam, eksiksiz katılmaları için anlamlı bir çalışma yapan bir belediye başkanı görmedim son zamanlarda.

Hadi onu da geçelim.
Biz bir şey yapalım.

Önce bisiklet fabrikalarına düşüyor iş.

Benim bu konuda bir fikrim var. Özellikle yürüme engelliler için. Bisiklet olarak kullanılması kadar evde de kullanılabilecek ve şu andaki tekerlekli sandalyelerin hareket kısıtlılığına da belki bir çözüm olabilecek.

Çok da iddialı olmamalı.
Bu sadece küçük bir öneri. Çözüm arama çabalarından çıkmış bir hayal, bir ümit
Pedalları ayak için değil de, yukarıda, el için olmalı ve ona uygun tasarlamalı.
Ve tabii ki tekerlekleri sandalyenin altına saklamalı.
Aklımda bir çizim var buraya ekleyemiyorum. Ama özel tasarım yapan biriklet firmaları bu dediğimi anlayavaklardır.
Bir de pedalların ve bağlantıların kullanılmadığında gizlenebilme özelliği.
Hatta bu yeni aracın yardım almadan klozete uyumlanma becerisi.
Ev içinde de ev dışında da aynı rahatlık ve hafiflik ve pratiklikle kullanılabilmeli.
Bu bisikletin adının.......... olması

Düşünelim ki bu bisikletle engelli çocuklar, gençler, bireyler, yaşlılar "Leman Bisiklet Kulübü" nün gezilerine katılabiliyor.
Görme ve duyma engelliler için bir dayanışmacı kardeş bisikletçi tanınıyor.

Ah! ne güzel olacak bu geziler: ne güzel.

SONRADAN GÖRDÜM DÜNYADA EPEYDİR KULLANILIYORMUŞ AMA HAYALİMDEKİ KADAR PRATİK DEĞİL

26 Mayıs 2010 Çarşamba

SEVGİLİ ÖĞRETMENİM

SEVGİLİ ÖĞRETMENİM

Bu günlerde sık sık bir hayale kayıyor aklım ve kalbim. Çocuklar bir şekilde medyaya konu oldu mu sürüklenip gidiyorum bu hayalin peşinden.
Bir de adı var bu hayalin; "Sevgili Öğretmenim"
Cengiz Aytmatov'un Çok güzel bir romanının ismidir; "Sevgili Öğretmenim"
Okuyan hiç kimsenin aklından çıkaramayacağı Duyşen Öğretmen'in öyküsüdür.

"Öğretmen Akademisi Vakfı" bu hayalime öyle uygun ki anlatamam.
Bir kez yaklaşımları; kapsayıcı, değer bilir, saygın, özgürlükçü, içten ve güçlü.
İkincisi, Milli Eğitimle birlikte yürümek gibi bir ciddi yaklaşımları var.
Üçüncüsü, inandıklarında tüm güçleriyle asılabilecekleri gibi bir inancım var.


Hayalimi YİBO'lardan başlatıyorum. Yatılı İlköğretim Bölge Okulu. Eskinin deyişiyle Parasız Yatılı-Leyli Meccani
Buradaki ufak bir destekle koşacak, coşacak, bire bin verecek öğretmen ve öğrenciler.
Sessiz sitemsiz çalışan kahraman öğretmenler ve öğrenciler.
Ülke çapında yedi bölgede yer alan altı yüze yakın YİBO.
YİBO'ların yetenekli, akıllı, cesur çocukları.
Bulundukları bölgelerin, belki ülkemizin gelişiminde büyük rol oynayacak çocukları

Hedef;
Öğretmenleri destekleyerek, eğitimde çocukların potansiyellerini kullanabilecekleri ortam ve olanak yaratılmasında aktifleştirmek.
Çocukların; mutlu, özgür ve üretken ortamlarda eğitim almalarında öğretmen rolünü artırmak.
YİBO'lardan; sağlanan olanak, beceri ve umutla nelerin başarıldığına ilişkin örnekler üreterek ülke çapında yaygınlaşmalarını sağlamak.

Bütün başarılı okullarda olduğu gibi; müfredat programı kadar çocukların okul yoluyla sosyalleştirilmelerinde öğretmenlerin etkili aktörler olarak desteklenmesini sağlamak.
Çocukların şimdi kendilerini gösterebilecekleri ilerde para kazanabilecekleri, sürdürülebilir beceriler edinmesi bu becerilerin eğitimin konusu içinde yer alması.
Örneğin; satranç takımı, fotoğrafcılık, futbol takımı, basketbol takımı, masa tenisi takımı, özellikle yöresel enstrüman, yöresel el işleri, ağaç dikimi, nine ve dedelerden masal, mani, yemek tarifi, efsane derlenmesi, bando takımı gibi etkinlikler, yaşıtları için açılmış tüm ulusal ve uluslararası yarışmalar için yüreklendirilmeleri, hazırlanmaları ve katılımları, tüm derslerin yarışmalara dönüştürülmesi.

Hedef Kitle;
Her ilden merkezi sistemi temsilen bir üst düzey yönetici. Vali muavini veya Kaymakam.
Her YİBO'lardan birer idareci.
Her YİBO'dan gönüllü öğretmenler arasından kura ile seçilmiş ikisi kadın üç öğretmen.
Öğrenciler öğrenciler öğrenciler....


Süre;
Üç yıl
Birinci yıl: eğitim, oluşturma, uygulama, sergileme
İkinci yıl: uygulamaları izleme, ölçme, değerlendirme
Üçüncü yıl: yaygınlaştırma.

Uygulama Planı;
1. Bir Danışma kurulu oluşturmak.
koordinasyonu sağlamak
bir yürütme ekibi oluşturmak.


2. Toplantılar yapmak.
(Her ilden bir üst yönetici, her YİBO'dan bir idareci, üç öğretmen)
İl, bölge, etkinlik, program gibi bölümlere ayırarak gruplar halinde
Hafta sonu-Yılda iki ya da üç kez

Birinci toplantı;Hayalin anlatılması. Daha önce gönderilmiş olan proje metni üzerinden görüş ve değerlendirilmelerin alınması.
Uygulamaya ve sürece ilişkin görüşlerin alınması.

İkinci toplantı-eğitimden sonra gerçekleştirilir
Öğrencilerin ve etkinliklerin, bütçelerin tesbiti
Etkinlik materyallerinin çalışma koşullarının hazırlanması ve tamamlanması.

Üçüncü toplantı:
Uygulama örneklerinin sunumu
Ortaklaşan sıkıntılar varsa değerlendirme
Sonucu görülebilen etkinlik ve çalışmaların birlikte değerlendirilmesi

Dördüncü toplantı
Değerlendirme toplantıları ve yaygınlaşabilecek uygulamaların değerlendirilmesi
Çeşitli ölçütlerin belirlenmesi-yaygınlaştırmada

Diğer toplantılar....


3.Eğitimler yapmak
(Her ilden bir üst yönetici, her YİBO'dan bir idareci, üç öğretmen)
İl, bölge, etkinlik, program gibi bölümlere ayırarak gruplar halinde
Hafta sonu
Başlangıçta bir kez yapılır


Bu işlere yönelik yetenekli çocukların tesbitinin nasıl yapılması gerektiği?
Sürece; işlerinin en iyisi olan insanların katılmasının nasıl sağlanacağı?
Faaliyetlere ne tür desteklerin sağlanabileceği?
Ailelerin ve çevrenin desteğinin nasıl alınacağı?
Proje koordinasyonunun il bölge ve ülke düzeyinde nasıl sağlanacağı?
Faaliyet değerlendirmelerinin nasıl ve hangi zamanlarda olacağı?
Başarı kıstasları ve başarı ödüllerinin ne olacağı?

4. Kurul'un ve proje ekibinin sık sık YİBO'ları ziyareti.
gibi gibi gibi...

Bu hayale bir son lazım ki; üç-beş yıl sonra Anadolu'nun her yerinden öğretmenlerin, çocukların başarı öyküleri geliyor.
Artık çocukların başarı hikayeleri, şiddet hikayelerinden daha çok yer alıyor medyada. Ama başka nedenle değil,gerçekten öyle olduğu için.
Yıllar içinde bir kartopu gibi büyüyor mutlulukları.
Çocuklar mutlu biz mutlu.
Gökten de bir kaç elma düşsün artık...)


Lütfen izinsiz kullanmayınız...

25 Mayıs 2010 Salı

YEMEK YEMEK


Hepimizin kendimize göre sevdiği ve sevmediği yiyecekler var.
Ve sanırım herkes sevdiği yiyeceği yediğinde, mutlu bir doygunluk yaşar. Diğer durumda ise, ne kadar yerseniz yiyin bir doygunluk hissi yakalayamıyorsunuz. Hatta bir rahatsızlık duygusundan bile söz edilebilir.
Bazılarımızın, belki en önemli mutluluk yollarından biri yemek yemek
Bazılarımız çok fazla yemek yiyor.
Özellikle geliri ortalamanın biraz üzerinde olan az sayıda kadın ve çok sayıda erkek.
Bu erkeklerin bazıları da orta ve üstü yaşlarda.
Kebap düşkünü, et düşkünü, börek, balık düşkünü.
Salatayla, meyveyle, tencere yemekleri ve zeytinyağlılarla pek araları yok.
Klasik yemek yemek istediklerinde, illaki "annelerinin yemeği"
Bir yandan da sağlıklı olma istekleri var ama sadece istek olarak kalabilen düzeyde.
Yok öğlenleri bir kaç saat süren iş yemekleri yok akşam buluşmaları, kaçamakları, kulisleri, yeni ortaklık görüşmeleri vb. vb
Neler yediklerinin farkında olmadan, tadını alamadan, ne kadar zamanlarını yemek masası başında kaybettiklerini bilmeden habire yiyen insanlar.
Belli bir seviyenin üzerindeki çalışanlar ve işverenler; iş yerinde çıkan yemeği yemez oldu artık.
İş yerinde pişen yemekler de iş yerinde yapılan görüşme ve toplantılar da küçümsenir oldu.
Sağlıksızlık ve mutsuzluk da bundan sonra başladı.
O kadar çeşit masalara dizildi ve ucundan tırtıklandı ki, ne yediğinin lezzetini alabiliyor insanlar ne de doyduğunun farkında olabiliyor.
Bu kadar yemek doğru değil.
Daha az yemeliyiz;
Bir öğünde en çok üç çeşit,
o öğün için hazırlanmış, pişmiş taze yiyecekleri,
fazla işlenmemiş yiyecekleri,
tadınıalabildiğimiz yiyecekleri
yemek yediğimizin farkında olarak -damak, mide ve ruh olarak farkındalılık- ve doyduğumuz için mutlu olarak yemeliyiz.
Daha az yemeliyiz;
Midemiz ve sağlığımız için,
diğer insanlar da yiyebilsin diye,
dünya dengesi korunsun ve sonsuza kadar evimiz olsun diye daha az yemeliyiz.
Suşi endüstrisi için soyları tükenme tehlikesine düşen orkinosları, bir lokantanın bahçesinde balık bekleyen yukarıdaki fotoğraftaki kediciği unutmamalıyız
Anne yemeklerini, eş sevgili yemeklerini, kendi pişirdiğimiz yemekleri, iş yeri yemeklerini yemeklerini yemeliyiz.

İnanın az yediğimiz ve sevdiğimiz yemekleri yediğimiz için çok daha mutlu olacağız

24 Mayıs 2010 Pazartesi

HANIMELİ VE İĞDE KOKULARI ARASINDA

Haziran ayı geldi.
Yaz aylarının keyfini çıkarmak lazım.
Hele iğde kokulu akşamların, hanımelleri kokulu sabahların.
Yıldızlı gecelerin.
Renk ahenk dolu akşamüstülerin.
İyi demlenmiş bir çayın.
Bir bardakcık soğuk içeceğin.
Efil efil giyinmenin,
Püfür püfür esen rüzgarın,
Balkon keyfi yapan komşuların muhabbetlerinin
Çocukların parklardan gelen kahkaha seslerinin,
Kuşların neşelerinin keyfini yaşamak lazım.
Biraz çalışmanın biraz eğlenmenin keyfini yaşamak lazım.
Bir sorumuz var, bir yarışma. haziran ayı sorusu bu;
"Gırmıtik" nedir?



23 Mayıs 2010 Pazar

KARDEŞLİK SOFRALARI


Bizim yemeklerimiz neden bu kadar lezzetlidir?
Anlatırken, tanımlarken, tarif ederken bile ağzımız sulanır, canımız çeker.
Bir de; o yemek bizim şu yemek de bizim diye kavgaya tutuşuruz. Kiminle yaparız bu kavgayı? En çok Rumlarla, Ermenilerle biraz Arap biraz Arnavutlarla. Kimdir bunlar? uzun yıllar birlikte yaşadığımız, bugün çok az olsa da birlikte uzun yıllar yaşamayı arzuladığım kardeşlerimiz.
Analı kızlı Malatya'nın mıdır? Antep'in mi?
Hellim Peyniri kimindir?
Lokum?
Kurut?
Zeytinyağlı sarma (yalancı dolma) ?
Fasulye pilaki?
Çiğ köfte?
Baklava?
Kaburga Dolması?

Bu yemeklere lezzetini, tadını veren kardeş sofralarıydı. Farklılıkların getirdiği zenginlikti.
Birbirinden hergün hergün bir şey öğrenmeydi.
Farklılık olmadan var olmayı bilmeme gibi güzel bir duyguydu.
Hep böyle çeşitli ve zengin yaşanacağına dair güven duygusuydu.
Başka bir yaşamı bilmemek, akla getirememek, hayal bile edememekti

Gittiler, gönderildiler, geldiler, getirildiler
Gidenlerle önce bağımızın tarlamızın bereketi gitti
Dikkat şimdi sofralarımızın tadı , lezzeti, neşesi ve bereketi gidiyor.



22 Mayıs 2010 Cumartesi

KENDİMİZE YARDIM

Çok farklı bir alandan bir örnekle başlayalım işe; bazı ürünler vardır. Sezonda, pahalı pahalı birinci kalitesini alırız da, ucuzlukta aynı ürünün aynı görüntüde; ikinci, üçüncü kalitesini makul fiyatlara bulabiliriz.
Burada konumuz; adamların bize attığı kazık değildir. Bazı ürünlerin ikinci, üçüncü kalite olarak da üretilmesidir.
Biz de bazen, kendimizin ikinci, üçüncü kalitesi gibi davranır, algılanır, hissederiz.
Hayatı; tam derimizin altında değil de iki ya da üç santim gerisinden hisseder, algılar ve yaşarız.
Bir uyuşukluk hali vardır üzerimizde.
Bir donukluk.

Bir kendimiz gibi olamama hali.
Kimsenin bizi tanıyamaması, anlayamaması. Özellikle çok yakınımızdakilerin tanıyamamasının ise en çok canımızı yakan şey olması.
Tüm donukluğa karşın, bu acının çok keskin yaşanması.
Donukluğun, uyuşukluğun altında bir hüzün nehrinin derin derin akması.
İşte burada duralım biraz.
Kendi içimizde kaybolmuşuz demektir.
Dikkat.
Kendimizin taklidi ya da ikinci kalitesi gibi davranıyorsak anlayalım.
Donukluğun, uyuşukluğun acıyı engellemediğini görelim.
Acıyı büyüttüğünü ve tüm hayatımız haline getirdiğinin farkına varalım.
Neşemizin, çoşkumuzun nereye gittiğini soralım.
Bununla yüzleşmek zor mu oluyor?
Gerekiyorsa profesyonel yardım alalım.
Profesyonel yardım, bazen bir hayatı bize geri verir, hediye eder. Bunu unutmayalım.
Gerekmiyorsa eğer - ki bunu çoğunlukla anlayabiliriz gibi geliyor.- şu aşağıda önerdiklerime bir bakalım.
1.Derimizi hissetmeye çalışalım. Özellikle el ve ayakta. Spor, egzersiz gibi şeylerin yanısıra, el ve ayak derimizin hemen altında olduğumuzu algılayabileceğimiz hareketler uyduralım. Elleri sıkıp açmak, elleri birbirine güçlü bir biçimde sürtmek iyi geliyor.
2. Kendimizi derimize doğru itmek, derimize yakınlaştırmak gerekiyor. Bunun bir zihinsel çalışma olduğunu unutmadan. Yani bu işi fiziksel değil zihinsel yapmak gerekiyor.
Önce olumlu şeylerden başlamak gerekiyor. Sizi bir parça neşelendiren, huzur veren, güven veren, olumlu bulduğunuz noktalarda ruhunuzu öne, derinize doğru itmek ve zımbalamak gerekiyor.
Sizi içinizde kaybettiren, acı veren, yolunu şaşırtan, donuklaştıran konularda ise - eğer gerekiyorsa ki, günü gelecek gerekecek- sadece simgesel davranarak öne atılmak gerekiyor


YENİ BİR DÜŞ

Ne oldu? Bunaldık
Ne oldu? Hastalandık
Ne oldu? Yaşlandık ya da yaşımız kaç olursa olsun kendimizi yaşlı hissetmeye başladık
BİR DÜŞ KURMANIN VAKTİDİR
Ne oldu? Terk ettik ya da terk edildik ve çok mutsusuz
Ne oldu? Emekli olduk
Ne oldu? Hayattan uzaklaştık
Ne oldu?Artık üretemediğimizi fark ettik
Ne oldu? Aldatıldık
İŞTE ŞİMDİ, YENİ BİR DÜŞ KURMANIN VAKTİDİR.
Kendimize, sadece kendimize yönelik olmalı bu düş. Kişisel mutluluğumuzu hedeflemeliyiz. Ömrümüzde bir kez olsun, bilinçli bir seçimle bizi sevinçten havalara sıçratacak bir düşümüzü bulmalı ve onun ardına düşmeliyiz.
Heyecanlanmalı, yerimizde duramamalıyız.
Hep içimizde bir yerlerde saklı duran bir arzumuzu, içimizi kanata kanata bile olsa BULUP ORTAYA ÇIKARMALI VE kışkırtmalıyız.
Bir kez olsun, bir kezcik olsun beyaz atlarımıza binip bir serüvenin ardına dört nala düşmeliyiz. Merak etmeyelim geri döneriz. Belki biraz yorulur, biraz düş kırıklığı yaşar ama geri döneriz. Dönmüyorsak yeni düş yeni yaşamımız demektir.
Ama dönsek de dönmesek de artık ne hastalığımız kalmıştır ne bunalım ne yaşlılık ne kalp kırıklığı
YENİ BİR DÜŞÜN PEŞİNE GİTMEK LAZIM



21 Mayıs 2010 Cuma

BİR ŞEY YAPMALI


1.Çevre ve Kültür Değerlerini Koruma ve Tanıtma Vakfı- ÇEKÜL-Özellikle çocuklarla oluşturulan çalışmalar çok keyifli. Ve daha katkıda bulunulacak nice alan tanımlamışlar...


2.  Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Kuruluşlarında Gönüllü Çalışmanın Esasları
Çocuklar, Yaşlılar, Engellilerle birlikte olma, onlarla etkileşim içinde olma, hem öğrenme hem öğretme şansı. Gönüllü çalışma için gereken vasıfları tanımlayan yönetmelik.



3. Başlıbaşına bir gönüllük süreci


3. Ekolojik Yaşam Kapısı- BUĞDAY -
Yaşamını sürdürürken diğer yaşamlarla uyum içerisinde ve ekolojik bütüne saygılı bireyler ve bu bireylerden oluşan bir toplum hayaliyle...


4. İl Özel İdareleri ve Belediye Hizmetleri Gönüllülük Yönetmeliği

5. Anne Çocuk Eğitim Vakfı - AÇEV - Okul öncesi çocukların eğitim durumlarına ilişkin koşulların düzeltilmesi doğrultusunda çalışmalara başlayan bir vakıf. İşlevsel Yetişkin Okuryazarlığı ve Kadın Destek Programı gönüllü eğitimciler tarafından yürütülmekte; http://www.acev.org/content.php?id=30&lang=tr
6. KIZILAY_Afet dönemlerine gönüllü çalışma yapmak isteyenler için; http://subeyonetimi.kizilay.org.tr/onbasvuru.aspx

7. Darülaceze'de bizi bekleyen birileri vardır belki; http://www.darulaceze.gov.tr/bpi.asp?caid=225&cid=127

8. Biz bir gidelim onlar bin çiçek açsın http://www.zicev.org.tr/bagislar:gonullu

9. Deniz Kaplumbağalarının da bize gereksinimi var; http://www.ekad.org/gonullu.htm

10 Aradıkları becerilere sahipsek çok da hoş olabilir- Antalya Kent Müzesi http://www.antalyakentmuzesi.org.tr/index.php?Itemid=124&option=com_facileforms

11. Birleşmiş Milletler'de gönüllü çalışmak için; http://www.un.org.tr/index.php?ID=104&LNG=1

12. Toplum Gönüllüleri Vakfı'nda Gönüllü Çalışma Yönetmeliği



13. Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı; Adım Adım Gönüllülük


14. Çevre katliamina HAYIR! HAYIR! HAYIR! diyorsanız


15. Türk Böbrek Vakfı Sosyal Komitelerinde Çalışmak için


16. Kendi sözleriyle; "Herkesin yaşamda bir yolculuğu olduğunu düşünerek herkesin bir yolu, kendini gerçekleştirdiği bir “Patika”sı vardır. Bu patikalar zaman zaman başka insanların patikalarıyla birleşirler ve beraber yolculuk edilir. "

KENDİMİZ İÇİN HAYAT DERSLERİ ÜÇBİNYİRMİALTI



Herhangi bir konuda yaşadıklarımızı nasıl algılayıp isimlendirdiğimiz çok önemli.
Hayatı nasıl yaşadığımızla ilgili bir şey.
Bize sıkıntı veren herşeyi sorun olarak algılıyoruz.
Hayallerimize ulaşmakta engel olan her şey, içimizi sıkan her şey, başaramadığımız her şey bizim için sorun.
Ve bu sorun çözülünceye kadar hayatımızdaki diğer konuları hep tali yaşıyoruz. Yani ikincil önemde.
Oysa belki de hayatımızın ilerleyişi bu alanlarda.
Belki bu alanlarda hayatı çok ıskalıyoruz.
Hayatın bir kısmını öncelikli bir kısmını önemsiz olarak niteleyip yaşadığımızda ise gerçeği, gerçekliği yitiriyoruz.
Artık tam algılanmayan, yüzer gezer bir düzlem içinde olup bitiyor hayatımızdaki olaylar ve yaşantılar.
Oysa herhangi bir konuda engellendiğimizde, başaramadığımızda, elde edemediğimizde, durağanlıkta ya da teleşta bunun bir sorun değil bir durum olduğunu düşünsek. Hayat biraz da durumlar ve anlar toplamı değil midir? Durum hayatın diğer konu, alan ve yaşantılarını olduğundan daha önemli ya da daha önemsiz kılmıyor. Diğer durumlar gibi bir durum. Biraz ya da çok cansıkıcı ama bir durum. Hayatın diğer alanlarındaki eğlenceyi, coşkuyu, anlamı kaybettirmeyen, önemsizleştirmeyen bir durum. Gececek bir durum. Ya da geçmeyecek. Konuya, olana ya da bize bağlı bir şey. Ama hayatın peşini bıraktırmayacak, duyguları kütleştirmeyecek, gerçekliği kaybettirmeyecek bir hal.
Gençlere bir de böyle bakmalarını öneririm.
Özellikle sınavlarda.
Aşklarda ve ayrılıklarda.




18 Şubat 2010 Perşembe

BENİM GÜZEL ÇOCUKLARIM

Ey, büyük şehirlerin terkedilmiş mahallelerinin viraneliklerinde, ucuz ve parlak İtalyan kumaşlarından dikili ceketlerinin kalkık yakalarıyla, yüzlerini kendilerinden bile gizleyen kuşcu çocuklar. Kalpleri olduğunu bir tek güvercinlerin bildiği bıçkın delikanlılar.

Ey, elleri siyah kalpleri beyaz, kendine tapan liberal ve oryantalist aydına bile toplumsal vicdan olmadığını kavratabilen Ali'nin yol arkadaşları. Katı atık toplayıcıları

Ey, sabahları, gün doğmadan tatlı uykularından uyandırılıp yollara düşen, akşamları, gün batımından önce işlerini bırakıp gidemeyen, elleri tüm uzuvlarından önce büyüyen, gün yüzü görmeyen ama emekleriyle hayatı her gün, her gün yeniden üreten, sessiz kahramanlar. Çırak çocuklar.

Ey, internet kafelerde, karşısında saatlerce kilitlenerek, ekranlardan medet uman, hayalleri bir hayli kırılmış çocuklar.

Aynı sokaklarda aynı okullarda olup da birbirlerini küçümseyen kızlar, oğlanlar. Ama sosyal paylaşım sitelerindeki profilleriyle birbirlerinin hayranı olabilen masum yalancılar.

Ey, kendilerine ve ailelerine daha iyi bir hayat beklentisiyle küçük yaşlarında evlerinden köylerinden, kasabalarından kopup yabancı şehirlerde büyük ve soğuk binalarda okumaya giden evlerinin, köylerinin, kasabalarının umut goncaları.

Ey, büyük büyük adamlar gibi davranmaya çalışan, çocuk koğuşlarında yaşlarından önce büyütülen racon ustaları.

Ey, en kazık matematik problemlerini atom hızıyla çözebilen, kimya formüllerine, fizik kapanlarına pabuç bırakmayan, bakışlarını ileriye odaklamış, ne buluşlar yapacağı mechul, başarıları hayranlıkla izlenen kitap kurdu, sinema delisi zehir gibi çocuklar

Ey, hayalleri; ev içlerine, mutfak perdelerine, porselen yemek takımlarına, tek taşlara, triolara, yazlıklara, kışlıklara, dantellere sığmayan, sığdırılmayan azimli kızlar.

Ey, kibirli evlerin, hırslı ana babaların yanlız ve hüzünlü prensleri, prensesleri.

Ey, başı şiirle dönen, kendi coşkularından sarhoş, büyülü çağların cesur ve güzel şarkıcıları.

Ey hiç bir yoksulluğun hiç bir zenginliğin, hiç bir baskının hiç bir ihmalin engelleyemediği güçlü yürek çarpıntıları.


Güzel çocuklarım.

Taşlanmış kot giyinmeyin. Silikozis çaresizliğine düşmesin genç işçiler.
Yapımında ölen işçi var ise, o gemiye binmeyin.