21 Kasım 2011 Pazartesi

BU FİLM KAÇMAZ

BİR KADININ HAYALPERDESİNDEN
ADSIZ BİR YOL HİKAYESİ


"Filmin bizzat kendisi hayalidir. Yanıltmasın"


Yönetmen: Ferzan Özpetek
Senaryo: Hayal Erzincan
Müzik: Erkan Oğur
Oyuncular: Serra Yılmaz (Neriman), Halil Ergun (Nazım), Ruhi Sarı (Tahsin), Nejat İşler (Kemal), Hayal Erzincan (Zeynep), Eylem Yıldız (Leyla), Özkan Uğur (Recep)

Film; Eğin'de başlayıp İstanbul'da sonlanacak olan bir yolculuğu anlatıyor...

Eğin Garajı. 2003 yılının Kurban Bayramı'nın son günü. 14 şubat. Gün ortası. İstanbul'a yola çıkma hazırlıkları yapılan bir otobüs. Tahsin motoru çalıştırıyor. Radyoda incesaz. Melodiye ıslıkla eşlik ederek kapıları açıyor, koridoru süpürüyor, çay malzemelerini, kolonya şişesini kontrol ediyor.

Nazım otobüsün kapısından kafasını uzatıyor. Saçları ıslak geriye taranmış, bıyıklar boyalı ve ince, sinek kaydı bir traş, kar gibi bir gömlek. Arkasında; elinde yarısı içilmiş, buharı tüten çay bardağıyla Recep duruyor.

Tahsin-'Vay! Fiyakaya bakın hele'

Nazım-'Bayram ya, lan. Kendine baksana hergele'

Tahsin Recep'e göz kırparak, soğutucudan bir kırmızı gül çıkarıp, gösterip tekrar yerine koyuyor 'Bugün 14 şubat ustam, sevgililer günü'. Üzerlerine doğru bol miktarda sprey koku sıkıyor. Gülerek geri kaçıyorlar.

Recep Nazım'a, 'Yürü abi, bu tangoyla uğraşılmaz. Gel gidip şu yolları bir daha soralım. Uzunyayla berbat diyorlar'

Neriman, kız kardeşi, kız kardeşinin kocası Memet ve onların çocuklarıyla evde kahvaltı ediyor..

Kız kardeş- 'Pazara kadar kalsaydın abla. Memet nasıl olsa gidecek'

Neriman - 'Vakitlice gitmek lazım. Pazartesi işbaşı yapacağım. Gelirken getirdi ya çocuk sağ olsun'

Memet gülümseyerek onaylıyor.

Kız kardeş- 'Ne var şu İstanbul'da kadın başına. Tahsin dersen burada daha çok görürsün yüzünü'

Neriman- 'Hayat bu kızım, kiminin rızkı oradan kiminin buradan'

Kız kardeş- 'Buradaki rızkı görmüyorsun abla. Koskoca ev, bahçe viraneye döndü. On yılda bir gelmekle olur mu?'

Neriman aldırmaz-'Açma yine bu konuyu'

Kemal bir çift kanatlı kapının önünde,yaşlı bir kadının elini öperek vedalaşıyor. Elinde sırt çantası olarak da kullanılabilen bir küçük valiz, paltosunun yakasını kaldırıp yürüyor. Onun yalnız yürüyüşünde Eğin sokaklarının ve evlerinin güzelliğini görüyoruz.

Yönetmen sanki kentlerin, mekanların ruhunu okuyor

Yine garaj. Yolcular yolculayanlar oluşmuş.

Tahsin bir yandan Zeynep ve babasının bavulunu yerleştirirken bir yandan da Leyla'nın ablası ve dayısıyla konuşmasını izliyor. Kemal selamlaşıp bagajını veriyor ve biraz uzaklaşıp cep telefonuyla konuşuyor. Konuşmasından 'Geldiklerini biliyorum','Yetişirim' gibi sözcükleri duyuyoruz.

Yolcular yavaş yavaş otobüse binmeye başlıyorlar.

Nazım gelip şoför koltuğuna oturuyor ve onun aynadan bakışından Neriman'ın kız kardeşi ve Memet ile garaja geldiğini görüyoruz. Nazım içinden 'Şişmanlamış' diyor.

Tahsin Neriman'ın yanına koşuyor.Memet'in elindeki bavulu aceleyle alıyor.

Tahsin- 'Nerede kaldınız anne'

Neriman- 'Ancak be oğlum'

Neriman vedalaşıp otobüse biniyor. Nazım'ın hemen arkasındaki koltuğa yöneliyor.

Nazım dikiz aynasından 'Hoş geldin Neriman Hanım'

Neriman yerleşmeye çalışırken aynı biçimde selamlıyor.

Nazım içinden 'Gözler değişmemiş hiç' diyor.'Gözler yine cehennem bakışlı'

Neriman yanına oturduğu yaşlı kadınla selamlaşırken Nazım için 'Yaşlanmış' diye düşünüyor.

Diğer ön koltukta Zeynep ve babası , onların iki arkasında Leyla ve ablası, beş arka sırada ise Kemal oturuyor.

Otobüs dolu.

Recep, elinde bilet koçanıyla otobüsün arkasından öne doğru geliyor. Neriman ve Zeyneplerle selamlaşıp, kaptanın yanındaki seyyar koltuğa yerleşiyor.

Tahsin ara kapıyı çekerek- 'Tamam kaptan' diye bağırıyor.

Uğurlamalar ve yaşlı kadınların kendi kendilerine ettikleri dualarla yolculuk başlıyor.

Kasaba çıkışı yollar karlı.

Tahsin bilet kontrol ediyor, otobüslerde yapılan rutin anonsu mikrofondan okuyor, kolonya döküyor.

Ve her gidiş gelişinde Leyla'ya ya bakıyor ya bir şeyler söylüyor. Anlık konuşmalardan tanıştıklarını ve Leyla'nın İstanbul'da ünivesiteye gittiğini anlıyoruz. Leyla ilgiden memnun ama çevreye belli etmek istemiyor.

Yolcular arasında hafiften sohbet başlamış. Isınılmış, gevşenmiş. Kalın kazaklar, ceketler çıkarılır hale gelinmiş. Hatta ikramlar bile yapılır olmuş.

Çay kahve faslı

Yolların çevresi öbek öbek kar ama erimiş yerlerdeki yeşillik taze

Kemal pencereye başını dayamış dışarıya dalmış. Ama yanındaki yaşlı adam muhabbet istiyor. Kemal'in verdiği kısa cevaplardan, mühendis olduğunu, Mollagilden Osman'ın torunu olduğunu, annesinin hayatta olmadığını, ninesini görmeye geldiğini anlıyoruz.

Neriman yaşlı yoldaşıyla konuşuyor ama dikiz aynasından bir çift gözün sürekli üzerinde olduğunun da farkında.

Zeynep'in babası uyumuş, kendisi kitap okuyor.

İlk mola.

Recep, Neriman'a- 'Hadi yenge yemeğe gidiyoruz'

Neriman- 'Sağol, acıkmadım daha'

Recep-'Yolumuz uzun, acıkırsın. Hadi'

Nazım dikkatle konuşmayı izliyor.

Recep, Zeynep’i, babasını, Neriman'ı alıp iniyor.

Şoförler için hazırlanmış güzel bir masa. Zeynep, babası, Neriman, Recep, Nazım yemek yiyorlar. Tahsin için de yer var ama o çeşitli bahanelerle diğer tarafta oturan Leyla'ların yanına gidip geliyor.

Masadaki konuşmalardan Zeynep'in de Eğinli olduğu , eski insanlarla, türkülerle, masallarla geleneklerle ilgili araştırma yapmaya geldiği ancak kimseyi tanımadığı için babasını getirdiğini öğreniyoruz.

Nazım-'Zeynep abla bize emanet. Bundan sonra sen yorulma baba'

Recep yemekten sonra kendisi alırken bir tane de sigara da Neriman'a ikram ediyor.

Nazım 'Sosyete' diye düşünüyor.

Neriman dışarda gidip gelen Tahsin'e bakıp, Recep'e- ‘Bu şimdi yemek yedi mi'

Recep-‘Boşver yenge senin yemeklerin yeter ona. Bize bile yetiyor. Koyduğun yemeklerin çoğunu biz yiyoruz haberin olsun. Senin hakkın ödenmez yengem benim.

Yemek, çay, tuvalet işleri bitiyor. Yolcular yavaş yavaş otobüse yöneliyorlar.

Kemal otobüsün yanında, diğer yolcular binerken o 'Sema Hanım' diye hitap ettiği biriyle telefonda konuşuyor. 'Param yeter', 'Bir aylık izin aldım', 'Teşekkür ederim' gibi cümleler kuruyor.

Otobüs homurtuyla yola koyuluyor

Gün akşama dönüyor.

Yine yol.

Kaptan koltuğuna bu kez Recep oturuyor.

Nazım en arka koltuklara uyumaya gidiyor.

Yollar karlı. Otobüs ağırdan gidiyor.

Yolcularda konuşmalar tükenmiş, uyku ağır basıyor.

Zeynep'le Neriman mırıl mırıl sohbette.

Tahsin, Neriman’la Zeynep reddettiği için; Recep'e, Leyla'lara, Kemal'e ve uyumayan bir çifte çay kahve servisi yapıyor.

Sessizlik.

Recep, yolu açık buldu mu gaza basıyor.

Uyuyan uyuyor. Uyumayanlar yol seyrediyor.

Tahsin en arka koltuklara uzanmış Nazım’ın ayakucundaki boş yere kıvrılmış, kendinden geçmiş.

Bir mola daha oluyor. Kimsenin gecenin bir yarısı yemekte gözü yok. Tuvalete gidenler gidiyor. Sigaraya bunalanlar içiyor.Tahsin'le Recep de bir şeyler atıştırıp geliyor.

Yol yeniden başlıyor.

Uyku yeniden bastıracak ama yolcuların bazıları tedirgin, otobüs gecede ve buzda zorlanıyor.

Tahsin uyanmış. İçerdeki sessizlikten cesaret alıp, bir fırsatını bulup Leyla’nın çantasına gülü tıkıştırıyor. Hiçbir şey olmamış gibi gidip Recep'in yanına oturuyor.

Tahsin Neriman'a- 'Bir şey istiyor musun'

Recep-'Yeni mi aklına geldi annen'

Neriman gülümsüyor- 'Yok oğlum. İstemiyorum '

Ankara Terminali.

Zeynep, babası bir kaç yolcu daha iniyor. yenileri biniyor.

Nazım uyanmış,yüzünü yıkamış şoför koltuğuna yerleşiyor.

Bir kez daha hareket.

Neriman dalgın çevreyi izliyor, Nazım da arada bir, aynadan onu.

Gün yavaş yavaş doğuyor.

Nazım radyoyu açıyor. Radyodan oynak bir türkü yükseliyor.

İnsanlar dinlenmiş, yavaş yavaş uyanıyor.

Çay kahve servisi buğusuyla başlıyor

Bolu dağı karlı fırtınalı. Araçlar ardarda, bazen bekliyor bazen adım adım yol gidiyor

Sohbetler savaşa, krize, depreme, Kıbrıs'a kayıyor.

Otobüs son mola yerine ulaşıyor.

Tesisin önüne giderken bir kalabalık onlara doğru hızla yaklaşıyor. Ellerinde kamera ve fotoğraf makinesi olanlar çoğunlukta.

Yolcular onları görebilmek için ayağa kalkıyor. Otobüs binaya zorlukla yanaşıyor. Kapılar açıldığında içeri girmeye çalışıyorlar. Yolcular onları itip iniyorlar ama şaşkınlar. Kemal inince gazeteciler ona yöneliyorlar. Kemal herkesten şaşkın. Kimse dağılmıyor. Recep, Nazım, Neriman binaya giriyorlar. Tahsin kapıları kapatıp kalmak isteyen yolcularla ve Leyla ile otobüste duruyor ve dışarıyı izliyor.

Gazeteciler Kemal'e, 'Savaş', 'Irak', 'Canlı kalkan', Sözcüklerinin sık geçtiği tümcelerle hücum ediyorlar. Kemal bunalmış susuyor. Soruların ucu bucağı yok.

Kemal, bir an bulup,- 'Arkadaşlar konuşmayacağım. Bu benim hayatım, benim tercihim': Sorular yeniden yükseliyor. Kemal sıyrılmak için hamle yapıyor ama kalabalığı aşamıyor. Öylece yere bakarak susuyor. Gazetecinin biri yolculardan biriyle çekim yapıyor.Yolcu pek mutlu.

Nazım, Neriman, Recep yemeği bırakmış olanları izliyorlar.

Tahsin koşarak gelip Recep'i alıp gidiyor. Bu kez Nazım kendi eliyle Neriman'a sigara ikram edip yakıyor.

Nazım- 'Emekliliğin yakındır. Dönmeyecek misin? '

Neriman- 'Ben düzenimi İstanbul’da kurmuşum'

Onların bakışından Recep'le Tahsin'in Kemal'i otobüse alıp kapıyı kapattıklarını ve gazetecilerle tartıştıklarını görüyoruz. Tahsin gazetecilere çay ikram ediyor. Recep gülerek, elini kolunu sallayarak bir şeyler anlatıyor. Gazeteciler yavaş yavaş dağılıyor. Biri Nazım'ın yanına geliyor.

Nazım- 'Adından başka bir şey bilmiyorum arkadaş. Ben sana ne söyleyeyim.'

Mola bitiyor.

Nazım, yolcular yerlerini alıyor. Recep, Nazım'ın yanındaki seyyar koltukta.

Otobüsün içi hareketli, herkes olayı konuşuyor.

Yanındaki yaşlı adam Kemal'e- 'Futbolcu musun oğul?'

Kemal-'Değilim baba'

Yaşlı adam-'Ne istiyorlarmış senden?'

Kemal-'Savaş olmasın diye Irak'a gidiyorum'

Yaşlı adam- 'Savaş kötü şey oğul. Çok kötü, çok'

Leyla çantasında gülü buluyor, görünmesin diye telaşla içine tıkıyor. Suçlu bir çocukmuş gibi önüne bakıyor.

Tahsin son çay servisini yapıyor.

Tahsin Kemal'e çayını uzatarak- 'Ne adammışsın yahu'

Kemal mahcup gülüyor.

Recep arkaya bazı evrakları almaya gidiyor.

Neriman eğilip, aynadan Nazım'a -'Çocuklar geldiğinde sen de gel bize. Garaj köşelerinde perişan olmayın'

Nazım- 'Olur'.

İstanbul görünüyor.

Radyoda akşam haberleri;

Spiker- 'Birleşmiş Milletler raporu açıklandı. Birleşmiş Milletler sözcüsü; Irak yönetiminin işbirliğine yakın davranmamasına rağmen ülkede nükleer silah bulunamadığını belirtti '

Film , Bu sözler eşliğinde,otobüsün arkadan çekimiyle, İstanbul siluetine gidişiyle bitiyor.



Bu film, Adı geçen gerçek kişilerin hoşgörüsüne sığınarak, kendi hayal perdemde, 14 Şubat 2003 tarihinde, bir otobüs yolculuğunda akşam 21 seansında oynadı. Ben de kaçırmadım...
Güven Tunç

İKİ FİLM İKİ YÖNETMEN VE SİNEMALARIMIZ

Başka ulustan olan veya uzun süredir yurt dışında yaşayan insanlarla, yaptığımız işleri konuştuğumda, hep şunu fark ederim ve onlara da, özenmeden, kıskançlık duymadan söylerim. Çünkü yaptığım şey, bir tespit bir saptamadır. 'Biz herhangi bir konuda odaklanmakta, uzmanlaşmakta güçlük çekiyoruz. Bizim bol zamanlarımız, ayıklayıp seçebileceğimiz konularımız yok.' Neyi bulursak, nelerden kendimizi koruyup, nelerden zaman ayırıp yönelebilirsek o kadarıyla işte. Şöyle bütünsel bulup da ağız tadıyla uğraşabileceğimiz tek bir alanımız yok. Alanlarımız var. Bir iş yapmaya kalktık mı, bütün cephelerde uğraşmamız gerekiyor. Sanatçısı için de, bilimcisi için de, teknokratı için de bu böyle. Karmaşık alanlardan, gücümüzün ötesinde bir çabayla, yorularak, yıpranarak birşeyler çıkarmaya çabalarız. O yüzden kırgın ve küskünüzdür hayata. Buna karşın idealistizdir. Ayrıntıcılığımız bile toptancıdır biraz.

Geçen hafta gittiğim iki filmi de işte bu duygularımla izledim. Biri Yusuf Kurçenli'nin 'Gönderilmemiş Mektuplar', ikincisi Ziya Öztan'ın 'Abdülhamit Düşerken' filmi. İki yönetmen de inandıklarını çekmişlerdi. Doğrusu da bu herhalde. Kim ne derse desin, bu konuların işlenmesi gerek. Belki bu kapandan çıkışımızın yolu da buradan olacak.

Her şeyin üstünü kapata kapata bu hale geldik. Daha iyisini yaparım diyen de çeksin. Onları da izleyelim.Tarihsel dokusunun üzerinden sürekli buldozer geçen, bırakalım eskileri, Cumhuriyetin mimarisine bile sahip olamadığımız kentlerde, dönem filmi çekmek kadar zor bir şey yok herhalde. 'Abdülhamit Düşerken' filminde, dış çekimlerdeki, sokak çekimlerindeki darlıkta gerçekten içim daraldı. Yönetmen kim bilir nasıl bunalmıştır. Bir de paketinden yeni çıkmış feslerin yeniliğinden, kostümlerin pırıl pırıl oluşundan. 'Gönderilmemiş Mektuplar'da da sanki dönemin bütün acılarını çekmiş ve çekmekte olan bir adamın öyküsünün yanında, Amasra'ya yönelik veya Karadeniz’e de olabilir bir vefa duygusuyla bölgenin renkliliği, yaşamın, sadece İstanbul olmadığı da anlatılmaya çalışılmış gibi.

Coğrafyaya, mimariye yönelik sevgi ile tüm o yaşananları, ayrılıkları, ölümleri yaşamamışlara anlatabilmenin sancısı, hesaplaşması.

Her iki yönetmen de zor işleri seçmişler. Resmi ideolojiye yakınlıkları uzaklıkları ayrı konu. Ama ikisi de iyi yapmış. Taklit film yapmaktansa, kendi inandıklarını, herşeyi izleyici sayısıyla ölçmeden, kendi bildikleri gibi gerçekleştirmişler. İyi ki bu filmleri çekmişler. Bu adamların daha söyleyecek sözleri, yapılacak filmleri olmalı.





23 mayıs 2003

TANINMIŞLIK VE KALICILIK ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ 1

Kafka, Charlie Chaplin, Kemal Sunal...

Ülkelerinin, koşullarının, iyimserlik ya da karamsarlıklarının, tarzlarının, yaşadıkları zamanların, kişiliklerinin farklı oluşu başka birşey.

Kafka'nın edebiyatçı, Charlie Chaplin ile Kemal Sunal'ın sinemacı oluşu başka birşey.

Kahramanlarının/Tiplemelerinin; Şarlo, Şaban, Gregor ya da Karl'ın, kimlikleri, kişilikleri hangi estetik kaygılarla oluşturuldukları/aktarıldıkları başka birşey.

Hatta memleketimizde, Kafka okuyucularının Kemal Sunal filmlerine ilgi duymamaları ile Şaban tiplemesini çok seven bir çok insana, Kafka adının birşey ifade etmemesi bile başka birşey.

Onları ortaklaştıran birşey var.

Onları unutulmaz kılan da belki bu ortaklıkları. Bu üç ismin kahramanlarını/tiplemelerini, kimini Anadolu insanının gönlünde, kimini gerçek entellektüeller arasında, kimini tüm dünyada tanıtan ve yaşatan birşey var;

Sistemle uyumsuzlukları...

İnsanı insana yabancılaştıran, insanı yanlızlaştıran sistem karşısındaki halleri, durumları, duruşları...

Masumiyetleri.

Yoksullar ve diğer dezavantajlı gruplar için, vurgusu daha belirgin olsa da, sistemin bireyde yarattığı güçsüzlük, başedememe duygularına, kahramanların/tiplemelerin, hayata, doğal olana tutunmaya yönelik çabalarıyla karşı koymaları. Bir anlamda insanca yaşamaya çalışmaları. Bunu gülünç, korkunç, sarsak en azından beceriksizce, sistemin en horladığı halleriyle yapmaları. Kahramanların birer antikahraman oluşu. Ve bu halleriyle de bize, -her kim olursak olalım, ne yapıyorsak yapalım, ne tür maskeler kullanırsak kullanalım-olağanüstü benzemeleri.

Bir yanımızla insanüstü bir gayretle, insanı dışlayan sisteme tutunmaya çabalarken, bilmediğimiz, farkında olmadığımız bir yanımızla insanlığımızı, insancıllığımızı aradığımızı gösteriyor onları hala okuyor, izliyor, seviyor oluşumuz.


ARALIK 2002

ABUZER KADAYIF'A BİR İTİRAZ DA BENDEN

Bu filme, daha çekilirken İbrahim Tatlıses itiraz etti. Filmin kahramanı Abuzer Kadayıf tiplemesinin, kendisinden yola çıkılarak oluşturulduğunu iddia etti. Suistimal edildiğini, saygınlığının zedelendiğini düşünüyor olsa gerek, sert tepkiler geliştirdi veya medya bize öyle gösterdi.

Ben filmi izledim. Bir Tunç Başaran filmi olduğu için gittim. Metin Akpınar'ın ses tonunu, mimiklerini, bedenini her rol için ayrı kullanabilme becerisini, kısaca oyun gücünü beğendiğim için gittim. Filmi; fragmanlarından hareketle, sisteme, ironi ile karışık, farklı bir eleştiri olarak yorumladığım için gittim.

Film benim özetimle şöyle: Bir akademisyen, kızının , çantasını çalmak isteyen sokak çocukları tarafından öldürülmesi üzerine, bir yandan akademisyenliğini sürdürürken, diğer yandan Abuzer Kadayıf olup, arabesk şarkıcılığa başlıyor. Amacı çok para kazanıp, sokak çocukları için bir merkez açmak. Bu arada gazino dünyasını tanıtıyor, ilişkileri gösteriyor. Sonunda çok para kazanıp merkezi açıyor. Sokak çocuklarını sefaletten, toplum, sokak çocuklarının yarattığı "tehlike"den kurtarıyor. Âmâ kendisini o arabesk alemden kurtaramıyor.

Filmde çocuklara üç yerde rastlıyoruz. Birinde, bir alt geçit veya metro merdivenlerinde. Akademisyenin kızının çantasını almaya uğraşıyor üç çocuk. Kız çantasını vermemek için direniyor. Bunun üzerine kızı bıçaklıyorlar. Sahne oldukça kısa ve flu. Kan yok, gözyaşı yok, duygu sömürüsü yok. İlk aklıma gelen, acılarından dolayı bu filmi izlemeyi tercih etmeseler bile, Serpil öğretmen annesi ile banliyö treninde çantası alınırken düşürülüp öien işçi kızın babası adına seyircilerin korunmaya çalışılıyor olması.

Çocukları bu kez, rastlayıp değil gördüğümüz yer bir mezbelelik. Gece ve soğuk. Çocuklar, çatısı, kapısı, üç duvarı olmayan bir viranede birbirlerine sokulmuş uyumaya çalışıyorlar. Yarı çıplaklar ve çok üşüyorlar. Zavallılar, yoksunlar, yoksullar. Utanılacak bir sefalete ortamı. Akademisyen bu tabloyu, sevgilisine, neden Abuzer Kadayıf olması gerektiğini anlatmak için kullanıyor.

En son görüntü ise amaçlanan merkezin açılış günü. Büyük, modern bir bina. Balonlar, renkli kağıtlar, çeşit çeşit süsler, toplar, oyuncaklar, insanlar. Abuzer Kadayıf mutlu, katılanlar mutlu, ara ara rastladığımız çocuklar mutlu.

Filmin, çocukları anlatanların dışındaki bazı karelerine gülüyorum. Gerçekten gülüyorum. Metin Akpınar'ın Abuzer Kadayıfı müthiş. Ben zaten Metin Akpınar'ın bu tür tiplemelerine hep çok gülerim.

Ama film biter bitmez içimde kocaman bir boşluk buluyorum. Boşluğu hemen tanımlamam gerek. Tanımlayamazsam günlerce kalıp, beni rahatsız edecek çünkü, biliyorum. Tanımlamaya kalktığımda karşıma ilk çıkan çocuklar.

Sokak çocukları bu filmde bir "sosyal olgu", bir "fon", bir "fluluk". Hiçbir karede hiçbir çocuğun bireysel öyküsü, derdi, tasası, umudu yok. Öyle olunca gerçekliği de olmuyor.

Filmde neden yer aldığını anlamadığım, Abuzer Kadayıftan hoşlanan sosyete güzeliyle jakuzide yaptıkları bol bol yer alıyor, bir çocuğun yüzünü anlatan tek kare yok.

Çocuklar filmde "onlar" olarak yer alıyor.

Bir anlamda ötekiler.

"Onlar": Uyurken korunmaya muhtaçlar, uyanıkken saldırgan, merkezleri olunca mutlular.

"Onlar" hem zavallılar, hem bir "sosyal tehlike". Peki ama, modern ve büyük binalarla sokak çocuklarının sorunlarının çözüldüğü nerede görülmüş? Çözüm için çok paralı merkez açılması gerektiğini kim söylüyor?

Herkes Abuzer Kadayıf mı olmak zorunda? Herkesin, herşeyin tepetaklak gittiği bir ortamda akademisyenler neden bu denli idealize edilip de gerçekliğini yitiriyor?

Bu filmde suistimal edilen biri ya da birileri varsa, bu ibrahim Tatlıses değil gibime geliyor.

Benim üzüntüm Tunç Başaran'a, Metin Akpınar'a, çocuklara. Abuzer Kadayıf gibi bir renklilik için çocuklara ihtiyaç duyulduğu gibi bir yanılgıya düşülmesine.

Talat Bulut'un herkese parmak ısırtacak performasının bu karmaşada yeterince öne çıkmamasına.

Özlem Savaş'ın hayatında bir kez yakaladığı ve iyi oynadığı rolün dikkat çekmemesine.

ARALIK 2002


ŞU ŞARKIYI KATLETMEDEN SÖYLEYİN ARTIK

Belki tatillerde daha çok canlı müzik dinliyoruz da ondan mıdır nedir, bu yıl tatilde artık iyice zıvanadan çıktım.

Çok alternatif tatil meraklısı değilseniz, tatilde gittiğiniz yer çadır kampından pansiyona, otelden tatil köyüne uzanıyor işte. Hepsinde de akşam yemeği ile başlayan iyi kötü bir müzik var . Çoğunda şu her işi kendi yapan orglardan var bir de şantörle işi kıvırıyorlar. Bazı yer daha amatör ve samimi, bir gitar bir bağlama yetiriyor. Bazısı bunların yanına keman, ud, cümbüş, darbuka veya batı tipi çalgı koyup orkestralar oluşturuyor.
Yemek müziğinden başlanıp, dans müziğinden, poptan dolanıp en sonundaki halaydan önce bir sanat müziği icrası gerekiyor. Üç aşağı beş yukarı böyle ortalık.
Her müzik dalının da olmazsa olmaz, baba parçaları var. Amerika'yı yeniden keşfetmek için ter dökmenin anlamı yok. Konukları anında coşturan, anında duygulandıran, anında kadeh kaldırtan her parça biliniyor.
"Çile Bülbülüm Çile " şarkısı da bu şarkılardan biri.
Bu şarkıyı seviyoruz.
Bu şarkıda duygulanıyoruz.
Bu şarkıda hüzünleniyoruz.

Fakat her kim ise, bir tarihte, bir şarkıcı, bu şarkının nakaratındaki "Allah" nidasını izleyenlere söyletmiş.
Buraya kadar güzeldi.
Buraya kadarını hatırlıyorum.
Biz nidaları söylerdik şarkıcı da şarkıyı. Bir sorun olmazdı bir sıkıntı yaratmazdı.

Ama aynı şarkıcı mıdır? Başka biri midir? Yine bir şarkıcı bir icrası sırasında, seyircilerin nidalarını beğenmemiş ya da beğenmemiş gibi yapmış.
Aman Allahım. İşte o talihsiz zamandan bu yana, bu şarkı hiç bir toplulukta doğru dürüst söylenemez olmuş.
Şimdi şarkıcılarda bir naz bir beğenmemezlik bir uyuzluk. İlla ki izleyiciye nidayı böğürte böğürte söyletecekler.
Aslında izleyen ilk nidayı güzel söylüyor ama sonra ikinci de üçüncü de beşinci de bıkıyor söylemez oluyor. Bu kez de şarkıcı rezilliği dışa vurmamak için "Şimdi oldu" deyip şarkıyı sürdürüyor.
Tırsan seyirci nakaratın ikinci kez gelişini gerilim içinde bekliyor. Ama şarkıcı uslanmamış, sanki kendisi divadır. Yine binbir havayla izleyici bağırmaya zorlanıyor. Tabi bu arada böğürmeyi bir sanat olarak değerlendiren izleyici sayısı da hiç az olmuyor.
Şarkının bu bölümünü normal söyleyen şarkıcıyı da uyaranlar çıkıyormuş. Bizi niye bağırtmıyorsun diye.
Böylelikle bir güzel şarkımız uzun süredir katledilmeden söylenemiyor dinlenemiyor.
Bence bu 12 Eylül'den sonra oldu.
Vallahi ciddiyim.
Vallahi

PARİS HİLTON GİTTİ Mİ ISSIZ ACUN KALDI MI

Paris hanım gitti mi gerçekten?

Hiç iyi bir haber vermediniz çocuklar.

Aman Allah’ım şimdi biz ne yapacağız?



Düşürürler bizim emekli maaşlarını yine üç kuruşa.

Bak gör, bunlar önce maaşları düşürürler.

Sonra başka şeyleri. Böyle gider artık. Ben de tam hanımla birlikte bir tatile gidelim diyordum. Söylemesi ayıp, on yıldır bir seyahat yapamıyoruz da. Hovardalık edip birkaç kitap beğenmiştim. Onları da alamam şimdi. Gitti güzelim kitaplar. Hanıma söyleyeyim de, boşuna bakmasın sinemalara, tiyatrolara. Yine uzak kalacak yaşantımıza kültür ve sanat. Bir rakı sofrası bile kuramadık ona yanarım.

Emin misiniz sahiden gitti mi bu Paris kızımız?

Eyvah ki ne eyvah, dünya yine cehenneme mi dönecek?

Amerika tekrar mı işgal edecek Irak’ı? Yine her gün Bağdat’ta bombalar patlayacak. Yine sokakta ve semt pazarlarında çocuklar, kadınlar parçalanacak. Hastanelerinde ilaç, evlerinde yiyecek, su, elektrik bulunmayacak.

Ciddi misiniz? Bush ve Dick Cheney’in savaş suçlusu olarak yargılanmasından da mı vazgeçilecek?

Yani, Guantanamo cehennemi şimdi yeniden mi açılacak?

İçimizde, yanı başımızda yine mi kan dökülecek. Gençlerimiz, çocuklarımız mı ölecek?

BOP yerine Mihri Belli’nin HOP (Halkın Ortadoğu Projesi) uygulanmaya yeni başlanmıştı, şimdi o da mı bırakılacak ? Bölge halklarının şölenle açtıkları barış kapıları, yeniden mi kapanacak?

Bana kötü bir şaka yapmıyorsunuz değil mi evladım?

Sahiden gitti mi bu Paris hanım?

Afrika’daki kardeşlerimiz yine mi aç kalacak?

Birleşmiş Milletler; “Bizim yerimiz insanlığın en temel sorunlarının olduğu yerdir” diyerek Afrika’ya taşıdığı merkezini yeniden New York’a mı taşıyacak?

Uganda’da, Zimbabve’de, Burundi’de sağlanan iç barış, bir kez daha mı bozulacak? Darfurlu’lara sağlanan evler, ellerinden geri mi alınacak?

Kalkınmacıların, kendi reçeteleriyle değil halkın bilgeliği, rehberliği ve önderliğinde başladıkları çalışma geri mi kalacak?

Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası ve İMF; dünya halklarından özür dileyerek kendilerini lağvetmişlerdi. Binalarını da evsiz barksızlara bırakmışlardı, onlar da mı yeniden açılacak ?

Yapma be çocuğum. Hiç iyi bir haber vermedin bana.
Bak, ensemden bir ateş yükselmeye başladı. Biriniz bi tansiyon aleti bulup gelsin hemen.

İsrail yetkililerinin; Gazze’de ve Batı Şeria’da kendi elleriyle ve Filistinli çocukların katılımlıyla yıktıkları duvarlar, yeniden mi inşa edilecek? Barış ve kardeşlik heyetlerinin başladığı çalışma bitirilecek mi?

Ah, niye hemen gitti bu kızcağız?

Biraz daha kalsaydı ya.



Bizi Avrupa Birliğinden de çıkarırlar şimdi.



Sarkozy’nin verdiği “Dünya; Barış, Neşe, Zenginlik, Eşitlik Ödülü”nü de elimizden alırlar.



Tekrar kamuya dönen ve kar eden kitlerimiz yeniden mi gidecek elimizden?



Hiçbir temel bilgiyi öğrenemeden çocuklarımız okur dururlar yeniden.



Kuş gribi, Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi hortlar yine.



Altın sevdaları yüzünden, dağlarımızı, doğal kaynaklarımızı, zeytinliklerimizi, bağlarımızı, ağacımızı, suyumuzu, kurbağamızı, balığımızı yok etmeye başlarlar yeniden.



İstanbul’da; yetkililer, “Taksim’i her derbi maçı sonrası açıyoruz da emekleriyle yaşamımızı oluşturan işçi kardeşlerimize bir gün olsun neden açmıyormuşuz?” sözlerinden ve bundan sonra işçilerin yanında yürüme kararından da mı vazgeçecekler?



Belediyeler hem devletten hem vatandaştan alıp, vatandaşa hizmet vermeyecekler, bol bol şelale, gölet, bina yapıp duracaklar yine, öyle mi?



Parti başkanlığını bırakıp, son genel kurulda aday olanların, iyi bir genel başkan olabilmesi için onlara danışmanlığa başlayan Baykal, yine CHP’nin başına mı oturacak?



Ah be Pariscik, Ah be, biraz daha kalsaydın ne olurdu?

Biraz daha dişini sıksaydın.

Biraz daha göbek atsaydın.

Biraz daha soyunsaydın.

Biraz daha güzide medyamızın gündemi, süsü olsaydın.

Biraz daha bu cennette kalsaydık.

Gitmeseydin.

Gitmeseydin.

SELAM YARADANA SELAM

Bir attila ilhan şiiriyle başlayalım yazımıza, istediği gibi, adını ve soyadını küçük harfle yazarak. O, Erzincan'daki askerliği sırasında şehre gelen sendikacılardan söz eder bu şiirinde. Onun bir çok aşk şiirinden daha fazla aşkla dolu bir şiiridir bu.

Bıçak gibi keser.



"yeryüzüne başka bir yıldızdan inmiş gibi yabancılar

meşin ceketleriyle çarşıda

cıgara içmeleri değişik

gülüşleri ve bakışları da

iki yatak peylemişler bir otelde şimdilik

yeryüzüne başka bir yıldızdan inmiş gibi yabancılar

meşin ceketleriyle çarşıda

sendikacılar"



Tuzla'da bir gece yarısı DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi'yi görünce geldi aklıma şiir. Gece yarısı. Kalktım kitabı aradım. Bulamadım.

Süleyman Çelebi'yi Tuzla'da görünce, bir gece yarısı, işçilerin arasında, karanlığı delen kamera ışıklarının aydınlığında, içim rahatladı. Tuzla'daki işçiler için, yaşam için içim rahatladı. İşte o yüzden düştü aklıma şiir.

Sendika gibi davranıyor bir sendika. Bir sendika başkanı; bir yetkilinin makamında yana kaykılarak oturmuş değil, özel şoförünün sürdüğü makam arabasının arka koltuğunda, karısıyla markete alış verişe gidiyor değil, bir şarkıcının kucağında değil. Onlara yabancı bu sendikacılar. Sararmamışlar. Çıkar ilişkilerine yabancılar. Gizli pazarlıklara yabancı duruyorlar. Kendinden Menkul Kıymetler Borsası'na yabancılar.

Kırıntılarla satın alınabilen "kapo"lardan hiç değiller.

Onlar bütün güçlerini; işçilerin gücünden, emekten alıyorlar.

İşçiler de onlardan.

Tuzla'da, denizin tuzlu kokusunun geceye karıştığı, azrailin kol gezdirildiği buralarda, bir sendika sahipsizlikleri sahipleniyor.

Başka hiçbir makam hiçbir mevki oradaki işçilere bu denli güç vermiyor, veremiyor.

Çoğu şeyin inandırıcılığını yitirdiği şu zamanlarda; umut veriyorlar, güven veriyorlar, güç veriyorlar.

Sendikalar.

Sendikacılar.

ÖMER KAVUR USTAMA AŞKLA

Çok zaman önceydi, sinemacı olmayacağımızı biliyorduk belki ama, sinemanın, şiirin, özlemin ve özgürlüğün hasından anlıyorduk. Tümay ile; kendimiz yazarak çizerek, aile fertlerimizi bile oynatarak kısa metrajlı film çekmeye çabalıyorduk. Film festival programlarını kaçırmıyorduk. Coşkuyla koşuyorduk panellere, söyleşilere.

Atıf Yılmaz, “Atıf Abi” idi bizim için, Ömer Kavur, Ömer Abi. Heyecanımızla dalga geçen Mustafa’nın abartısıyla, Bernardo Bertalucci de, Bernardo Abimiz oluyordu.

Hepsinin öyküsü başkaydı, yaklaşımı başkaydı, yöntemi, tarzı, ekibi, sinematografisi, beklentisi başkaydı.

Hayrandık hepsine de.

Derslerde olmayan bir hayatı öğrenirdik bilgeliklerinden.

Filmlerini izlediğimizde, kendimize ait taze ve daha insansı anlayışlarla çıkardık salonlardan.

Ömer Kavur, benim sinemadaki bilgelerimden biriydi.

Yaratıcılık ustamdı.

Yalnızlığın yanı sıra sapkınlığın sinemacısı olarak da yorumlanırdı Ömer Kavur. Normalin, olağanın bu denli boş, anlamsız, pespaye ve bazen gerçekten rezilce olduğu dönemde, zamanın, insanın, ölümün ve yabancılaşmanın gerçek masallarını anlattı bize. Bunları; estetikle, yaratıcılıkla ve sihirle çerçeveleyip sundu. Kendi ruhumuzun derinliklerini; gördüklerimizden korkuya kapılmayalım, karşılaştıklarımızdan dehşete düşmeyelim diye elimizden usulca tutup gösterdi.

O, benim sinemadaki en büyük aşklarımdan biriydi.

Ağaçlar dikmiştim kültür evinin bahçesine onun için.

Hayatım boyunca katıldığım tek galada, Gizli Yüz’ün galasında, düşlerinden film yapıp yapamayacağını sormuştum.

Onun adı ile ikna edilip görevlendirildiğim ödül töreninde, tören sonrası ödül çekini teslim ederken, iç cebine koymasını tembih etmiştim. Başka şeylerden de konuşmuş, sohbet etmiştim. Ertesi gün Tayfun övünçle, Ömer Kavur'la arkadaş olduğumuzu anlatmıştı iş arkadaşlarımıza.

Bir gün bir filmi birlikte çekmeyi hayal etmiştim.

Bir hayal olduğunu, sadece bir hayal olduğunu bile bile düşünmekten mutlu olmuştum.

Bugün hayali bile kalmadı elimizde.

Cemal Süreya’nın dediği gibi “Her ölüm erken ölümdür.”

Ömer Kavur, “Üstü kalsın” diyerek vedalaşmıştır bizimle belki. Ama ben onun için diyemiyorum.

Bazı günler vardır ki, yaşadığınızı coşkunuzdan kalbinizin göğsünüzü zorlamanızdan anlarsınız, bazen engin bir huzurdan, bazen derin bir keder susturur göğsünüzde cıvıldayan kuşu da, yaşadığınızı sessizliğinizde anlarsınız. Bazen de keskin bir bıçak saplanır kalbinize. Acır durur içiniz. Kanar.

Bugün ben yaşadığımı içimin sızısından anlıyorum.



Güven Tunç

13 Mayıs 2005

ANNEME EMLAKÇI OLDUĞUMU SÖYLEMEYİN

Bir Gazetesi’nin, daha doğrusu gazetenin emlak ekinin son günlerde bir reklamı var.



Reklamda;
terlemiş ve bunalmış bir usta ile,
küçük bir kebapçı dükkanı ile,
ve sinek avlamaya yakınlıkta yani az müşteri ile
kendilerince zavallı bir atmosfer oluşturuluyor.

Takım elbiseli, genç, dinamik bir adam dükkana geliyor. Doğrudan ocak başına, ustanın karşısına oturuyor. Bir acılı lahmacun siparişi verecek diyorsunuz. Demiyor. “Usta bana bir ev, bir artı bir bile olsa yeter” diyor. Usta, “Adana versem” diyor. Müşteri; Ev istiyor hem de acil. Şimdi ne yapsın bu garip usta, “Hallederiz” diyor. Halledemiyor.

Müşteri dükkan kapanıncaya kadar orada bekliyor falan falan.

Reklamın sloganı da şu; Biz kebap yapmıyoruz. Burası h.....emlak.com, burada sadece emlak var.

Ben de tüm okuyucuları gibi ............’i gazete sanıyordum.

Belki çalışanları, muhabirleri, köşe yazarları hatta sahibi bile öyle sanıyordu. Hep birlikte yanılmışız.

Yıllarca okuduğumuz gazete bir emlakçıymış.

Kimse onlara, “Siz kebap yapıyorsunuz” demedi ama, onlar iddia ediyor ki, “Biz kebapçı değil emlakçıyız”. Hem de uzman emlakçı.

Tuhaf oluyor insan.

Bir gazetenin, para verip yaptırttığı reklamında, kendisini, kebapçıyla emlakçı arasında bir yere koyup tartıştırmasına ilk kez tanık oluyoruz.

Ne diyelim.

Allah daha beterini vermesin.


NEYSE DÜZELTMİŞLER DAHA DOĞRUSU REKLAMI KALDIRMIŞLAR.

BİR ŞEHRİ SEVMEK: ANKARA

Önce, semte adını veren Türkiye Kızılay Derneği’nin tarihi binasını yıktılar. Yerine, belki bir on yıl sonra, o güzelim meydanı küçültecek, acayip bir bina kondurmaya başladılar. İnsan inanmak istemiyor ama iş merkezi olarak kullanılacak olan bu yeni heyulanın, derneğe daha çok gelir getirmesi hesaplanarak, bir gecede boşaltılmış bina. Tarihi bina olarak korunma altına alınmasın diye…


Bu binanın yıkımından bir süre sonra, bir çok semti sakin sakin dolaşarak, tekrar yolcu alacağı Yıldırım Beyazıt Meydanına dönen, troleybüsler kalktı. E tabi, büyük kent, hız gerek.


Kavaklıdere’nin üzüm bağlarını söküp yerine iş merkezi inşa ettiler.



Yenimahalle’nin, Gaziosmanpaşa’nın iki katlı evleri, apartmanlar için yıkıldı tek tek.



Sonra, Güven Park’ın ağaçlarını naklettiler. O ağaçlar, sürgün olmuş memurlar gibi götürüldükleri yerde unutuldular. Metro için nakledildi bu ağaçlar. Bir park, bu nedenle tarumar oldu.


Sonra Ankara Üniversitesi’nin Cebeci’deki Hukuk Fakültesi’nin bahçesini, demir parmaklıklarla çevirdiler. Büyük olasılıkla gerekçe güvenlikti. Yazları; örgüsünü, gazetesini alıp, caddeden geçenleri seyrederek vakit geçiren ev kadınları ve yaşlılar için bir park olan, o güzelim bahçe onlara yasaklandı.

Sonra Tandoğan Meydanı’ndaki o güzelim heykeli kaldırdılar. Barışı, bereketi, ilkbaharı çağrıştıran bir heykeldi Ankaralılar için. Kaldırma gerekçesi, yine metro istasyonuydu. İstasyon yapıldı. Meydan, meydanlıktan çıktı. Bir de o heykelin sığabileceği büyüklükte bir alana, onu değil de kocaman bir sütlükle kocaman bir fincanı, heykel niyetine koydular.

Sonra, üst geçitler sardı her yanı. Meşrutiyet Caddesine, her sokağın başına bir üst geçit yaptılar. Çünkü,toplu taşım araçlarından olan otobüsler artık Atatürk Bulvar’ından değil, bu caddeden geçirilmeye başlanmıştı. Bahane yine trafiğin rahatlamasıydı. Yayalar, müteahhitlerinin, Ankaralı olmadığı umdukları bu üst geçitlerden geçmeyi kabullenmedi bir türlü. Can pahasına yoldan geçer oldular. Üst geçitler de, her gün tüm çirkinlikleriyle kendilerini anımsattılar.


Sonrasında, canım Atatürk Bulvarı’nı boydan boya, dökme demirden kalın zincirlerle ortasından kestiler. Yayalar üst geçitten geçmeliydi. Trafik akmalıydı, akmalıydı, akmalıydı.

Aynı binanın farklı cephelerinde yer alıp, binayı sevmeye neden olan Akün Sineması da Çağdaş Sahne gibi sessiz sitemsiz değişti. Ardından Cinnah Caddesi deşildi. Kuğulu’nun çevresi, E5 modeliyle düzenlendi. Asfalttan bir merkeze dönüştü Yenişehir. Kolejden, Sıhhiye’den Bakanlığa, Kavaklı’ya o güzelim caddeler; üst geçit, alt geçit, köprü gibi yapılarla demir ve betonla sıvandı.



Kitapçıların çoğu kapanırken fark edilmedi bile. Ne zaman ki, yerine ucuz, döküntü, işe yaramaz giyim ve elektronik mallar satan dükkanlar bir de çığırtkanlarıyla açıldı, o zaman anlaşıldı ki köşede bir kitapçı vardı.


Eski, tanınmış, iyi lokantalar vardı. Ve buralarda yılların alışkanlığıyla buluşan, görüşen gruplar. Lokantalar kapandı ya da taşındı, gruplar dağıldı. Ama bir tarz da geçip gitti. Görgülü, hayatı bilen, biraz çelebi insanların ayakları kesildi yavaş yavaş. Bu tarz; bu şehir için bu ülke için hatta hayat için elzemdi. Görgüsünü kaybetti şehrin merkezi.


Bir ara; Kızılay’da, tam ortada, yaya geçidinden geçmemiz engellendi. Konan bariyerlerle yayaların, yaya geçidinden geçmesi metazori önlendi. Gerekçe yine trafik ve trafiğin rahat akabilmesiydi. Burada üstgeçit de yapamadılar. O zaman alt geçit. Metro ve Ankaray’ın ana istasyonundan geçilecek. Vatandaşlar tepki gösterince, meşruiyet arayışına gidildi. Bu konuda seçim sandıkları bile kuruldu. Otobüslerle insanlar taşındı. Şimdi, çoğu insan inanmaz ya da anımsamaz ama parmaklara seçim boyası bile sürülmüştü.

Bir şehir trafik akışına göre düzenlenemez ki.

Dünyanın bir çok yerinde, seçilmiş veya atanmış kamu görevlilerinin, sorumluluk alanlarındaki işleri yaparken; yaşlı, engelli, çocuk, hasta, hamile vb. gibi özel ihtiyaç grupları ile sanat, kültür gibi alanlarda, yaşama anlam ve değer katan etkinlik gruplarını gözettiği varsayılmak durumundadır. Yani bu makamlar hizmet üretirken, özellikle bu grupların haklarını, olanaklarını öncelemek ve savunmak zorundadırlar. Bu sorumluluklarını başkalarına devredemezler. Yani bu konularda bir seçime veya ankete gidilemez. Halk böyle istiyor denemez.

O günlerde Ankaralıların mecbur edildiği, Kızılay’da metro istasyonuna inerek karşıdan karşıya geçme yöntemi; metroyu kullanamayan yaşlılar, uzak semtlerden, belki ayda bir merkeze inenler, hastalar, özellikle engelliler ve engelli aileleri için bir kabusa dönüştü. Ankaralıların hepsinin; sağlıklı, orta yaşlı veya genç, yönünü hemen bulabilen, metroya alışkın, yer altından geçmeye korkmayan, panik yapmayan, panik atak olmayan insanlar olduğuna ilişkin bir araştırma mı vardı ellerinde?

Bir şehir,tüm insanlarına, her köşesiyle kucak açtığı zaman sevilir, benimsenir,güzelleşir. Ona yabancılaştırılarak değil. Toplu taşım da önemli, trafik de, güvenlik de, hız da. Ama bir o kadar estetik , yayaların korunması ve arabalılar kadar, rahatlarının düşünülmesi, tarihi dokunun insan ruhunda yarattığı sükunet ve tabi ki özel ihtiyaç grupları.

Göz göre göre yıkıldı Yeni Sahne’miz

Bir gün torunlarımız bize soracak; Başta hizmet vermekle yükümlü olanların bilmesi gereken, insan hakları, yaya hakları, kentli yurttaş hakları neden bilinmedi ve uygulanmadı.

On dokuzuncu yüzyılda değil ikinci bin yılın başı gibi bir tarihte, bir şehrin merkezi insanı, sanatı, sanatçıyı, yayayı, çocukları, ev hayvanlarını böylesine dışlayabilir mi? Diye soracaklar.

Dudak uçuklatacak sayıda dershanenin, şehrin bu bölümünde yer almasının eğitime nasıl bir kalite ya da aile bütçesine ne kadar bir ağırlık getirdiğini de soracaklar belki ama, en çok konuyla ilgisi açısından trafiğin akışına nasıl bir kolaylık ya da zorluk kattığını merak edecekler.

Ben de şimdiden kendimize soruyorum.

Bir şehir meydanlarını; arabalara ve iş merkezlerine göre düzenleyebilir mi? En güzel en anlamlı alanlarını asfalta ve şekilsiz büyük binalara gark edebilir mi? İnsanı ötekileştirip trafik akışını gözetebilir mi?

Arabası olmayanları, arabasını kent merkezine sokmayacak kadar duyarlı olanları, otobüse binenleri böyle bunaltabilir mi?

Aksine.

Bir şehrin kalbi; üç tekerlekli bisikletleri, balonları, oyuncak bebekleri ve aileleri ile çocukları, beyaz bastonları, tekerlekli sandalyeleri, protezleri ile engellileri, bastonları ve anıları ile yaşlıları, kitapları, müzik çalarları, gitarları, şarkıları ve arkadaşlarıyla gençleri, özgürlük ve güvenlikleriyle kadınları, herhangi özel bir organizasyona gerek duymadan meydanlarında ve parklarında toplayabildiği zaman mutlu mutlu atar.

Yoksa bir şehir ne işe yarar?

ÜNLÜ MAMULLER

Bundan bir kaç yıl önce televizyondaki magazin programları tartışılır gibi olmuştu.

Tartışmayı o zamanki RTÜK başkanı- amanin sakın karıştırmayalım Zahit Akman değil, ondan önceki -kamuoyuna açmış ve taraf olmuştu. (Televizyonlarda RTÜK'ün taraf olması gereken ilk konu magazin programları mıdır? O bambaşka bir tartışma konusu.) Ve o yıllarda bu tartışmalardan dolayı magazin programları gece geç vakitlere kaydırılmış ve tabii ki reytingleri çok düşmüştü.

Magazin kanal sahipleri için en ucuz maliyetli ürün. hani benzetmek caiz ise 1 milyonluk Çin malları satan dükkanlar gibi.

Şimdi iyi programlar için kim yaratıcıları bulacak?( Öylesine yok edildiler ki) ? Kim iyi para ödeyecek? Kim zaman harcayacak? Kim gündemi, yaşamı nesnel ve adaletli takip edecek?

Kim İktidarı ya da ilk seçimde iktidar olup muslukları kesecek olan muhalefeti küstürmeyi göze alacak? Kim söyledikleri ile tutarlı olmak isteyecek? Kim bilinçli, sağlıklı, mutlu bir halka tahammül edebilecek ve onlara çöplük ürünlerini kakalamaya kalkışma cesareti gösterecek.

Falan filan.

Eee programlar da geceyarısına alınınca reytingler çok düştü ne yapılacak şimdi? gelsin BBG' ler gitsin pop starlar, oryantaller, danslar, detone yorumlarla alaturkalar. İşte ilk ünlü mamullerini bu programlarda yarattılar.

Bu ünlü mamuller kendilerine sanatçı diyebilecek denli ümmi, kendine yapılanlara karşı insani savunma yapmaktan aciz kalacak denli hırslı, her gün olay çıkarıp gün gün öldüklerinin farkında olmayarak yaşayan zombiler kadar verimli ürünler.

yarışma adı altında yapılan ünlü mamul üretimi yetmediğinden televizyonlarımız bir de sabah programlarına el attılar. Sağlıklı olmasa da sabahları biraz yemek tarifi biraz şarkı, biraz reçete misali yürütülen programları ünlü mamul marketine çevirdiler.

Bütün kadın programlarına ünlü mamullerini monte ettiler ve ÜNLÜ MAMUL ENTEGRE TESİSLERİ kurulmuş oldu. Ne diyelim hayırlı olsun.

Ünlü mamul entegre tesisinin mamule yaklaşımı ilginç. Değişik bir pazarlama taktiği güdüyorlar. Ürün ister kaliteli ister kalitesiz olsun tesiste amaç ürünü yerden yere vurmak, didiklemek, üzerine çıkıp çiğnemek ve tüketiciye en kanlı haliyle sunmak. Yeni bir pazarlama tekniği olsa gerek.

Yakında haber kanallarında çeşitli kurumlarımız gibi bu tesisin de özelleştirme ihalelerini canlı yayınlardan izleyebiliriz

hatta kurulmamış şirketlere bile ihale edebiliriz.

Ne diyelim
23 Şubat 2008

İLGİNÇ BİR GÜN

Bu gün 22 Şubat.

Bu gün yaşadığımız coğrafya, ülkemiz, birlikte bir toplumu oluşturduğumuz insanlarımız, hepimiz için önemli bir gün. Önemli gün ve günlere de gebe bir gün. Eğer yanılmıyorsam bu gün, ilerde tarih kitaplarına geçecek bir gün.

Bu gün bu ülkede üç önemli olay oldu. Bu olaylar bu günü tarihe geçirecek olan, birbiriyle ilgisiz görülen, belki alanların bile birbiriyle ilişkisini kuramadığı bu üç karar, bu günü önemli kılıyor.

Bu günde neler oldu;

Genel Kurmay başkanlığı yaptığı açıklama ile Kuzey Irak’a Kara Harekatının başladığını bildirdi.

Yine Büyük Ortadoğu Projesi’ni önleyebilme olanağını kaybedeceğiz. Oysa bölgeyi barış için bir araya getirebilirdik.

Yine çocuklarının cenazesini kaldıracak ana babalar.

Yine askerlere kaldı ülke güvenliği. Oysa bizler gibi onlar da, sivil yönetimleri yıllardır uyardılar; sadece askeri yöntemle olmaz diye. Ekonomik ve sosyal önlemler almak gerek, bölgeyi kalkındırmak gerek. Okul açmak, sağlık ocağı açmak, istihdam yaratmak gerek diye.

Sivil iktidarlar ne yaptı? HİÇBİR ŞEY

Başka alanlarda da ne yazık ki hiçbir şey yapmadı seçilenler. Bu yapılamayanlardır ki topluma başka bir seçenek arattırdı. Çok yeni bir parti bu şansı yakalayarak iktidara geldi. Bu şansı yakalayacağını biliyordu. Bir çok alanda hazırlanmıştı. İlişkilerini kurmuştu. Stratejisini çizmişti.

Yoksulluğun yaygın ve utandırıcı boyutta olduğu bu ülkede; istihdam yaratmak değil de kamu mallarını ulus üstü şirketlere pazarlama gibi uluslararası bir planın parçasıysanız ve var olan istihdamı azaltacağınızı biliyorsanız, yine de oyunuzu artırmak zorundaysanız başka yolları size öğretirler. Sizin, seçim çalışmalarınızdan edindiğiniz deneyim bu yolu doğrular niteliktedir zaten. “Sosyal Yardım” adı altında; kömür dağıtılır, margarin, şeker, un, pirinç, yeşil kart dağıtılır. Ramazan paketleri verilir, iftar çadırları açılır. Günde bir doların altında geliri olanlar yardıma yavaş yavaş alıştırılır. İnsanlar yavaş yavaş yardıma bağımlı hale getirilir. Yoksulluk kronikleşir. Kronikleştirilir.

Her şeyin bir dibi vardır.

İlk birkaç yıl oldukça başarıyla yönetilen bu operasyonu yardım alanlar tarafından bile bu süre sonunda algılanmaya başlanır.



22 Şubat günü, ihalesi; Özelleştirme İdaresi’nin kendi binasında, Başbakanlık’ta ya da başka bir devlet binasında değil de Hilton Otelinde yapılan Tekel, British American Tobacco’ya satılır.

Sadece gayri menkulleri 2 milyar dolar eden kurumumuz 1.720 milyon dolara Amerikan sigara şirketlerine 20 dakikada satılıverir.

Adana’dan, Malatya’dan, Bitlis’den, Tokat’tan ve İstanbul’dan Ankara’ya gelen Tekel İşçileri direnir.

Bir gün önce, Ankara’da cehennem gibi bir ayaz varken, uzaktan geldikleri, akşam evlerine hatta bir otele bile gidemeyecekleri biline biline o soğukta üstlerine buz tutacak sular sıkılır, biber gazı püskürtülür. Onlar direnir.

Niye direniyor bu Tekel işçileri?

Öncelikle Tekel’in, diğer özelleştirilen bölümlerindeki işçilerin, neler yaşadıklarını gördüler.

Erdemir, Pektim, Tüpraş, Türktelekom ve diğer özelleştirilen kurumlarda, işçilerin yaşadıklarını artık çok iyi biliyorlar.

Neden direniyor bu Tekel işçileri?

Onlar ne kömür yardımı istiyorlar ne yeşil kart, ne bedava margarin.

Onlar

İşlerinin ve ekmeklerinin namusunu istiyorlar.

Yıllardır emek verdikleri fabrikaları peşkeş çekilmesin. Yeni iş alanları olsun. Herkes çalışsın. Kimse aç, kimse yoksul, kimse yardıma muhtaç, kimse işsiz kalmasın.

Bora Ayanoğlu’nun dediği gibi; Oturup hayal kurmak istiyorlar. Bütün insanlar gibi.



22 Şubat’ın son kararı da aşağıda

Abdullah Gül, türbanla ilgili değişikliği onaylar.

Ne diyeyim?

GÖZÜNÜ SEVDİĞİM RTÜK VE ÇOCUKLARIMIZIN DURUMU

Televizyonlarda çocuklar için akıllı işaretler var.

İşaretler, programın çocuklardan hangi yaş grubuna uygun olup olmadığını, şiddet ve cinsellik öğesi içerip içermediğini anlatıyor.

Buraya kadar bir sorun yok. Aksine iyi niyetli cabalar olarak bile değerlendirilebilir.

Ancak seçimlerde oldukça karmaşık bir sistem güdüyor olmalılar ki ortam karmakarışık ve bazen çok ürkütücü.

Sabah yapılan programlar var. Kadın programları var dedikodu programları var yemek programları var. Buralarda; açık açık bir intihar teşebbüsünün aşamaları, ( Tam da bu yazıyı yazdığım günün sabahında ve büyük bir televizyon kanalında ) evlilik ihanetlerinin tüm ayrıntıları, popüler kültürün yarattığı insanların en alt düzeydeki kıskançlık kavgaları, kimin kiminle hangi cinsel maceralara giriştiğinin kareleri açık ve net bir biçimde ve her gün her sabah yeniden ve yeniden tekrarlanıyor.

Bu programlar esnasında bir iki kadın hakkı nutuğu, bir iki şiddet karşıtı söylem attırılıyor. Bu attırmalar bile şiddet içeren ve düzeysiz bir söylem içerirken. Geçen hafta da biri programındaki eğiticilikten dolayı ödül ve övgü alıyor. Kimden dersiniz? Bu programları denetlemesi gereken kurulun başkanından...

Sansürden nefret eden biri olarak söylüyorum ki, bu programlara acilen 13+ ile şiddet ve cinsellik içeren program işaretinin konması gerekiyor.

Ben bu konuda açıkça tarafım.

BİZ NE ZAMAN

Biz ne zaman bizdik?



Kolonist amaçlarla ülkemize gelen ABD 6. Filo’yu protesto eden çocukların üzerine satırla yürürken mi bizdik?

Çorum, Kahramanmaraş ve Malatya’da; alevi olmaktan başka bir yanı olmayan insanların evlerinin kapılarını bir gece önceden işaretleyip ertesi gün saldırırken mi bizdik?

12 Eylül’ün gençlerin ve ülkenin üzerinden buldozer gibi geçtiği yıllarda, ezilmelerine bakıp el oğuştururken mi bizdik? İşimize bakarken mi?

Bodrum katlarında domuz topu yapılarak adam boğulurken mi bizdik?

Yeşil sermaye insanların saf dini duygularını istismar edip onları soyarken ki suskunluğumuzla ya da tarafgirliğimizle mi?

Ne zaman?





Biz ne zaman bizdik ki ayrı düşelim?



Bugün;

ABD ve çokuluslu şirketlerin topuyla, tüfeğiyle, işkencesi, çuvalı, insanları birbirine katlettirmesi, tröstleri, kaçak çocuk emeği, çevre kirliliğiyle, doğa yok ediciliğiyle bölgemize akın edişinin dönülmez bir noktaya geldiğini, bizi de hedefleyebileceğini yeni anlamamızın yarattığı korkuyla mı biz olacağız?



Bizi korkuyla mı bir araya getireceksiniz?

Ama biz, biz değiliz ki, korkularımız bile farklı.

Bunların olacağını önceden bilen, biz olmayı dert etmeden, tüm insanlıkla birlikte, barış içinde diyebilecekken çeşitli ayrılıkları yüzünden susturulan, sürülen, kamu görevinden uzaklaştırılan, ötelenen hangimiz?

Kendisinin ya da biricik çocuklarının çıkarlarını değil de; üstümüze gelenin kölesi olmamayı, dinsel ya da kökensel hiçbir ayrım gözetmeksizin tüm bölge halkın esenliğine sahip çıkmayı hayal eden, dileyen hangi biz? “Savaşa hayır” demeyle “menfaatler var” ikilemine sıkışan hangi, hangi biz?



Bizi bu büyük sosyal korkuyla mı biz yapacaksınız?

Ve de gazete satışlarınızın artışıyla?

Sizce bu olabilecek bir şey mi?

Emin misiniz?

Kendi bölgesine yakın durduğu her hangi bir ülkeye bile değil, Amerika’ya sığınarak yazı yazılırken mi biz olunacak?

Emin miyiz?



Bu günlerde ülke, bölge falan değil insanlık olarak neden daha çok korkmamız gerektiğini iyi anlamalıyız. Belki bu kavrayış biz olmaya çalışmaktan daha önemli olabilir?





İyi ki bu koşullarda biz olunamıyor.

Ve iyi ki biz bu anlayışla biz değiliz.



Biz artık büyüdük.

Hangi sözün neyi anlattığını acı da olsa deneyimlerimizle anlıyoruz.

Altmışlı yıllara, o yılların özgürlüğüne ve ruhuna gönderme yapan her şey, her söz bizi çekmiyor. Özellikle o yapıyı kimlerin nasıl bozduğunu iyi bilenler olarak kapılıp gitmiyoruz ardından.

Biz, biz dediğimizi bile çok sorguluyoruz.



Bizim biz dediğimiz;

Herkesin karnını özgürlükle üreterek ve onurla doyurduğu bir dünyanın bizliği.

Çocukların mutlu olduğu,

Kadınların özgürce şarkılarını söyleyebildiği,

Aydınların kafasının karışmadığı,

Kimsenin kimseye bir yaşam biçimi, bir yönetim biçimi dayatmadığı, sanatçısının hür olduğu bir bizlik.

Bir inancın değil her inancın her milletin her kavimin her cinsiyet veya cinsel tercihin bir sınıfın değil her sınıfın özgürlük ve refah içinde yaşayabilmesinin yarattığı bir bizlik.



Böyle biz olmaya varsanız yol sizin.

Biz olmak için kimse kimsenin yanına gitmek durumunda değil.



Kim doğru yerde durursa biz o olacak.

Hamasetle değil.

VEDA

Ölümün ardındaki sır nedir?

Neden her şeyi temize çeker bir tek ölüm?

Biz neden ansızın kaybettiğimiz insanın egosuyla ilgili her şeyi silip, en derin insanlığıyla, ruhuyla baş başa kalıveririz.

Bir ölünün, bir ölümlünün ardından nasıl bu denli sarsılır günlük paradigmamız?

Dün Kızılay Meydanı eski meydandı sanki. Sanki Kızılay binası hiç yıkılmamış gibiydi. Ya da yıkılmış da yerine Kızılay’daki kalabalığı seyrekleştiren, gürültüleri dağıtan ferah, güzel ve bu meydanı meydan yapan bir park kurulmuştu epeydir.

Bir hafta önce kendilerine Cumhuriyetçi diyen bir kitlenin yürüyüşünü, dün de, 11 Kasım’da da bu cenazeyi görmek istemiş ve gitmiştim. İkisine de kendimi ayırarak katılmıştım. Milat İki bin altı yaşında iken memleketimde neler oluyor diye merak etmiştim.

Cumhuriyetçilerin; ne yapacağını çok da bilemez, oldukça kızgın, eğitimli, orta sınıf , yolsuzluğa ve yoksulluğa pek de değinmeyen, tüm ayak diremelerine karşın ırkçılığa sürüklenen söylemlerinden rahatsız olmuşum.

Cenaze böyle değildi.

Devlet töreninin griliğine, siyahlığına, sansürüne, duyguyu dışlayan katılığına ve sistemi dayatan yapısına ve bir de abartılmış dinselliğe karşın halk cenazesiydi izlediğim.

Dün meydanlar meydandı yine, halklar halk.

Dün; halk için yoksulluk bir söylem değildi istenirse çözülebilir bir şeydi. Yoksulluğu çözmeye gayret etmiş, belli somut gelişmelere imza atmış, yaşamlarına iyi şeyler sağlamış bir adamı kaybedenler oradaydı. Hak bir söylem değildi, bağımsızlık bir söylem değildi. Uğruna ne kadar yenilirsen yenil, arada bir saparsan sap, mücadele edilmesi gereken temel insanlık hedefleriydi.

Dün alanlarda eski CHP vardı. Biraz yaşlı biraz yorulmuş biraz ne yapacağını? Nereye gideceğini? Nereye akacağını bilmez ama hala dirençli ve umutlu bir CHP. En azından ne olmayacağı? Ne yapmayacağı konusunda kafası çok net olan insanlar.

Dindar insanlar vardı. Dininin yanında sınıfının farkında olan insanlar. Onlar bugünkü fırsatçı, liberal, dayatmacı rüzgarın önünde eğilmemişlerdi.

Anadolu’dan insanlar vardı. Çoktular. Çok fazlaydılar. Büyük kent insanı gibi değildiler. Sıradan olduklarının bilincini yitirmemişlerdi. Kapitalizmin her biri tükettiği bir ürün nedeniyle kendini özel sanan çıkmazlarda dolaşan insan suretlerine dönüşmemişlerdi.

Sınıf vardı Ankara’da dün.

Kürdü, Türkü, Lazı, Çerkezi, Alevisi, Sünnisi hepsi vardı ama hepsi halk olarak oradaydı.

Ve DSP tüm varlığıyla oradaydı. Her zamanki gibi ağırbaşlı ve sakin. Töreni istismar etmeyen,edilmesine fırsat tanımadan, boşluk bırakmadan, cenazeyi gerçek sahibinin, halkın kaldırması için elinden gelenin en iyisini yapan DSP. Partilerini de gerçek sahibinin, halkın kalkındırmasına izin vereceğini umduğum DSP. Törende sahiplendiğini politikada da sahiplenebileceğini dilediğim DSP.

Dün Ankara’da vefa vardı. Yapılanlar kadar niyetleri de anlayabilen ve niyetlere de vefa duyabilen insanlar; kasabalarından, köylerinde çıkıp çıkıp gelmişti.

Bağışlama vardı. Niyete karşın yapılan temel yanlışların da, bazılarını bizzat ödemiş olanlar da dahil, bağışlandığını göstermek istediler.

Uykusuzluk, yorgunluk, keder vardı.

Kederinin paylaşıldığı dayanışma.

Dayanışmanın yarattığı umut.

Umudun şiiri vardı.


Çocukları yoktu yalnızca.
Çocuğu olmayan bir topluluk gibiydi Dün Ankara.
Zararı yok onların da çocukları yoktu.
Onların çocukları Dün Ankara’ydı.

SAYIN ALİ BULAÇ

Geçenlerde bir kadın programında size rastladım. İki saatlik programı baştan sona izledim. Sizi saygıyla önemsediğim için, kullanılan meşum tümce daha önceden kulağıma çalındığı, gözüme takıldığı için izledim. Karşıt görüşlü bir televizyon kanalına, modern kadınların izlediği varsayılan bir programa çıkmanızın nedeninin, popülizm değil anlaşılma kaygısı taşımasını, cesur bir girişim olmasını umduğum için izledim.

Bir panelde modern kadının kolay elde edilirliği gibi bir laf etmişsiniz. Size göre bu laf yanlış anlaşılmış. Ve bu yanlış anlaşılma üzerinden, gazetelerce, dünyanın ve ülkenin bir çok meselesi bir yana bırakılıp tam yirmi sekiz yazı kaleme alınmış. Buna da çok şaşırmışsınız.

Programda, sözlerinizin yeni bir toplumun yaratılmasında ya da var olanın sorgulanmasında bir fırsat olarak görülmesini bekliyordunuz. Kadının çalışması ve aşkı, aile yapısı, konut büyüklüğü, iletişim, yaşlıların ve çocukların bakımı gibi konulardan hareketle toplumsal yapının en azından tartışılmasını ummuş olmayı istiyordunuz.

Gelin şimdi bu istediğinizi birlikte yapalım. Somut olsun, yeni olsun, anlaşılma çabalarınıza değsin diye sizin o programda sarf ettiğiniz sözler üzerinden yapalım bu sorgulamayı.

Öncelikle şikayetçi olduğunuz çekirdek ailelerden ve apartmanlardan başlayalım mı?

Ben de büyük avlulu, bol odalı, odaların penceresinden güneşle birlikte bahçedeki ağaçların dalları giren, cümle kapıları çift kanatlı, neneli, dedeli, yengeli, “adımını attığında sokakta olduğun” evlerde geçirdim çocukluğumu ve onları, o avare zamanlarımı çok özlüyorum.

Şehirlerimizdeki evler de öyleydi bir zamanlar. Bahçesinde, sokağında çocukların oynayabildiği, bir ya da iki katlı, komşuların, pişirdiğinden bir tabak da yanındakine sunduğu evlerdi.

Öyle değil mi iki gözüm Ali Bey?

Cumhuriyetin ilk yapılarına bakın bir kez. O dönem yapılmış evler, apartmanlar kadar resmi binalarının bile bir ruhu vardı.

Bir cumhuriyet projesi olduğunu söylediğiniz apartmanlaşma, iletişimin kesilmesi, yaşlıya çocuğa duyarsızlık, doğru anlamak gerekiyorsa cumhuriyetin değil liberalleşmenin işi değil mi? Adnan Menderes’in, Süleyman Demirel’in, Turgut Özal’ın, Tansu Çiller’in ve en son Recep Tayyip Erdoğan’ın uyguladığı kuralsız, özelleştirmeci, pazarlamacı liberal politikaların toplumsal sonuçları değil mi?

Nerede şimdi o binalarımız
Kim ya da kimler, Hitit’lerden, Bizans’tan, Selçuklu’dan, Osmanlı’dan, Cumhuriyet’in ilk yıllarından kalan binalarımızı, kutu gibi evlerimizi gökdelenlere, şekilsiz, çürük, çirkin apartmanlara peşkeş çektirdi ve çektirmeye devam ediyor.

Ya kadınlar?

O büyük geleneksel evlerin yükü kaç kadının omzunda dönüyordu hiç düşündünüz mü? Kaç kadının uykuya doyamamış yılları vardı konuşulamıyordu, ona yakın doğumu, beş altı düşüğü, rızası olmadan evlendirilmesi, en ufak aykırılığında büyük bir utanç yüklenerek baba evine yollanması, üstüne kuma getirilmesi o evlerde bir türlü görülemiyordu, sesleri, ağlayışları duyulamıyordu. Çocuklarını bile doyasıya sevemiyordu kadınlar.

Biz artık büyüdük Ali bey kardeşim. Dünya değişti.

Bugün size göre Kadınlar gerekirse çalışmalı. Kadınlar çalışmasın, demediniz. Ama hepsi çalışsınlar diye de bir kural olmamalıydı size göre.

Sizce bu dünya sisteminde ekonomik özgürlüğü olmayan kadın ya da erkek kimin söz hakkı,yaşama hakkı olduğu bir yana, bırakın, kadınlar karar versinler buna. Başkalarının hayal ettiği bir yaşam için, çalışma ve kamusal yaşama katılma biçimlerini kendileri belirlesin. Başkalarının yaşamları üzerinden politika yapılmasın.

Bugün hepsi çalışmasın dediğiniz kadınların kaç bin tanesinin evlerinde kapalı bir şekilde, büyük firmaların aracıları yoluyla, sigortasız ve kölelik ücretiyle çalışmak zorunda olduğu konusunda ne diyorsunuz?

Yaşlılarımızı huzurevlerine bırakmayalım diyorsunuz. Ben de yaşlının, özürlünün, doğal ortamının dışında bakılmasını hoş bulmuyorum. Ancak evde yaşlıya da çocuğa da engelliye de bakan yine kadın. Yaşlılarımızı huzurevine bırakmayalım demek yerine erkeklerin de evde ve ev işlerinde daha çok sorumluluk almaya çağıramaz mıydınız? Ya da doğal ortamlarında desteklenmelerini tartışamaz mıyız. Ki biz meslek elemanları olarak bunu yıllardır tartışıp bir türlü, görkemli açılış törenleri meraklısı yöneticilerimize kabullendiremiyoruz.

Muhafazakar belediyelerin icraatlarına bir bakın isterseniz. Özellikle büyük şehir niteliğinde olanlar. 500 – 1000 kişilik huzurevleri açma konusunda gerçekten yarışıyorlar. Yaşlı mı inşaat mı düşünülüyor diye merak ediyor insan.

Yaşlıların evlerinde, mahallelerinde desteklenerek yaşamlarını sürdürebilecek bir çok alternatif varken neden sayı çoğaldıkça birey olma vasıfları törpülenen devasa huzurevleri açıldığını sormuyorsunuz?



Mahallelerde, küçük ölçekli, evleri çağrıştıran ve gündüzlü olan, hizmet alanların birbirlerini tanımalarını ve dayanışmalarını sağlayan, annelerin ziyaretine açık kreşler, yaşlı evleri, engelliler merkezlerini tartışmak yerine, neden her şeyi kadınlara ve gelenekselliğe yüklemek istiyorsunuz?

Ah Ali Bulaç,

Böyle olmaz kadim kardeş,

Söylediklerinizi ben doğru anladığımı düşünüyorum. Ama anladığıma da katılamıyorum.

Modern kadın tanımınızı çok kavrayamasam da, başında örtü olup olmadığını kast etmediğinize, bu konudaki tavrınızı az çok bildiğim için inandım.

Birkaç ay önce medya muhafazakar erkeklerin hayalini süsleyenin Sibel Can olduğunu belirtmişti. Bu hanım da, beğenilmesinin kendisinin aile tipi kadın olmasından kaynaklandığını ve bu sonuçtan çok mutluluk duyduğunu duyurmuştu televizyonlarda. Bildiğim kadarıyla sizin çevrelerden bir itiraz gelmemişti. Demek ki kadın tek tip anlaşılmıyor artık. Moderni de gelenekseli de.

Bu hanımın kaderi midir nedir, beş altı yıl önce aynı hanım üzerinden bir yazı ya da söyleşi hatırlıyorum ki o da “modernlik her akşam televizyonlarda onun koltuk altını göstermek olmamalı” türünden bir tartışmaydı. Ne ironi değil mi?

İronileri geçelim kardeşim,

Söylemek istediğiniz şeyin, sakızından şampuanına, araba lastiğinden arabanın kendisine, kadar satışı yapılan ürünün çıplak kadınlarca tanıtılıp satılır olmasını ve bunun da o kadınların kolay elde edilebilirliği işaret ettiği yönde anladım ben. Kadının ürünün bizzat kendisi olduğu durumlar da dahil. Sizin beklediğiniz gibi anladım.

Ama burada bile göremediğinizden dolayı sarf etmiş olduğunuzu umduğum büyük bir çelişki, çıkmaz ve önyargı var?

Başında örtü olan kadınlar soyunmuyor.

Başında örtü olmayan, kolsuz giyinen, plajda mayolu yüzen kadınlar da soyunmuyor.

Ama söylediklerinizden bu kadınların soyunabilme ihtimalinin yüksek olduğu çıkıyor. Soyunabilme ihtimali yüksek ise kolay elde edilme ihtimali de yüksektir gibi bir sonuç da.

Yani kadın askılı giyiniyorsa soyunabilir ve kolaydır?

Yok böyle bir şey cancağazım.

O, sözünü ettiğiniz kadınların soyunması, soyundurulması bambaşka bir şey.

İşte görmek, düşünmek, dokunmak istemediğiniz konu bu?

Belki de en çok korktuğunuz?

Programda; ciddi mücadeleler verdikleri için Avrupalı feministlere saygı duyduğunuzu ama buradakilere, yerli feministlere, haklarının yukarıdan verildiği ve her şeyi “çeviri olarak” dışarıdan öğrenip uygulamaya kalktıklarını düşündüğünüz için saygı duymadığınızı söylediniz

Oysa sizin bugün görebildiğiniz ve açıkça dillendirmekten geri durduğunuz konuyu onlar ilk çıktıkları yıllarda dosdoğru ve bağıra bağıra söylüyorlardı, bugün de söylüyorlar.

Katılanlar hatırlar on beş yıl önce Ankara Yüksel Caddesinde büyük baskılara karşın yaptığımız 8 Mart şenliklerinde, Perşembe Grubunun standı sadece bu konuya ayrılmıştı. Ne zaman ortak bir toplantıya katılsam, kapitalizmin kadınları kullanmasının ülkemizdeki feminist gündemin önemli başlığı olduğunu görürüm.

Siz okuyan, düşünen bir insansınız. Kapitalizmde her şeyin kadınla satıldığı bilirsiniz. Kadınları kullanma biçimlerinden biri de budur kapitalizmin. Bazısını kendi evinde kaçak işçi olarak çalıştırırken bazısını da böyle kullanmaya kalkar.

Bakın bakalım kimlerin bayisi olduğu ulusüstü firmalar hangi kadınları ister soyunuk, ister giyinik ne şekilde kullanıyor? Ve tabii çocukları da.

Can kardeş Ali Bey,

İşin bu boyutlarını gerçekten yeni mi görüyorsunuz? Yeni bile olsa, adlı adınca tanımlanamasa da görebilmenizin benim için anlamı çok büyük?

Kimler yoğunlukla ticaret yapıyor bu memlekette, ticaret yapanlar mallarını neyle satıyorlar?
Ticaret yapmayı sorgulayalım mı?

Ticaretin varsa ahlakını? İşte bu; ne denli barışçı, akılcı, ütopyacı olsanız da sizin için bile şimdilik zor hatta imkansız?

Ticaret sizin durduğunuz yerden en meşru görülen etkinlik.

Bunu sorgulayan sorgulayabilen insanlar için hala umut var.

Yarını hazırlayanlar da yaşayıp yazanlar da onlar olacak galiba.

Bugün özellikle yakın coğrafyada bizlere yaşatılanlar; çaresizlikten dolayı kimliği korumanın çok önemli olduğunu, kimliğin de, etnik köken, milliyet, ırk ya da din ve mezhep olduğunu dayatmaya kalkıyor. Böyle bir sürükleniş içindeyiz. Uzak çoğrafyalarda ve aşmış görünen yerlerde bile etkisi yüksek.

Sınıfsal bakamazsak, böyle yanlış yerden görmeler, yanlış değerlendirmeler, yanlış anlaşılmalar daha çok olacak. Militarizm artacak. Öfke, kin, kutuplaşma birikip birikip büyük bir kopuşa neden olacak. Sınıfsal bakamadığında halkı, kültürel mirası, kadim kentleri, çocukları bugünü ve geleceği içtenlikle dert edinen bir çok insan daha bir çok kez düşünüp düşünüp işin içinden çıkamayacak. Çağa umutsuzlukla, kederle, hayal kırıklığıyla seyirci kalacak. Ve yenilecek.

Merak ediyorum çevre konusunda, diğer canlıların yaşam hakkı konusunda neler diyorsunuz?

Muhafazakar çevreler biyolojik çeşitliliğin korunması, doğa koruma çalışmaları, çevre duyarlılığı, kentsel haklar, kürk ve deri satışı konusunda neredeler?

Kavil kardeş,
Ali kardeş,

Sayın Bulaç,

Aşkı unutmuş olamazsınız.

Ne üretiyorsak üretelim aşk olmadan olmaz. İnsanı diğer canlılardan ayıranın düşünmek ya da konuşmak olduğu söylenir. Oysa ne düşünmek ne de konuşmak dünyanın bugün insanlar tarafından bir cehenneme dönüştürülmesini engelledi. Aksine. Ama aşk. O başka bir şey. Aşk bizim en insani yönümüz. En güzel, en ince en kırılgan, en doğal, en âlâ yönümüz. Özümüz. Aşkla baktığımızda, okuduğumuzda, yazdığımızda, boyadığımızda, dinlediğimizde, çalıştığımızda, uyuduğumuzda, uyandığımızda, aşkla yola çıktığımızda bir anlamı oluyor çoraklaştırılmış hayatlarımızın. Aşksız yapılan hiçbir şeyin, söylenen hiçbir sözün ruhu, özü, anlamı ve estetiği olmuyor. Bunları yazıyorum diye beni de kolay elde edilebilir kadın olarak değerlendireceğinizi sanmıyorum.

Aşkı uğruna bir çok şeyi göze alan kadınları da öyle nitelemeyeceksiniz umarım. O kadınlar ki aşkları uğruna bedenlerini ve ruhlarını soyuyor, giydiriyor, yanıyor ve yakıyor, köleleşiyor, asileşiyor, olmadık işler yapıyorlar. Ve bir kişi için, sadece sevdikleri biri için, yapıyorlar bunu. Aşkla ve başka hiçbir duygunun sağlayamayacağı sadakatle. Onlara kolay kadın derseniz yaşamı hiç tanımıyorsunuz demektir ki o zaman size söyleyecek hiçbir şeyim kalmıyor.

Azizim Ali kardeş,

İsterseniz son bir konuya daha birlikte bakalım.

Kolay kadın ne demek? Kim kimler kolayca elde ediyor bu kadınları? Kolay elde ettikleri kadınları ne yapıyorlar? Hangi erkek için kolay elde edilebilir kadın gerekiyor? Kolay erkekler kimler oluyor? Zor erkek var mı ki zor ya da kolay kadın diye bir kavramı konuşuyoruz. Bu nasıl bir dil? Özgür, mutlu, barış içinde, eşitlikçi, adaletli bir dünyayı oluşturacak olan böyle bir dil mi sizce?

Bence değil.

Bence değil.

Size de yakıştıramam açıkçası

20 Kasım 2011 Pazar

GANİ DAYI-GIRNATA

Klarnet;
Bildiğim kadarıyla bölgede Elazığ'ın dışında sadece; Eğin, Ağın, Arapgir üçgeninde çalınan bir enstürman. Ona enstürman denir mi? Bilmiyorum. O bizlerin yürek sesidir.
İç sesimizdir. Ruhumuzun en derinlerinden gelen ezgilerimizdir. Kimselere söylemediklerimizdir.
Başka hiç bir çalgı bizim duygularımızı o kadar iyi anlatamaz. Efkarımızı, coşkumuzu, acımızı, özlemimizi, aşkımızı, ayrılığımızı anlatamaz.
Çaremizi ve çaresizliğimizi de.

Elazığ müziğinin Diyarbakır, Urfa müziğine benzerliğini söylerler hep, ama oralarda klarnet bizim kadar yaygın kullanılır mı bilmiyorum.
Çocukluğumun en büyülü çalgısıydı. Hâla da öyledir. Duyduğumda, diğer tüm seslere kapanır kulağım.

Tahsin Dedem de çalarmış.
Horoş'da ve başka bir çok köyde. Belki Cücügen’de de çalmıştır.
Tahsin Dedemin bir kardeşi - Veysel Amca- keman, bir kardeşi- Muhittin Amcam- davul çalarmış.

Dedeme yetişip dinleyemedim ( Belki bebekken çaldığını duymuşluğum vardır )
Ama Gani Dayı'yı dinledim Vahşen'de bir düğünde. Sonra çocukluğumun son deminde, Ankara'da evimizde.
Bu nasıl bir müzik?
Bu nasıl bir çalgı?
Bu nasıl bir ses?


Bizim için; klarnetin yeri açık havalardır.
"Elektirirğin olmadığı zamanlarda; "lüks" hatta “löküs”denilen ve ışığı bir fenerden çok daha parlak olan bir cihazın aydınlattığı, harman yerleri, gece bahçeleridir.
Köyden köye gelin almaya yaya gidilen devirlerde, renk renk, desen desen giyinmiş genç kız ve gelinlerden oluşan düğüncülerin, dönüşte gelinin bineceği süslenmiş atın yanıdır.
Klarnetin yeri patika yollardır, dağlardır, meşeliklerdir, çaylardır, yazılardır, gözelerdir.
ve en çok bağlardır.
Tarlada çalışan da, damda hamur yuğuran da, çeşme başında ayran soğutan da, ahırda inek sağan da duyabilsin diye açık havalardır.
Fırat'la Murat dinleyebilsin diye.
Munzur’la Beydağı duysun diye.
Keklikler dinleyebilsin diye.
Börtü böcek, çemen çiçek açsın diye.
Topraklarımızdan bolluk bereket eksik olmasın diye.
Üzümlerimiz, incirlerimiz, dutlarımız ballı olsun diye.
Desenlerimiz, renklerimiz solmasın diye.
Klarnetin yeri açık havalardır.


Bugünlerde de Mediterraneo'da, Nicos'un kemanını dinlerken, aynı geniş, uçsuz bucaksız insanlığı dinliyorum.
Tahsin Dedemle Gani Dayı'nın klarnetini dinlemiş gibi oluyorum
Vahşenli Agopcan ustayı dinliyorum.
İnsanlığın en insancıl, en meleksi sesini duyuyorum.
Helal olsun sizlere.
Helal hoş olsun


Not; Bu yazıyı yazarken İsmail N. Beydemir’in, makalesinden yararlandım. Kendisine saygılarımı sunar teşekkür ederim.

BUGÜN

Sus.
Bugün, konuşacak ve umut edecek hiçbir şey yok. Sus.

Bugün ben, işgalcilerine secde edecek kadar kendine yabancılaştırılmış halk, heykelleri yıkılan diktatör, hangi savaşa gittiğini ne zaferi kazandığını bilmez asker, 'Bağdat dün insanlık tarihinin dönüm noktalarından birini böyle yaşadı' başlığıyla bikinili kızları savaş fotoğraflarının yanında sergileyen gazetenin, savaş karşıtı gazetecisi, savaşı durduramayan insan, sömürgeleştirilen ülke, yağmalanan bir kentim.
Bugün ben, bu savaşın ölü çocuklarıyım.
Oğlu, savaşta ölünce ancak Amerikan vatandaşı sayılan Meksikalı anneyim.
Bugün ben, katliamı seyreden Birleşmiş Milletler, 'Irak'a Özgürlük' yalanının son karesi, şirketlere teslim olmuş dünya, insani kriterlerimin olduğunu söyleyen birliğim.
Petrolüm, bor madeniyim, nehir suyuyum.
Sapanı kırılmış oğlan, Filistin Oteli önünde vurulan kameraman, yönetimlerince milliyetçiliği kışkırtılıp bağımsızlığı parça parça pazarlanan Arap halklarıyım.
Bugün ben, nerede olduğu meçhul El Sahaf'ım.
Onun konuşmalarını televizyonda Türkçe'ye çeviren kırık sesli delikanlıyım.

Çokça Bağdat biraz Gazze biraz Hiroşima'yım.
Nagazaki'ye atom bombası atan karanlık güçlerin yeni binyıldaki kimyasal silah arama bahanesinin rakamsal bir sonucuyum.

Bugün efkarlıyım.
Firdevs Meydanı'nda ne yapacağını bilmez, kendini oradan oraya vurarak dolaşan çaresiz vatandaşım.

Sus kalbim.
Bırak bugün kederimle kalayım.
Gönlüm avunmayıversin bugün de.

Beyhude tesellilerle yorma beni. Sus
Ne içimde çığlık çığlığa uçan bir martı istiyorum. Ne ağıt, ne ağlama.
Bir şey anlamaya, çözümlemeye de kalkışma.
Ne umudun teorisi ne teorinin umudu.
Bugün sus.
Bırak suskunluğumla kalayım.
Bugün on nisan kalbim.
Bugün sus.
Sus.


10 Nisan 2003
Güven Tunç

5 Ekim 2011 Çarşamba

TATSIZ TUZSUZ İSKENDER PAŞA


Birkaç ay önceydi, ve sanırım Enver Aysever’in programındaydı. Konuktunuz ve okunmamaktan çok şikâyet ediyordunuz. Çok şaşırmıştım. Bir adam, görüp görebileceği en şâşâlı döneminde, çıkıp okunmamaktan yakınıyordu. Okunmamaktan, ciddiye alınmamaktan, kendisiyle ilgili yazı yazılmamasından…

Ve bir de daha önce yazılarınıza konu olan müstehcen bulabildiğiniz oyunların devlet tiyatrosunda sergilenmesinin yasaklanmasını işaret ettiniz.

Sonra, sonra türkülerdeki müstehcenlik size konu oldu. Düğmelerin dar gelmesini ya da Halime’nin samanlıkta basılmasını müstehcen ve kadını aşağılayan türkü sözleri olarak kınadınız. TRT’de çalınmasının yasaklanmasını istediniz. Sansür istediniz...

Ve sonra Balçiçek Pamir’in programında bazı atasözlerine, bazı deyimlere hatta yanlış bilgiler içerdiği için Wikipedia’ya sansür istiyorsunuz. Sizce düzeltme düzenleme...

Son olarak da aynı programda Neşet Ertaş türkülerinde de müstehcenlik bulduğunuzu söylüyorsunuz…

Ne demiş ozan; “Bir tenhada can cananı bulunca”

Adam bir tenhada cananını bulmayı istiyor? Aslında adam cananını özlüyor. Canan dediği belki karısı, sevdalısı. Anlaşılan siz bunu müstehcen buluyorsunuz.

Aksine çoğu kadın; erkeğin romantik olmamasından, ona olan sevgisini göstermemesinden hatta onu sevmemesinden şikâyetçi.

Bu yüzden kadınlar; türkülerdeki müstehcenlik ve kadın bedeninin aşağılanması saptamanıza katılmadılar. Ve sanırım sizi samimi bulmadılar.

Kadından yana bir tavrınız olsaydı başka türlü olurdunuz. Kadın gözüyle bakıldığında pek de kadınları anladığınız söylenemez.

Kadının aşağılanmasına karşı çıkan on dört yaşındaki kız çocuğuna tecavüz edenlerle uğraşırdı.
Kadının aşağılanmasına karşı çıkan kadın cinayetlerine karşı çıkardı… Olmadı. Kadınlardan olumlu bir tepki gelmedi. Size katılmadılar. Hatta ürktüler.

Gelelim bu ülkede dostun düşmanın görmezden gelemediği hatta gizli gizli okuduğu, çok okunan çok bilinen yazarlara şairlere. Onlar temel insanlık konularında çok açık taraf oldular. Bakın Nazım Hikmet’e, Yaşar Kemal’e, Orhan Kemal’e, Vedat Türkali’ye, Rıfat Ilgaz’a, Enver Gökçe’ye, Ahmet Arif’e. Çok bilinenler olduğu için onların isimlerini sayıyorum. Hepsi barıştan yanadır, kardeşlikten, eşitlikten, hepsi yoksulluğa baş kaldırmıştır, Yolsuzluğa karşı gelmiştir. Ve karşı geldikleri savundukları idealleri için bedel ödemiş ve asla ödedikleri bedelleri bizlere hatırlatmamışlar onların arkasına sığınmamış, onların karşılığını beklememişlerdir. Onları büyük yapan belki de savundukları fikirlerin masumiyeti ile ödedikleri bedellere karşı o büyük tahammülleridir.


Belki de “Onları” büyük yapan; hiçbir düşüncenin, sözün, eserin “yasak” olmasına, sansür getirilmesine tahammüllerinin olmamasıdır. Özgürlüğe sonuna kadar inanmış olmalarıdır.

Belki de “Onları” büyük büyük yapan; halkın sanatının önünde saygıyla ve hayranlıkla eğilebilmeleridir.

İşte en hayranlık duyduğum örneklerden biri;

Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun dizeleri;

“Şairim
Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası
Ayak seslerinden tanırım
Ne zaman bir köy türküsü duysam
Şairliğimden utanırım”

Ve belki de onları büyük yapan; cananı, yâri, hayatı, sokakları, dostlarını, arkadaşlarını, komşularını, muhabbeti, türküleri, musikiyi, sinemayı, tiyatroyu, masalı, efsaneyi, neşeyi, mutluluğu, çocukları, şarkı söylemeyi sevebilme yetilerinin gelişmişliğidir.

Hayata olan ilgileridir.

Onlar yüzlerce yıldır halkın dilinde olan bu türküleri ve ozanlarını severler. Onlara müstehcen gelmez aşk. Halka da gelmez. Niye gelsin ki?


Ozan diyor ki; “Di yeri di yeri boynan dolanam/ Sen uyu ben uykulardan uyaram”
Ozan diyor ki; “Bir zıbın giyinmiş çemberi sarı/ yar göğsünde bir çift Gürcistan narı”
Ozan diyor ki, “Sürüler içinde sürmeli koyun/ Şafaklar atıyor serhoşum soyun”
Ozan diyor ki; “Ar gelir Osman Ağa ar gelir/ Safiye’me karyola dar gelir”
Ozan diyor ki; “Çıt çıt çıt çıt çedene de/Sar bedeni bedene”
Ozan diyor ki;”Uyan uyan sar beni/ yar olduğun bileyim”
Ozan diyor ki;”Bu dünyada yardan datlı var mola”
Ozan diyor ki; “Ak gerdan altında/ Mevlam neler yaratmış”
Ozan diyor ki; “Aman yarim gez de gel/Badeleri düz de gel/ Sarhoşum ben çözemem /Düğmeleri çöz de gel”
Ozan diyor ki; “Aman Adanalı canım Adanalı/ Ben sana yandım şişman delikanlı”
Ozan diyor ki; "O yanı pembe hanım bu yanı pembe hanım/Çöz pembe şalvarını canım gönlüm var sende hanım."
Ozan diyor ki; "Bağ altına bağ altına/ Al beni yorgan altına"


Bunlar hayatın ve sevdanın binlerce yıllık şarkıları. Bu şarkıları yargılamak hayatı ve aşkı yargılamaya denk düşüyor. Ve belki de halkı

Halkın bir bildiği vardır mutlaka.

Bazen halkı dinlemek gerek. Bilgeliğine inanmak gerek. Onun yolundan gitmek gerek.

Halkın kültüründen beslenebilmenin insanı geliştirdiği, insana renk ve ahenk kattığını bilmek gerek.

Belki o zaman hayatın da yazının da tadı tuzu yerine gelir. Mutsuzluğu yavaş yavaş da olsa silinir. Neşe gibi bir duygunun farkına varılır.

Tüm ozanları saygıyla anarken birkaç dizeyle bazılarını da yâd edelim.Ve onları dinlemenizi önerelim.

Ömrü boyunca böyle dizeler yazamayanlar var...

Ozan diyor ki; “Ben ağlarım doktor ağlar dert ağlar/ Haram oldu yâri gördüğüm çağlar”
Ozan diyor ki; “Ben seni sevdiğimü dünyalara bildirdüm/ Endürdin kaşlarıni babanı mi öldürdüm”
Ozan diyor ki;”Bu dağda ceyran gezer/ Tellerin tarara gezer/ Ben yara neynemişem/ Yar menden kenar gezer”
Ozan diyor ki; “ Ne ağlarsın benim zülfü siyahım/ Bu da gelir bu da geçer ağlama”
Ozan diyor ki; “Ağlama yar ağlama/ Mavi yazma bağlama/ Mavi yazma tez solar anam/ Yüreğimi dağlama”
Ozan diyor ki; “ Yüce dağ başında yanar bir ışık/ Düşmüşem derdine olmuşam aşık/ Ak buğday benizli zülfü dolaşık/Dividim kalemim yazanım”
Ozan diyor ki; “Kaşların karasına/Mil çekmiş arasına/Seni merhem diyorlar/Gönlümün yarasına”

9 Temmuz 2011 Cumartesi

"Bu bayram olmazsa kurbana kalsın"

 Bir süre yazı yazmayacaktım. Ama bunu yazmadan duramadım… Durulamıyor…

Konuyu benden önce mutlaka çok daha iyi çok daha bilimsel yazanlar vardır.

Zor bir konu… 

Daha çok çocukların ve kadınların şiddetten arınmış bir hayat içinde yaşama hakları ile ilgili.


İnsanlığıyla, ilkesiyle, onuruyla yaşayan tüm erkek kardeşlerimi sevgi ve saygı ile selamlayarak... 

Anadolu'nun, "Emrah buse ister nazlı yarinden/Bu bayram olmazsa kurbana kalsın." diyen Erzurumlu Emrah gibi, has adamlarını anarak başlayalım bakalım.


Son yüzyılın tek yenilmişi olan erkekliğe… 

Yenilmişliği göremeyen körlüğe... 


Konu; çocuklara musallat olunması ve kadınların öldürülmeleri.

Sadece "ruhsal bozukluk" deyip geçilemez.

İstismarı gerisinde istismar yaşatılmış bir çocukluk da olabiliyor durumunu, meslekten dolayı az çok biliyorum ama, konu ondan çok daha geniş ve sistemsel,

Konuya biraz geriden, epey geriden başlıyorum.

Sınıflı toplum.

Doğanın, emeğin, bilimin, sanatın, aşkın insafsızca ve çirkince metalaştırılması…

Sınıflı toplumun otoriterleşerek bir yandan erkekliği kışkırtırken bir yandan bireyi ezip ezip geçmesi.

O sınıflı toplumun bugün geldiği, getirildiği bu sürecin, insanda yarattığı o bir büyük korku ve o büyük çaresizlik... Bir büyük çelişki olarak bir yandan da kışkırtılması yine aynı ölçüde artırılmış erkeklik…

İnsanın duyduğu korkudan dolayı özgürlüğünden vazgeçmesi

İnsanın menfaati için, rıza ve iştahla özgürlüğünden vazgeçmesi… Haklarından vazgeçmesi… Dayanışmadan vazgeçmesi…

O büyük yenilgi… 

O büyük teslimiyet… 

İnsanın insanlığından vazgeçmesi biraz da…

O da haklarını arayacağına, sınıfıyla dayanışacağına, gerçeği algılamaya çalışacağına gidip kışkırtılmış bir erkekliğe sığınıyor. 

Önce kadın açısından bakalım.

İşte bunlar da şunları bekliyor… Gözünün kestirdiği kadın onu reddetmeyecek, onun kadını olacak, her istediğinde onunla olacak, her an hem yemek hem ev işi hem yatak olarak emrine amade olacak, dışarı çıkmayacak ona laf getirmeyecek, çalışmayacak, kendisi eve çocuklara para bırakmayacak ama akşama eve geldiğinde yemek hazır olacak güler yüzle karşılanacak, kadın hep güzel kalacak, ne kadar çalışırsa çalışsın yıpranmayacak, yaşlanmayacak, şikayet etmeyecek.Kadın vesveseler içinde boğulup gidecek...

Gerçeği tümüyle kaybetmiş bir bakış açısı…

Ve kadın gidiyor. Evde olsa bile ruhen çoktan gitmiş oluyor... 

Adam bu gerçeği kaybetmiş bakış açısıyla, yetişkin bir kadınla normal bir iletişim kurma olanağını ve şansını yitirmiş olduğunun farkına varamıyor ama sonucunu yaşıyor...

Aciz... 

Olan ondan sonra oluyor... 

Ataerkil sistemde acizliği taşıyamaz kimse… Aciz olanı yaşatmazlar... 

Onlar da esas görmesi gerekeni görmüyor, mücadele etmesi gerekenden korkuyor gidip alçakça kadınları öldürüyor. 

Olmadı ise kendilerini aciz hissetmeyecek ilişki arayışında oluyor... 

İşte kıyamet bu... 

Çocuklarımıza musallat oluyor.

Kız ve erkek çocuklarımızı, kedileri, köpekleri korumamız gereken kıyamet bu. 

Milyonlarcası çocuklarımıza musallat olmuş ekrandan izliyorlarmış. 

Kimler ki bunlar?

Neden bir şey yapılmıyor?

Cehennem başka neresi acaba?


Tüm sıkışmışlığa karşın dayanışma diye bir şey var... İnsanı yaşatır... Haklarına sahip çıkmak diye bir şey var... İnsanı insanlaştırır… Umut olmasa bile inat var… İnsanı onurlandırır…

7 Temmuz 2011 Perşembe

Şehirde ve Gecede


Aziz Hatırasına...
Şiirleri dilden dile dolaşsın diye... 

ŞEHİRDE VE GECEDE

“Havada kar sesi var...”

Üç çocuk...
Üç küçük çocuk…
Ancak ve ancak el dokuması ipek bir kumaşın veya Küçük Asya’ya, Balkanlar’a Mezopotamya’ya, Akdeniz’e özgü antik, atlas bir kilimin motifleri kadar ayrı olabilen ailelerden, aşiretlerden ya da sülalelerden, aynı kökboyalı iplikle dokunmuş üç yakın şehirden, kasabadan, köyden, biri kız ikisi oğlan, üç hülyalı çocuk…

Bir sabah uyanır uyanmaz aynı saniyelerde yataklarından deli gibi fırlayıp evlerinin kapılarına koştular. Büyülenmiş gibiydiler. Ana babaların, dedelerin, halaların, nenelerin, yengelerin, evlerinde büyük küçük, az çok kim varsa, o delice seğirtmelerini kim gördüyse, onlardan en azından bir iki tanesinin şefkatli girişimlerini, sert otoritelerini dinlemediler. Sokağa, bahçeye açılan kanatlı kapıları, büyük bir güç sarf ederek sonuna kadar açıp ileri atıldılar ama kala kaldılar. Burunları, bütün o uçsuz bucaksız coğrafyaya yağmış olan, boyları hizasındaki kara gömüldü… Hele kız olanın boyunu da aşıp geçti, kapının önündeki yığıntı. Üzerine yıkılıverdi ve her yanını kar içinde bıraktı. O daha ileri atılayım diye çabalarken evdekiler yetiştiler. Tüm direnmesine karşın önce o içeri alındı. Saçları, gecelik entarisi, elleri, çıplak ayakları ıslanmış ve buz gibi olmuştu. Bağırdı, kapının koluna sarıldı, ısırdı, edepsizce tükürdü, salya sümük ağladı. Aileden iki genç ve güçlü kadın onu içeri zorla sokabildiler.

Oğlanlara da öyle oldu sayılır. Birbirlerinden ve kızdan habersiz ancak gelenekten, görenekten, terbiyeden, haberli olan oğlanlar, daha ağır başlı davranarak ve ikna olmuş görünerek ama ayakları da geri geri giderek, evdekilerce gömüldükleri kar yığınının altından sökülerek içeri alınmalarına ses çıkarmadılar. Huysuz olanı bile öyle davrandı. Kafası meşgul ve dalgındı. Dalgın olduğu için de munis.  

Üç çocuk...
Üç güzel çocuk…
Duydukları bir sesle, sanki sadece onlar için özel olarak yapılmış bir çağrıyla uyandırılmışlardı… Kalplerinin işaret ettiği yöndeki, kulaklarında bir parça tınısı kalan o sesleri yitirmemeye, yeniden bulmaya, ulaşmaya koşmuş, aradıklarına yaklaşamadan da tüm dünyanın kar altında kaldığını görmüşlerdi.

Bütün gece yağan kar, çatıların tepesinden, bahçelerin ötesini, dağların doruklarından, düzlüklerin ta ilerisini kaplamıştı. Ufka kadar görünebilen bütün bir çevre, tüm sesleri silen, beyaz, kalın bir tül altında kalmıştı. Bulutlar yere inmişti sanki.

Bu üç mahmur çocuk, gece boyunca yağan karın sessizliğinde, derin uykularının arasında evlerinin kapılarının ya da pencerelerinin baktığı dağdan sanki bir tayın kişnemesini, bir kuzunun melemesini, bir ceylanın ayak sesini bir çocuğun acemice söylediği sıcak bir melodiyi, bir ıslığı duymuşlardı… O sesin ardından gitmek, kulaklarına fısıldanmak istenen bir büyük sırrı çözmek için karşı konmaz bir istekle ve silkinerek uyanıp kapılara koşmuşlardı…

Bir bütünlüğü olmayan, ha bire parçalanıp bölünerek kendini gizleyen düş parelerine göre, bütün bir gece sanki yataklarında değil de dağlardaydılar. Üşümeden, ıslanmadan, acıkmadan, yorulmadan, özlemeden ve hatta korkmadan oralardaydılar. Ayakları yere basmadan geziyor, yorulmadan dolaşıyor ormanın bütün varlıklarıyla, onların dillerinden anlaşabiliyorlardı. Cesur, kahraman ve çok güçlüydüler.

Ormanın şarkılarını söyleyen kendileriydi belki, meleyen, kişneyen de kendileri. Kendileri değilse de tanıdık bir çocuktu. Onlara başka dünyaların öykülerini anlatan, hiç duymadıkları şarkıları söyleyen bir yabani taydı, yeni doğmuş kuzuydu, belki de bir oğlaktı. Ormana kaçmış geri dönmeye çalışan bir sıpaydı. Sonbaharda sapanla vurup ardından da kanadındaki yaraya dayanamayıp akranlarından gizli gizli yarasını onarıp yeniden saldıkları kuştu. Belki, belki de bir çiçekti. Fısıltıyla açan bir kardelen... Erken açmış çiğdem. Çağıldayan dereydi. Mutlaka tanımaları, bilmeleri gereken biriydi, bir şeydi işte... Onlara, yalnızca onlara bir şey söyleyen, onlardan, sadece onlardan bir şey isteyen bir içli sedaydı. Belki uzun gecelerin başlangıcında nenelerinin anlattığı bir masaldan arta kalmış, geri dönememiş oralarda çaresiz dolaşan bir peri kızının suretiydi… Ak sakallı Hızır’dı… İyi kalpli bir devdi…

Üç çocuk…
Bu üç tatlı çocuk…
Evlere sokulur sokulmaz ocağın, sobanın, mangalın, evde ne yanıyorsa onun yanına koyuldular. Ayaklarına çorap, patik üstlerine hırka, yelek, kazak ne bulunursa giydirildiler. Yorganların, battaniyelerin altına tıkıldılar. Boğazlarına, o anda ocakta kaynayan çay, çorba, süt, artık ne varsa,  Allah ne verdiyse, o akıtıldı. Ana babaları azarladı, ebeleri, abaları, dedeleri korudu.

Üç çocuk… 
Gün içinde evdekileri daldalayıp daldalayıp yüksek pencerelere tünediler, yüksek katlara çıktılar ve karşılara baktılar. Yaşlı adamların, yaşlı kadınların yaptığı gibi oturup uzun uzun karşılara baktılar. Derin derin iç geçirdiler. Gurbet yolu bekler gibi, “Ah” ettiler. Efkârlandılar... Ne yemek akıllarına geldi, ne içmek ne çiş ne oyun ne yaramazlık. Kimseler, onları yerlerinden kıpırdatamadı. Ağızlarından bir tek laf alamadı. Söylediklerini duyuramadı. Anneleri, inatlarına isyan edip yakalarını bıraktı. Kardeşleri, abileri, ablaları onları oyuna da işe de ikna edemeyince kendilerini terkedilmiş hissedip küsüp uzaklaştılar. Onlarsa, kızarmış yanaklarıyla öylece susup durdular. 

Oğlanlardan biriyle kızın şehri, Munzur’a bakıyordu. Biri kuzeyden biri güneyden de olsa ikisi Munzur’a baktılar. Diğer oğlan ise Karacadağ’a… Karacadağ’dan Zozan’dan Nemrut’dan, Ağrı’dan Munzur’dan, Bey Dağı’ndan başlayıp evlerinin önüne kadar inen ve yüksekliği kapı açtırmayan kar örtüsüne, dalıp dalıp gittiler…

Evlerin ahalisi çatılardan, damlardan, kapılardan kar küredi, çatısı olmayan dam loğladı, atı olan atını yemledi, köyde olan da malını… Kimi odun taşıdı bahçeden kimi su kimi müştemilattan ya da varsa tandırdan ekmek… Yapılması mutlak olan ve gözlerde büyüyen işler çar çabuk bitti. Evlerdeki diğer çocuklarının oluşturup bazı komşu çocukların ve yetişkinlerin de katıldığı kartopu savaşları, kızak kayışlar da tükendi, gitti. Yorgunlukla, üşümüşlükle birlikte evlere kapanıldı. 

Geniş bakır tencerelerde buharı tüten çorbalar, duruma göre yahniler, pilavlar pişirildi. Sofralar kuruldu kaldırıldı. Soba küllerinde ayva, patates közlendi. Boğaz gailesi de işler de bitti. Kalakaldılar.
 
Aile bireyleri, alçalıp alçalıp külrengi haliyle üzerlerine kapanan gökyüzünün ağır kederiyle, içlerine, içlerindeki ülkelere çekildiler. Sedirlere, o yoksa birer mindere sinip karşıları izleyen çocuklarının yanına eklendiler. Küçük mavi ışıltıların, kızıllara dönüşüp kaybolarak dans ettiği uzak, yakın, sonsuz, karanlık görünen beyazlığı seyrettiler. Dağlardan gelen ulumalara mahalle aralarından duyulan köpek ürümelerine ürpererek tanık oldular. Adını, cismini bilmedikleri bir kişi ya da nesnenin özlemiyle elleri böğürlerinde oturup karşılara daldılar.

Kalın kar örtüsü; yeşil tanımlanan bir yerden farklı olarak, beyaz masalsı bir cenneti, kor ateş 
Diye tanımlanan bir yerden farklı olarak da, ıssız, dingin bir cehennemi sermişti gözlerinin önüne… Koskoca bir sessizlik… Kalplerinin ritmini, hasretlerinin ince sızısını duyuran bir sessizlik.Kimsesiz bir sessizlik çöktü evlerinin, köylerinin, şehirlerinin üzerine. Zamanı durduran, içlerindeki saati susturan bir sessizlik… Sanki tüm dünya, tüm yaşam, geçmiş, gelecek kar altındaydı… 

Üç çocuk…
Üç lâl çocuk…
Minik kalplerinin, engin ruhlarının anlayışıyla, bir boşluktan başka bir görüntüsü olmayan karşıları seyreden büyüklerin, kendileri gibi hüzünlü gözleriyle karşılaşınca şaşırmadılar…
Bu topraklarda, bu kılıcın, kanın, topun, tüfeğin, cesaretin, sürgünlüğün ve hainliğin her türlüsünün yaşandığı bu geniş topraklarda karın her nesneyi kapatmasıyla, unutuş perdesi usulca, çok usulca, hiçbir canlıya sezdirmeden, bir tek damla kan sızdırmadan kendini eritiyordu. Kim bilir kaç bin yıllık geçmişle dün, aynı oranda, kimde ne nişan bırakmışsa ona, bağırarak değil zor duyulur fısıltılarla yaklaşıyordu. Bazılarına istedikleri olayları anlatıyordu bazılarına kendi geniş, büyük, gizemli torbasında ne varsa onu. Unutuş perdesi bazıları için tümden eriyip kalkıyor, yok ediyordu kendini, bazılarına da ancak kaldırılabildiği kadarını. Kar; bugünü örterken, geçmişten anlatılamayanın, yazılamayanın ve bilinemeyenin hayal perdesini açıyordu perde perde, ağır ağır, tek tek… Yaşlılar; başları önlerinde, elleri böğürlerinde, kulaklarına fısıldanan geçmişten hüzünlü türkülerle kalakaldılar. Evlerdeki sesler de eriyip yok oldu. Akşam, bu evlere de mahpushaneler gibi erken indi. Gece bastırdı. Deli bir ayaz, alıcı kuşlar gibi gelip bölgenin üzerine çöktü

Ailelerin ya genç babaları ya da genç yetişkin erkekleri bahçeleri, kapıları, malları, kilitleri kontrol edip geldi bir çalım. Son sofralar kuruldu. Çıralar idare lambaları yakıldı. Radyosu olan açtı. Evin büyükleri ile büyümeye yüz tutan çocuklar, ajansa dikkat kesildiler. Kadınlar, kızlar “Radyo Tiyatrosu’ndan” önce bulaşıkları yıkamaya, ortalığı toplamaya, ocakların, mangalların üzerine cezveleri sürmeye, karyolası olan yatakları açmaya, olmayan yatak sermeye koşturdular. Küçük çocuklar, “gelmedi” diye tuttursalar da yatmadan önce, çiş yapmaya gönderildiler. Radyosu olmayanlar da büyük küçük toplanıp ağzından bal damlayan bir erişkin kadının sihirli masallarını, araları süsleyen zengin manileri dinleyip, erkenden yatmaya yönelik sıkıntılarını başlarından uzaklaştırmaya çalıştılar.

Üç çocuk…
Üç masum çocuk…
Akşama kadar yarı aç yarı tok oturup, anneleriyle didişmelerinin verdiği yorgunluktan olsa gerek, uyuyakaldıkları pencere önünden uyandırılmadan yataklarına taşındılar. O gece aynı çağrıları duymasalar da uyur uyanık birkaç kez karanlıkta pencere önüne gittiler. Hiçbir şey seçemediler. Bilindik orman uğultular onları korkutmaya yetti. Üşümeyle, titremeyle yataklarına döndüler. Düşsüz, deliksiz uyudular.

Kara kış uzun sürdü, kar kırk gün kalkmadı. İnat etti, gitmek için Cemrelerin havaya, suya, toprağa düşmesini bekledi. 

Üç çocuk… 
Üç delibozuk çocuk…
Kırk gün ne yapıp edip pencerelere, kapılara yakın durdular. Gözlerini, kulaklarını dağlardan,uzaklardan ayırmadılar.

Üç çocuktan…
Üç söz dinlemez çocuktan, oğlanlardan biriyle kız, bir yıl sonra okula başladı. Öbür oğlan ise diğer yıl. Okumayı çabuk söktüler. Dersleri sevmeseler de sorun yaşamadılar. Zekiydiler. Yazları büyük bir zevkle aylaklık etmeyi sürdürdüler. Ağaçlara tırmandılar. Dere kenarlarına koştular. Kimi sokaklarda, oyun parklarında, apartman arkalarında oynadı kimi havuzlu bahçelerde, uçsuz bucaksız ovalarda, dağ eteklerinde. Oyunlara dalıp babalarından önce eve gitmeyi unuttular. Dizleri kanayıp durdu yaramazlıklarından… Bazı çocuklara kardeşliğe benzer duygular beslediklerini fark edince coştular. Arkadaşlığı keşfetmiş olduklarını sonradan anladılar. Gün geldi o arkadaşların anneleri tarafından annelerine şikâyet edildiler. Küstüler, barıştılar... Geceleri yıldızlara dalıp bin bir çeşit hayal kurdular. Üniversiteye kadar okulların açılma günlerini sevmediler.

Nice yaz nice kış geçti. 

Üç çocuk…
Üç kabına sığmaz çocuk…
Geçirdikleri kışı, gördükleri düşü unuttular…

Üçüne de benzer çağlarına denk düşen ama hepsine de erken zamanlarda ağabeylerinden, okula giden dayılarından, amca çocuklarından, ablalardan biri, bir kitap verdi… Kimine Reşat Nuri, Muazzez Tahsin, Kerime Nadir, Halide Edip, Kimine Balzac, Hugo, Stendall, Kimine Gorki. Sefiller’le Hıçkırık, Suç ve Ceza ile Çalıkuşu aynı zamanda ellerine konan kitaplardı. 

İlk kitaplarını ellerinden bırakamadılar. Nefes nefese bitirdiler. Hemen başka kitapların peşine düştüler. Ama öyle kolay değildi başka bir kitaba ulaşmak. Gizli kutularda saklanan mücevherler gibiydi o zamanda kitaplar… Çok az ve çok değerli. Başka kitapların izini sürmekte hep ısrarcı oldular. Ama okudukları ilk kitabı hiç ama hiç unutmadılar. Ve bu ilk kitaplarını biraz çaresizlikten biraz içlerinde açtığı ufuktan olsa gerek bir kez daha bir kez daha okudular.

Daha ilk okudukları kitaptan başlayıp; büyüleyici bir dünyanın içine sürüklendiler. Başka yaşamları başka dünyaları keşfettiler. Kahramanlara özendiler, karakterlere üzüldüler. En çok da karlı dağları anlatan kitapları sevdiler. Karlı dağlardan gelen bir sesin, bir insanın, yaralı bir hayvanın, kaçak bir askerin,  yakışıklı bir eşkıyanın hikâyesini, gözlerini kırpmadan tükettiler. Heyecanlı serüvenlerin peşine düştüler. Aşkı okudular, aşka düştüler… En ufak bir gerilimde kalpleri duracak kadar çok çarptı… Kitabın bir sayfasında bıçak çekildiyse, yaralanıp, günlerce kanadılar. Kahramanın başı ağrıdıysa yataklara düştüler.., Ölüme gidenlerin arkasından ölümü düşündüler uzun uzun. Ayrılıkları, gözyaşlarını, hasretlikleri ve zulmü sevmediler… Sonu iyi biten kitaplara başka türlü bağlandılar. Çocuktular, bütün çocuklar gibi her şeyin sonunun iyi olacağına, açlığın, acının, yokluğun bir daha yaşanmayacağını inanıyorlardı…  Onlara göre acıya, ayrılığa tanık olan, yaşayan, dinleyen son kuşaktılar… Artık hiçbir çocuk ağlamayacak, aç kalmayacak, ayrılmayacak, kaybolmayacaktı…

Kitap; nasıl bir işti ki başka hayatları, başka dünyaları, o dünyaların insanlarını, yaşadıklarını, acılarını, sevinçlerini gelip onlara anlatıyordu. Onları da ortak ediyordu tüm zamanlara tüm yaşanlara. Onları kanatlarına alıp, uzun, güzel yolculuklara çıkarıyordu. Ne büyülü bir şeydi ki, hep okumak, okumak hep başkalarının heyecanlı maceralarına, yaşantılarına tanıklık etmek isteği hissediyorlardı. 

Anlatılan acılardan, arzulardan, mutluluklardan, dostluklardan, aşklardan, isyanlardan kendi yaşadıklarını anlamlandırdılar, kendi duygularını isimlendirdiler. Kılavuz edindiler. Deneyim saydılar. Ve birçok hayatı denemeyi hayal ettiler... Bir roman gibi yaşamayı düşlediler... Kitapları yazılan yerlerde yaşamayı özlediler… Kahraman olmayı dilediler…

Bu üç meraklı çocuk… Zamanla, nerelere, hangi şehirlere dağılmış olurlarsa olsunlar kitapları bırakamadılar. Uzun çok uzun yıllar kitapları o kitapları yazanları izlediler. Yine benzer zamanlarda İnce Memet’i, Yer Demir Gök Bakır’ı, Cemile’yi, Bereketli Topraklar Üzerinde’yi, Lüzumsuz Adam’ı, Parasız Yatılı’yı, Yılanların Öcü’nü, Kaçakçı Şahan’ı, Reşo Ağa’yı hatmettiler… Bunlar yetmezmişcesine, Koca Nazım’ı, Enver Gökçe’yi, Ahmet Arif’i, Behcet Necatigil’i, attila ilhan’ı, Mayakovski’yi, Lorca’yı keşfettiler. Sonra geldi yeniler… Yeni yazanlar… Yeni okunacaklar…

Üçü de daha ilk günden okumayı çok sevdi… Okudular… Çok okudular… Ders arasında, ders sırasında, tatilde, gün ortasında, gecede, evde, misafirlikte, bahçede, bağda... Bazen gizleyip saklayarak, bazen bir söğüt ağacının altına uzanarak serüvenlerin peşine düştüler, en önemli buldukları en sevdikleri bir işi gerçekleştirdiler, okudular. Okuduklarında ara ara, o kış düşünü anımsatır imgelerle karşılaşır gibi olsalar da bir türlü neyi çağrıştırdığını çıkaramadılar. 

Okuma büyüsüne öyle bir kaptırdılar ki, kendileri de bir şeyler karalamadan duramaz oldu… Yazdıklarını yeterli bulamadılar ama. Neden yeterli bulamadıklarını çözemediler. Vazgeçemediler de. Ders kitaplarının, kullanılmış defterlerin arasında sürüp durdu acemi karalamaları…  

Okudukça, yaşadıkları yerler daraldı gözlerinde. Küçücük kaldı. Dağlar ufaldı, ovalar nehirler, sokaklar, kısaldı. Evler basıklaştı. Renkleri soldu. Her şey azaldı sanki. Sıradanlığın içine sıkıştı kaldı hayatları.

Dünyanın merkezi saydıkları doğdukları, yaşadıkları, okullarında okudukları farklı şehirlerinin, mahallelerinin köyün dünyanın merkezinden çok uzak, küçücük bir parçasından biri olduğunu algıladılar. Başka yerlere başka şehirlere meraklandılar. Uzaklardan gelenleri ilgiyle dinlediler. Gidenlerin, giden otobüslerin, trenlerin, kamyonların, göçenlerin, ardından özlemle baktılar. Hep gitmek istediler. 

Nerde olurlarsa olsunlar, “Gitmek”  düşüncesini hep yanlarında götürdüler. 

Üçünün de hayali bir şekilde oldu sonunda. Onlar da doğdukları şehirlerden gittiler. Birçok yer gördüler. Birçok şehir tanıdılar. 

Bu üç çocuktan ilk olarak kızın babası gelmiş, bir yıllığına memlekete bıraktığı ailesini alıp başka bir diyara götürmüştü. Denize kıyısı, yazlığa sineması olan bir kasabaya… Kız ilk okula orada başlamıştı. İlkokul üçüncü sınıfta, bozkırdaki o büyük şehre taşındılar ve orada kaldılar. 
Oğlanların gitmesi biraz zaman aldı. Bir vakit sonrası oğlanlardan biri yatılı ortaokul için çıktı köyünden. Şehir şehir sürdü bu yatılı okul serüveni. Daha sonrasında ise diğer oğlan… Lise sırasında oldu bu gidiş. Mesafece yakın kalben uzak bir şehre götürmüştü babası… 

Zamanla büyük şehirler, diğerleri gibi oğlanları ve yeni kurdukları ailelerini de çekti. Evlerden bakıldığında, dağların, ovaların, bağların görünmediği kadar büyük olan şehirler... Sokak lambalarının yıldızların yerini alıp geceleri aydınlattığı ama her kapının tanıdık olmadığı büyük şehirlere gittiler. Oğlanlar da, kızın daha çocukken geldiği bozkırın büyülediği büyük şehre gelip yerleştiler.

Üç çocuk…
Pervasız çocuk…
Diğer bütün pervasız çocuklar gibi, pervasızca yola çıkmış abileri ve ablaları gibi, masallardaki gibi, türkülerdeki gibi kitaplardaki gibi büyük düşler kurdular… Herkes için mutluluk kurabilecekleri bir dünya umdular... Gençlik yelkenlerini özgürlük rüzgârlarıyla doldurup açıldılar hayata… Her gün tazelenen sıcacık bir somun gibiydi büyük umut... Umutlu düşlerin peşinden koştular…

Üç asi çocuktular. 
Koşa koşa büyüdüler. Okudular. Aşık oldular, özlediler, kavuştular, ayrıldılar, terk ettiler, terk edildiler, dostluklar kurdular, dostlukları bitirdiler, yollara yolculuklara çıkıp döndüler, zorluklara göğüs gerdiler, kolaylıkları kutladılar, dinlenmeye gereksinimleri olmadan koşturdular. Yalnızlığı da tattılar, dayanmayı da, hayal kırıklığını da, coşkuyu da. En çok bir isyana muhabbet duydular. Ama en çok bu muhabbetleri yüzünden cezalandırıldılar.

Bir gece, üçünün de yirmili yaşları ile yeni yeni tanıştıkları bir yılın gecesiydi… Bütün ülkedeki çocukların sevdalarını, hayallerini, umutlarını tanklarla kırdılar… Kurtların önüne atıldı gençlikleri… Kitapları yakıldı…

Ülkedeki bütün çocukların gözlerini bağlayıp kitaplarını ellerinden zorla, zorbalıkla aldılar. Kitapları çocuklardan, kitapları işçilerden, evlerden, kitaplıklardan, okullardan, üniversitelerden, fabrikalardan aldılar. Yaktılar. Yangın yeri oldu yaşadıkları yerler. Dumanı tüm dünyadan görüldü.

Bu üç çocuk…
Üç kırık çocuk…
Gençtiler, yaşananlardan olgunlaştılar… 

Zaman bazen hızlı bazen yavaş geçti.
 
Aynı büyük bozkır şehrinde birbirlerinden habersiz uzun süre yaşadılar.  Eskiden daha sakin, mutlu, ışıklı olup, zincirlenen caddelerinin, kocaman pespaye tabelaların, çirkin çirkin binaların, üst geçitlerin, kalabalığın egemen kılındığı ve giderek de kararan bu şehirde kaybolmayıp bir düzen tutturdular. Birçok kez kırılıp kırılıp durdu hayat… Hayatları… Yeniden yeniden başladılar… 

Kendilerince hayata anlam katan işlerin ucundan tutup çabaladılar. Oğlanlardan biri güçsüzlerden yana oldu, diğeri sessizlerden yana, kız da kalkınmacı oldu…
 
Oğlanlar evlendi bir aile, bir ocak, bir düzen kurdular kendilerine, kız evlenmedi. Yeterince düzen içinde olduğunu düşünüyordu.

Kız edepsizliğini, asiliğini çoktan susturmuştu. Oğlanlardan huysuz olanı iyice pervasız olmuştu. Diğerinin kırık gülüşleri kendisiyle büyümüştü.

Üç laftan anlamaz çocuğun üçü de, karalamaları yazmaya dönüştürüp bir şekilde sürdürdü serüveni. 

Bir yere varmayı değil içlerindeki sesi bulmayı, dünyayı anlamayı, değişimi kavramayı arzulayarak yazdılar. Edebiyat çevrelerinin içinde pek bulunamadılar. Bulunmadılar, işleri vardı. Koşturmaları çoktu. Başka kaygıları söz konusuydu. Yazmak daha çok bireysel serüvenleri gibiydi ilk zamanlar. Hele oğlanlardan biri tüm ısrarlara karşın dostlarının dışında kimseyle paylaşmaya yanaşmıyordu. Oysa en çok onun en büyük tutkusuydu yazmak. 

Gerçekten yazmaya başladıkları zaman romanlara, şiirlere, öykülere özgü mekânların, karakterlerin, kahramanların olmadığını anladılar. Nasıl bakıldığıyla ilgiliydi… İşte o zaman, doğdukları, çocukluklarının geçtiği köyleri, şehirleri, kasabaları özlemeye başladılar. Bir merak gelişti… Kim olduklarının peşine düştüler. Toprak çekti. Belki asıl yazılacak yerler oralardı. Renk, zenginlik, hikâye bu büyük yoran, tüketen şehirde değil, oradaydı. Bir ayakları geçmişte kaldı bir ayaklarını geleceğe attılar.

Oğlanlardan biri bu kara şehirden bıktı. Yoruldu. Bırakıp gitmeyi düşledi ciddi ciddi. Gitmek, hep vardı hayallerinde. O şehirden gidemedi bir türlü. Oysa gidebilse, “şehir, arkasından gitmeyecekti.”

Kız uzun süre yazmayı bıraktı. On yıl yazmadı. Kitaplara sığınmak hissettiğinde de eski kitapları bulamadığını fark etti. İçinde kendini kaybettiği kitapları yazılmıyordu artık.  Ne yazarlar o kadar ulaşılmazdı ne kahramanlar. Hayalleri kırıldı. Ayda bir iki kitaptan fazlasına bakmadı…Bıraktı…

Oğlanlar okumayı da yazmayı da sürdürdüler. 

Üç çocuktan…
Üç orta yaşlı çocuktan…
Kırklı yaşlarına bastıklarında, hayata bütün dişleriyle sımsıkı tutunanı bile, bir ağır hüzün bastı. 

Üç çocuk…
Doğdukları şehirlere ve zamanlara benzeyen bu üç olgun çocuk…
Günün birinde yaşamakta oldukları bu büyük şehirde, farklı zamanlarda karşılaştılar. Birinin birine işi düştü, başka bir zamanda ise diğeri, öbürünü tanıştırdı.

Olgunlaşmışlardı. Ses tonları kalınlaşmıştı. Orta yaşın güvenli vurgular yerleşmişti konuşmalarına… Büyük şehir çoğaltmıştı sözcükleri… Ama hala acemiydi söyledikleri şarkılar… Şarkılarda bir şey vardı… Çok eskileri, kimsesizlikleri, nedensiz coşkuları, karlı dağları anımsatıp anımsatıp unutturan bir esinti… Ne kendini ele veren ne tam kapatan bir görüntü... Bir kıpırtı sadece… Bir soluk imge… Bu imgenin peşine düşüp arkadaş oldular.

Arada bir görüşüp dertleşir oldular. Fıkralar anlatıp birbirlerini güldürür oldular. İşlerinden, memleket meselelerinden, dünya hallerinden, hayatın gelip tıkandığı yerden söz etmeyle başladıkları konuşmalara yazdıklarını, yazacaklarını birbirlerine okur, anlatır oldular. Olmayacağını bile bile yazmaya yönelik ortak hayaller kurdular. Hayallerinden sarhoş oldular.
Yazdıklarını yayımlamayana, “yayınla artık” diye söylemeyi sürdürür oldular…

Karlı bir akşam ilk kez gittikleri bir lokantada buluştuklarında, canlı müzik yapılan bir yer olduğunu görünce rahat sohbet edemeyeceklerini anlayıp biraz huzursuz oldular. Oysa ne güzel çalıp ne güzel söylüyordu sahnedekiler. Kaptırdılar onlar da… Vazgeçtiler kalkmaktan. Biraz konuşup biraz dinlediler. Onlara da istek parçaları soruldu.

Oğlanlardan biri,
 
“Altun hizmav mülayim 
Seni Hak’tan dileyim.
Yaz günü temmuzda
Sen terle men sileyim “
diye başlayıp “seni gördüm beg oldum” diye devam eden bir türküyü istedi. 

Oğlanlardan diğeri, 
“Şu yangında har olsaydım
Ağlayıp bizar olsaydım
Belki yaslanırdın bana
Mahpusta duvar olsaydım”

Kızsa, 
“Bir gülün çevresi dikendir hardır
Bülbül gül elinden ah ile zardır
Ne de olsa kışın sonu bahardır 
Bu da gelir bu da geçer ağlama“ yı istedi

O akşam eve döndüklerinde üçü de nedenini bilmedikleri bir istekle bir yazının, bir dizenin ardına düştü.

Üç çocuktan…
Büyümüş, kamil olmuş ama iyi ki çocuk kalmış bu üçünden biri, o akşam bir yazıyı tamamladı

Bu üç çocuktan birinin o karlı gece tamamladığı on satırlık o yazı, dünyanın tüm asi ve aşık çocukları tarafından anlaşıldı… Sevildi… Ezberlendi… Elden ele, dilden dile yayıldı… 
O dizeler yıllarca dünyanın bütün sokaklarda okundu, durdu… 

(Lacivert Dergisi, 2010 Yılı Mart - Nisan sayısında yayımlanmıştı.)