21 Kasım 2011 Pazartesi

OSKAR ÖDÜLLERİ VE AMERİKAN TOPLUMUNUN YENİ KİMLİK ARAYIŞI

Cuma, Ocak 2, 2009




"Son zamanlarda gerek Amerika'da gerek Ortadoğu'da yapılanları görünce, bir sinema yazısı olarak da Aralık 2002'de yazdığım bu metin aklıma geldi. Paylaşmak istedim."

2002 Oscar ödülleri yine şaşalı bir törenle dağıtıldı.
İki zenci oyuncuya birden ödül verildi.

Denzel Washington; "John Q" filmindeki rolüyle, 'En iyi erkek', Halle Berry ise, Türkçeye çevrilmiş adıyla, "Kesişen Yollar" filmindeki rolüyle, 'En iyi kadın oyuncu' ödülünü aldı.

Bu yılki Oscar töreninin en önemli sansasyonu, iki zenci oyuncunun birden ödül almasıydı herhalde. Ama hazır olalım, yakın gelecekte daha çok ödül alacağa benziyorlar. Konjonktür öyle gösteriyor. Yanlış anımsıyorsam lütfen bağışlansın; en son, 1964 yılında Sidney Poitier, 'En iyi erkek oyuncu' ödülünü alabilen zenci olmuştu.

Oscar, beyaz oyuncuların arenası diye bilinir. Bunu en çok zenci oyuncular kabullenmiş olmalı ki, bu yılki törende şaşkınlıkları görülmeye değerdi. Halle Berry, heykelcik elinde olmasına rağmen, sahnede, bir ağlıyor, bir gülüyor ama bir türlü inanamıyordu. Ve bu haliyle de coşkusunu, inanılmaz bir doğallıkla izleyicilere aktarıyordu. Ekranın karşısında otururken anlıyordunuz ki, bu kadın çok çalışmış, çok emek vermiş, umut etmiş, beklemiş, düşlemiş. Korka korka düşlemiş. Yanlızca bu görüntü bile, filmi merak etme duygusu yaratabiliyor insanda. Film; farklı iki aileden, yolları kesişen insanları anlatıyor.

Ailenin biri zenci. Anne, baba ve çocuk. Baba bir suçlu. Hapishanede. Tüm süreçler tamamlanmış, idam edilmeyi bekliyor. Anne (Leticia), kocasının cezasını kanıksamış, borçlarını ödeyemediği bir eve, hurda haline gelmiş bir arabaya, obez bir çocuğa sahip. Diğer aile beyaz. Dede, oğul (Hank) ve yetişkin erkek torun. Üç kuşaktır infaz memurluğu yapıyorlar. Dede bu görevden emekli olmuş, hayli yaşlı bir adam. Dede ve oğul taviz vermez bir biçimde ırkçılar. Torun ise hiç onlara benzemiyor. Duygulu, duyarlı bir genç adam.

Bu iki ailenin yolu ilk kez, cezanın infazında kesişiyor.İdama nezaret eden görevliler arasında Hank ve oğlu da var.

Filmde, ne oluyorsa bundan sonra oluyor, tempo birden yükseliyor. Acılar birbirini izliyor. Bu acılar arsında Hank ve Leticia'nın yolları kesişiyor. Aralarında mutlu sonla biten bir ilişki başlıyor. Hank'in ırkçılğı da sönüp gidiyor.

Irkçılık gibi çok derinden duygularla beslenen bir tutumu alelacele silmeye çalışan filmde, inanılmaz bir başka ayrımcılık ve etnik sayılmasa bile bir temizlik yapılıyor ki tüylerinizi diken diken etmeye yetiyor. Film; zenci ve suçluysanız, sizi idam ettiriyor. Duyarlı ve sert koşullarda hata yapan bir beyaz iseniz, sizi intihar ettiriyor. Babası idam edilen şişman bir zenci çocuksanız, gizli saklı yediğiniz dondurmalar yüzünden size anne şiddeti uygulatıyor ve en sonunda obeziteden öldürüyor. Irkçı ve huysuz bir yaşlıysanız sizi sürekli bakım merkezine yerleştirerk cezalandırıyor.

Hank ve Leticia'nın sorunsuz bir ilişki yaşayarak, Hank'in ırkçılığının yokolması için yapılan temizliği görünce, insan, Terminatör filmini izler gibi oluyor.

Hakkını vermek gerekirse film idama karşı. Bunu açık açık veriyor.

Film; Amerikan toplumunun 11 Eylül sonrası yeni kimlik arayışının nereye doğru akacağının bir göstergesi gibi.

Yakında idam cezasını kaldıracağa benziyorlar. (Belki bu arada Çocuk Hakları Sözleşmesini de imzalayabilirler) Bir iç uzlaşma arayışıyla zencilerle barışma ihtiyacı hissediyorlar. Bunu nasıl yapacakları konusunda kafaları pek de aydınlık değil. O nedenle de bu filmdeki gibi ortalığı toz duman içinde, kan revan içinde bırakıyorlar.

Böyle yapmaya devam edeceklerse, Orianna Fallaci'den senaryo yazımında yardım isteyebilirler. Son dönem tepkilerinden hareketle böyle bir öneri karşısında çok mutlu olacağı izlenimi bırakıyor.

Gelelim en iyi kadın oyuncu ödülüne.

Halle Berry için , 'soyundu, ödülü aldı' demek hamaset. Ancak performansının çok iyi olduğunu söylemek de mümkün değil. Sıradan Hollywood kalıbı dışına çıkamamış.

Umalım ki konjonktürden dolayı ödül aldığının farkında olsun.

AVRUPA BİRLİĞİ HAYATI KAPİTALİZE EDİYOR

Cumartesi, Ocak 3, 2009



Bu Avrupa Birliği batacak.
Özellikle küresel kriz sürecinde, ciddi ciddi sinyalini verdi ki, bu mantıkla devam ederse, burnu büyük birlikleri, hüsranla bitecek bir sürecin sonlarına yakın bir yerde.
Batmaktan; yok olacak, bitecek, mahvolacak değil de sûkutu hayale uğrayacak ve anlayışını değiştirmek zorunda kalacağını kast ediyorum.
Özellikle Avrupalı liberal aydınlarla, çevre ülkelerdeki liberal aydınlar için kabus gibi bir şey.
Zavallılar, büyük bir kabusu zaten yaşıyorlar.
Dünyada liberalizm diye bir şey yokmuş.
Onlar da, keşke birer yalan olsalarmış.
Küresel krizde, hiç de liberal davranamayıp, panikle bankaları, şirketleri kurtarmaya koşan kapitalist yönetimler, ne yapılırsa yapılsın zararı önleyemeyecekler.
Kapitalizm eriyen kutup buzulları gibi. "Alma mazlumun ahını" derler adama. Bunlar buzullar kadar sessiz değiller ama. Hemen kızışıp, köpürüyorlar. Kendini tehlike de gördü mü ne yapacak? Al sana orantısız güç, al sana silah, al sana savaş, al sana operasyon. Artık yönetimlerden, maskesini bile zor görürler liberalliğin.

Söylemedi demeyin, bu Avrupa Birliği batacak.
Çünkü hayatı "kapitalize" ediyor.
Çünkü bilerek ya da bilmeyerek, ama böyle yaparak, birlik halklarını kapitalizmin krizinin kollarına itiyor.
Çevre ülkeler, komşu ülkeler gibi, birlik içine almaya hazırlandığı için kriterlerini dayattığı ülkelerin halklarını da.
Burada, ülkelerini yönetemeyip bir umut, birliğe kulak veren yönetimleri yanıltıyor, bocalatıyor, iyice şaşırtıyor. Birliğin istediği bir şeyleri yapabilirlerse, başarılı olacaklarını sanıyorlar. Hem yönetim erklerini ve iradesini ellerinden çıkarıyorlar hem de uyguladıklarıyla ülkelerini iyice çıkmaza sokuyorlar.

Avrupa Birliği, hayatı kapitalize ediyor.
Hayatı; marketlerdeki ürünlerin sergilenmesinde olduğu gibi, bir ticari pazaralama yapılır gibi, kategori yönetimi şeklinde yönetmeye çalışıyor.
İnsanları, insanların cinsiyetlerini, yaş gruplarını, etnik kökenlerini, inançlarını, çevreyi raflardaki ürünler olarak algılıyor ve öyle algılamamızı istiyor.
Bazı ortak özellikleri bir araya getirip ambalajlıyor, etiketliyor. Bunu yaparken diğer ortaklıklarından koparıyor. En önemlisi bütünden koparıyor.
Küreselleşme nedeni ile zaten "kışkırmış" olan mikro milliyetçiliği, şovenizmi destekleyecek bir ortam yaratıyor.
Haklardan konuşulup, hep bir diğerinin aleyhine işleyen çıkarlar etrafında toplanıyor insanlar.
Son günlerde televizyon kanallarını ve internet sitelerini, raflar ve ürünler olarak kabul edenler beni anlayacaklardır.
Oysa hayat böyle bir şey değil ki?
En azından ve çok şükür ki, bir market değil daha.
Al sana kardeşim, bir raf, bir web sitesi, bir televizyon kanalı, güle güle kullan.
Bir pazarlama stratejisi gibi, hayatta hiç karşılığı olmamasına karşın, bazı ürünleri getirip getirip bazılarının gözüne sokuyor.
Bazı ürünlerin hiç hak etmemesine karşın hedef olmasına, afaroz edilmesine raflardan indirilmesine ve saldırıya uğramasına neden oluyor.

Gerek Avrupa Birliği'nin gerek birliği takip eden yönetimlerin; hayatı, kapitalize etmeye uğraşmasının ve kategorize edip yönetmeye çalışmasının, bireylerde başka bir zararı daha ortaya çıkarıyor. Bireyin hayatı bütünsel algılayışını parçalıyor. Kendi hayatını da dünyadaki hayatı da; parça parça, tek tek birbiriyle ilişkisi olmayan yaşantılar olarak algılamasına neden oluyor. Çevreyi ayrı, kadına yönelik şiddeti ayrı, savaşı ayrı, çocuklara yapılanları ayrı algılıyor. kendi hayatında da öyle. Hangi sınıftan geldiği, aşkı, geleceği, yaptıkları ayrı ayrı algılanıyor.
Bireyi kendinden ve dünyadan koparıyor, uzaklaştırıyor.
Bireyin burada uyanık olması lazım.
Kendini ve hayatı koruyabilmek için bunu yapması lazım.
Özgürlük taleplerini, "liberal kekler" gibi başkalarına, özellikle Avrupa Birliğine ihale etmemesi lazım.
Bu Avrupa Birliği batacak.
Çünkü, bu muhteşem hayatı kapitalize etmeye çalışıyor.
Enternasyonal kardeşlik gibi değil onun birliği.
Onun birliği barışı çağrıştırmıyor.
Onun da bu kafadan vaz geçmesi lazım.

VATAN YAHUT NAMIK KEMAL FIKRALARI

Perşembe, Şubat 5, 2009



Büyük şair Edip Cansever'in, "Mendilimde Kan Sesleri" adlı şiirinin bir bölümünde,
diğerleri gibi, şu mısralar da ayrı çarpar insanı,

"İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanın beyaz
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki
.........."

Etrafı dikenli tellerle çevrili ya da değil, bir coğrafyada yaşıyor ve orayı benimsiyor ya da seviyorsak, annemizin doğduğu yer ise burası, bizim için bir farklı yerdir.
Annemiz, babamız, kardeşlerimiz, amcalarımız, halalarımız, dayılarımız, teyzelerimiz, nenelerimiz, dedelerimiz, kuzenlerimiz, akrabalarımız, hısımlarımız, komşularımız, arkadaşlarımız dostlarımız, sevdalandıklarımız, gönül yaralarımız vardır.
O coğrafyayı her şeyiyle severiz.
Her şeyiyle.
Çiçeği, böceği, kurbağası, solucanı,
Başı dumanlı dağları, derin mavi denizleri, oynak dereleri.
Kapı önü sohbetleri, köşe başı buluşmaları,
Sıcak çorbaları, turşuları, kızartmaları, mezeleri,
İlk baharı, son baharı, kışı, yazı.
Kitapçıları, kahveleri, sinemaları,
Ve büyük büyük şairleri.
Çocuk kahkahaları
Cilvesi, hüznün altında kalmış kadınları.
Bıçkın bakışlı adamları.
Yediveren gülleri gibi renkli, güzel insanlarıyla burayı muhabbetle severiz.
Ayrılıklarımız değerli taşlarımızdır bizim.
Doğaldır sevgimiz.
Birbirimizi ne kadar seviyorsak coğrafyamızı da o kadar severiz.
Kimse ne kendinin ne başkasının sevgisini sorgular.
Kendini sevmek gibi bir şeydir bu.
Hiç meşeleri sevip sevmediği ile ilgili sorgulanır mı bir insan ya da hercai menekşeleri. Bir Sokağı sevmekle sorgulanır mı bir insan? Böyle saçmalamak olur mu?
Çakıl taşlarını, üzüm suyunu, rast makamını, zurnayı, sazı, elmayı sevmekle yargılanır mı?
Her şeyi bizimdir, herşeyi ile bizim bu coğrafya
Hısımlarımızın bir kısmı aynı tanrıya inanır, bir kısmının kitabı farklı.

Hangi dilden söylense içimizi burkar türküleri.


Bir coğrafya herşeyi ile sevilirse eğer vatandır
ki bu vatan dünyadır.
Diğeri çok çabuk satabilen olacaktır.
Diğeri çok çabuk dağılan olacaktır.
Diğeri çok çabuk saf değiştiren olacaktır.
Diğeri Silistre yahut fıkra olacaktır.
Memlekete de büyük şair Namık Kemal'e de yazık olacaktır

KÜRESEL KRİZE BİREYSEL ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

Cuma, Aralık 5, 2008


Ankara'da doğal ürünlere ulaşmakla ilgili bir yazı tasarlıyorum. Kaç zamandır kafamda.
Hatta bir kere yazdım, sonuna doğru bir elektrik kesintisi, uçtu gitti bütün çabam. Ne diyelim; "İyi ki gitmiş " diyecek durumlara geldik artık. Sorgulamıyoruz bile.
Şimdi o yazımızı aklımızda kaldığı kadar yazalım, sonrasında başka türlü, başlıkla ilgisini kurarak devam edeceğiz.

Ankara'da Atatürk Orman Çiftliği'nin, başta süt, yoğurt ve diğer süt ürünleri, hem kendi mağazasında hem marketlerde ulaşılabilir durumda. Eskiden şarapları da vardı ama şimdi var mı ? Bilemiyorum. Dondurmayı sütle yapan tek yer. Onun da arazisini "rant'lamaya" çalışanlar var. Biz onları bırakıp da bize böylesi güzel mirası bırakanları sevgiyle, saygıyla yad edelim.

Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi'nin gezici satış yerleri var. Ben, eski TED Ankara Koleji'nin olduğu binadan, Çankaya Belediyesi'nce tahsis edilmiş minik dükkandan alış veriş yapıyorum. Yumurta, tereyağı, yoğurt, domates, bal kabağı herşeyi güzel. Saat 1100-1800 arası çalışıyor. Resmi tatil günleri dışında hizmet veriyor. Bazen tam saat 1100'de açamasalar da, eğer o saatte orada olamazsanız bazı ürünler bitmiş oluyor. Fiş istediğinizi bildirmeniz gerekiyor.

Buğday'ın ya da Buğday'cı arkadaşların (internetten bulursunuz) bir doğal ürün organizasyonu var Ankara'da.

Yukarı Ayrancı pazarında, bir doğal ürünler günü ayrılmış durumda. Sanırım pazar günü ama yine de sorup soruşturup öyle gitmek lazım.

Bütün semt pazarlarının girişinde çıkışında, yanında yöresinde civar köylerden gelenlerin açtığı tezgahlar oluyor. Normal düzenli bir tezgahtan çok, ağzı açık çuval veya torbalarda satış yapıyorlar. Eğer tanırsanız, geldiği kasaba ya da köyü bilirseniz öyle çok doğal ürüne ulaşabiliyorsunuz ki anlatamam. Pazara sunmadıkları ürünü size özel getirebiliyorlar.

Ankara'ya yakın olan köy ve ilçeler de yine doğal ürüne ulaşılabilecek yerler. Cumartesi pazarları Ankaralı turistler için değil de hafta ortası kendileri için açtıkları pazarlara gitmek oldukça verimli olabiliyor. Örneğin Çubuk Pazarı, hem ucuz hem çeşitli ürünleriyle bulunmaz bir olanak

Çarşambaları Adalet Bakanlığı önüne Kalecik Cezaevi işletmesi'nin ürünleri geliyor. Yumurtası ve yoğurdu çok taze, güzel. Ama her zaman bulamıyorsunuz.

Gelmek istediğim konu da bu zaten. Tüm genel af çalışması diyerek boşaltma girişimlerine karşın cezaevleri, yine kapasitesinin üzerine çıkmış. Yüz bin civarında "mahpusumuz" var. Çoğu kamu kurumunda, zamanında güzel kitaplıklar yapılmıştı. Ama kitaplıklar protokole göstermek içindir. Yoksa kitabı okuyayım derken yıpratırlar. Verilmez kimseye kitap. Siyasilerin dışında kitap okuyan var mı bilmiyorum.

Bu mapuslar cezalarını çektikten sonra dışarı çıkacaklar. Bu insanlar eskisi gibi kan davasından, arazi kavgasından gelmiyor. Ortam çok kriminal. Küresel bir suç atmosferi yaratıldı. Metropol sokakları, terör örgütlerinden çok daha fazla can yakıyor. Ve bunun nedeni insanların yoksulluk, açlık, kimsesizlik, korkusu. Herkes güvensiz, korkulu, mutsuz.

Bizim herşeye karşı olanaklarımız var. Sadece coğrafyamız, yerüstü ve yer altı kaynaklarımız değil insan kaynağımız da zengin. Biz yeter ki görelim.

Mapusa, engelliye; toplumun sırtındaki yük olarak, aylık maliyet olarak bakmayalım. Son yıllarda herşeyi ;kötü, beceriksiz, haris bir tüccar gibi parayla ölçtüğümüz için bu kapana sıkışıyoruz.

Biz bugün Kalecik Cezaevinde üretilen ürünlerden söz edebiliyoruz. Kimbilir kaç bebeğin sağlıklı büyümesine katkıları oluyor. Hepsinin ellerine sağlık.

Diğer tüm cezaevlerinde bunlar yapılabilir. Daha önceden çok daha yoğun ve yaygın yapılıyordu. Yine yapılabilir hem de en gelişmişinden.

Ekolojik tarım ve doğal ürünler konusunda cezaevleri; çalışan, iş öğrenen, bir dalın yeşermesini gün be gün an be an izleyen, çıktığında cebinde parası, kolunda altın bileziği olan insanlar için nasıl güzel bir okul olur. O zaman kim takar kaça mal oldukları.

Bir kaç gün önce; yetiştirme yurdunda büyümüş bir delikanlı kendisi gibi yetiştirme yurdunda büyümüş karısını ve iki bebeğini doğradı. Eskiden yetiştirme yurtlarında çok ciddi üretimler olurdu. Burada söylediğim çocukların çalıştırılması değil. Kimse bunu böyle anlamaya da kalkmasın. Mobilya olurdu, demircilik olurdu, matbaa olurdu. Çok başarılı olan çocuklar çıkmıştır buralardan. Buralarda ruhları da huzur bulurdu. neden terk edildiklerini unuturlardı.
Şimdi, habire okusunlar. Liseyi bitiriyorlar bitirenler. Üniversiteye giden az. 3413'den işe giren giriyor. Giremeyen? Bir de yürekte öfke, yenilmişlik.
Böyle mi olmalı. İnsan hayatı kamuya kaç paraya patlar önceliğiyle bakılırsa daha çok çocuğumuz heder olacak.

Büyük Usta Yaşar Kemal dün Cumhurbaşkanlığında ödül alırken vurguladı. Köy Enstitüleri için, "..bu gelecekteki dünyayı gerçek insanlığa kavuşturacak tek düzendir" ifadesini kullandı. Halkevlerinin elindeki binaları otel yapmak için almak yerine desteklemeliyiz, Köy Enstitülerini yeniden, heyecanla, şevkle, aşkla açmalı yaygınlaştırmalıyız. Ama başına da bir İsmail Hakkı Tonguç oturtmalıyız. Öğrencisini sınıfta haksızca azarlayan öğretmene, aynı sınıfta kalkıp öğrencisinden özür dilemeyi öğretebilen bir Tonguç Baba.

Bu yolla hâla floramızı faunamızı koruma şansımız var. Onları koruyabiliriz. Kuruyan göllerimizi kaç paraya geri alabiliriz?
Binalarla doldurup niteliğini kaybettirdiğimiz kaç arazi parçasında, tarım yapıp ürün almayı kaç paraya sağlayabiliriz.

Engelliler için de durum bu. Son, neredeyse İngiltere ile bozuşmamıza neden olabilecek engelli çocukların gizlice çekimi bir kez daha bizi asabileştirdi. Nerdeyse yaşamasınlar diyeceğiz. Sonradan iş imkanı, simit tablası felan filan zor toparlandı ortam. Onurlarıyla yapıp, kendi geçimlerini sağlayabilecek o kadar şey varken ve araştırılmazken kaç paraya mal oldukları hesaplanmıyor mu? İşte bu acizlik konusunda gerçekten diyecek bir şey bulamıyor insan.

İşte bu bakış açısı, bizde daha kalın dışarda daha ince ama bu bakış açısı, bu sistem bu düzen bir kez daha kriz yaratıp bir kez daha hesabı bize çıkarıyor.

Vallahi benim kriz için en temel küresel önerim; şu bir saatlik toplantıya jetle giden ceo'ların kıçına tekmeyi vurup gerçek patronların işin başına geçmesi. Kendileri geçseler; işçiye de köylüye de çevreye, dünyaya ne zararlar verildiğini kendi gözleriyle görecekler.

Kendi ülkemiz için ise;

Hemen ama hemen, bütün özelleştirme süreci durdurulmasını yani bu Anadolu coğrafyasında yaşayanlar olarak bizim, devlet eliyle ne kıymetli arazilerimizden ne eski, tarihi binalarımızdan ne de çalışanlarımız işinden edilmemesini öneriyorum
Devlet eliyle bu işlerin yapılması acilen bırakımasını öneriyorum.

Asgari ücretin yükseltilmesini( bölgeler için ayrı bir ücretin konuşulmasının sonlandırılmasını) ve iyi takip edilmesini öneriyorum.

Sendikalar önündeki örgütlenme engellerinin kaldırılarak, özgürlük ve onur içinde bir yaşama ve kalkınma kültürünün oluşturulmasını öneriyorum.

Acil durum dışında - ki bu karara, sosyal hizmet uzmanı eğitimi ve deneyimi gerekir - tüm sosyal yardımların durdurularak İŞSİZLİK FONU'NDA biriken paralarla hemen bugün istihdam için toplumun tüm taraflarıyla, beyin fırtınası, yarışma, şu bu neyse işte çalışmalar yaparak ve şeffaf olarak bu işi çözmeyi öneriyorum. Yoksa "Off burada da iyi para birikti, şimdi tam zamanı" deyip fonu uyduruk projelerle boşaltmayı değil

Bütçeden devasa pay alan Diyanet de dahil vatandaşın keseceği kurbanların peşine düşülüyor. En azndan kamunun bu işten çıkarak kurban paralarının istihdama yatırılabileceği bir tercihle vatandaşa gitmeyi öneriyorum. Nasıl olsa şart değilmiş.

Sahibi olduğu şirketi, bankayı, yönettiği işletmeyi, belediyeyi borç içinde bırakırken kendi serveti bir hayli büyümüş adamların maliye olarak peşine düşerim. Buradan kanıtlayıp geri aldığım her kuruşu istihdam yaratmaya harcarım.


İnsana saygılı, güvenliği ihmal etmeyen, çocukları esirgeyen, kimsenin kendini "öteki" hissetmediği bir güzel barış ortamı yaratmayı öneriyorum.

Kadınlar gelirleri olduğunda, kendilerine, çocuklarına, eşlerine, evde hasta varsa ona, yaşlı varsa ona, engelli varsa ona yani aile refahına harcıyorlar. Erkekler o kadar değil. Bu nedenle istihdamda kadınlara olanak tanınmasının önemsenmesini öneriyorum.

Önerilerim şimdilik bu kadar.
Son günlerde baktım herkes bir şeyler öneriyor, ben de kendi önerilerimi sunayım dedim.

FASULYEDEN SİGARAYI BIRAKMAK

Cumartesi, Hazirane 7, 2008



KENDİMİZ İÇİN HAYAT DERSLERİ 1

Değişmeye hazır mısınız?

Aramızdan biri kendi bulduğu bir yöntemle sigaradan kurtuldu. Daha doğrusu soğudu. Oldukça kolay ve acısız, ağrısız bir süreçte sigaradan soğuyabiliyor insan. Yeter ki değişmeye ayak diremesin. Çünkü sigarayı bırakmak (belki bağımlı olunan her şeyde öyledir) bir duman perdesini de kaldırıyor hayatımızdan. Gerçekle yüzleştiriyor. İlk bırakışta bu gerçekler dünyası biraz ürkütebiliyor bizleri. O nedenle zor geliyor bağımlılıkları bırakmak. Ama sonrası; bir taze bahar rüzgarı temizliyor ortalığı, biz de güçlenmiş ve tazelenmiş oluyoruz.

Başlayalım mı?

Uzun yıllardır; çocukluğumuzda en sevdiğimiz meyveler olan cağlayı, can eriğini, papaz eriğini canı istemiyordu çünkü uzun yıllardır bu meyveleri yediğinde dişleri kamaşıyordu. İnsan en sevdiği yiyeceklerden bile soğuyor ve fark etmiyor işte.
Buradan hareket etti.
Bu iş için basit bir ZİHİNSEL bir çalışma oluşturdu.
Her akşam uyumak için yatağa uzandığında bir masa hayal etti. (mutfak masası da olabilir büro masası da) Bir sandalye çekip oturduğunu hayal etti. Masanın üzerine içtiği marka sigaralardan dizdiğini hayal etti. Çöp tenekesini sandalyenin yanına çektiğini ekledi bu hayale. Sonra başladı paketten bir sigara çıkarmaya, çıkardığı sigarayı yeşil fasulye kırar gibi kırıp, çöp kutusuna atmaya. Hiç bir şey düşünmeden (ne sevindi ne üzüldü, çöpe atılan herhangi bir nesneyi atarken olduğu kadar duygusuz, duyarsız bir şekilde) çıkardı çıkardı, kırdı attı.
Uykuya dalıncaya kadar bu çalışmayı yaptı.
Ne, şu kadar dakika ne şu sayıda sigara. Hiç bir şey için kendini zorlamadı. Sadece uykuya dalıncaya kadar.
21 gün bu zihinsel çalışmayı yineledi.
Sizler de deneyin isterseniz.
Sizde daha uzun ya da daha kısa sürebilir.


"Bu yazıyı bizden izin almak koşulu ile bloğunuzda yayınlayabilirsiniz"


BU YAZIYI; http:gonulsofrasi.blogspot.com 'un izniyle bloglarından alarak yayımladım

BELDE BELEDİYELERİ İÇİN NAÇİZANE ÖNERİLER

Alanya'ya, Antalya'ya Mersin'e gidenler görmüştür, oralarda kaldırımlarda hep portakal ve limon ağaçları vardır. Ne dalı kırılmıştır ne meyveleri yağma edilmiştir. Hatta çoğunun üzerinde meyvesi aylarca kalır. Oysa bir ara Antalya'da sokak çocukları hayli vardı. Çocuklar bile o küçük yaşlarında, aç kaldıklarında ağaçlara zarar vermeden yediler demek ki. Hoş, oralarda çok aç kalan olmuyor. Ve kentteki meyve ağaçları da hayli çok. Neredeyse adım başı.

Bütün belde belediyeleri beldelerinde ne yetişiyorsa o meyveler ağırlıklı olmak koşuluyla beldelerini donatabilirler. Bu belde için; hem bolluk bereket simgesi hem turistler için bedava ikram ve tanıtım hem de canı isteyip de alamayanlar için meşru bir ulaşılabilirlik sağlar. Kimse korkmasın, eğer yeterli sayıda olur ise ağaçlar zarar görmez.
Eskiden "sadaka taşı" diye bir uygulama varmış mahallelerde. Gece oraya para konur, ihtiyacı olan da, yine gece vakti ihtiyacı olduğu kadarını ordan alırmış. Parayı taşa koyanı da parayı alanı da kimse görmezmiş. Yani bugünkü çadırlar gibi yararından çok reklamı yapılmazmış. Reklamdan gösterişten utanırmış insanlar. Meyve ağaçlarından oluşan bahçeler, parklar, ormanlıklar, bu ahlaktan gelenlerin uygulayacağı bir şey. Kimse kimseyi görmüyor. Kimsenin gururu incinmiyor kimse üç kuruşluk hayır için kurum kurum kurulmuyor. Turisti de dahil herkes için bir belediye hizmeti.
Beldeler insanların birbirini tanıdığı yerler. Çabuk organize olunabiliyor. Çabuk sonuç alınabiliyor. Sonuçları net izlenebiliyor.
Çocukları, kadınları, aileleri işin içine katmak lazım. Eğer yapılan, içten ve doğru bir iş ise, zaten katılıyorlar. Çocuklar ve anneler, eve yenmesi için alınan meyvelerin çekirdeklerini biriktirseler. Bir de bunları bir saksıya ekip fide haline getirseler. Şeftali, kayısı, kiraz, vişne, hatta nar, sonra kabuğuyla ceviz, badem, fındık. Bütün bu süreçleri çocuk görse katılsa. Belediye yeşillendirme çalışması yapacağı arazileri sadece çam ağacı ile donatmasa. Meşenin, çamın, kestanenin, kavağın yanına bu fideler de bir şenlikle, mevsiminde ekilse. Belediyeciler de; elma, armut, ayva, portakal ve yerel fideleriyle katılsalar şenliğe. bazı fidelerin meyve vermesi üç yıl bile sürmüyor.
Böyle bir beldede büyüyen hangi çocuk, bu beldeyi bu bolluğu ve bereketi bu hizmeti unutur?
Bütün çocuklara açık bir "meyve ormanı", böyle bir uygulamada hangi çocuk kendini masal kahramanı olarak görmez? Kim kendini cennette zannetmez?
Herşeyden önce çocukları doyurmak lazım.
Ve bunu yaparken annesini, babasını ve çocuğu incitmemek lazım.
Bugünki gibi; üç kilo pirinç, bir paket makarna, bir paket margarin, beş paket tarihi geçmiş hazır çorba, biraz kömürle insanları aşağılamamak lazım.
Acil durumlarda ne olursa vermek lazım. Ama diğer durumlarda biraz bakmak lazım.
Bölgede özelleştirme varsa taraf olmak lazım. Özelleştirme kamu malının özelleştirilmesi insanların işsiz bırakılmasıdır. Çocukların anne veya babasının işsiz ve muhtaç bırakılmasına rıza göstermemek lazım.
Eşi olmayan aile reisi kadınları sosyal yardımla kandırıp eve hapsetmemek lazım. Azim gösteren, çalışan, direnen bu kadınlarımızı desteklemek lazım.
Küçük yerlerin uzun vadeli tanıtımında - yöresel yemeklerde, kumaş, halı, kilim dokumada- hep kadınlarımızın el emeği etkindir. Bunu unutmamak lazım.
Küçüğüyle büyüğüyle istihdam yaratmanın çok maliyetli olduğu inancıyla iş alanı yaratmaktan korkan yönetici kervanına katılmamak lazım.
İş geliştirmek isteyen insanlara, menfaat ilişkisine bulaşmadan ortam ve olanak sağlamak lazım. İş yapmak isteyen kadını ve erkeği dinlemek lazım. Onlara ortam ve olanak sağlamak lazım. Ve bunu düzenli olarak yapmak lazım. Sonuçları izlemek, denetlemek lazım.
Yaşlıları unutmamak lazım. Onları bakıma muhtaç zavallılar olarak görmek yerine ihtiyaçlarını karşılamada bağımsızlaşmaları ve bilgeliklerini kamu hizmetine sunma olanağı tanımak lazım. hemen huzurevi açmamak lazım. Hele bin kişilik kapasitelerden kaçınmak lazım.
Engellilerin, onurlarıyla ve bağımlı olmadan kamusal yaşama katılmaları için sokakta, caddede, trafik lambalarında, parklarda, otobüslerde değişiklik yapmak lazım.

Şimdilik bu kadar lazım.
Sonra yeniden yazmak lazım

YENİ EDEBİYAT YENİ EDEBİYATÇILAR

uma, Eylül 5, 2008


Edebiyat; içimizdeki çocuğun çoşan, taşan şarkıları değil midir? Ne başı vardır ne sonu. Ne mantıklı bir sözü vardır ne izlenebilir bir ritmi. Yine de alır götürür insanı. İşinden gücünden eder, avare eder, deli eder, divane eder. Durduk yerde yoldan çıkarıp gülümsetir, neşelendirir. İnsanı insan eder.
Edebiyat içimizdeki yaşlı ve bilge insanın anlattıkları değil midir? En derin sesimizle kendimize anlattığımız büyülü ve bir o kadar gerçek masallar. Gökyüzünden üç elma düşer, Nuh tufanı sürükler, Kabil Habil'i öldürür, Ferhat dağları deler, Spartaküs kazığa geçirilir.
Edebiyat; içimizdeki kadının doğum çığlığıdır. Hayatın doğuşudur. Yoğun ve uzun bir sancıyla ama özlemle, aşkla, umutla beklenen bir hayatın doğuşunun çığlığı.
Ve edebiyat; içimizdeki eril güçtür. Hayatı oluşturan güç. O gücün verdiği güven. O güvenin tok sesi.

Son günlerde; edebiyattaki genç adamların alttan alta, derinden derine açtıkları bir tartışmanın bir yanında da “Medium is the message” - benim gibi İngilizce bilmeyenler için anlamı;"Medyum (ortam) mesajı belirler" -tümcesinden hareketle, eserin okuyucuyla buluşma yöntemleri ve bu yöntemlerin nasıl olması gerektiği, oluşturuyor.

Tüm derdi edebiyat olan bir yayım anlayışı artık pek yok. Herkes bir parça piyasayı kollamak zorunda. Edebiyatı kollar gibi olanlar da, öyle bağımsız yapılar değil, bir sermayedar, bir gazete, bir görüşle bağlantılı. Sadece edebiyat kaygısıyla hareket edebilecek yapılar çoktan dağıldı. Meydan da medyum da burası. Deniz çoktan bitti.

Bulaşanlar açısından çok muhafazakar olmaya ve boş yere onları eleştirmeye gerek yok ama bulaşan da pişman bulaşmayan da. Medyum hayli karışık.

Peki, bu genç adamlar seslerini nasıl duyuracaklar?
Ben üründen çok eser demeyi tercih ederek, eserlerini nasıl sergileyebileceklerini merak ediyorum.
Edebiyat adına da, genç insanlar adına da merak içindeyim.

Hangi koşullarda, ortam mesajı belirler?
Çoğunlukla ortam mesajı belirliyor, doğru. Ama her zaman mı? Her zaman mı?

Bundan beş on yıl önce şiirleri, öyküleri, romanı olan bir genç insan için; ülkemizde saygın bir yayınevinden bir kitap çıkarmak ve bunu saygın gazete eklerinden duyurmak yeterliydi.
Ama altmış yıl önce, Sovyet Rusya'da Yevgeni Yevtuşenko için bir milyon insana açık havada şiir okumaktı. Belki Şehrazat için hayatını koruma amaçlı her gece bir masal uydurmaktı. Bir dengbej'in bugün bile insanlık kadar eski söylenceler unutulmasın diye köy köy dolaşıp anlatmaktır.

Son dönemin çok satan çok önemli yazarlarına bakın. Dillerine, kurgularına, konularına, işleyişlerine bakın. hangi sesi duyuyoruz? hangi çığlığı?

Belki de medyum artık; kitap, dergi, gazete ve gazete eki değildir. Başka bir şeydir. Onu görecek genç adamlar ve genç kadınları beklemektedir. Onu oluşturacak inatçı, ısrarlı, asi genç kadınlarla genç adamları beklemektedir. İçindeki şarkıları, masalları, doğum çığlığını ve gücü susturmayan aksine bağıra cağıra söyleyen gençlere gereksinimi vardır belki.

Belki medyumu belirleyecek gençlere medyumu belirleyecek mesajlara gereksinim vardır bu zamanın.
Edebiyatın ne olduğunu, hayatla derdinin ne olduğunu bir kez daha tanımlamaya gerek vardır belki. Belki mesaja dönüp bakmaya gerek vardır.

Bazen zamanı dinlemek, geldiğini görmek vardır.

KEMAL ORHAN PAMUK BEYİN YENİ ROMANI

Pazar, Eylül 28, 2008 ·



"Onun sayesinde, o günlerde İstanbul'da, başı açık güzel bir kadınla gezmenin bütün zevklerini ve gerilimlerini harikulade bir eğlenceymiş gibi yaşadım. Bir hastanenin kalemine girdiğimizde, bir devlet dairesine adımımızı attığımızda, bütün başlar ona çevrilirdi..............................Avrupa filmlerinden çıkma kibar centilmen havasıyla yaklaşıp 'Bir yardımım dokunabilir mi?' diyen genç doktorlar da vardı, beni fark etmediği için şakalar, kibarlıklar yaparak Füsun'a hafifçe asılan kaşarlanmış profesörler de...Bütün bunlar, örtülü olmayan güzel bir kadınla karşılaşınca devlet dairelerinde memurlar arasında yaşanan bir anlık telaş, hatta panik duygusu yüzündendi."

Yıl 1983 yer de İstanbul.
Kemal Orhan Pamuk Bey'in son romanı, "Masumiyet Müzesi" adlı kitabın, 477 sayfasının son ve 478 sayfasının ilk paragrafı olan bir bölümden küçük bir alıntı.

Yazar; bugünlerdeki sıkıştırılmış kışkırtılmış halimizden söz etmiyor, 1930'lardan 40'lardan da söz etmiyor. 1983 yılından söz ediyor. Hiç bir şehre böyle bir yaklaşım sergilemek istemediğim için isim vermiyorum ama taşradan değil, Anadolu'nun ücra köşelerinden değil İstanbul'dan söz ediyor.

Daha çok; 1975 ile 1984 yıllarını anlatan bu romanın, başka bazı satırlarında da böyle ifadelere rastlanıyor. O yıllarda kadınların başlarının açık ya da kapalı olmasının hayatta bir anlamı yoktu ki ifadede de bir anlamı olsun. Bu nasıl bir gözlem? Bir halkın yaşadıkları bir film afişi ya da bir plak kapağı kadar önemli değil midir ki böyle yanlışlar gayet sıradanmış gibi yapılıyor? O yıllarda geleneksel ailelerde bile, yaşlılardan başka başı kapalı olan kadın pek yok.

Mısır'da bile 1975 yılından sonra kapanmanın başladığını, Nasır'ın cenazesindeki fotoğrafları örnek göstererek anlatır kadınlar.

Bu acil konudan sonra, Orhan Pamuk isminin burada, bu klavyede neden Kemal Orhan Pamuk'a dönüştürüldüğü ile ilgili bir açıklama yapmak lazım herhalde. Açıklamayı yazının sonunda yapalım.

Roman konu edindiği yıllar, Türkiye'nin, zorluk olarak, belki bugünden daha az tehlikeli, ama görünürde daha özel bir süreçten geçtiği yıllar. Sağ sol çatışması. Kemal Orhan Pamuk'un o yıllardan gördüğü bütün manzara bu, sağ sol çatışması. İnsan; ülkesinin bu çok özel dönemine bu kadar yüzeysel bakarak, nasıl Kürt soruna, Ermeni meselesi konularına içerden ve derinden bakabilir ki?

Yazar romanda gerçekten bekaret konusunu sık sık dile getirmiş. Tartışmış mı ? Hayır. Kitabın bekaretle bir ilgisi yok. Bunu konuşabilmek için bu toplumu iyi tanımak gerekiyor. Uzak akraba kızlarının sorunları olarak baktığımızda, Sibel ile Nurcihan'ı hiç bir zarara uğramadan çekip alıveriyoruz. Onlar bizim sınıfımızdan çünkü. Füsun bile öyle. Bizim sınıfımızdan biri, ona aşık oldu çünkü.
Geçmiş zaman nostaljileri.

Bat dünya bat. Öldüğünle kalıyorsun Güldünya, öl.

Aşkın romanı olsaydı keşke.
Ya da masumiyetin.

".....Masumiyetse her şeyi bilmek ve yine de iyinin cazibesine kapılmaktır" diyor Clarissa P. Estes, "Kurtlarla Koşan Kadınlar" adlı kitabının 171. sayfasında. 172 ve 173'te ise daha açıklayıcı tanımları var masumiyetin. "Yalnızca başkalarına ya da kendine zarar vermekten kaçınmaya dair bir tutum değil, kendini ( ve başkalarını ) onarma ve yeniden kurma yeteneği olarak da değerlendirilir." Buradaki masumiyette bilme, farkında olma, idrak etme var. Romanın kahramanı Kemal'de, o bilmeyi çok göremiyoruz. Aksine hayatının kontrolünü kaçırmış bir adamın sürüklenişi. Füsun ya da romanın iddia ettiği gibi büyük bir aşk olmasa da, sürüklenecek bir adammış gibi Kemal. Bir çoğu gibi kadınlardan biri evde biri garsoniyerde biri burada olsun diyen adamlardan biri. Plan bozulunca iş değişiyor.

Neyse, gelelim Kemal Orhan Pamuk meselesine. Romanda iddia edilen büyük aşkı için; 5723 müze gezen Kemal Bey, o büyük büyük aşk için roman yazmayı da öğrenirdi, yazardı da. Ama o zaman roman tümüyle Orhan Pamuk'un sırtına binerdi. Orhan Pamuk, Kemal ile kendini ayırmak istiyor sanki. Çünkü Kemal'in aşkına inanmıyor gibi. Bugünün koşullarında çaresiz kalmış bir sınıfın can sıkıntısı ve hayata umtsuzca anlam katma çabasını zavallı buluyor olabilir. Bu zavallılığı, aşk adıyla kutsayarak kurtarmak istiyor ama olamadığını da başta kendisi görüyor. hataları Kemal'e pas etmek için kendini "romancı " olarak ayırmay çok özen gösteriyor. Ama olmuyor. Bunu yapmaya çalışırken, Kafka romanlarındaki gibi giderek Kemal'e dönüşüyor. Kemal Orhan Pamuk adlı bir yazarla karşılaşıyoruz.

HAYDAR ERGÜLEN - YETİMLER GAZELİ

Pazar, Temmuz 6, 2008



"aslında ne türk'üz, ne kürd'üz, ne ermeni'yiz
öyle bir 'baba'mız var ki hrant, hepimiz yetimiz"

Haydar Ergülen'in "Üzgün Kediler Gazeli" adlı kitabında yer alıyor, "Yetimler Gazeli" adlı bu şiir.
Kitap; Metin Altıok şiir ödülünü kazandı.
Şair, ödül ve şiirler ne kadar birbirine uymuş.

Uzun, çok uzun zamandır ; "hiç kimse bilmiyor içimin yanıgınını/ ah herkes mi susuyor" dizelerindeki kadar, Arkadaş Zekai Özger'in "Aşkla Sana" adlı şiirinin bu bölümündeki kadar, içim yanıyordu.

Oysa herkes bir şey demeye çabalıyordu. Diyordu da. Ama gönlüme çare olmuyordu.
Kendim de bir şey bulamıyordum. Susuyordum


Yetimler Gazeli'nde, Haydar Ergülen içimin yangınını dile getirmiş.
Belki hepimizdeki yangını dile getirmiş.
Öyle mi Hrant
Öyle mi Çece

GEMİLERİ YAK

Pazartesi, Mayıs 12, 2008

Gemileri yak.
Geri dönüş yok.
Tarihe böyle geçeceksin.

Gemileri yak.
Yapacağın bir şey yok.
Tarihe kötü geçeceksin.


Tersanede ölen çocukların
Hesabını nasıl vereceksin


Gemileri yak.
Şimdi tam zamanı.

Gemileri yak.
Senin gemilerin haram.
Bu gemiler yanmadan,
Vicdan
Vicdan

(K)ADINSAL SOSYAL SORUMLULUK

Salı, Mayıs 6, 2008 ·


Bu yazı ironiden anlamayanlar için de uygun değildir.



Baba beni okula gönder.
Okula gidip okuyacağım. Büyüyüp okulum bitince de bir gazetenin web sitesinde çalışacağım.

Baba beni okula gönder.
İşe girer girmez, web sitesinin görünmez bir yerinde, en altlarda, küçücük bir yerde duran ve "Baba Beni Okula Gönder" projesini ifade eden kız çocukları figürüne her gün bakacağım.
Ben de bu sosyal sorumluluk projesi için çok çalışıp çabalayacağım.

Bu küçücük duyurunun yanına çıplak çıplak ablaların fotoğraflarını koyacağım.

Siteyi;

“bu kızların her yaptıkları olay”

“yeni model bond kızları”

“hey gidi gençlik hey”

“konuşan fotoğraflar”

“plajda bikinili rekoru”

“parçaları bul ünlüyü bil”

“en çılgın festival”

“Tüzmen’i yakan aşk listesi”

isim, içerik ve fotoğraflarla dolduracağım.

Haber ve yorum arayanlar biraz çalışsınlar. Para vermeden gazete okumak için biraz çabalasınlar değil mi?

Gazetede olduğunun aksine web sitesinde, çoğu haberi kadın bedeni fotoğrafı üzerinden vereceğim. Öyle ki bir oteldeki köpük banyosu faciasını bile eğlenen çıplak kadın fotoğrafları üzerinden vereceğim. Gazetenin web sitesini, üçüncü sayfa güzelleri ile dolduracağım. Aile kavgalarını, sağlık sorunlarını da çıplak olmayan kadınlar üzerinden vereceğim.

Baba beni okula gönder.
Futbol ve siyaset dışında tüm haberleri kadınların görüntüsü üzerinden vereceğim. Okumuşu yazmışı, köylüsü kentlisi, çıplağı kapalısı fark etmiyor hep kadın fotoğrafı kullanacağım.

Baba beni okula gönder.

Ciddi; ölüm, deprem, çatışma, kaza gibi haberlerin arasına “güzellerin perde arkası görüntüleri”ni, o da olmazsa “ünlülerin yakılacak fotoğraflarını” koyacağım. Gerçekten bunu yapacağım.

Mazeretim de, bu fotoğraflar olmazsa kimsenin siteyi tıklamaması olacak.


Baba beni okula gönder.
Senin beni okula gönderememenle, feodal ve cahil olduğunu düşünüyor olamalılar. Anlamıyor musun seni ve beni modernleştirmeye çalışıyorlar.

Mazeretim siteye reklam almak gerek olacak

Mazeretim daha çok kazanmak olacak.

Kız çocuklarının okuması

Kadına karşı şiddetin azalması

Medeni bir ülke olmak.

Kalkınmak, gelişmek, değişmek……

Anlaşılan bunlarla bunların hiç ilgisi yokmuş gibi davranacağım.

Modern kadın olarak da; ne yazık ki, okumuş yazmışları, idealleri olanları, idealleri uğruna şehir şehir dolaşan öğretmeni, hemşireyi, doktoru, mühendisi, eczacıyı, emeği ile beş çocuk okutan anneyi değil ya soyunuk kadınları ya mağdur kadınları haber yapıp onların fotoğrafını koyuyorlar.

Bunlar gazeteci ve okumuş yazmış insanlar ama nasıl oluyorsa, bu haberlerin seni ne kadar ürküttüğünü, korkuttuğunu anlamıyorlar.

Baba beni okula gönder.

Okula gitmek benim hakkım.

En temel haklarımdan biri.

Merak etme, beni o web sitesine de çalıştırmazlar artık.




Hamiş; İnsan bunca yıllık gazetesine üzülüyor.

BU FİLM KAÇMAZ

BİR KADININ HAYALPERDESİNDEN
ADSIZ BİR YOL HİKAYESİ


"Filmin bizzat kendisi hayalidir. Yanıltmasın"


Yönetmen: Ferzan Özpetek
Senaryo: Hayal Erzincan
Müzik: Erkan Oğur
Oyuncular: Serra Yılmaz (Neriman), Halil Ergun (Nazım), Ruhi Sarı (Tahsin), Nejat İşler (Kemal), Hayal Erzincan (Zeynep), Eylem Yıldız (Leyla), Özkan Uğur (Recep)

Film; Eğin'de başlayıp İstanbul'da sonlanacak olan bir yolculuğu anlatıyor...

Eğin Garajı. 2003 yılının Kurban Bayramı'nın son günü. 14 şubat. Gün ortası. İstanbul'a yola çıkma hazırlıkları yapılan bir otobüs. Tahsin motoru çalıştırıyor. Radyoda incesaz. Melodiye ıslıkla eşlik ederek kapıları açıyor, koridoru süpürüyor, çay malzemelerini, kolonya şişesini kontrol ediyor.

Nazım otobüsün kapısından kafasını uzatıyor. Saçları ıslak geriye taranmış, bıyıklar boyalı ve ince, sinek kaydı bir traş, kar gibi bir gömlek. Arkasında; elinde yarısı içilmiş, buharı tüten çay bardağıyla Recep duruyor.

Tahsin-'Vay! Fiyakaya bakın hele'

Nazım-'Bayram ya, lan. Kendine baksana hergele'

Tahsin Recep'e göz kırparak, soğutucudan bir kırmızı gül çıkarıp, gösterip tekrar yerine koyuyor 'Bugün 14 şubat ustam, sevgililer günü'. Üzerlerine doğru bol miktarda sprey koku sıkıyor. Gülerek geri kaçıyorlar.

Recep Nazım'a, 'Yürü abi, bu tangoyla uğraşılmaz. Gel gidip şu yolları bir daha soralım. Uzunyayla berbat diyorlar'

Neriman, kız kardeşi, kız kardeşinin kocası Memet ve onların çocuklarıyla evde kahvaltı ediyor..

Kız kardeş- 'Pazara kadar kalsaydın abla. Memet nasıl olsa gidecek'

Neriman - 'Vakitlice gitmek lazım. Pazartesi işbaşı yapacağım. Gelirken getirdi ya çocuk sağ olsun'

Memet gülümseyerek onaylıyor.

Kız kardeş- 'Ne var şu İstanbul'da kadın başına. Tahsin dersen burada daha çok görürsün yüzünü'

Neriman- 'Hayat bu kızım, kiminin rızkı oradan kiminin buradan'

Kız kardeş- 'Buradaki rızkı görmüyorsun abla. Koskoca ev, bahçe viraneye döndü. On yılda bir gelmekle olur mu?'

Neriman aldırmaz-'Açma yine bu konuyu'

Kemal bir çift kanatlı kapının önünde,yaşlı bir kadının elini öperek vedalaşıyor. Elinde sırt çantası olarak da kullanılabilen bir küçük valiz, paltosunun yakasını kaldırıp yürüyor. Onun yalnız yürüyüşünde Eğin sokaklarının ve evlerinin güzelliğini görüyoruz.

Yönetmen sanki kentlerin, mekanların ruhunu okuyor

Yine garaj. Yolcular yolculayanlar oluşmuş.

Tahsin bir yandan Zeynep ve babasının bavulunu yerleştirirken bir yandan da Leyla'nın ablası ve dayısıyla konuşmasını izliyor. Kemal selamlaşıp bagajını veriyor ve biraz uzaklaşıp cep telefonuyla konuşuyor. Konuşmasından 'Geldiklerini biliyorum','Yetişirim' gibi sözcükleri duyuyoruz.

Yolcular yavaş yavaş otobüse binmeye başlıyorlar.

Nazım gelip şoför koltuğuna oturuyor ve onun aynadan bakışından Neriman'ın kız kardeşi ve Memet ile garaja geldiğini görüyoruz. Nazım içinden 'Şişmanlamış' diyor.

Tahsin Neriman'ın yanına koşuyor.Memet'in elindeki bavulu aceleyle alıyor.

Tahsin- 'Nerede kaldınız anne'

Neriman- 'Ancak be oğlum'

Neriman vedalaşıp otobüse biniyor. Nazım'ın hemen arkasındaki koltuğa yöneliyor.

Nazım dikiz aynasından 'Hoş geldin Neriman Hanım'

Neriman yerleşmeye çalışırken aynı biçimde selamlıyor.

Nazım içinden 'Gözler değişmemiş hiç' diyor.'Gözler yine cehennem bakışlı'

Neriman yanına oturduğu yaşlı kadınla selamlaşırken Nazım için 'Yaşlanmış' diye düşünüyor.

Diğer ön koltukta Zeynep ve babası , onların iki arkasında Leyla ve ablası, beş arka sırada ise Kemal oturuyor.

Otobüs dolu.

Recep, elinde bilet koçanıyla otobüsün arkasından öne doğru geliyor. Neriman ve Zeyneplerle selamlaşıp, kaptanın yanındaki seyyar koltuğa yerleşiyor.

Tahsin ara kapıyı çekerek- 'Tamam kaptan' diye bağırıyor.

Uğurlamalar ve yaşlı kadınların kendi kendilerine ettikleri dualarla yolculuk başlıyor.

Kasaba çıkışı yollar karlı.

Tahsin bilet kontrol ediyor, otobüslerde yapılan rutin anonsu mikrofondan okuyor, kolonya döküyor.

Ve her gidiş gelişinde Leyla'ya ya bakıyor ya bir şeyler söylüyor. Anlık konuşmalardan tanıştıklarını ve Leyla'nın İstanbul'da ünivesiteye gittiğini anlıyoruz. Leyla ilgiden memnun ama çevreye belli etmek istemiyor.

Yolcular arasında hafiften sohbet başlamış. Isınılmış, gevşenmiş. Kalın kazaklar, ceketler çıkarılır hale gelinmiş. Hatta ikramlar bile yapılır olmuş.

Çay kahve faslı

Yolların çevresi öbek öbek kar ama erimiş yerlerdeki yeşillik taze

Kemal pencereye başını dayamış dışarıya dalmış. Ama yanındaki yaşlı adam muhabbet istiyor. Kemal'in verdiği kısa cevaplardan, mühendis olduğunu, Mollagilden Osman'ın torunu olduğunu, annesinin hayatta olmadığını, ninesini görmeye geldiğini anlıyoruz.

Neriman yaşlı yoldaşıyla konuşuyor ama dikiz aynasından bir çift gözün sürekli üzerinde olduğunun da farkında.

Zeynep'in babası uyumuş, kendisi kitap okuyor.

İlk mola.

Recep, Neriman'a- 'Hadi yenge yemeğe gidiyoruz'

Neriman- 'Sağol, acıkmadım daha'

Recep-'Yolumuz uzun, acıkırsın. Hadi'

Nazım dikkatle konuşmayı izliyor.

Recep, Zeynep’i, babasını, Neriman'ı alıp iniyor.

Şoförler için hazırlanmış güzel bir masa. Zeynep, babası, Neriman, Recep, Nazım yemek yiyorlar. Tahsin için de yer var ama o çeşitli bahanelerle diğer tarafta oturan Leyla'ların yanına gidip geliyor.

Masadaki konuşmalardan Zeynep'in de Eğinli olduğu , eski insanlarla, türkülerle, masallarla geleneklerle ilgili araştırma yapmaya geldiği ancak kimseyi tanımadığı için babasını getirdiğini öğreniyoruz.

Nazım-'Zeynep abla bize emanet. Bundan sonra sen yorulma baba'

Recep yemekten sonra kendisi alırken bir tane de sigara da Neriman'a ikram ediyor.

Nazım 'Sosyete' diye düşünüyor.

Neriman dışarda gidip gelen Tahsin'e bakıp, Recep'e- ‘Bu şimdi yemek yedi mi'

Recep-‘Boşver yenge senin yemeklerin yeter ona. Bize bile yetiyor. Koyduğun yemeklerin çoğunu biz yiyoruz haberin olsun. Senin hakkın ödenmez yengem benim.

Yemek, çay, tuvalet işleri bitiyor. Yolcular yavaş yavaş otobüse yöneliyorlar.

Kemal otobüsün yanında, diğer yolcular binerken o 'Sema Hanım' diye hitap ettiği biriyle telefonda konuşuyor. 'Param yeter', 'Bir aylık izin aldım', 'Teşekkür ederim' gibi cümleler kuruyor.

Otobüs homurtuyla yola koyuluyor

Gün akşama dönüyor.

Yine yol.

Kaptan koltuğuna bu kez Recep oturuyor.

Nazım en arka koltuklara uyumaya gidiyor.

Yollar karlı. Otobüs ağırdan gidiyor.

Yolcularda konuşmalar tükenmiş, uyku ağır basıyor.

Zeynep'le Neriman mırıl mırıl sohbette.

Tahsin, Neriman’la Zeynep reddettiği için; Recep'e, Leyla'lara, Kemal'e ve uyumayan bir çifte çay kahve servisi yapıyor.

Sessizlik.

Recep, yolu açık buldu mu gaza basıyor.

Uyuyan uyuyor. Uyumayanlar yol seyrediyor.

Tahsin en arka koltuklara uzanmış Nazım’ın ayakucundaki boş yere kıvrılmış, kendinden geçmiş.

Bir mola daha oluyor. Kimsenin gecenin bir yarısı yemekte gözü yok. Tuvalete gidenler gidiyor. Sigaraya bunalanlar içiyor.Tahsin'le Recep de bir şeyler atıştırıp geliyor.

Yol yeniden başlıyor.

Uyku yeniden bastıracak ama yolcuların bazıları tedirgin, otobüs gecede ve buzda zorlanıyor.

Tahsin uyanmış. İçerdeki sessizlikten cesaret alıp, bir fırsatını bulup Leyla’nın çantasına gülü tıkıştırıyor. Hiçbir şey olmamış gibi gidip Recep'in yanına oturuyor.

Tahsin Neriman'a- 'Bir şey istiyor musun'

Recep-'Yeni mi aklına geldi annen'

Neriman gülümsüyor- 'Yok oğlum. İstemiyorum '

Ankara Terminali.

Zeynep, babası bir kaç yolcu daha iniyor. yenileri biniyor.

Nazım uyanmış,yüzünü yıkamış şoför koltuğuna yerleşiyor.

Bir kez daha hareket.

Neriman dalgın çevreyi izliyor, Nazım da arada bir, aynadan onu.

Gün yavaş yavaş doğuyor.

Nazım radyoyu açıyor. Radyodan oynak bir türkü yükseliyor.

İnsanlar dinlenmiş, yavaş yavaş uyanıyor.

Çay kahve servisi buğusuyla başlıyor

Bolu dağı karlı fırtınalı. Araçlar ardarda, bazen bekliyor bazen adım adım yol gidiyor

Sohbetler savaşa, krize, depreme, Kıbrıs'a kayıyor.

Otobüs son mola yerine ulaşıyor.

Tesisin önüne giderken bir kalabalık onlara doğru hızla yaklaşıyor. Ellerinde kamera ve fotoğraf makinesi olanlar çoğunlukta.

Yolcular onları görebilmek için ayağa kalkıyor. Otobüs binaya zorlukla yanaşıyor. Kapılar açıldığında içeri girmeye çalışıyorlar. Yolcular onları itip iniyorlar ama şaşkınlar. Kemal inince gazeteciler ona yöneliyorlar. Kemal herkesten şaşkın. Kimse dağılmıyor. Recep, Nazım, Neriman binaya giriyorlar. Tahsin kapıları kapatıp kalmak isteyen yolcularla ve Leyla ile otobüste duruyor ve dışarıyı izliyor.

Gazeteciler Kemal'e, 'Savaş', 'Irak', 'Canlı kalkan', Sözcüklerinin sık geçtiği tümcelerle hücum ediyorlar. Kemal bunalmış susuyor. Soruların ucu bucağı yok.

Kemal, bir an bulup,- 'Arkadaşlar konuşmayacağım. Bu benim hayatım, benim tercihim': Sorular yeniden yükseliyor. Kemal sıyrılmak için hamle yapıyor ama kalabalığı aşamıyor. Öylece yere bakarak susuyor. Gazetecinin biri yolculardan biriyle çekim yapıyor.Yolcu pek mutlu.

Nazım, Neriman, Recep yemeği bırakmış olanları izliyorlar.

Tahsin koşarak gelip Recep'i alıp gidiyor. Bu kez Nazım kendi eliyle Neriman'a sigara ikram edip yakıyor.

Nazım- 'Emekliliğin yakındır. Dönmeyecek misin? '

Neriman- 'Ben düzenimi İstanbul’da kurmuşum'

Onların bakışından Recep'le Tahsin'in Kemal'i otobüse alıp kapıyı kapattıklarını ve gazetecilerle tartıştıklarını görüyoruz. Tahsin gazetecilere çay ikram ediyor. Recep gülerek, elini kolunu sallayarak bir şeyler anlatıyor. Gazeteciler yavaş yavaş dağılıyor. Biri Nazım'ın yanına geliyor.

Nazım- 'Adından başka bir şey bilmiyorum arkadaş. Ben sana ne söyleyeyim.'

Mola bitiyor.

Nazım, yolcular yerlerini alıyor. Recep, Nazım'ın yanındaki seyyar koltukta.

Otobüsün içi hareketli, herkes olayı konuşuyor.

Yanındaki yaşlı adam Kemal'e- 'Futbolcu musun oğul?'

Kemal-'Değilim baba'

Yaşlı adam-'Ne istiyorlarmış senden?'

Kemal-'Savaş olmasın diye Irak'a gidiyorum'

Yaşlı adam- 'Savaş kötü şey oğul. Çok kötü, çok'

Leyla çantasında gülü buluyor, görünmesin diye telaşla içine tıkıyor. Suçlu bir çocukmuş gibi önüne bakıyor.

Tahsin son çay servisini yapıyor.

Tahsin Kemal'e çayını uzatarak- 'Ne adammışsın yahu'

Kemal mahcup gülüyor.

Recep arkaya bazı evrakları almaya gidiyor.

Neriman eğilip, aynadan Nazım'a -'Çocuklar geldiğinde sen de gel bize. Garaj köşelerinde perişan olmayın'

Nazım- 'Olur'.

İstanbul görünüyor.

Radyoda akşam haberleri;

Spiker- 'Birleşmiş Milletler raporu açıklandı. Birleşmiş Milletler sözcüsü; Irak yönetiminin işbirliğine yakın davranmamasına rağmen ülkede nükleer silah bulunamadığını belirtti '

Film , Bu sözler eşliğinde,otobüsün arkadan çekimiyle, İstanbul siluetine gidişiyle bitiyor.



Bu film, Adı geçen gerçek kişilerin hoşgörüsüne sığınarak, kendi hayal perdemde, 14 Şubat 2003 tarihinde, bir otobüs yolculuğunda akşam 21 seansında oynadı. Ben de kaçırmadım...
Güven Tunç

İKİ FİLM İKİ YÖNETMEN VE SİNEMALARIMIZ

Başka ulustan olan veya uzun süredir yurt dışında yaşayan insanlarla, yaptığımız işleri konuştuğumda, hep şunu fark ederim ve onlara da, özenmeden, kıskançlık duymadan söylerim. Çünkü yaptığım şey, bir tespit bir saptamadır. 'Biz herhangi bir konuda odaklanmakta, uzmanlaşmakta güçlük çekiyoruz. Bizim bol zamanlarımız, ayıklayıp seçebileceğimiz konularımız yok.' Neyi bulursak, nelerden kendimizi koruyup, nelerden zaman ayırıp yönelebilirsek o kadarıyla işte. Şöyle bütünsel bulup da ağız tadıyla uğraşabileceğimiz tek bir alanımız yok. Alanlarımız var. Bir iş yapmaya kalktık mı, bütün cephelerde uğraşmamız gerekiyor. Sanatçısı için de, bilimcisi için de, teknokratı için de bu böyle. Karmaşık alanlardan, gücümüzün ötesinde bir çabayla, yorularak, yıpranarak birşeyler çıkarmaya çabalarız. O yüzden kırgın ve küskünüzdür hayata. Buna karşın idealistizdir. Ayrıntıcılığımız bile toptancıdır biraz.

Geçen hafta gittiğim iki filmi de işte bu duygularımla izledim. Biri Yusuf Kurçenli'nin 'Gönderilmemiş Mektuplar', ikincisi Ziya Öztan'ın 'Abdülhamit Düşerken' filmi. İki yönetmen de inandıklarını çekmişlerdi. Doğrusu da bu herhalde. Kim ne derse desin, bu konuların işlenmesi gerek. Belki bu kapandan çıkışımızın yolu da buradan olacak.

Her şeyin üstünü kapata kapata bu hale geldik. Daha iyisini yaparım diyen de çeksin. Onları da izleyelim.Tarihsel dokusunun üzerinden sürekli buldozer geçen, bırakalım eskileri, Cumhuriyetin mimarisine bile sahip olamadığımız kentlerde, dönem filmi çekmek kadar zor bir şey yok herhalde. 'Abdülhamit Düşerken' filminde, dış çekimlerdeki, sokak çekimlerindeki darlıkta gerçekten içim daraldı. Yönetmen kim bilir nasıl bunalmıştır. Bir de paketinden yeni çıkmış feslerin yeniliğinden, kostümlerin pırıl pırıl oluşundan. 'Gönderilmemiş Mektuplar'da da sanki dönemin bütün acılarını çekmiş ve çekmekte olan bir adamın öyküsünün yanında, Amasra'ya yönelik veya Karadeniz’e de olabilir bir vefa duygusuyla bölgenin renkliliği, yaşamın, sadece İstanbul olmadığı da anlatılmaya çalışılmış gibi.

Coğrafyaya, mimariye yönelik sevgi ile tüm o yaşananları, ayrılıkları, ölümleri yaşamamışlara anlatabilmenin sancısı, hesaplaşması.

Her iki yönetmen de zor işleri seçmişler. Resmi ideolojiye yakınlıkları uzaklıkları ayrı konu. Ama ikisi de iyi yapmış. Taklit film yapmaktansa, kendi inandıklarını, herşeyi izleyici sayısıyla ölçmeden, kendi bildikleri gibi gerçekleştirmişler. İyi ki bu filmleri çekmişler. Bu adamların daha söyleyecek sözleri, yapılacak filmleri olmalı.





23 mayıs 2003

TANINMIŞLIK VE KALICILIK ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ 1

Kafka, Charlie Chaplin, Kemal Sunal...

Ülkelerinin, koşullarının, iyimserlik ya da karamsarlıklarının, tarzlarının, yaşadıkları zamanların, kişiliklerinin farklı oluşu başka birşey.

Kafka'nın edebiyatçı, Charlie Chaplin ile Kemal Sunal'ın sinemacı oluşu başka birşey.

Kahramanlarının/Tiplemelerinin; Şarlo, Şaban, Gregor ya da Karl'ın, kimlikleri, kişilikleri hangi estetik kaygılarla oluşturuldukları/aktarıldıkları başka birşey.

Hatta memleketimizde, Kafka okuyucularının Kemal Sunal filmlerine ilgi duymamaları ile Şaban tiplemesini çok seven bir çok insana, Kafka adının birşey ifade etmemesi bile başka birşey.

Onları ortaklaştıran birşey var.

Onları unutulmaz kılan da belki bu ortaklıkları. Bu üç ismin kahramanlarını/tiplemelerini, kimini Anadolu insanının gönlünde, kimini gerçek entellektüeller arasında, kimini tüm dünyada tanıtan ve yaşatan birşey var;

Sistemle uyumsuzlukları...

İnsanı insana yabancılaştıran, insanı yanlızlaştıran sistem karşısındaki halleri, durumları, duruşları...

Masumiyetleri.

Yoksullar ve diğer dezavantajlı gruplar için, vurgusu daha belirgin olsa da, sistemin bireyde yarattığı güçsüzlük, başedememe duygularına, kahramanların/tiplemelerin, hayata, doğal olana tutunmaya yönelik çabalarıyla karşı koymaları. Bir anlamda insanca yaşamaya çalışmaları. Bunu gülünç, korkunç, sarsak en azından beceriksizce, sistemin en horladığı halleriyle yapmaları. Kahramanların birer antikahraman oluşu. Ve bu halleriyle de bize, -her kim olursak olalım, ne yapıyorsak yapalım, ne tür maskeler kullanırsak kullanalım-olağanüstü benzemeleri.

Bir yanımızla insanüstü bir gayretle, insanı dışlayan sisteme tutunmaya çabalarken, bilmediğimiz, farkında olmadığımız bir yanımızla insanlığımızı, insancıllığımızı aradığımızı gösteriyor onları hala okuyor, izliyor, seviyor oluşumuz.


ARALIK 2002

ABUZER KADAYIF'A BİR İTİRAZ DA BENDEN

Bu filme, daha çekilirken İbrahim Tatlıses itiraz etti. Filmin kahramanı Abuzer Kadayıf tiplemesinin, kendisinden yola çıkılarak oluşturulduğunu iddia etti. Suistimal edildiğini, saygınlığının zedelendiğini düşünüyor olsa gerek, sert tepkiler geliştirdi veya medya bize öyle gösterdi.

Ben filmi izledim. Bir Tunç Başaran filmi olduğu için gittim. Metin Akpınar'ın ses tonunu, mimiklerini, bedenini her rol için ayrı kullanabilme becerisini, kısaca oyun gücünü beğendiğim için gittim. Filmi; fragmanlarından hareketle, sisteme, ironi ile karışık, farklı bir eleştiri olarak yorumladığım için gittim.

Film benim özetimle şöyle: Bir akademisyen, kızının , çantasını çalmak isteyen sokak çocukları tarafından öldürülmesi üzerine, bir yandan akademisyenliğini sürdürürken, diğer yandan Abuzer Kadayıf olup, arabesk şarkıcılığa başlıyor. Amacı çok para kazanıp, sokak çocukları için bir merkez açmak. Bu arada gazino dünyasını tanıtıyor, ilişkileri gösteriyor. Sonunda çok para kazanıp merkezi açıyor. Sokak çocuklarını sefaletten, toplum, sokak çocuklarının yarattığı "tehlike"den kurtarıyor. Âmâ kendisini o arabesk alemden kurtaramıyor.

Filmde çocuklara üç yerde rastlıyoruz. Birinde, bir alt geçit veya metro merdivenlerinde. Akademisyenin kızının çantasını almaya uğraşıyor üç çocuk. Kız çantasını vermemek için direniyor. Bunun üzerine kızı bıçaklıyorlar. Sahne oldukça kısa ve flu. Kan yok, gözyaşı yok, duygu sömürüsü yok. İlk aklıma gelen, acılarından dolayı bu filmi izlemeyi tercih etmeseler bile, Serpil öğretmen annesi ile banliyö treninde çantası alınırken düşürülüp öien işçi kızın babası adına seyircilerin korunmaya çalışılıyor olması.

Çocukları bu kez, rastlayıp değil gördüğümüz yer bir mezbelelik. Gece ve soğuk. Çocuklar, çatısı, kapısı, üç duvarı olmayan bir viranede birbirlerine sokulmuş uyumaya çalışıyorlar. Yarı çıplaklar ve çok üşüyorlar. Zavallılar, yoksunlar, yoksullar. Utanılacak bir sefalete ortamı. Akademisyen bu tabloyu, sevgilisine, neden Abuzer Kadayıf olması gerektiğini anlatmak için kullanıyor.

En son görüntü ise amaçlanan merkezin açılış günü. Büyük, modern bir bina. Balonlar, renkli kağıtlar, çeşit çeşit süsler, toplar, oyuncaklar, insanlar. Abuzer Kadayıf mutlu, katılanlar mutlu, ara ara rastladığımız çocuklar mutlu.

Filmin, çocukları anlatanların dışındaki bazı karelerine gülüyorum. Gerçekten gülüyorum. Metin Akpınar'ın Abuzer Kadayıfı müthiş. Ben zaten Metin Akpınar'ın bu tür tiplemelerine hep çok gülerim.

Ama film biter bitmez içimde kocaman bir boşluk buluyorum. Boşluğu hemen tanımlamam gerek. Tanımlayamazsam günlerce kalıp, beni rahatsız edecek çünkü, biliyorum. Tanımlamaya kalktığımda karşıma ilk çıkan çocuklar.

Sokak çocukları bu filmde bir "sosyal olgu", bir "fon", bir "fluluk". Hiçbir karede hiçbir çocuğun bireysel öyküsü, derdi, tasası, umudu yok. Öyle olunca gerçekliği de olmuyor.

Filmde neden yer aldığını anlamadığım, Abuzer Kadayıftan hoşlanan sosyete güzeliyle jakuzide yaptıkları bol bol yer alıyor, bir çocuğun yüzünü anlatan tek kare yok.

Çocuklar filmde "onlar" olarak yer alıyor.

Bir anlamda ötekiler.

"Onlar": Uyurken korunmaya muhtaçlar, uyanıkken saldırgan, merkezleri olunca mutlular.

"Onlar" hem zavallılar, hem bir "sosyal tehlike". Peki ama, modern ve büyük binalarla sokak çocuklarının sorunlarının çözüldüğü nerede görülmüş? Çözüm için çok paralı merkez açılması gerektiğini kim söylüyor?

Herkes Abuzer Kadayıf mı olmak zorunda? Herkesin, herşeyin tepetaklak gittiği bir ortamda akademisyenler neden bu denli idealize edilip de gerçekliğini yitiriyor?

Bu filmde suistimal edilen biri ya da birileri varsa, bu ibrahim Tatlıses değil gibime geliyor.

Benim üzüntüm Tunç Başaran'a, Metin Akpınar'a, çocuklara. Abuzer Kadayıf gibi bir renklilik için çocuklara ihtiyaç duyulduğu gibi bir yanılgıya düşülmesine.

Talat Bulut'un herkese parmak ısırtacak performasının bu karmaşada yeterince öne çıkmamasına.

Özlem Savaş'ın hayatında bir kez yakaladığı ve iyi oynadığı rolün dikkat çekmemesine.

ARALIK 2002


ŞU ŞARKIYI KATLETMEDEN SÖYLEYİN ARTIK

Belki tatillerde daha çok canlı müzik dinliyoruz da ondan mıdır nedir, bu yıl tatilde artık iyice zıvanadan çıktım.

Çok alternatif tatil meraklısı değilseniz, tatilde gittiğiniz yer çadır kampından pansiyona, otelden tatil köyüne uzanıyor işte. Hepsinde de akşam yemeği ile başlayan iyi kötü bir müzik var . Çoğunda şu her işi kendi yapan orglardan var bir de şantörle işi kıvırıyorlar. Bazı yer daha amatör ve samimi, bir gitar bir bağlama yetiriyor. Bazısı bunların yanına keman, ud, cümbüş, darbuka veya batı tipi çalgı koyup orkestralar oluşturuyor.
Yemek müziğinden başlanıp, dans müziğinden, poptan dolanıp en sonundaki halaydan önce bir sanat müziği icrası gerekiyor. Üç aşağı beş yukarı böyle ortalık.
Her müzik dalının da olmazsa olmaz, baba parçaları var. Amerika'yı yeniden keşfetmek için ter dökmenin anlamı yok. Konukları anında coşturan, anında duygulandıran, anında kadeh kaldırtan her parça biliniyor.
"Çile Bülbülüm Çile " şarkısı da bu şarkılardan biri.
Bu şarkıyı seviyoruz.
Bu şarkıda duygulanıyoruz.
Bu şarkıda hüzünleniyoruz.

Fakat her kim ise, bir tarihte, bir şarkıcı, bu şarkının nakaratındaki "Allah" nidasını izleyenlere söyletmiş.
Buraya kadar güzeldi.
Buraya kadarını hatırlıyorum.
Biz nidaları söylerdik şarkıcı da şarkıyı. Bir sorun olmazdı bir sıkıntı yaratmazdı.

Ama aynı şarkıcı mıdır? Başka biri midir? Yine bir şarkıcı bir icrası sırasında, seyircilerin nidalarını beğenmemiş ya da beğenmemiş gibi yapmış.
Aman Allahım. İşte o talihsiz zamandan bu yana, bu şarkı hiç bir toplulukta doğru dürüst söylenemez olmuş.
Şimdi şarkıcılarda bir naz bir beğenmemezlik bir uyuzluk. İlla ki izleyiciye nidayı böğürte böğürte söyletecekler.
Aslında izleyen ilk nidayı güzel söylüyor ama sonra ikinci de üçüncü de beşinci de bıkıyor söylemez oluyor. Bu kez de şarkıcı rezilliği dışa vurmamak için "Şimdi oldu" deyip şarkıyı sürdürüyor.
Tırsan seyirci nakaratın ikinci kez gelişini gerilim içinde bekliyor. Ama şarkıcı uslanmamış, sanki kendisi divadır. Yine binbir havayla izleyici bağırmaya zorlanıyor. Tabi bu arada böğürmeyi bir sanat olarak değerlendiren izleyici sayısı da hiç az olmuyor.
Şarkının bu bölümünü normal söyleyen şarkıcıyı da uyaranlar çıkıyormuş. Bizi niye bağırtmıyorsun diye.
Böylelikle bir güzel şarkımız uzun süredir katledilmeden söylenemiyor dinlenemiyor.
Bence bu 12 Eylül'den sonra oldu.
Vallahi ciddiyim.
Vallahi

PARİS HİLTON GİTTİ Mİ ISSIZ ACUN KALDI MI

Paris hanım gitti mi gerçekten?

Hiç iyi bir haber vermediniz çocuklar.

Aman Allah’ım şimdi biz ne yapacağız?



Düşürürler bizim emekli maaşlarını yine üç kuruşa.

Bak gör, bunlar önce maaşları düşürürler.

Sonra başka şeyleri. Böyle gider artık. Ben de tam hanımla birlikte bir tatile gidelim diyordum. Söylemesi ayıp, on yıldır bir seyahat yapamıyoruz da. Hovardalık edip birkaç kitap beğenmiştim. Onları da alamam şimdi. Gitti güzelim kitaplar. Hanıma söyleyeyim de, boşuna bakmasın sinemalara, tiyatrolara. Yine uzak kalacak yaşantımıza kültür ve sanat. Bir rakı sofrası bile kuramadık ona yanarım.

Emin misiniz sahiden gitti mi bu Paris kızımız?

Eyvah ki ne eyvah, dünya yine cehenneme mi dönecek?

Amerika tekrar mı işgal edecek Irak’ı? Yine her gün Bağdat’ta bombalar patlayacak. Yine sokakta ve semt pazarlarında çocuklar, kadınlar parçalanacak. Hastanelerinde ilaç, evlerinde yiyecek, su, elektrik bulunmayacak.

Ciddi misiniz? Bush ve Dick Cheney’in savaş suçlusu olarak yargılanmasından da mı vazgeçilecek?

Yani, Guantanamo cehennemi şimdi yeniden mi açılacak?

İçimizde, yanı başımızda yine mi kan dökülecek. Gençlerimiz, çocuklarımız mı ölecek?

BOP yerine Mihri Belli’nin HOP (Halkın Ortadoğu Projesi) uygulanmaya yeni başlanmıştı, şimdi o da mı bırakılacak ? Bölge halklarının şölenle açtıkları barış kapıları, yeniden mi kapanacak?

Bana kötü bir şaka yapmıyorsunuz değil mi evladım?

Sahiden gitti mi bu Paris hanım?

Afrika’daki kardeşlerimiz yine mi aç kalacak?

Birleşmiş Milletler; “Bizim yerimiz insanlığın en temel sorunlarının olduğu yerdir” diyerek Afrika’ya taşıdığı merkezini yeniden New York’a mı taşıyacak?

Uganda’da, Zimbabve’de, Burundi’de sağlanan iç barış, bir kez daha mı bozulacak? Darfurlu’lara sağlanan evler, ellerinden geri mi alınacak?

Kalkınmacıların, kendi reçeteleriyle değil halkın bilgeliği, rehberliği ve önderliğinde başladıkları çalışma geri mi kalacak?

Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası ve İMF; dünya halklarından özür dileyerek kendilerini lağvetmişlerdi. Binalarını da evsiz barksızlara bırakmışlardı, onlar da mı yeniden açılacak ?

Yapma be çocuğum. Hiç iyi bir haber vermedin bana.
Bak, ensemden bir ateş yükselmeye başladı. Biriniz bi tansiyon aleti bulup gelsin hemen.

İsrail yetkililerinin; Gazze’de ve Batı Şeria’da kendi elleriyle ve Filistinli çocukların katılımlıyla yıktıkları duvarlar, yeniden mi inşa edilecek? Barış ve kardeşlik heyetlerinin başladığı çalışma bitirilecek mi?

Ah, niye hemen gitti bu kızcağız?

Biraz daha kalsaydı ya.



Bizi Avrupa Birliğinden de çıkarırlar şimdi.



Sarkozy’nin verdiği “Dünya; Barış, Neşe, Zenginlik, Eşitlik Ödülü”nü de elimizden alırlar.



Tekrar kamuya dönen ve kar eden kitlerimiz yeniden mi gidecek elimizden?



Hiçbir temel bilgiyi öğrenemeden çocuklarımız okur dururlar yeniden.



Kuş gribi, Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi hortlar yine.



Altın sevdaları yüzünden, dağlarımızı, doğal kaynaklarımızı, zeytinliklerimizi, bağlarımızı, ağacımızı, suyumuzu, kurbağamızı, balığımızı yok etmeye başlarlar yeniden.



İstanbul’da; yetkililer, “Taksim’i her derbi maçı sonrası açıyoruz da emekleriyle yaşamımızı oluşturan işçi kardeşlerimize bir gün olsun neden açmıyormuşuz?” sözlerinden ve bundan sonra işçilerin yanında yürüme kararından da mı vazgeçecekler?



Belediyeler hem devletten hem vatandaştan alıp, vatandaşa hizmet vermeyecekler, bol bol şelale, gölet, bina yapıp duracaklar yine, öyle mi?



Parti başkanlığını bırakıp, son genel kurulda aday olanların, iyi bir genel başkan olabilmesi için onlara danışmanlığa başlayan Baykal, yine CHP’nin başına mı oturacak?



Ah be Pariscik, Ah be, biraz daha kalsaydın ne olurdu?

Biraz daha dişini sıksaydın.

Biraz daha göbek atsaydın.

Biraz daha soyunsaydın.

Biraz daha güzide medyamızın gündemi, süsü olsaydın.

Biraz daha bu cennette kalsaydık.

Gitmeseydin.

Gitmeseydin.

SELAM YARADANA SELAM

Bir attila ilhan şiiriyle başlayalım yazımıza, istediği gibi, adını ve soyadını küçük harfle yazarak. O, Erzincan'daki askerliği sırasında şehre gelen sendikacılardan söz eder bu şiirinde. Onun bir çok aşk şiirinden daha fazla aşkla dolu bir şiiridir bu.

Bıçak gibi keser.



"yeryüzüne başka bir yıldızdan inmiş gibi yabancılar

meşin ceketleriyle çarşıda

cıgara içmeleri değişik

gülüşleri ve bakışları da

iki yatak peylemişler bir otelde şimdilik

yeryüzüne başka bir yıldızdan inmiş gibi yabancılar

meşin ceketleriyle çarşıda

sendikacılar"



Tuzla'da bir gece yarısı DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi'yi görünce geldi aklıma şiir. Gece yarısı. Kalktım kitabı aradım. Bulamadım.

Süleyman Çelebi'yi Tuzla'da görünce, bir gece yarısı, işçilerin arasında, karanlığı delen kamera ışıklarının aydınlığında, içim rahatladı. Tuzla'daki işçiler için, yaşam için içim rahatladı. İşte o yüzden düştü aklıma şiir.

Sendika gibi davranıyor bir sendika. Bir sendika başkanı; bir yetkilinin makamında yana kaykılarak oturmuş değil, özel şoförünün sürdüğü makam arabasının arka koltuğunda, karısıyla markete alış verişe gidiyor değil, bir şarkıcının kucağında değil. Onlara yabancı bu sendikacılar. Sararmamışlar. Çıkar ilişkilerine yabancılar. Gizli pazarlıklara yabancı duruyorlar. Kendinden Menkul Kıymetler Borsası'na yabancılar.

Kırıntılarla satın alınabilen "kapo"lardan hiç değiller.

Onlar bütün güçlerini; işçilerin gücünden, emekten alıyorlar.

İşçiler de onlardan.

Tuzla'da, denizin tuzlu kokusunun geceye karıştığı, azrailin kol gezdirildiği buralarda, bir sendika sahipsizlikleri sahipleniyor.

Başka hiçbir makam hiçbir mevki oradaki işçilere bu denli güç vermiyor, veremiyor.

Çoğu şeyin inandırıcılığını yitirdiği şu zamanlarda; umut veriyorlar, güven veriyorlar, güç veriyorlar.

Sendikalar.

Sendikacılar.

ÖMER KAVUR USTAMA AŞKLA

Çok zaman önceydi, sinemacı olmayacağımızı biliyorduk belki ama, sinemanın, şiirin, özlemin ve özgürlüğün hasından anlıyorduk. Tümay ile; kendimiz yazarak çizerek, aile fertlerimizi bile oynatarak kısa metrajlı film çekmeye çabalıyorduk. Film festival programlarını kaçırmıyorduk. Coşkuyla koşuyorduk panellere, söyleşilere.

Atıf Yılmaz, “Atıf Abi” idi bizim için, Ömer Kavur, Ömer Abi. Heyecanımızla dalga geçen Mustafa’nın abartısıyla, Bernardo Bertalucci de, Bernardo Abimiz oluyordu.

Hepsinin öyküsü başkaydı, yaklaşımı başkaydı, yöntemi, tarzı, ekibi, sinematografisi, beklentisi başkaydı.

Hayrandık hepsine de.

Derslerde olmayan bir hayatı öğrenirdik bilgeliklerinden.

Filmlerini izlediğimizde, kendimize ait taze ve daha insansı anlayışlarla çıkardık salonlardan.

Ömer Kavur, benim sinemadaki bilgelerimden biriydi.

Yaratıcılık ustamdı.

Yalnızlığın yanı sıra sapkınlığın sinemacısı olarak da yorumlanırdı Ömer Kavur. Normalin, olağanın bu denli boş, anlamsız, pespaye ve bazen gerçekten rezilce olduğu dönemde, zamanın, insanın, ölümün ve yabancılaşmanın gerçek masallarını anlattı bize. Bunları; estetikle, yaratıcılıkla ve sihirle çerçeveleyip sundu. Kendi ruhumuzun derinliklerini; gördüklerimizden korkuya kapılmayalım, karşılaştıklarımızdan dehşete düşmeyelim diye elimizden usulca tutup gösterdi.

O, benim sinemadaki en büyük aşklarımdan biriydi.

Ağaçlar dikmiştim kültür evinin bahçesine onun için.

Hayatım boyunca katıldığım tek galada, Gizli Yüz’ün galasında, düşlerinden film yapıp yapamayacağını sormuştum.

Onun adı ile ikna edilip görevlendirildiğim ödül töreninde, tören sonrası ödül çekini teslim ederken, iç cebine koymasını tembih etmiştim. Başka şeylerden de konuşmuş, sohbet etmiştim. Ertesi gün Tayfun övünçle, Ömer Kavur'la arkadaş olduğumuzu anlatmıştı iş arkadaşlarımıza.

Bir gün bir filmi birlikte çekmeyi hayal etmiştim.

Bir hayal olduğunu, sadece bir hayal olduğunu bile bile düşünmekten mutlu olmuştum.

Bugün hayali bile kalmadı elimizde.

Cemal Süreya’nın dediği gibi “Her ölüm erken ölümdür.”

Ömer Kavur, “Üstü kalsın” diyerek vedalaşmıştır bizimle belki. Ama ben onun için diyemiyorum.

Bazı günler vardır ki, yaşadığınızı coşkunuzdan kalbinizin göğsünüzü zorlamanızdan anlarsınız, bazen engin bir huzurdan, bazen derin bir keder susturur göğsünüzde cıvıldayan kuşu da, yaşadığınızı sessizliğinizde anlarsınız. Bazen de keskin bir bıçak saplanır kalbinize. Acır durur içiniz. Kanar.

Bugün ben yaşadığımı içimin sızısından anlıyorum.



Güven Tunç

13 Mayıs 2005

ANNEME EMLAKÇI OLDUĞUMU SÖYLEMEYİN

Bir Gazetesi’nin, daha doğrusu gazetenin emlak ekinin son günlerde bir reklamı var.



Reklamda;
terlemiş ve bunalmış bir usta ile,
küçük bir kebapçı dükkanı ile,
ve sinek avlamaya yakınlıkta yani az müşteri ile
kendilerince zavallı bir atmosfer oluşturuluyor.

Takım elbiseli, genç, dinamik bir adam dükkana geliyor. Doğrudan ocak başına, ustanın karşısına oturuyor. Bir acılı lahmacun siparişi verecek diyorsunuz. Demiyor. “Usta bana bir ev, bir artı bir bile olsa yeter” diyor. Usta, “Adana versem” diyor. Müşteri; Ev istiyor hem de acil. Şimdi ne yapsın bu garip usta, “Hallederiz” diyor. Halledemiyor.

Müşteri dükkan kapanıncaya kadar orada bekliyor falan falan.

Reklamın sloganı da şu; Biz kebap yapmıyoruz. Burası h.....emlak.com, burada sadece emlak var.

Ben de tüm okuyucuları gibi ............’i gazete sanıyordum.

Belki çalışanları, muhabirleri, köşe yazarları hatta sahibi bile öyle sanıyordu. Hep birlikte yanılmışız.

Yıllarca okuduğumuz gazete bir emlakçıymış.

Kimse onlara, “Siz kebap yapıyorsunuz” demedi ama, onlar iddia ediyor ki, “Biz kebapçı değil emlakçıyız”. Hem de uzman emlakçı.

Tuhaf oluyor insan.

Bir gazetenin, para verip yaptırttığı reklamında, kendisini, kebapçıyla emlakçı arasında bir yere koyup tartıştırmasına ilk kez tanık oluyoruz.

Ne diyelim.

Allah daha beterini vermesin.


NEYSE DÜZELTMİŞLER DAHA DOĞRUSU REKLAMI KALDIRMIŞLAR.

BİR ŞEHRİ SEVMEK: ANKARA

Önce, semte adını veren Türkiye Kızılay Derneği’nin tarihi binasını yıktılar. Yerine, belki bir on yıl sonra, o güzelim meydanı küçültecek, acayip bir bina kondurmaya başladılar. İnsan inanmak istemiyor ama iş merkezi olarak kullanılacak olan bu yeni heyulanın, derneğe daha çok gelir getirmesi hesaplanarak, bir gecede boşaltılmış bina. Tarihi bina olarak korunma altına alınmasın diye…


Bu binanın yıkımından bir süre sonra, bir çok semti sakin sakin dolaşarak, tekrar yolcu alacağı Yıldırım Beyazıt Meydanına dönen, troleybüsler kalktı. E tabi, büyük kent, hız gerek.


Kavaklıdere’nin üzüm bağlarını söküp yerine iş merkezi inşa ettiler.



Yenimahalle’nin, Gaziosmanpaşa’nın iki katlı evleri, apartmanlar için yıkıldı tek tek.



Sonra, Güven Park’ın ağaçlarını naklettiler. O ağaçlar, sürgün olmuş memurlar gibi götürüldükleri yerde unutuldular. Metro için nakledildi bu ağaçlar. Bir park, bu nedenle tarumar oldu.


Sonra Ankara Üniversitesi’nin Cebeci’deki Hukuk Fakültesi’nin bahçesini, demir parmaklıklarla çevirdiler. Büyük olasılıkla gerekçe güvenlikti. Yazları; örgüsünü, gazetesini alıp, caddeden geçenleri seyrederek vakit geçiren ev kadınları ve yaşlılar için bir park olan, o güzelim bahçe onlara yasaklandı.

Sonra Tandoğan Meydanı’ndaki o güzelim heykeli kaldırdılar. Barışı, bereketi, ilkbaharı çağrıştıran bir heykeldi Ankaralılar için. Kaldırma gerekçesi, yine metro istasyonuydu. İstasyon yapıldı. Meydan, meydanlıktan çıktı. Bir de o heykelin sığabileceği büyüklükte bir alana, onu değil de kocaman bir sütlükle kocaman bir fincanı, heykel niyetine koydular.

Sonra, üst geçitler sardı her yanı. Meşrutiyet Caddesine, her sokağın başına bir üst geçit yaptılar. Çünkü,toplu taşım araçlarından olan otobüsler artık Atatürk Bulvar’ından değil, bu caddeden geçirilmeye başlanmıştı. Bahane yine trafiğin rahatlamasıydı. Yayalar, müteahhitlerinin, Ankaralı olmadığı umdukları bu üst geçitlerden geçmeyi kabullenmedi bir türlü. Can pahasına yoldan geçer oldular. Üst geçitler de, her gün tüm çirkinlikleriyle kendilerini anımsattılar.


Sonrasında, canım Atatürk Bulvarı’nı boydan boya, dökme demirden kalın zincirlerle ortasından kestiler. Yayalar üst geçitten geçmeliydi. Trafik akmalıydı, akmalıydı, akmalıydı.

Aynı binanın farklı cephelerinde yer alıp, binayı sevmeye neden olan Akün Sineması da Çağdaş Sahne gibi sessiz sitemsiz değişti. Ardından Cinnah Caddesi deşildi. Kuğulu’nun çevresi, E5 modeliyle düzenlendi. Asfalttan bir merkeze dönüştü Yenişehir. Kolejden, Sıhhiye’den Bakanlığa, Kavaklı’ya o güzelim caddeler; üst geçit, alt geçit, köprü gibi yapılarla demir ve betonla sıvandı.



Kitapçıların çoğu kapanırken fark edilmedi bile. Ne zaman ki, yerine ucuz, döküntü, işe yaramaz giyim ve elektronik mallar satan dükkanlar bir de çığırtkanlarıyla açıldı, o zaman anlaşıldı ki köşede bir kitapçı vardı.


Eski, tanınmış, iyi lokantalar vardı. Ve buralarda yılların alışkanlığıyla buluşan, görüşen gruplar. Lokantalar kapandı ya da taşındı, gruplar dağıldı. Ama bir tarz da geçip gitti. Görgülü, hayatı bilen, biraz çelebi insanların ayakları kesildi yavaş yavaş. Bu tarz; bu şehir için bu ülke için hatta hayat için elzemdi. Görgüsünü kaybetti şehrin merkezi.


Bir ara; Kızılay’da, tam ortada, yaya geçidinden geçmemiz engellendi. Konan bariyerlerle yayaların, yaya geçidinden geçmesi metazori önlendi. Gerekçe yine trafik ve trafiğin rahat akabilmesiydi. Burada üstgeçit de yapamadılar. O zaman alt geçit. Metro ve Ankaray’ın ana istasyonundan geçilecek. Vatandaşlar tepki gösterince, meşruiyet arayışına gidildi. Bu konuda seçim sandıkları bile kuruldu. Otobüslerle insanlar taşındı. Şimdi, çoğu insan inanmaz ya da anımsamaz ama parmaklara seçim boyası bile sürülmüştü.

Bir şehir trafik akışına göre düzenlenemez ki.

Dünyanın bir çok yerinde, seçilmiş veya atanmış kamu görevlilerinin, sorumluluk alanlarındaki işleri yaparken; yaşlı, engelli, çocuk, hasta, hamile vb. gibi özel ihtiyaç grupları ile sanat, kültür gibi alanlarda, yaşama anlam ve değer katan etkinlik gruplarını gözettiği varsayılmak durumundadır. Yani bu makamlar hizmet üretirken, özellikle bu grupların haklarını, olanaklarını öncelemek ve savunmak zorundadırlar. Bu sorumluluklarını başkalarına devredemezler. Yani bu konularda bir seçime veya ankete gidilemez. Halk böyle istiyor denemez.

O günlerde Ankaralıların mecbur edildiği, Kızılay’da metro istasyonuna inerek karşıdan karşıya geçme yöntemi; metroyu kullanamayan yaşlılar, uzak semtlerden, belki ayda bir merkeze inenler, hastalar, özellikle engelliler ve engelli aileleri için bir kabusa dönüştü. Ankaralıların hepsinin; sağlıklı, orta yaşlı veya genç, yönünü hemen bulabilen, metroya alışkın, yer altından geçmeye korkmayan, panik yapmayan, panik atak olmayan insanlar olduğuna ilişkin bir araştırma mı vardı ellerinde?

Bir şehir,tüm insanlarına, her köşesiyle kucak açtığı zaman sevilir, benimsenir,güzelleşir. Ona yabancılaştırılarak değil. Toplu taşım da önemli, trafik de, güvenlik de, hız da. Ama bir o kadar estetik , yayaların korunması ve arabalılar kadar, rahatlarının düşünülmesi, tarihi dokunun insan ruhunda yarattığı sükunet ve tabi ki özel ihtiyaç grupları.

Göz göre göre yıkıldı Yeni Sahne’miz

Bir gün torunlarımız bize soracak; Başta hizmet vermekle yükümlü olanların bilmesi gereken, insan hakları, yaya hakları, kentli yurttaş hakları neden bilinmedi ve uygulanmadı.

On dokuzuncu yüzyılda değil ikinci bin yılın başı gibi bir tarihte, bir şehrin merkezi insanı, sanatı, sanatçıyı, yayayı, çocukları, ev hayvanlarını böylesine dışlayabilir mi? Diye soracaklar.

Dudak uçuklatacak sayıda dershanenin, şehrin bu bölümünde yer almasının eğitime nasıl bir kalite ya da aile bütçesine ne kadar bir ağırlık getirdiğini de soracaklar belki ama, en çok konuyla ilgisi açısından trafiğin akışına nasıl bir kolaylık ya da zorluk kattığını merak edecekler.

Ben de şimdiden kendimize soruyorum.

Bir şehir meydanlarını; arabalara ve iş merkezlerine göre düzenleyebilir mi? En güzel en anlamlı alanlarını asfalta ve şekilsiz büyük binalara gark edebilir mi? İnsanı ötekileştirip trafik akışını gözetebilir mi?

Arabası olmayanları, arabasını kent merkezine sokmayacak kadar duyarlı olanları, otobüse binenleri böyle bunaltabilir mi?

Aksine.

Bir şehrin kalbi; üç tekerlekli bisikletleri, balonları, oyuncak bebekleri ve aileleri ile çocukları, beyaz bastonları, tekerlekli sandalyeleri, protezleri ile engellileri, bastonları ve anıları ile yaşlıları, kitapları, müzik çalarları, gitarları, şarkıları ve arkadaşlarıyla gençleri, özgürlük ve güvenlikleriyle kadınları, herhangi özel bir organizasyona gerek duymadan meydanlarında ve parklarında toplayabildiği zaman mutlu mutlu atar.

Yoksa bir şehir ne işe yarar?

ÜNLÜ MAMULLER

Bundan bir kaç yıl önce televizyondaki magazin programları tartışılır gibi olmuştu.

Tartışmayı o zamanki RTÜK başkanı- amanin sakın karıştırmayalım Zahit Akman değil, ondan önceki -kamuoyuna açmış ve taraf olmuştu. (Televizyonlarda RTÜK'ün taraf olması gereken ilk konu magazin programları mıdır? O bambaşka bir tartışma konusu.) Ve o yıllarda bu tartışmalardan dolayı magazin programları gece geç vakitlere kaydırılmış ve tabii ki reytingleri çok düşmüştü.

Magazin kanal sahipleri için en ucuz maliyetli ürün. hani benzetmek caiz ise 1 milyonluk Çin malları satan dükkanlar gibi.

Şimdi iyi programlar için kim yaratıcıları bulacak?( Öylesine yok edildiler ki) ? Kim iyi para ödeyecek? Kim zaman harcayacak? Kim gündemi, yaşamı nesnel ve adaletli takip edecek?

Kim İktidarı ya da ilk seçimde iktidar olup muslukları kesecek olan muhalefeti küstürmeyi göze alacak? Kim söyledikleri ile tutarlı olmak isteyecek? Kim bilinçli, sağlıklı, mutlu bir halka tahammül edebilecek ve onlara çöplük ürünlerini kakalamaya kalkışma cesareti gösterecek.

Falan filan.

Eee programlar da geceyarısına alınınca reytingler çok düştü ne yapılacak şimdi? gelsin BBG' ler gitsin pop starlar, oryantaller, danslar, detone yorumlarla alaturkalar. İşte ilk ünlü mamullerini bu programlarda yarattılar.

Bu ünlü mamuller kendilerine sanatçı diyebilecek denli ümmi, kendine yapılanlara karşı insani savunma yapmaktan aciz kalacak denli hırslı, her gün olay çıkarıp gün gün öldüklerinin farkında olmayarak yaşayan zombiler kadar verimli ürünler.

yarışma adı altında yapılan ünlü mamul üretimi yetmediğinden televizyonlarımız bir de sabah programlarına el attılar. Sağlıklı olmasa da sabahları biraz yemek tarifi biraz şarkı, biraz reçete misali yürütülen programları ünlü mamul marketine çevirdiler.

Bütün kadın programlarına ünlü mamullerini monte ettiler ve ÜNLÜ MAMUL ENTEGRE TESİSLERİ kurulmuş oldu. Ne diyelim hayırlı olsun.

Ünlü mamul entegre tesisinin mamule yaklaşımı ilginç. Değişik bir pazarlama taktiği güdüyorlar. Ürün ister kaliteli ister kalitesiz olsun tesiste amaç ürünü yerden yere vurmak, didiklemek, üzerine çıkıp çiğnemek ve tüketiciye en kanlı haliyle sunmak. Yeni bir pazarlama tekniği olsa gerek.

Yakında haber kanallarında çeşitli kurumlarımız gibi bu tesisin de özelleştirme ihalelerini canlı yayınlardan izleyebiliriz

hatta kurulmamış şirketlere bile ihale edebiliriz.

Ne diyelim
23 Şubat 2008

İLGİNÇ BİR GÜN

Bu gün 22 Şubat.

Bu gün yaşadığımız coğrafya, ülkemiz, birlikte bir toplumu oluşturduğumuz insanlarımız, hepimiz için önemli bir gün. Önemli gün ve günlere de gebe bir gün. Eğer yanılmıyorsam bu gün, ilerde tarih kitaplarına geçecek bir gün.

Bu gün bu ülkede üç önemli olay oldu. Bu olaylar bu günü tarihe geçirecek olan, birbiriyle ilgisiz görülen, belki alanların bile birbiriyle ilişkisini kuramadığı bu üç karar, bu günü önemli kılıyor.

Bu günde neler oldu;

Genel Kurmay başkanlığı yaptığı açıklama ile Kuzey Irak’a Kara Harekatının başladığını bildirdi.

Yine Büyük Ortadoğu Projesi’ni önleyebilme olanağını kaybedeceğiz. Oysa bölgeyi barış için bir araya getirebilirdik.

Yine çocuklarının cenazesini kaldıracak ana babalar.

Yine askerlere kaldı ülke güvenliği. Oysa bizler gibi onlar da, sivil yönetimleri yıllardır uyardılar; sadece askeri yöntemle olmaz diye. Ekonomik ve sosyal önlemler almak gerek, bölgeyi kalkındırmak gerek. Okul açmak, sağlık ocağı açmak, istihdam yaratmak gerek diye.

Sivil iktidarlar ne yaptı? HİÇBİR ŞEY

Başka alanlarda da ne yazık ki hiçbir şey yapmadı seçilenler. Bu yapılamayanlardır ki topluma başka bir seçenek arattırdı. Çok yeni bir parti bu şansı yakalayarak iktidara geldi. Bu şansı yakalayacağını biliyordu. Bir çok alanda hazırlanmıştı. İlişkilerini kurmuştu. Stratejisini çizmişti.

Yoksulluğun yaygın ve utandırıcı boyutta olduğu bu ülkede; istihdam yaratmak değil de kamu mallarını ulus üstü şirketlere pazarlama gibi uluslararası bir planın parçasıysanız ve var olan istihdamı azaltacağınızı biliyorsanız, yine de oyunuzu artırmak zorundaysanız başka yolları size öğretirler. Sizin, seçim çalışmalarınızdan edindiğiniz deneyim bu yolu doğrular niteliktedir zaten. “Sosyal Yardım” adı altında; kömür dağıtılır, margarin, şeker, un, pirinç, yeşil kart dağıtılır. Ramazan paketleri verilir, iftar çadırları açılır. Günde bir doların altında geliri olanlar yardıma yavaş yavaş alıştırılır. İnsanlar yavaş yavaş yardıma bağımlı hale getirilir. Yoksulluk kronikleşir. Kronikleştirilir.

Her şeyin bir dibi vardır.

İlk birkaç yıl oldukça başarıyla yönetilen bu operasyonu yardım alanlar tarafından bile bu süre sonunda algılanmaya başlanır.



22 Şubat günü, ihalesi; Özelleştirme İdaresi’nin kendi binasında, Başbakanlık’ta ya da başka bir devlet binasında değil de Hilton Otelinde yapılan Tekel, British American Tobacco’ya satılır.

Sadece gayri menkulleri 2 milyar dolar eden kurumumuz 1.720 milyon dolara Amerikan sigara şirketlerine 20 dakikada satılıverir.

Adana’dan, Malatya’dan, Bitlis’den, Tokat’tan ve İstanbul’dan Ankara’ya gelen Tekel İşçileri direnir.

Bir gün önce, Ankara’da cehennem gibi bir ayaz varken, uzaktan geldikleri, akşam evlerine hatta bir otele bile gidemeyecekleri biline biline o soğukta üstlerine buz tutacak sular sıkılır, biber gazı püskürtülür. Onlar direnir.

Niye direniyor bu Tekel işçileri?

Öncelikle Tekel’in, diğer özelleştirilen bölümlerindeki işçilerin, neler yaşadıklarını gördüler.

Erdemir, Pektim, Tüpraş, Türktelekom ve diğer özelleştirilen kurumlarda, işçilerin yaşadıklarını artık çok iyi biliyorlar.

Neden direniyor bu Tekel işçileri?

Onlar ne kömür yardımı istiyorlar ne yeşil kart, ne bedava margarin.

Onlar

İşlerinin ve ekmeklerinin namusunu istiyorlar.

Yıllardır emek verdikleri fabrikaları peşkeş çekilmesin. Yeni iş alanları olsun. Herkes çalışsın. Kimse aç, kimse yoksul, kimse yardıma muhtaç, kimse işsiz kalmasın.

Bora Ayanoğlu’nun dediği gibi; Oturup hayal kurmak istiyorlar. Bütün insanlar gibi.



22 Şubat’ın son kararı da aşağıda

Abdullah Gül, türbanla ilgili değişikliği onaylar.

Ne diyeyim?

GÖZÜNÜ SEVDİĞİM RTÜK VE ÇOCUKLARIMIZIN DURUMU

Televizyonlarda çocuklar için akıllı işaretler var.

İşaretler, programın çocuklardan hangi yaş grubuna uygun olup olmadığını, şiddet ve cinsellik öğesi içerip içermediğini anlatıyor.

Buraya kadar bir sorun yok. Aksine iyi niyetli cabalar olarak bile değerlendirilebilir.

Ancak seçimlerde oldukça karmaşık bir sistem güdüyor olmalılar ki ortam karmakarışık ve bazen çok ürkütücü.

Sabah yapılan programlar var. Kadın programları var dedikodu programları var yemek programları var. Buralarda; açık açık bir intihar teşebbüsünün aşamaları, ( Tam da bu yazıyı yazdığım günün sabahında ve büyük bir televizyon kanalında ) evlilik ihanetlerinin tüm ayrıntıları, popüler kültürün yarattığı insanların en alt düzeydeki kıskançlık kavgaları, kimin kiminle hangi cinsel maceralara giriştiğinin kareleri açık ve net bir biçimde ve her gün her sabah yeniden ve yeniden tekrarlanıyor.

Bu programlar esnasında bir iki kadın hakkı nutuğu, bir iki şiddet karşıtı söylem attırılıyor. Bu attırmalar bile şiddet içeren ve düzeysiz bir söylem içerirken. Geçen hafta da biri programındaki eğiticilikten dolayı ödül ve övgü alıyor. Kimden dersiniz? Bu programları denetlemesi gereken kurulun başkanından...

Sansürden nefret eden biri olarak söylüyorum ki, bu programlara acilen 13+ ile şiddet ve cinsellik içeren program işaretinin konması gerekiyor.

Ben bu konuda açıkça tarafım.

BİZ NE ZAMAN

Biz ne zaman bizdik?



Kolonist amaçlarla ülkemize gelen ABD 6. Filo’yu protesto eden çocukların üzerine satırla yürürken mi bizdik?

Çorum, Kahramanmaraş ve Malatya’da; alevi olmaktan başka bir yanı olmayan insanların evlerinin kapılarını bir gece önceden işaretleyip ertesi gün saldırırken mi bizdik?

12 Eylül’ün gençlerin ve ülkenin üzerinden buldozer gibi geçtiği yıllarda, ezilmelerine bakıp el oğuştururken mi bizdik? İşimize bakarken mi?

Bodrum katlarında domuz topu yapılarak adam boğulurken mi bizdik?

Yeşil sermaye insanların saf dini duygularını istismar edip onları soyarken ki suskunluğumuzla ya da tarafgirliğimizle mi?

Ne zaman?





Biz ne zaman bizdik ki ayrı düşelim?



Bugün;

ABD ve çokuluslu şirketlerin topuyla, tüfeğiyle, işkencesi, çuvalı, insanları birbirine katlettirmesi, tröstleri, kaçak çocuk emeği, çevre kirliliğiyle, doğa yok ediciliğiyle bölgemize akın edişinin dönülmez bir noktaya geldiğini, bizi de hedefleyebileceğini yeni anlamamızın yarattığı korkuyla mı biz olacağız?



Bizi korkuyla mı bir araya getireceksiniz?

Ama biz, biz değiliz ki, korkularımız bile farklı.

Bunların olacağını önceden bilen, biz olmayı dert etmeden, tüm insanlıkla birlikte, barış içinde diyebilecekken çeşitli ayrılıkları yüzünden susturulan, sürülen, kamu görevinden uzaklaştırılan, ötelenen hangimiz?

Kendisinin ya da biricik çocuklarının çıkarlarını değil de; üstümüze gelenin kölesi olmamayı, dinsel ya da kökensel hiçbir ayrım gözetmeksizin tüm bölge halkın esenliğine sahip çıkmayı hayal eden, dileyen hangi biz? “Savaşa hayır” demeyle “menfaatler var” ikilemine sıkışan hangi, hangi biz?



Bizi bu büyük sosyal korkuyla mı biz yapacaksınız?

Ve de gazete satışlarınızın artışıyla?

Sizce bu olabilecek bir şey mi?

Emin misiniz?

Kendi bölgesine yakın durduğu her hangi bir ülkeye bile değil, Amerika’ya sığınarak yazı yazılırken mi biz olunacak?

Emin miyiz?



Bu günlerde ülke, bölge falan değil insanlık olarak neden daha çok korkmamız gerektiğini iyi anlamalıyız. Belki bu kavrayış biz olmaya çalışmaktan daha önemli olabilir?





İyi ki bu koşullarda biz olunamıyor.

Ve iyi ki biz bu anlayışla biz değiliz.



Biz artık büyüdük.

Hangi sözün neyi anlattığını acı da olsa deneyimlerimizle anlıyoruz.

Altmışlı yıllara, o yılların özgürlüğüne ve ruhuna gönderme yapan her şey, her söz bizi çekmiyor. Özellikle o yapıyı kimlerin nasıl bozduğunu iyi bilenler olarak kapılıp gitmiyoruz ardından.

Biz, biz dediğimizi bile çok sorguluyoruz.



Bizim biz dediğimiz;

Herkesin karnını özgürlükle üreterek ve onurla doyurduğu bir dünyanın bizliği.

Çocukların mutlu olduğu,

Kadınların özgürce şarkılarını söyleyebildiği,

Aydınların kafasının karışmadığı,

Kimsenin kimseye bir yaşam biçimi, bir yönetim biçimi dayatmadığı, sanatçısının hür olduğu bir bizlik.

Bir inancın değil her inancın her milletin her kavimin her cinsiyet veya cinsel tercihin bir sınıfın değil her sınıfın özgürlük ve refah içinde yaşayabilmesinin yarattığı bir bizlik.



Böyle biz olmaya varsanız yol sizin.

Biz olmak için kimse kimsenin yanına gitmek durumunda değil.



Kim doğru yerde durursa biz o olacak.

Hamasetle değil.