10 Şubat 2012 Cuma
"Aşkın ve Hayatın Şehri Ankara"
Kitap: Bir Aşk, Bir Hayat Bir Şehir,
Bir Aşk, Bir Hayat, Bir Şehir, Yazan: Güven Tunç, Dipnot Yayınevi
Güven Tunç’un yaptığı, olağanüstü, harika bir iş var: Ankara’nın
eski esnaflarıyla, dükkan sahipleriyle, hatta bazı eski dükkan
çalışanlarıyla, belirli bir sistematik içinde görüşmüş ve bu
görüşmeleri yayınlamış. Ankara için, bundan daha hoş ve değerli
bir katkıyı düşünmek bile zor. Görüşülen esnaf arasında ne tür iş
yerleri/ iş kolları var? Tavukçu Lokantası, Boğaziçi Lokantası, Ayhan
Mağazası, Baykal Mağazası, Piknik, bozacılar, berber dükkanları,
örücüler, ipekçiler, sinemacılar, tiyatrocular, sendikacılar, Ankara’nın
eski sakinleri, herkes var konuşulanların arasında… Güven Tunç
bu çalışmayı neden yaptığını şöyle açıklıyor: “Çünkü kalbim
kanıyor, çünkü hayatın gelip tıkandığı noktayı çözemiyorum.
Çünkü asi çocuklar gibi sokaklarında şarkılar söylediğimiz bu
şehrin, insanların, yaşantıların, acısıyla tatlısıyla bir zamanlar ne
kadar sahici olduğunu anımsamaya ihtiyacım var.” … “Ankara’yı
bir vitrinin camından her gün izleyenlerle çıkıyorum yola. Sonlara
doğru, başka Ankaralılar da katılıyor.” Sevdiği bu kenti anlattırıyor
Güven Tunç ve esnafının, insanlarının, bu kenti neden sevdiklerini,
bize göstermek istiyor. *Sadece materyali toplamış ve yayınlamış
ama kendi bu materyal üzerine, pek bir şey söylemek istememiş.
Buradaki insanların söylediklerine bakıldığında, bir önceki kuşağın
gözünden, (bu büyük bir genellikle idealize edilmiş bir Ankara
imajı olsa bile) kentin o döneme ait imgesi/ temel özellikleri ile
ilgili, bireysel olarak başlayan ve toplumsal olarak yaygınlaşan bir
beklentinin varlığı sezilebiliyor.
Esnaf anlatılarına göre 1950-60’lar Anakarası adeta, masumiyet
çağının yaşandığı bir dönem gibi… Hemen hemen herkes ağız
birliği etmişçesine, kentin geçmişinden böyle bahsediyor. Bu yıllar,
Ankara’nın başkent olmasından yaklaşık çeyrek yüzyıl sonrasıdır
ve bu dönem, çok yoğun yenilenmenin ve modern kent inşasının
olgunluğa ulaştığı dönemidir. Henüz kitlesel bir göç söz konusu
değildir. Görüşmelerden çıkan genel sonuca, şöyle kuşbakışı
bakacak olursak, neler görebiliriz? Durgun, hareketsiz, sakin ve
“kendi başına”, dışarıya oldukça kapalı bir şehir (gerçekten dışarıya
açılan tek pencere, belki de sinemalar). İnsanlar “mazbut”, yumuşak
ve mütevazı, esnaf arasında “yardımlaşama ve irtibat” var, “her şey
muntazam, toplum saygılı”, komşuluk ilişkileri var… Beklenmedik
şeyler, sürprizler yok. Ama riskler, güvenlik sorunları da yok. Ancak
1945’ten sonra, hızlanarak gelmeye başlayan kırsal göç, giderek
göçmen kitlesinin karakterine egemen olmaya başlıyor ve kentsel
mekan, artık sadece “modern” doğrultusunda gelişmiyor. Hatta
bu modern mekan, giderek, diğer mekanın gecekonducu mantığı
(gel-geç, iyi düşünülmemiş, evrensel standartlara uymayan mantık)
içinde boğulmaya başlıyor.
Herkes, bugünün Ankara’sından şikayetçi ve eski Ankara’ya
güzelleme yapıyor. Ama özlenen geçmiş de gerçek bir geçmiş
değil, idealize edilmiş, kurgusal bir geçmiş.
Ankara üzerinde “içeriden” ve insanların belleğinden doğru
düşünmek isteyen insanlar için, bulunmaz bir fırsat Güven Tunç'un kitabı
http://gazetesolfasol.com/media/pdf/Agustos_16_kucuk_format.pdf
ANKARAYI TANIMAK (28.04.2013)
Askeri Tıbbiye Ankara’ya nakledilip de tıp fakültesinin son iki yılını Ankara’da okumasaydım bu kenti iyi tanımak olanağı bulabilir miydim?
İlk işim Türk Dil Kurumu’na gitmek olmuştu. O zamanlar Türk Dil Kurumu Cihan Sokağı’ndaydı. Benim için Ankara demek Nurullah Ataç demekti. Ataç üst kattaki toplantı salonunda çalışırdı. Hem daktiloda yazısını takırdatır, hem de sizinle çene çalardı. Onunla konuşurken kendinizi rahat hissederdiniz, sıkılmazdınız.
Kimi zaman Sıhhiye’den Kızılay’a yürüdüğümüz olurdu. Yol üstünde Özen Pastanesi’nde mola verilir, Ataç, paracıklarına kıyıp birer pasta ısmarlardı.
Benim için Ankara’ya gelmek demek Ahmet Muhip Dıranas’ı görmek demekti. Dıranas, Anafartalar’da Çocuk Esirgeme Kurumu ikinci başkanıydı. Necatibey Caddesi’nden İzmir Caddesi’ne geçilen bir ara sokak vardı. Muhip Bey orada otururdu. O sokağın başındaki kahvede nargile tokurdatmayı severdi.
Cahit Külebi, konservatuvarda baş muavindi. Ataç’la bir gün ona gitmiştik. Ataç, Külebi’yi Türk Dili dergisine Yazı Kurulu üyesi olarak davet etmişti.
Külebi, Ataç’ın odasına gelişini abartılı bir saygıyla karşılamıştı.
Ataç’ın son beş yılında oldukça yakınındaydım. Ankara’yı Ataçsız düşünmek olanaksızdır.
Yalnız Ataçsız mı? Daha nice kültür insanı var ki adı Ankara’yla anılır.
MEKÂN-ZAMAN-İNSAN
Bunları anımsayışımın nedeni Güven Tunç’un Ankara üzerine hazırladığı bir kitabı anlatmak istediğim içindir (Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir: Ankara’nın Mekânları-Zamanları-İnsanları, Dipnot Yayınları, 2011).
Güven Tunç “Bu Kitabın Öyküsü” derken, böyle bir çalışmaya neden giriştiğini anlatmak gereksinimi duyuyor:
“Çünkü kalbim kanıyor. Çünkü hayatın gelip tıkandığı noktayı çözemiyorum. Çünkü asi çocuklar gibi sokaklarında şarkılar söylediğimiz bu şehrin, insanlarının, yaşantıların, acısıyla tatlısıyla, bir zamanlar ne kadar sahici olduğunu anımsamaya ihtiyacım var.”
Güven Tunç, Ankara’yı çok eskilerden bilenleri bulup onlardan öğrenmeye çalışıyor. Böylece Ankara’nın ünlü yerleri, oraların gerçek sahipleri tarafından anlatılıyor. Yazarın görevi onların ağzından bunları derlemek. Derlerken de onların anlatım biçimlerine özen göstermek.
Yazar o dönemlerdeki sevi ilişkilerini de merak ediyormuş. Ama onlar “eski terbiye” insanları oldukları için, “biraz mesafeli” duruyorlar, açıkça yanıt veremiyorlarmış.
Kentlerin de kendine göre bir yaşama serüveni var. O kente kişilik kazandıran insanların anılarımızda yaşadığını görüyoruz.
Yazar bir köşeye çekilip uzaklardan dalgalanan bir sesi dinliyor, o sesi dinleyenleri anımsıyor:
“Hamiyet’in Esenpark’taki mikrofonu bırakıp şarkıya asıldığında, sesinin Sıhhiye’den duyulmasını, insanların durup o sesi dinlemesini gözümün önüne getirebiliyorum.”
Gerçek Ankara’yı anlatmak için kimleri bulmak gerekirdi? Nereleri dolaşmak, o yerlerin kimlerden sorulduğunu öğrenmek gerekirdi?
Ankara derken yalnızca bazı mekânları değil, hangi zaman aralığında, kimleri de aramak gerektiğini saptamalıydı. Çünkü o mekânlar o insanlarla bütünleşiyordu.
Gerçek Ankara’yı onlar öğretecekti bize. Kimler gelmiş geçmiş buralardan? İnsansız Ankara neye yarar! Ankara’yı yaşatan o insanlardı. O insanların gittiği meyhaneler, yeme içme yerleriydi.
Oralarda çalışan insanların ilgisiyle bu ortamları daha kolay anlatmak olanağı var.
BAZI MEKÂNLARDAN BAKINCA
İnkılap Sokak’taki “Tavukçu Lokantası”nda garsonluk yapan İsmail Poyraz anlatıyor:
“Bir zamanlar Ankara demek Ulus demekti. Karpiç bir numaralı lokantaydı. İçkisiz Cumhuriyet Yıldız Lokantası vardı. Bakanlar Kurulu dağılınca Cumhuriyet’e gider, yemeklerini orada yerlerdi.”
Samet Ağaoğlu Posta Caddesi’nde Acemin Meyhanesi’ne gidermiş. Turan Güneş en çok “Tavukçu”da yemek yermiş.
İsmail Poyraz yeniden dünyaya gelse gene garson olmak istermiş. Değişik insanlarla karşılaşıyor, kendini geliştiriyormuş.
Ayhan Sümer, Adalet Ağaoğlu’nun kardeşidir. Ayhan Mağazası, Ziya Gökalp Caddesi’nde ünlü bir mağazadır. Onlar Hatay Sokak’ta otururlardı. Daha nice ünlülerin oturduğu bir sokakta Hatay: Fahir Aksoy, Ahmet Kutsi Tecer, Refik Ahmet Sevengil, Azra Çaplı, Fehmi Tokay, Sevgi Soysal o sokağın insanlarıydı.
Flamingo Pastanesi’nin sahibi Dursun Ali Kuluhan ile Boğaziçi Lokantası’nın sahibi Halil İbrahim Boyacıoğlu kendi dönemlerinin Ankara’sını anlatıyorlar.
Ankara’ya bir berber salonundan da bakılabilir. Mithatpaşa Berber Salonu sahibi Salih Atakan dönemin sinemalarını anlatıyor. Evlenmiş, üç çocuğu olmuş, oğlunu Amerika’ya göndermiş. Otuz yıldır tıraş olmaya gelen müşterileri var.
Ankara kendi halinde bir yaşama serüveni sürdürürken unutulmaz olaylar oluyor. Bunlardan biri Ulus’a bir uçağın düşmesi. Kaldırımdaki ayakkabı boyacıları kömür kesilmiş.
Ankara’nın sesini duyurur diye berberlere geniş yer ayrılmış. Ama sıradan insanların da kendine özgü bir sesi var. Örücü Arif (Arif Güngör) de bunlardan biri.
Sokakların adı değişiyor, yapılar yeni bir biçim alıyor. Giderek Ankara kendini yenileştiriyor. Türk filmleri beğeni kazanıyor.
Bir yandan yıllar geçiyor, yıllarla birlikte nice insanlar da gelip geçiyor. Herkesin kendince bildiği, kendince anlattığı bir Ankara var.
Kamil Ateşoğulları diyor ki:
“Ankara’ya geldiğim yıllarda, 1960’larda ve 1970’lerde, daha farklı bir Ankara vardı. Coğrafyası, binaları, mekânları ve kültürel yaşamıyla başka bir Ankara.
O zamanlar Neşet Ertaş Kör İzzet’in kahvesinde dururdu ve arayanlar onu orada bulup düğünlere götürürlerdi.”
Ankara’nın özel tarihinde kimlerin yeri yoktu ki:
“Erdal Öz’ün Sergi Kitabevi bulvarda, Büyük Sinema’nın üst katındaydı.”
“Mehmed Kemal, bulvar üzerinde Kalem adında bir restaurant açmıştı. Ruhi Su oraya gelirdi.”
“O dönemde Ankara’da çok sayıda özel tiyatro vardı. O tiyatroları yaşatacak da tiyatro seyircisi.”
KENTİN KİŞİLİĞİ OLAN YERLER
Zaman geçiyor. Ankara yeniden yapılanıyor. Bildiğimiz yerler yeni bir oluşum içinde değişiyor. Alıştığımız yerleri tanımaz oluyoruz.
Herhangi bir Ankaralı bildiği yerlerin değiştiğini görünce şaşırabilir. Ama o değişikliğe de alışmaya çalıyor:
“Radyoevi karşısında Toptancı Hali vardı. Bugünkü Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın olduğu yerdeydi. Bugünkü Adliye’nin olduğu yer siloydu. İstasyonda tekerlekleri lastikli faytonlar vardı.”
Kimi oluşumlar yavaşça değişiyor. İnsan önemli değişimlerin ayrımına bile varmıyor. Uzak illerden, ilçelerden Ankara’ya geliyor, yaşayan Ankara’ya kendinden de bir şeyler katıyor.
Yusuf Yıldırım gibi bir sendikacı yargıyla uğraşmaktan bıkmıyor. Üstelik yaşlı annesi, “Deh Deh, karyağdı yazilere, çöl kaldı kirli tazilere, bunlar da benim oğluma ceza kesecekler” diyecek kadar yiğit bir davranış içinde, oğlunun yanında yer alıyordu.
Ankara her insanın ayrı sorunuyla uğultulu bir kent. Yürüyenlerin durumundan içlerindeki değişimin ayrımına varabilir misiniz? O uğultudan bir başka Ankara çıkarabilir misiniz?
Kimbilir hangi uzaklardan bir kente gelirsiniz. Orada yeni bir düzen kuracaksınız. O düzen kente de kişilik kazandıracaktır.
“Akman Boza” Ankara’yla bütünleşen bir içecek. Ulus İşhanı’nda onu bilmeyen yok. Vahap Akman ile Muharrem Akman kardeşler Üsküp’ten gelmiş, Akman Boza ve Pasta Salonu’nu açmışlar. “Akman Boza” Ankara’ya ayrı bir kişilik kazandırmış.
Orada boza içmeye gelen öyle ünlüler var ki, onların bozayla bütünleşen özellikleri Ankara’nın özelliği haline gelmiştir. Onlar “Arnavut mertlikleri sayesinde çok büyük bir çevre edinmişlerdir.”
Demek bir “Akman Boza” Ankara’nın simgesi haline gelebiliyor.
Numan Akman üşenmemiş oraya gelen ünlüleri sayıyor. Tiyatro sanatçıları, edebiyatçılar, siyasetçiler hep “Akman Boza”ya gelenler arasındadır.
Yetmiş yılı aşkın yaşayan bir kurum artık o kentin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir.
BİR ZAMANLAR ANKARA
“Bir Zamanlar Ankara” demek kolay. Kentin dokusuna girmesini bilen insan için nice bilinmeyeni öğrenmek gerekir.
Ama çoğu zaman bir kentte yaşadığımızın ayrımında bile değiliz. Kendi serüvenimizi sürüklerken Ankara’yı içinden tanımıyoruz.
Herkesin kendine göre bir Ankara’sı var. O Ankara’da tanıdığı insanlarla bütünleşen bir zamanı var. O kentte yaşadıkları sürece öyle yerler edinmişler ki onlarsız Ankara olmaz. Öyle insanlar tanımışlar ki onlarsız Ankara olmaz.
Güven Tunç’un Ankara’sını okurken insan ister istemez kendi Ankara’sına dalıyor.
Nasıl bir kentte yaşadığımızın bilincinde miyiz? O kentin bize neler kazandırdığının bilincinde miyiz? Bizden de o kente geçen bir şeyler yok mu?
“Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir” Ankara’ya, birtakım insanlara coşkuyla bakmayı kolaylaştıracak bir kitap.
Yaşadığı zaman insana bir düş gibi geliyor. Yılların ötesinden nice tanıdıklarını anımsarken, sanki bir öykü kahramanıymış gibi onları anımsıyor.
Zaman bir düş gibi geçecek. Ankara’yı yaşatan nice insan göçüp gidecek. Ankara gölgeli anılarla kendine özgü yaşama serüvenini sürdürecek...
Bu sayfayla iletişim kurabilmek için dergilerinizi ve kitaplarınızı aşağıdaki adrese gönderiniz:
Mustafa Şerif Onaran
Hekimköy Sitesi Ümitköy-Ank.
Cumhuriyet
Bu yazıdan yaklaşık üç buçuk hafta sonra, 22 Mayıs'ta Mustafa Şerif Onaran Hocayı kaybettik.
Bir düzeltme; İsmail Poyraz "Tavukçu" Lokantasının garsonu değil sahibidir.
·
Hürriyet Gazetesi Ankara Eki - ESRA KAYA "Behzat Ç. dizisiyle başlayan Aşk Tesadüfleri Sever filmiyle esmeye devam eden Ankara rüzgarı son olarak yazar Güven Tunç’un Ankara’yı anlatan “Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir” kitabıyla taçlandı."
Ankara’nın geçmişten günümüze bütün mekanlarını, zamanlarını ve insanlarını konu alan kitap Dipnot Yayınlarından çıktı. Bir zamanların Ankara’sını konu alan kitapta öncesinde Ulus’un, Hisar’ın, Anafartalar Caddesi’nin, Samanpazarı’nın, Dörtyol ve Cebeci’nin sonrasında Sıhhiye’nin, Yenişehir’in, Kızılay’ın en sonunda da Yenimahalle’nin Kavaklıdere’nin ve Cinnah’ın hikayesi anlatılıyor. Bugünkü Ankaralılara isimleri belki de hiç tanıdık gelmeyen, Palabıyığın Meyhanesi, Arnavudun Lokantası, Kürdün Meyhanesi, Acemin Bahçesi, Madamın Yeri gibi birçok anıya şahitlik etmiş mekanlarda zaman yolculuğuna çıkılıyor. Yazar Tunç, kitaba ilişkin küçük ipuçları verirken, şunları söylüyor: Başkent’in sinemaları “Hamiyet’in, Samanpazarı Esenpark’da mikrofonu bırakıp şarkıya asılmasını ve Sıhhiye’deki insanların nasıl bir duygu yoğunluğu içinde durup bu sese kulak kesilmesini hayal edebiliyor muyuz? O zamanlar Ankara, akasyalar ve sinemalar demek. Küçücük bir bölgeye kaç sinema sığar? Yıldırım Beyazıt Meydanı’nda Emek, Atlas ve Nur; Çalışkanlar’ın Samsun Asfaltı’na bakan yönünde Sefa; Aydınlıkevler’de Cici ve Doğan; Kavacık Subayevleri’ndeki Çamlık’ta Erdem; Dışkapı’da Yaman; Yenidoğan’da Zafer ve Yüksel sinemaları yer alıyor. Bu sinemalarda ayrıca konserler de düzenleniyor. Hatay Sokak çok güzel bir sokak. Mimar Kemal İlkokulu’ndan başlayıp Selanik Caddesi’nin köşesinde biten bu kısacık sokaktan, Türk edebiyatı ve sanatına damgasını vuracak kaç sanatçı çıkabilir? Ankara’nın hikayesi bu. İçinde; çevresinde piknik yapılan, balık tutulan, kıyılarında kuş seslerinin dinmediği o güzel derelerin yer aldığı bir şehrin hikayesi.” Hürriyet Gazetesi Ankara Eki - ESRA KAYA
"Ankara; 1920'lerden Behzat Ç'ye"
Funda Şenol Cantek - Radikal Kitap Eki
Güven Tunç'un kitabı, hafızası olmayan bir şehrin kaydını tutarken, o şehre kimliğini veren kurumların sahiplerinin, o şehri karşılıksız seven ama sevmek için sebepleri olanların hikâyelerini anlatıyor
Ankara: 1920'lerden Behzat Ç.'ye
FUNDA ŞENOL CANTEK Arşivi
Orta Anadolu’nun mütevazı kasabası Ankara, başkent Ankara olalı beri sıkletine denk olmayan, güçlü, kıyıcı ve caydırıcı bir rakiple kıyaslanagelmiştir. Bir ayağı Asya’ya, öbür ayağı Avrupa’ya basan, alemin gözbebeği, ‘medeniyet beşiği’ İstanbul’la. Rakip bu kadar güçlü, dolayısıyla rekabet bu kadar haksız olunca, ‘Ankaralı’ olan da, Ankara’da yaşamak zorunda kalan da, bu acıklı mekansal mahrumiyeti meşrulaştıracak bahaneler aramaya sevkedilmiştir. Erken Cumhuriyet döneminde, tartışma götürmeyeceğine inanılan bahane, İmparatorluk terekesine sırt çevirme yürekliliğini göstererek bozkırda bir ulus inşa etmek amacıyla şehre yerleşmenin gururudur. Mahrumiyet bölgesinde yaşıyor olmak, perhizcilerin kahramanlık hikayelerini cilalar. Ne yol vardır, ne iz. Başını sokacak ev, içecek su, doğru dürüst hizmet veren bir aşevi bile yoktur. Sinema, restoran, bar ise hak getire… Yerli Ankaralı nüfuz edilemeyecek kadar yabanidir. Erken Cumhuriyet dönemi edebiyatı, kurucu seçkinlerin anıları, anekdotlar hep bunu söyler. Görev duygusuyla Ankara’ya yerleşenler trenlere doluşup İstanbul’a dönünce geride kalan şehir, ‘nezih’ addedilen bir sosyal hayatı olan, dingin, düzenli bir karasal iklim, bir saklı coğrafya gibi algılanmıştır sakinlerince. Kendisini yurt edinenleri yutmayan, sokaklarında kaybolunmayacak, tam tersine bir evin odalarında dolaşır gibi dolaşılacak, ‘herkesin yerini bildiği’ ve ‘her yerin herkesçe bilindiği’ bir şehirdir Ankara. Mekânsal organizasyonu değişse de, bu özelliği bugün de pek değişmemiştir. Hâlâ Ankara’da yaşıyor olmanın güncel bahanesi, hatta özrüdür bu haddini bilme hali, bu tanışıklık hissi ve bu konfor.
Şehre aşkla bağlı olanlar
‘Cumhuriyet çocukları’nın özlemle andıkları, Riyaset-i Cumhur Orkestrası konserinden çıkan tuvaletli ve papyonlu çiftlerin Süreyya Pavyon’da dans ettikleri; Piknik’te içilen Arjantin biranın çakırkeyifliğiyle Özen Pastanesi’nin sokağa taşan masalarına oturulup bahar havasının tadının çıkarıldığı günler geride kalmıştır çoktan. Ama başkent Ankara hala, ulaşımın rahatlığının avantaj, dostluğun sığınak olduğu bir kocaman evdir. Sokakta gönül çelen az bir şey varsa, o da kalmamıştır artık. Ne Çubuk Barajı’nda sandal sefası, ne de Gençlik Parkı’nda aile matinesi. Hatta bu büyükşehir, kadimleşen büyükşehir belediye başkanı eliyle çevre sorununun bir parçası haline getirilmiş, sakinlerinin yaşam kalitesini düşüren dışsal bir etken olarak görülmeye de başlanmıştır.
Son yıllarda Ankara’ya yönelik medya ilgisi, diziler, filmler ve kitaplarla dikkat çekici hale geldi. Haliyle bunların arasında öne çıkan Gökçek Ankarası’nın başrolü paylaştığı Behzat Ç., Ankara’yı sevmek için bahaneye veya özre ihtiyacı olmayanların duygularına tercüman olduğu için de çok sevildi. Güven Tunç’un hazırladığı ‘Bir Aşk, Bir Hayat, Bir Şehir’, Ankara’nın 1920’lerden Behzat Ç.’ye kadar olan serüvenini, o süreci yaşayanların diliyle anlatıyor. Daha önce Figen Özbay ile birlikte ‘Şehrin Zulası’ adıyla bir Ankara kalesi kitabı hazırlayan Güven Tunç, Ankara’nın mekânları, zamanları ve insanlarını aramaya çıkmış bu kitapta. Aradığını bulmak için Ankara’nın marka olmuş ticarethanelerinin kurucularıyla da konuşmuş. Bunun yanında, en eski Ankara semtlerinin sakinleriyle, küçük esnafla, sokakların tanıdık simalarıyla görüşmeler yapmış. Görüşülen herkes adeta aşkla bağlı olduğu için bu şehre hâlâ, kitabın adı da ‘Bir Aşk, Bir Hayat, Bir Şehir’ olmuş.
Tunç, çocukluğunun Ankarasının izini aramak için yola çıktığını belirtiyor kitabın girişinde: “Çocukluğumdaki gibi, şehir tanımına uygun; mahallenin, her mahallede okulun, çocuk parklarının, sağlık ocağının, yazlık kışlık mahalle sinemalarının, özgür çocukların, elmaları çalınacak bahçeli evlerin, o evlerdeki huysuz ve tatlı ihtiyarların, yaz akşamları sokağa yayılan kızartma kokularının, kahkahaların olduğu bir şehir ararken, onların anlattıklarında çok daha iyi ve güzel bir Ankara buluyorum.”
Tunç’un nostaljiyle yüklü romantik arayışı, istisnasız, her görüşmesinde aynı karşılığı buluyor. Akman Pastanesi’nin sahibi Numan Akman, Tavukçu’nun sahibi İsmail Poyraz, Boğaziçi Lokantası’nın sahibi Halil İbrahim Boyacıoğlu, Nergiz, Menekşe ve Kavaklıdere sinemalarının sahibi Ayhan Nergiz, Net Piknik’in sahibi Eren Önat, Yenişehir sakinleri ve diğerleri bu nostaljik yolculuğun duygusal yükünü ağırlaştırıyorlar. Şehrin “altın çağı”nı yaşama şansına sahip olduklarını söyleyen anlatıcılar, bir yandan da yitirilen masal ülkesi için yas tutuyorlar. Anlatıcıların bir bölümü, daha küçük yerlerden ve zor yaşam koşullarından gelerek sonradan Ankaralı olmuş kişiler. Onların geldikleri şehirlere kıyasla, başkentin yıllar önceki görünümü, yıldızların yere indiği bir ütopya haliyle. Dışlanmamış, yenik düşmemişler geldiklerinde. Doyduğun yer vatanındır, sözüne de ihanet etmiyorlar bu sebeple. Hemen hemen her anlatıcı, Numan Akman’ın ifadesiyle, “Küçüğün küçük, büyüğün büyük olduğunu bildiği” yıllara özlem duyuyor. Yenişehir sakinlerinden Nil Öget, “Bu şehirde bana kendimi özel hissettirecek pek bir şey kalmadı. Eskiden seçilirdik. Baleye, resme kabiliyeti olan giderdi. Şimdi herkes her yerde” sözleriyle ifade ettiği yenilmişlik hissine tercüman oluyor.
Şehrin havası özgür kılar
Ankara’yı İstanbul karşısında güçlü ve farklı kılan son koz, ‘seçilir olma’ imkânı da ortadan kalkınca, geçmişin ipine sarılmaktan başka seçenek kalmıyor Ankaralılar için. ‘Şehrin havası özgür kılar’ sözünün işaret ettiği, kalabalığa karışıp herhangi biri olma imkânı, Ankara büyükşehir olmaya doğru hamle ettikçe, kaçınılmaz son olarak beliriyor. Bu da seçilir oldukları o tenha günlerin anısıyla yaşayanları ürkütüyor, bedbinliğe sevkediyor. Kitapta kendi Ankaralarını esrime hissiyle anlatan eski Ankaralılar, anlatılarını güncele bağlarken, bedbinliklerinin altını bu yüzden çiziyorlar.
Tunç’un kitabı, hafızası olmayan bir şehrin kaydını tutarken, o şehre kimliğini veren kurumların sahiplerinin, o şehri karşılıksız ve bahanesiz seven ama sevmek için sebepleri olanların hikayelerini anlatıyor. Bir yandan, eski kuşağa ‘Neydi o günler?’ dedirtiyor, öte yandan da, şehrin hafızasını tazelemek isteyen araştırmacılara malzeme sunuyor.
aşkın ve hayatın şehri
BİR AŞK, BİR HAYAT,
BİR ŞEHİR
"Umudun, akasyaların, sinemaların şehri; Ankara"
Evrensel Gazetesi Ankara Eki - Derya Kaya
“Bu bir Ankara kitabı olduğu kadar Ankaralılar kitabı da oluyor. Belki daha çok onların. kibar, mütevazı ve çalışkan insanların kitabı” diyor Güven Tunç kitabı için. Dipnot Yayınevi’nden Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir-Ankara’nın Mekanları, Zamanları-İnsanları ismiyle çıkan kitapta bir zamanların Ankarası’nın hikayeleri var. Tunç, Ankara’nın eski sakinlerini, özellikle terk edip gitmemiş olanlarını bir araya getirmiş kitabında. Ulus’un, Anafartalar Caddesi’nin, Samanpazarı’nın, Dörtyol ve Cebeci’nin sonrasında Yenişehir’in, Kızılay’ın, Kavaklıdere’nin ve Cinnah’ın hikayelerini yaşayanları anlatıyor.
Ankara’nın ilk yürüyen merdiveninin Ulus Anafartalar Çarşısında açılışından, 1956’da Bentderesi’nin taşmasıyla oluşan sele, Von Papen olayından uçak kazasına, 27 Mayıs Darbesine, Sendikalar Yasası’nın çıkarılması için işçilerin Meclisi kuşatmasına kadar Ankara’nın birçok iz bırakan olayını dönemin tanıkları kendi hikayeleriyle anlatıyorlar. Kitapta birçok bürokratı, sanatçıyı, milletvekilini ağırlamış Çiçek Lokantası’ndan Flamingo Pastanesi’ne, Baykal Mağazası’ndan İpekçi Cemal’e hepsinin hikayeleri var. “Hacettepe’de adam keserler, sakın gitmeyin” diye korkutulan da, Hacettepe’de elektrik direğine adam bağlayan da kitapta yer alıyor.
‘ULUS ANKARA’NIN EN GÖZDE SEMTİYDİ’
O dönemler Ulus’un, Ankara’nın en hareketli gözde semti olduğu yıllar. Mağazalar, lokantalar, eğlence yerlerinin önemli kısmı Ulus’ta. Palabıyığın Meyhanesi, Arnavudun Lokantası, Kürdün Meyhanesi, Acemin Bahçesi, Madamın Yeri gibi isimler bugün belki kimseye tanıdık gelmiyor ama o dönemin Ankaralıları için hepsinin yeri ayrı. O dönem Ankara’nın eğlence merkezleri Gençlik Parkı, Atatürk Orman Çiftliği, Papazın Bağı, Şaraphane, gençlerin de uğrak yerleri. Kitap, bugünün Ankaralılarını hiç gitmedikleri belki de hiç duymadıkları yerlerde bir zaman yolculuğuna çıkarıyor. Bugün anlamını yitirmiş yerlerin, o dönemin Ankaralılarının hayatında hepsinin ayrı bir hikayesi var. “Etlik eskilerde bağlık bahçelik bir yer, bağlarda her türlü meyve yetişiyor, meyvelerin tadına doyum olmazdı” diyor o dönemin tanıkları.
SİNEMA VE TİYATRO ANKARALILAR İÇİN VAZGEÇİLMEZDİ
Mimar Kemal İlkokulundan başlayıp Selanik Caddesi’nin köşesinde biten kısacık Hatay Sokak, Türk edebiyatı ve sanatına damgasını vurmuş Adalet Ağaoğlu, Ahmet Kutsi Tecer, Burhan Doğançay, Fahri Aksoy ve daha başkalarına ev sahipliği yapıyor.
Devlet Tiyatrolarında Kral Lear ile Cüneyt Gökçer, “Kiss me Kate” ile Ayten Gökçer, Ankara Sanat Tiyatrosunda “Bir Delinin Hatıra Defteri”yle Genco Erkal, Meydan Sahnesinde Kartal Tibet, Sanat Severler Kulübünde Nevra Serezli ve daha nice sanatçı Ankaralıların unutulmazları arasında.
Tunç kitabında Ankara için “Umudun, akasyaların ve sinemaların şehri” diyor. Belki şimdi birçok Ankaralı adını bile duymamış olsa da Ankara Sineması, Büyük Sinema, Melek, Ulus, Emek, Atlas Sinemaları ve daha niceleri o dönem Ankaralılar için büyük anlam taşıyor.
Kitap mekanlarıyla, sokaklarıyla o dönemin insanlarının yaşanmışlıklarını, hayata ve insanlara karşı duruşlarını, anlayışlarını konu ediyor. Yazarının da dediği gibi içinde, çevresinde piknik yapılan, balık tutulan, kıyılarında kuş seslerinin dinmediği o güzel derelerin yer aldığı bir güzel şehrin hikayesini anlatıyor. (Ankara/EVRENSEL)
CUMHURİYET ANKARA EKİ
1 Haziran 2011 Çarşamba
Bir Ankara ve Ankaralılar Kitabı: ‘Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir’
Güven Tunç’un “Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir” kitabı; “Ankara’nın mekânları, zamanları, insanları”na ve “bir zamanların Ankarası’na” bir anmalık. Kızılay’ın akasya ağaçlarıyla dolu, Kurtuluş Parkı’nın fidanlık olduğu, Dikmen’de at koşturulan günleri anlatan Ankara sakinlerinden naif, kalender, sıcak sesler...
http://tureykose.blogspot.com/2011/06/bir-ankara-ve-ankarallar-kitab-bir-ask.html
“Ankara’nın en çok nesini seviyorsunuz” sorusuna “İstanbul’a dönüşünü” yanıtını veren Yahya Kemal’e inat bu kentte yaşamaktan mutlu olanlar var. Güven Tunç, eski Ankaralı dostlarıyla birlikte “umudun, akasyaların ve sinemaların, medeni insanların, pırıl pırıl derelerin şehri”ne götürüyor okuru. Adı Tavukçu Lokantası’yla özdeşleşmiş İsmail Poyraz, Ayhan Sümer (Ayhan mağazası), Dursun Ali Kuluhan (Flamingo pastanesi), Salih Atakan (Mithatpaşa Berber Salonu), İlhami Baykaler (Baykal mağazası), Eren Önat (Net Piknik), Mustafa Bağışlar (Berber salonu), Arif Güngör (Örücü Arif), Cemalettin Tatlı (İpekçi Cemal), Ayhan Nergiz (Nergiz, Menekşe ve Kavaklıdere sinemaları), Göker Zafer (Nergiz, Menekşe sinemaları), Numan Akman ile Alper Akman (Akman Boza ve Pasta Salonu), Yenişehir sakinleri Asuman Emre, Nil Öğet ve Ünal Tanıl, AST çalışanı Tekin Yücelbalkan, sendikacı Yusuf Yıldırım ve eski Ankara milletvekili Kamil Ateşoğlulları “kendi Ankaralarını” anlatıyor. “Hatır senediyle” esnaflık yaptıkları, sokaklarında âşık oldukları, tiyatro salonlarını doldurdukları, meyhanelerinde kadeh tokuşturdukları başkenti...
Ayhan Sümer “Ankara bir umuttu. Yoktan var edilmiş bir şehrin mucizesindeki umut” diyor ve kentin bugünkü halinden duyduğu üzüntüyü “Başta Türkiye ve başka Ankara olmadığına inanıyorum” diye anlatıyor. Dursun Ali Kuluhan, “Hamiyet’in Esenpark’ta mikrofonu bırakıp şarkıya asıldığında, sesinin Sıhhiye’den duyulmasını, insanların durup o sesi dinlemesini gözüne getirebiliyor” ...Herkesin hemen sınıf atlamaya çalıştığı günümüzde bu eski Ankaralıların yaşama bakışındaki sadelik, kalenderlik dokunaklı geliyor. İsmail Poyraz, “Ben yeniden dünyaya geldim. Bana sorsanız ‘Ne olurdunuz’ Garson olurdum” diyor. Örücü Arif Güngör de, “Ankara’da yaşamaktan ve örücülük yapmaktan memnunum. Bir daha dünyaya gelsem yine örücülük yapardım. Ustam Yusuf Örer bana örnek oldu. Mütevazı oldum. Kanaat ehli oldum” diyor. Alper Akman, 70 yıllık Akman’ın alışveriş merkezlerine neden şubesini açmadıklarını anlatırken “Gitsem maddi olarak çok iyi olabilirdi. Ama şunu tercih ediyorum: Eski müşterinin gözünde eski kalmak” diyebiliyor...
Kamil Ateşoğulları 60’lar, 70’lerin Ankarası’nı özlüyor: “O zamanlar Neşet Ertaş Kör İzzet’in kahvesinde dururdu ve arayanlar onu orada bulup düğünlere götürülerdi. Bu kahvede 1965 seçimlerinde TİP adına konuşma yapan Sadun Aren’i dinledim. O dönemde Ankara’da çok sayıda özel tiyatro vardı. O tiyatroları yaşatacak da tiyatro seyircisi.”
Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir, Güven Tunç, Dipnot Yayınları, 223 sayfa.
Cumhuriyet Ankara Eki'nde yayımlandı
Türey Köse
1930 YILINDA KURULMUS OLAN TAVUKÇU LOKANTASININ TARIHI Tavukçu Lokantası ve İsmail Poyraz Konunun Kısaca Açıklanması Birinci El Kaynaklar Tavukçu Lokantası ilk olarak 1930 yılında Ulus'ta Arnavut Hüsamettin tarafından kurulmustur. Daha sonra Çiçek Lokantası'nı da açan Arnavut Hüsamettin, Tavukçu'yu Rasit Bey'e devretmistir. 1954 yılına kadar Ulus'ta bulunan lokanta, 1983 yılından beri Inkılap Sokagındaki yerindedir. 1969 yılından beri Ismail Poyraz tarafından isletilen Tavukçu, Ankara denilince akla gelen mekanlardan biri olmustur. Bu ödev çerçevesinde Ankara'nın eski kültürünü hala yasatan yegane mekanlardan biri olan Tavukçu Lokantası ile Rize'den göç ederek Ankara'ya gelmis olan Ismail Poyraz'ın eski Ankara deneyimi anlatılacaktır. Ismail Poyraz Ismail Poyraz, 1935 yılında Rize'de doğdu. İş bulmak amacı ile Rize'den Ankara'ya göç eden Poyraz, 1969'dan beri Tavukçu Lokantası'nı işletmektedir. 1950 yılından beri Ankara'da olan Poyraz, her türlü iş deneyimini yaşadıktan sonra Tavukçu Lokantası ile kemikleşmiş bir kültürün temsilcisi olmuştur. Bizim için İsmail Poyraz 1950'lerin Ankara'sını deneyimleyen Eski bir Ankara'lı olarak Ankara kültürünü simgelemektedir. Güven Tunç'un Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir adlı kitabı Mehmet H. Doğan'ın Tavukçu'da Cemal Süreya ile yediği bir yemeğe dair olan anısı Döneme dair fotoğraflar ile eski Ankara fotoğrafları Tavukçu Lokanta'sının vergi levhası gibi resmi belgeleri Eski müşterilerle röportajlar İkinci El Kaynaklar Rakı Ansiklopedisi isimli kitap Gazete'de Tavukçu'ya dair çıkmış haberler ve köşe yazarlarının Tavukçu'ya ilişkin izlenimleri Göç etmeye neden olan Rize'deki döneme ilişkin kitaplar Merkezin Ulus'tan Kızılay'a geçisi konusunda Ankara'ya ilişkin kitaplar ve özellikle Gültekin Emre'nin Yitik Kent Ankara Kitabı Araştırma Soruları Ismail Poyraz Kimdir? Tavukçu Lokantası nerede, kim tarafından açılmıstır? Poyraz neden Rize'den Ankara'ya göç etmistir? Tavukçu'nun ilk açıldıgı hali ile bugünkü hali arasındaki farklar nedir? Tavukçu Lokantasını özel kılan nedir? Tavukçunun menüsünde ne gibi değişimler olmuştur? Eski Ankara kültürü dendiğinde neden hep Tavukçu'dan bahsedilir? Tesekkur Ederiz
http://prezi.com/ab7sacfwjprp/tavukcu-lokantas/
Cuma, Mart 25, 2011
CUMHURİYET - ÖZGEN ACAR - 7 Ekim 2014
Ankara Kitapları!
“Ankara’nın Dünü” başlıklı yazılarım nedeniyle, bazı okurlar görmediğim Ankara kitaplarını gönderdiler. 1956’ya gelişimden sonra, Ankaralı olmayı yeğlediğim başkent için bu kitaplarda anlatılanların çoğuna, ben de tanık oldum. Tanıklık yaptığım kişilerin çoğu tek tek göçüp gittiler... Belediyeler, kenti daha da güzelleştirmek yerine çirkinleştirdiler... Keşke bu kitapların yeni baskıları yapılsa ve gençler de sayfalar arasında yitip giden Ankara’nın dününü ilk ağızdan öğrenebilseler...
***
Adı: Ankara Tarihi 1-2
Yazarı: Avram Galanti
Yayınevi: Çağlar Yayınları
Sayfa: 303
Bodrum doğumlu, Yahudi, 1943’te Niğde milletvekili, araştırmacı yazar, kitabında başkentin tarihini, coğrafyasını, tarımını, ticaretini, eğitim kurumlarını, dinsel yapılarını, resmi belgelere dayanarak okura sunuyor. İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeliğinden sonra 1911’de Kahire’ye giden, dönüşünde Darülfünun’da “Doğu Halklarının Eski Tarihi Kürsüsü’nde” profesörlük de yapan yazar, başkentin geçmişini tarihsel bir dizin olarak belgeleyerek anlatıyor.
***
Adı: Şehrin Zulası - Ankara Kalesi
Yayına Hazırlayan: Tanıl Bora
Yayınevi: İletişim Yayınları
Sayfa: 312
Güven Tunç-Figen Özbay ikilisinin başı çektiği kitabın hazırlanmasına 6 araştırmacının da katkıları gözleniyor. Özellikle “Ankara Kalesi’nin” gelmişi ve geçmişi şöyle irdeleniyor: “Tanpınar’ın söyleyişiyle, ‘Bir iç kale, bütün ümitlerin kendisinde toplandığı son sığınak’tır. Kale, Ankara’da ‘şehir ruhu’nun kurtarılabileceği yerdir; şehrin zulasıdır...” Kalenin bireyleri de görselleri ile kitaba yansıyarak belgelendiriyor.
***
Adı: Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir
Yazarı: Güven Tunç
Yayımlayan: Dipnot Yayınları
Sayfa: 223
Başkentin geçmişte kalan bireylerini tanıtan kitap, Ankara’nın yitik toplumsal yapısını da irdeliyor. Ankara’nın mekânlarında, zamanın etkilediği değişimler gözlemleniyor. Bireylerin anlatımlarını görseller bütünlüyor. Sanki “Ankara’nın son yarım yüzyılı” geri dönüşümlü bir film gibi kurgulanıyor.
ÖNSÖZ "BİR AŞK BİR HAYAT BİR ŞEHİR"
Kavafis’in “Bu şehir arkandan gelecektir.” dizesindeki gibi,
her nereye gitsem ardımdan gelen Ankara için…
BU KİTABIN ÖYKÜSÜ
11 Temmuz 2009’da, saat 11 00’de, emekli olduğum ‘Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu'ndan çalışma arkadaşım olan Mustafa ile Sakarya Caddesi'nde bulunan, kuzenine ait; "Baydın Terzihanesi”de buluşuyoruz.
"Tavukçu" Lokantasının sahibi İsmail Bey’i, Mustafa tanıyor. Aynı memleketliler.
Terzihaneden çıkıp, Sakarya’nın cumartesi kalabalığının başımızı döndürmesine aldırmayıp, Ziya Gökalp’in bir yakasından, tıkış tıkış arabalar arasından diğer yakasına koşturuyor ve İnkılâp’ın başındaki "Ayhan" Mağazasını geçip, Tavukçu'ya varıyoruz.
Randevusuz gitmişiz. Neyse ki İsmail Bey yerinde. Nevzat Bey ve başkaları da var. Mustafa beni tanıştırıyor. İsmail Bey ve yanındakilere, yazarlarından biri olduğum ; "Şehrin Zulası- Ankara Kalesi" kitabını göstererek yeni çalışmama ilişkin hayalimi açıklıyorum. Sorulara örnek olsun diye de, "Annesinin ona söylediği bir ninniyi" soruyorum.
İsmail Beyin yüzü birden değişiyor.
"Anneli" bir tümceye başlamışken devamını getiremiyor. Gözyaşları sel. Erken kaybedilmiş, çok iyi bir anne için dökülen gözyaşları bunlar.
Karşımdaki birinin gözleri yaşarırsa ben dayanamam, boğazıma bir şeyler gelir tıkanır, gözlerim yanar, dolar, boşalır. Ben de bırakıyorum gitsin.
Mustafa benden beter.
Hep birlikte ağlıyoruz.
İşte böyle başlıyor bu çalışma.
Bu çalışmayı neden yapıyorum? Çünkü kalbim kanıyor. Çünkü hayatın gelip tıkandığı noktayı çözemiyorum. Çünkü asi çocuklar gibi sokaklarında şarkılar söylediğimiz bu şehrin, insanlarının, yaşantıların, acısıyla tatlısıyla, bir zamanlar ne kadar sahici olduğunu anımsamaya ihtiyacım var.
Ankara’yı, eskileri, çok eskileri bilenleri bulup sormaya çalışıyorum. Özellikle Yenişehir’i bilenleri. Ve özellikle terk edip gitmemiş olanları, hâlâ Ankara’da yaşayanları. Sayı bir hayli yüksek. Ne kadar güzel ki hâlâ yüksek. Ben de; Ankara’yı bir vitrin camından her gün her gün izleyenlerle başlıyor ve ağırlıkla onlarla çıkıyorum yola. Sonlara doğru başka Ankaralılar da katılıyor.
Ben soruyorum onlar yanıtlıyor. Onlar anlatıyor ben not tutuyorum.
Görüştüklerimin çoğu erkek ve çoğunun doğum tarihleri, 1930’un rakamları ama hiçbiri delikanlı ruhunu kaybetmemiş. Duruşlarıyla, umutlarıyla bana güç bana şevk veriyorlar. Hanımefendiler ise zaten genç.
Özellikle ses alma cihazı kullanmadığım görüşmelerimizde, bir deftere, onlar söylüyor ben yazıyorum. O kadar incelikle ve noktalı virgüllü konuşmaya dikkat ediyorlar ki, birçok cümle bizzat kendilerinin güzel cümleleri olarak yer alıyor. Bir şey katamıyorum. Aksine o güzel tümcelerinden benim kelime dağarcığı gelişiyor. Öyle durumlar için, öyle sözcükler kullanıyorlar ki, bilmediğime duymadığıma çok hayıflandığım oluyor. Dilde zenginleşiyorum.
Bir örnek olarak, sorduğumda pek de açıklayıcı yanıtlar alamadığımdan, sormaktan vazgeçtiğim bir soru var; “O dönemlerdeki aşkları”. Bu soruma net yanıtlar alamıyorum. Çünkü hem görüşmelerimiz farklı kuşaktan farklı cinsiyetten olsa gerek biraz mesafeli hem zaman gelmiş geçmiş, aşklar acılar küllenmiş hem onlar, “eski terbiye“ denilen, her şeyin bugünkü gibi söze dökülmediği bir geleneğin çocukları. Ancak o dönemdeki gençleri genel anlamda konuşabiliyoruz. Bakışmanın el ele yürümenin bile çok önemli bir olay olduğu o dönemlerde, genç erkeklerin flört davranışlarını, “meslek erbabı” hanımlardan öğrendiği anlatılıyor. Bu ve başka birçok deyim ve birçok tümce dağarcığıma ekleniyor.
Vazgeçtiğim bir başka soru ise “ninniler” oluyor. Çoğu kendisine uyurken söylenen ninniyi hatırlayamıyor. Çünkü bebekler. Nasıl hatırlasınlar? Yanlış bir soru seçtiğimi fark edip çark ediyorum.
Bu çalışma çok yazarlı bir kitap oluyor. Burada, bu kitapta öyküsü, anıları aktarılan her insan, kendi öyküsünü anlatıyor ben sadece derliyorum. Ve görüşme tarihine göre bir sıralama ile bu kitabı oluşturuyorum.
Çalışma için birçok soru hazırlamışım. Söyleşinin kapısını aralamak amacıyla hazırlanmış mütevazı sorular. Gün oluyor tüm soruları soruyorum gün oluyor bırakıyorum, öylesine doğal akıp gidiyor anlatılanlar, sadece not tutuyorum.
Bazen yazmayı bırakıyorum. Sadece iki kişi arasında kalıyor söylenenler. Sır gibi
Bu bir Ankara kitabı olduğu kadar ‘Ankaralılar’ kitabı da oluyor. Belki daha çok onların. Kibar, mütevazı ve çalışkan insanların kitabı.
İnsana ve eğitime pek çok yatırım ve bağış yapan ve bu hizmetlerinden dolayı aday gösterilip TBMM “Üstün Hizmet Ödülü” alan Ayhan Sümer Bey; bu yaptıklarını sorduğumda, “İnsanları yaşadıkları ülkelere yaşadıkları şehirlere bir takım borçları vardır. Sizin bu çalışmanızın temasına uygun değil o nedenle bu konulara girmedik “ diyerek geçiştiriyor.
Çocukluğumdaki gibi, şehir tanımına uygun, mahallelerin, her mahallede, okulun, çocuk parkının, sağlık ocağının, yazlık kışlık mahalle sinemalarının, özgür çocukların, elmaları çalınacak bahçeli evlerin, o evlerdeki huysuz ve tatlı ihtiyarların, yaz akşamları sokağa yayılan kızartma kokularının, kahkahaların olduğu bir şehri ararken onların anlattıklarında çok daha iyi ve güzel bir Ankara buluyorum.
Benim çocukluğumun Ankarası güzel bir şehirdi.
Onların Ankarası çok daha güzel.
Umudun, akasyaların ve sinemaların şehri.
Medeni insanların.
Bir de bugün hayal edemesek bile pırıl pırıl derelerin.
Bugün bozkır şehri dediğimiz Ankara; kıyılarında piknikler yapılan, kuş seslerinin dinmediği, kocaman balıkların tutulduğu, suyundan bir içenin bir daha içtiği o güzel derelerin, çayların şehri.
O zamanın Ankarası; Ulus, Hisar, Anafartalar Caddesi, Samanpazarı, Dörtyol, Cebeci’den oluşuyor. Sonra; Sıhhiye, Yenişehir, Kızılay. Daha sonra Bahçelievler, Yenimahalle Kavaklıdere, Cinnah geliyor.
Şimdiki hali ise tarif edilemez.
Şehrin büyümesine itiraz eden bir kitap değil bu. Ama çirkinleşmeden, tarihi yapıları koruyarak, şehir estetiğine saygı duyularak, öyküleri çiğneyip geçmeden, eskileri incitmeden, kentli haklarını görmezden gelmeden büyümeyi savunan bir kitap.
Eskiye bakınca; Palabıyığın Meyhanesi, Arnavudun Lokantası, Kürdün Meyhanesi, Acemin Bahçesi, Madam’ın Yeri, bugünkü isimlerden çok daha hayattan, insani ve tanıdık geliyor. Sinemaların pastanelerin isimleri de öyle. Onları dinleyince hiç yabancılık çekmiyorum. Sanki oralarda yemek yemiş, bir filme içlenmiş, bir pastanede gizlice buluşmuş gibi hissediyorum.
“Fukara Tahir”i bir kez daha hatırlıyorum.
Kendi bankalarının, işletmelerinin içini boşaltan modern hırsızların pespayeliklerine inat; yakışıklı, çapkın ve chevrolet tutkunu bir gangsteri, "Necdet Elmas”ı öğreniyorum.
“Hamiyet”in, Esenpark’da mikrofonu bırakıp şarkıya asıldığında, sesinin Sıhhiye’den duyulmasını, insanların durup o sesi dinlemesini gözümün önüne getirebiliyorum.
“O yılların Ankara’sında yaşanan en önemli olaylar neydi?” diye sorduğumda, birbirinden habersiz, olarak anlattıkları; “uçak kazası” ve “sel baskını” olaylarını, tüm dramatik örgüsü ve karakterleriyle birebir yaşamış gibi oluyorum.
Bu çalışmada hedef olmamasına karşın anlattıklarında; bugün bir marka yaratmak için boş yere etek dolusu para döken işletmeler için dikkatle bakarlarsa çok büyük öneriler, önemli öğütler, yaşanmışlıklar, duruşlar, anlayışlar ve yüksek bir ahlak görüyorum.
En çok kendim olmak üzere biz Ankaralılara biraz kızıyorum. Kızıyorum, övünerek “AST” demeyi pek sevdiğimiz, Ankara Sanat Tiyatrosu’na en son ne zaman gittik? Ankara Sanat Sevenler Kulübünden, Sanat Sevenler Derneği’ne ondan da Sanat Kurumu’na evrilen bir büyük örgütün nerede ve hangi koşullarda olduğunu biliyor muyuz? Hangi şehir tam ortasında yer alan güzel, kocaman bir parkı bu denli görmezden gelen bir kibire saplanır? Gençlik Parkı’nı bu denli sahipsiz bırakabilir?
Dediğim gibi en çok kendime kızıyorum.
Özetle; Etlik’te bağı olan da bu kitapta yer alıyor, Etlik Bağları’ndan elma çalan da. “Hacettepe’de adam keserler, sakın gitmeyin” diye korkutulan da, Hacettepe’de elektrik direğine adam bağlayan da bu kitapta yer alıyor.
Ve teşekkürlerim;
Tavukçu Lokantasından Nevzat Gülay’a
Yusuf Yıldırım’a ulaşmamı sağlayan, Emekli-Sen başkanı ve üyelerine şükranlarımı sunuyorum.
Etiketler:
AST,
Ayhan Sümer,
Baykalmağazası,
Bir Aşk Bir Hayat Bir Şehir,
Cebeci Çayırı,
Esenpark,
Etlik Bağları,
Fukara Tahir,
Kavafis,
Meydan Sahnesi,
Necdet Elmas,
Tavukçu İsmail Poyraz
9 Şubat 2012 Perşembe
BU ŞEHİR ARDINDAN GELECEKTİR - ANKARA
http://www.bianet.org/biamag/kitap--2/140758-nereye-gitsem-ardimdan-gelir-ankara#.UEtiWtB3ZpY.facebook
ŞADİYE DÖNÜMCÜ'DEN
"Nereye Gitsem Ardımdan Gelir Ankara"
Güven Tunç'un kitabı yirmi Ankara-Yenişehir sakiniyle tanıştırıyor bizi. Onların yürek ağzıyla anlattıkları sayesinde okuyucu da çıkıyor yola; Ankara'ya ilişkin kendi tanıklığını dahil ederek, bilmediklerini öğrenerek, bildiklerini anımsayarak.
Şadiye DÖNÜMCÜ dosadoster@gmail.com
Sokaklarında asi çocuklar gibi şarkılar söylediği Ankara'nın ve insanlarının bir zamanlarki sahici yaşantılarını anımsamaya ihtiyaç duyunca yola çıkıyor Güven Tunç.** Eski hatta çok eski Ankara'yı -özellikle Yenişehir'i- bilenler, Ankara'yı terkedip gitmemiş olanlar, halen Ankara'yı yaşayanlar, Ankara'yı her gün bir vitrin camından izleyenler de eşlik ediyor bu yolculukta ona.
Soruyor; yaşı 70'in üstündeki delikanlılara ve gencecik hanımefendilere. Verilen yanıtlarda kendi çocukluğundaki her mahallede okul, çocuk parkı, sağlık ocağı, yazlık-kışlık sinemaların bulunduğu; özgür çocukların, elmaları çalınacak bahçeli evlerin, o evlerdeki huysuz ve tatlı ihtiyarların; yaz akşamları sokağa yayılan kızartma kokularının, kahkahaların olduğu Ankara'nın ötesinde çok daha iyi ve güzel bir Ankara bulunca yazıyor; o güzelim kalemiyle.
Sonra kitaplaştırıyor ***. "Bir Aşk Bir Hayat, Bir Şehir: Ankara'nın Mekanları- Zamanları-İnsanları" başlığıyla. Ve sayesinde tanışıyoruz; Ankara-Yenişehir sakini yirmi güzel insanla. Onların yürek ağzıyla anlattıkları sayesinde okuyucu da çıkıyor yola; Ankara'ya ilişkin kendi tanıklığını dahil ederek, bilmediklerini öğrenerek, bildiklerini anımsayarak.
Ankara'nın sahipleri gidince
Yolculuk esnasında İnkilap Sokak'taki Tavukçu Lokantası'nın sahibi İsmail Poyraz "Ben bugüne alışmadım" diyor ve devam ediyor (özetle): "Bu şehir bambaşkaydı. İnsanlık olarak çok gelişmiş, medeni bir şehirdi Ankara. Ulus çok güvenliydi. Gece, kaldığımız hiçbir yeri kilitlediğimizi hatırlamıyorum. Hepimiz yabancıydık, o ya da bu vilayetten gelmiştik ama birbirimizi sever sayardık. Kızılay o zamanlar mütevazıydı. Ankara'da eski hiçbir şey kalmadı. Sahipleri gitti. Çocukları devam etmediler. Kızılay'ı artık eskisi gibi sevmiyorum.
"Üniversite hocaları, tiyatrocular, gazeteciler gelirdi Tavukçu'ya. Belediye Başkanı Vedat Dalokay cumartesi günleri 15 profesörle burada toplanırdı.
"Karadeniz Lokantası'nda çalışırken işçi temsilcisiydim. Patronlar, Allahları var, hiç müdahale etmezdi. İşçiyi bir hafta deneyip evrak ister, sigorta yaptırmadan işe başlatmazdım. Sendika toplantılarını Rüzgarlı'daki bir kahvede yapardık. Orada Ecevit'le çok tartıştım. O tartışmalardan sonra ben solcu oldum. Sendikacılıkta şuna dikkat ettim: Ne sen zarar göreceksin ne yemekler çöpe gidecek."
Bomonti, Karpiç, Süreyya, Esenpark...
"Ankara bir umuttu. Yoktan var edilmiş bir şehrin mucizesindeki umut" diyen Ziya Gökalp Caddesi'ndeki Ayhan mağazasının sahibi Ayhan Sümer devam ediyor (özetle): "9 yaşındayken taşındığımız Hatay Sokak'tan çoğu çocukluk-gençlik arkadaşım pek çok sanatçı-şöhret çıktı: Burhan Doğançay, Fahir Aksoy, Adalet Ağaoğlu (kardeşim), A. Kutsi Tecer, Fehmi Tokay, Altan Öymen, Atila Sav, Ergun Sav, Sevgi Soysal ve diğerleri. Futbol sahamız Ahmetler'deki benzin istasyonunun olduğu yerdi. Topumuzun yukarıdan akan foseptik suyu birikimine kaçması bile oynamaktan vazgeçirtmezdi bizi. Hiç hasta olmazdık. Mimar Kemal'de, Taş Mektep'de, Gazi Lisesi'nde okudum.
"Ankara'nın yeşil olmasında sefaret arazilerinin payı önemlidir. Ankara Palas'ta balolar yapılırdı. Ülke zengin değildi ama herkes şık ve zarifti. Meşrutiyet Caddesi parke taşlı, Cinnah topraktı. Evler bahçeliydi. Gül ve ıhlamur kokardı. Kocatepe Camisi'nin yerinde su deposu vardı. Ulus, ticaret ve sosyal hayat merkeziydi. Dörtyol'da aile çay bahçesi, Samanpazarı'nda Esenpark Gazinosu, Cebeci Çayırı'nda açıkhava sinemaları vardı. Kürdün Meyhanesi, Beyaz Rus Baba Karpiç'in işlettiği Karpiç, Süreyya- Gar gazinoları, akşam üzeri oda müziği yapılan İzmir Caddesi'ndeki Kutlu Pastanesi, Gaz fabrikasının yerinde söğüt ağaçlarının altında Dario Moreno şarkılarıyla bira içilen Bomonti, Sakarya'da Missuri lokantası, SSK rant binasının olduğu yerde Can Yücel'in müdavimi olduğu Buket Lokantası, fiks menü uygulamasını başlatan Kent Oteli, Meşrutiyet'te İntim Gece Kulübü, İzmir Caddesi'nde Gül Ağacı Pavyonu, Olgunlar'da Feyman vardı.
Yıllardır süren piyano dinletisi
"70 senedir Yenişehir'deyim. Mağazamız 57 yıllık. Bunca yıldır Ankara'yı izliyorum. Kızılay'ın -şimdiki- haline üzülüyorum. 1950-60'lar Ankara insanının kültürel yapısını özlüyorum. 1969'da mağazamızda başlattığımız müşteriye akşamları piyano eşliğinde küçük defile yapma uygulamasına sonraları piyanoyla devam ettik. Müşterimiz olmayan da gelip dinlerdi. Hâlâ sürdürüyoruz bize karakteristik olan piyano dinletilerini, saat 12-16 arası."
Ankara'nın taşı, gözlerin yaşı
Yolculuk esnasında Selanik Caddesi'ndeki Filamingo Pastanesi'nin sahibi Dursun Ali Kuluhan anlatıyor (özetle): "Gençlik Parkı'na, Atatürk Orman Çiftliği'ne, trenle Kayaş'a, Cebeci-Ulus-Park sinemalarına giderdik. Sus Sineması'nda rakkase gösterisi olurdu. Seksen kişinin öldüğü uçak kazasının olduğu günü hatırlıyorum. Pastanenin kokteyl salonunda sanatçılar sabaha kadar eğlenirdi. Bize hep sarhoşa dokunulmaz denirdi. Merakımdan bir şişe votka içip sarhoş olunca anladım ki, insanın aklı başında oluyor ama ayakları yürümüyor. Sonraları küfreden her sarhoşu dövdüm. Ankara'yla ilgili bir şarkı mı? Ankara'nın taşına bak/ gözlerimin yaşına bak."
"Ahhh Ankara... Avucumun içi"
Anılara, mekanlara yolculuğumuz sırasında Denizciler Caddesi'ndeki Boğaziçi Lokantası'nın sahibi Halil İbrahim Boyacıoğlu "Ah o yıllarım" diyor, Mithatpaşa Berber Salonu'nun sahibi Salih Atakan "Bizim kuşak zor kuşak. 2. Dünya Harbi kıtlık, fakirlikti" diyor. Atatürk Bulvarı'ndaki Baykal Mağazası'nın sahibi İlhami Baykaler "Ulus'taki, Kurtuluş Savaşı'nı ifade eden heykeli sarıya boyanmış haliyle değil, orijinaliyle severim" diyor. Piknik Okulu'ndan yetişen Bayındır Sokak'taki Net Piknik'in sahibi Eren Önat "Bugün Ankara modernleşmiş bir kasaba" diyor, İzmir Pasajı'ndaki berber Mustafa Bağışlar "Ahhh Ankara... Avucumun içi "diyor.
Akasya ve serçe
"Eskiden düzgün giyinmek modaydı, şimdi paçavra gibi giyinmek moda oldu. Yırtık giyilmez, yama yapılırdı. Örücülük üst tabakaya yönelikti. Giyimine meraklı kişilere hizmet ediyoruz" diyen Necatibey Caddesi'ndeki Örücü Arif(Güngör) ile, "Sıhhiye-Kızılay arasındaki akasya ağaçlarının üzerine akşamları binlerce serçe kuşu konardı. Bir ara, belediye oradan geçenlerin üstü kirlenmesin diye dalların hemen altına kepenk gibi mekanizmalar koymuştu. Bulvarda o kuşların cıvıltılarını duyardınız" diyen hukukçu ve Eski Ankara Milletvekili Kamil Ateşoğulları'yla karşılaşıyoruz.
Tulumba, Yağlıdüzgün kremi, kurbağa
Zafer Çarşısı'ndaki İpekçi Cemal (Cemalettin Tatlı), "Ankara kendi başına güzeldir. Bent deresinde balık olurdu. Adliye'nin oradan geçen İncesu deresinin yanındaki çamların dibinde yattım ben. 961'de Büyük Sinema'ya Afrikalı tamtamlar geldi. İlk yürüyen merdiven, Anafartalar Çarşısı'na yapıldı. Şehir suyu yoktu. Sokaklarda tulumbalar, çeşmeler vardı. 950'lerde 'Yağlıdüzgün' kremini kadın müşterilerimize çay kaşığı sapıyla kutuya koyup verirdik. Biraderimle ayakta kalmak için süt kabına düşen iki kurbağa gibi çabaladık. Abim öldü. Ben çırpınmam sırasında oluşan süt kaymağının üzerine çıkıp kurtuldum" diyor.
Yolculuğumuz sürüyor. Nergis-Menekşe-Kavaklıdere sinemalarının sahibi Ayhan Nergis "Sinema eğitim aracı. İyiyi ve kötüyü hemen verir. Toplumu bir noktada tutar. Uğultuyla patlayıp ardından alev topuna dönen uçağın düşmesini, 960 İhtilali'ndeki Kızılay'da olanları, uçak kazasından sağ kurtulan Menderes'in trenle Ankara'ya gelişini, Atatürk'ün naaaşının Ankara'ya getirilişini unutmadım" diyor.
Düğmeci Avram, Terzi Artin
Ataç sokak sakini Asuman Emre anlatıyor: "Yenişehir sokakları safi akasyaydı. Buralar Yahudi mahallesiydi. 'Düğmeci Avram' vardı. Paltolarımızı Güvercin Sokak'taki Artin Usta dikerdi. Şen Triko ve Talip'den giyinirdik.
"Açıktan akan İncesu boklu dereydi. 61 ve 68'de iki büyük sel oldu. Köylüler ürünlerini Yenişehir Pazarı'na trenle getirirdi. Kocabeyoğlu Pasajı'nın altında sahaflar vardı. Annem semtini çok sever, 'okul yakıncacık. Kızılay beş dakika, dolmuş-otobüs ayağımızın altında. Evin mevkii çok güzel' derdi.
Piknik, dondurma, Dalokay...
"Ankara'da bir başkadır hüzünle yaprakları çiğnemek" diyen Nergis-Menekşe Sinemaları'nın sahibi Göker Zafer Şener, "Ankara dondurma gibidir; hem tatlı hem soğuk" diyen Ataç Sokak sakini Nil Öget, "Ankara Sanat Tiyatrosu'nun (AST) giriş kapısında 'Geç kalanlar birinci perdeyi göremez" yazardı diyen Ihlamur Sokak'taki AST çalışanı Tekin Yücebalkan, "Reşat-Vahit Beylerin işlettiği 'Piknik' gibi lokanta bir daha Ankara'ya gelmez" diyen Ankara sakini Ünal Tanıl, "Ankara; bir Dalokay döneminde Ankara oldu" diyen sendikacı Yusuf Yıldırım'ın anlattıkları öyle ilginç ki...
Kitap bitince, attım kendimi Atatürk Bulvarı'na; üstüme başıma akasya ağaçlarındaki serçeler pislesin diye. (ŞD/YY)
* Ankarasever.
** Güven Tunç: Sosyal hizmet uzmanı. "Gökyüzünü Arayan Mavi" ile "Elim Sende (Benim Haklarım, Annemin Hakları, Dünyamın Hakları)" kitaplarını yazdı. "Şehrin Zulası: Ankara Kalesi" kitabının yazarlarından.
Bir Aşk, Bir Hayat, Bir Şehir, Güven TUNÇ, Dipnot Yayınları, 2011
ŞADİYE DÖNÜMCÜ'DEN
"Nereye Gitsem Ardımdan Gelir Ankara"
Güven Tunç'un kitabı yirmi Ankara-Yenişehir sakiniyle tanıştırıyor bizi. Onların yürek ağzıyla anlattıkları sayesinde okuyucu da çıkıyor yola; Ankara'ya ilişkin kendi tanıklığını dahil ederek, bilmediklerini öğrenerek, bildiklerini anımsayarak.
Şadiye DÖNÜMCÜ dosadoster@gmail.com
Sokaklarında asi çocuklar gibi şarkılar söylediği Ankara'nın ve insanlarının bir zamanlarki sahici yaşantılarını anımsamaya ihtiyaç duyunca yola çıkıyor Güven Tunç.** Eski hatta çok eski Ankara'yı -özellikle Yenişehir'i- bilenler, Ankara'yı terkedip gitmemiş olanlar, halen Ankara'yı yaşayanlar, Ankara'yı her gün bir vitrin camından izleyenler de eşlik ediyor bu yolculukta ona.
Soruyor; yaşı 70'in üstündeki delikanlılara ve gencecik hanımefendilere. Verilen yanıtlarda kendi çocukluğundaki her mahallede okul, çocuk parkı, sağlık ocağı, yazlık-kışlık sinemaların bulunduğu; özgür çocukların, elmaları çalınacak bahçeli evlerin, o evlerdeki huysuz ve tatlı ihtiyarların; yaz akşamları sokağa yayılan kızartma kokularının, kahkahaların olduğu Ankara'nın ötesinde çok daha iyi ve güzel bir Ankara bulunca yazıyor; o güzelim kalemiyle.
Sonra kitaplaştırıyor ***. "Bir Aşk Bir Hayat, Bir Şehir: Ankara'nın Mekanları- Zamanları-İnsanları" başlığıyla. Ve sayesinde tanışıyoruz; Ankara-Yenişehir sakini yirmi güzel insanla. Onların yürek ağzıyla anlattıkları sayesinde okuyucu da çıkıyor yola; Ankara'ya ilişkin kendi tanıklığını dahil ederek, bilmediklerini öğrenerek, bildiklerini anımsayarak.
Ankara'nın sahipleri gidince
Yolculuk esnasında İnkilap Sokak'taki Tavukçu Lokantası'nın sahibi İsmail Poyraz "Ben bugüne alışmadım" diyor ve devam ediyor (özetle): "Bu şehir bambaşkaydı. İnsanlık olarak çok gelişmiş, medeni bir şehirdi Ankara. Ulus çok güvenliydi. Gece, kaldığımız hiçbir yeri kilitlediğimizi hatırlamıyorum. Hepimiz yabancıydık, o ya da bu vilayetten gelmiştik ama birbirimizi sever sayardık. Kızılay o zamanlar mütevazıydı. Ankara'da eski hiçbir şey kalmadı. Sahipleri gitti. Çocukları devam etmediler. Kızılay'ı artık eskisi gibi sevmiyorum.
"Üniversite hocaları, tiyatrocular, gazeteciler gelirdi Tavukçu'ya. Belediye Başkanı Vedat Dalokay cumartesi günleri 15 profesörle burada toplanırdı.
"Karadeniz Lokantası'nda çalışırken işçi temsilcisiydim. Patronlar, Allahları var, hiç müdahale etmezdi. İşçiyi bir hafta deneyip evrak ister, sigorta yaptırmadan işe başlatmazdım. Sendika toplantılarını Rüzgarlı'daki bir kahvede yapardık. Orada Ecevit'le çok tartıştım. O tartışmalardan sonra ben solcu oldum. Sendikacılıkta şuna dikkat ettim: Ne sen zarar göreceksin ne yemekler çöpe gidecek."
Bomonti, Karpiç, Süreyya, Esenpark...
"Ankara bir umuttu. Yoktan var edilmiş bir şehrin mucizesindeki umut" diyen Ziya Gökalp Caddesi'ndeki Ayhan mağazasının sahibi Ayhan Sümer devam ediyor (özetle): "9 yaşındayken taşındığımız Hatay Sokak'tan çoğu çocukluk-gençlik arkadaşım pek çok sanatçı-şöhret çıktı: Burhan Doğançay, Fahir Aksoy, Adalet Ağaoğlu (kardeşim), A. Kutsi Tecer, Fehmi Tokay, Altan Öymen, Atila Sav, Ergun Sav, Sevgi Soysal ve diğerleri. Futbol sahamız Ahmetler'deki benzin istasyonunun olduğu yerdi. Topumuzun yukarıdan akan foseptik suyu birikimine kaçması bile oynamaktan vazgeçirtmezdi bizi. Hiç hasta olmazdık. Mimar Kemal'de, Taş Mektep'de, Gazi Lisesi'nde okudum.
"Ankara'nın yeşil olmasında sefaret arazilerinin payı önemlidir. Ankara Palas'ta balolar yapılırdı. Ülke zengin değildi ama herkes şık ve zarifti. Meşrutiyet Caddesi parke taşlı, Cinnah topraktı. Evler bahçeliydi. Gül ve ıhlamur kokardı. Kocatepe Camisi'nin yerinde su deposu vardı. Ulus, ticaret ve sosyal hayat merkeziydi. Dörtyol'da aile çay bahçesi, Samanpazarı'nda Esenpark Gazinosu, Cebeci Çayırı'nda açıkhava sinemaları vardı. Kürdün Meyhanesi, Beyaz Rus Baba Karpiç'in işlettiği Karpiç, Süreyya- Gar gazinoları, akşam üzeri oda müziği yapılan İzmir Caddesi'ndeki Kutlu Pastanesi, Gaz fabrikasının yerinde söğüt ağaçlarının altında Dario Moreno şarkılarıyla bira içilen Bomonti, Sakarya'da Missuri lokantası, SSK rant binasının olduğu yerde Can Yücel'in müdavimi olduğu Buket Lokantası, fiks menü uygulamasını başlatan Kent Oteli, Meşrutiyet'te İntim Gece Kulübü, İzmir Caddesi'nde Gül Ağacı Pavyonu, Olgunlar'da Feyman vardı.
Yıllardır süren piyano dinletisi
"70 senedir Yenişehir'deyim. Mağazamız 57 yıllık. Bunca yıldır Ankara'yı izliyorum. Kızılay'ın -şimdiki- haline üzülüyorum. 1950-60'lar Ankara insanının kültürel yapısını özlüyorum. 1969'da mağazamızda başlattığımız müşteriye akşamları piyano eşliğinde küçük defile yapma uygulamasına sonraları piyanoyla devam ettik. Müşterimiz olmayan da gelip dinlerdi. Hâlâ sürdürüyoruz bize karakteristik olan piyano dinletilerini, saat 12-16 arası."
Ankara'nın taşı, gözlerin yaşı
Yolculuk esnasında Selanik Caddesi'ndeki Filamingo Pastanesi'nin sahibi Dursun Ali Kuluhan anlatıyor (özetle): "Gençlik Parkı'na, Atatürk Orman Çiftliği'ne, trenle Kayaş'a, Cebeci-Ulus-Park sinemalarına giderdik. Sus Sineması'nda rakkase gösterisi olurdu. Seksen kişinin öldüğü uçak kazasının olduğu günü hatırlıyorum. Pastanenin kokteyl salonunda sanatçılar sabaha kadar eğlenirdi. Bize hep sarhoşa dokunulmaz denirdi. Merakımdan bir şişe votka içip sarhoş olunca anladım ki, insanın aklı başında oluyor ama ayakları yürümüyor. Sonraları küfreden her sarhoşu dövdüm. Ankara'yla ilgili bir şarkı mı? Ankara'nın taşına bak/ gözlerimin yaşına bak."
"Ahhh Ankara... Avucumun içi"
Anılara, mekanlara yolculuğumuz sırasında Denizciler Caddesi'ndeki Boğaziçi Lokantası'nın sahibi Halil İbrahim Boyacıoğlu "Ah o yıllarım" diyor, Mithatpaşa Berber Salonu'nun sahibi Salih Atakan "Bizim kuşak zor kuşak. 2. Dünya Harbi kıtlık, fakirlikti" diyor. Atatürk Bulvarı'ndaki Baykal Mağazası'nın sahibi İlhami Baykaler "Ulus'taki, Kurtuluş Savaşı'nı ifade eden heykeli sarıya boyanmış haliyle değil, orijinaliyle severim" diyor. Piknik Okulu'ndan yetişen Bayındır Sokak'taki Net Piknik'in sahibi Eren Önat "Bugün Ankara modernleşmiş bir kasaba" diyor, İzmir Pasajı'ndaki berber Mustafa Bağışlar "Ahhh Ankara... Avucumun içi "diyor.
Akasya ve serçe
"Eskiden düzgün giyinmek modaydı, şimdi paçavra gibi giyinmek moda oldu. Yırtık giyilmez, yama yapılırdı. Örücülük üst tabakaya yönelikti. Giyimine meraklı kişilere hizmet ediyoruz" diyen Necatibey Caddesi'ndeki Örücü Arif(Güngör) ile, "Sıhhiye-Kızılay arasındaki akasya ağaçlarının üzerine akşamları binlerce serçe kuşu konardı. Bir ara, belediye oradan geçenlerin üstü kirlenmesin diye dalların hemen altına kepenk gibi mekanizmalar koymuştu. Bulvarda o kuşların cıvıltılarını duyardınız" diyen hukukçu ve Eski Ankara Milletvekili Kamil Ateşoğulları'yla karşılaşıyoruz.
Tulumba, Yağlıdüzgün kremi, kurbağa
Zafer Çarşısı'ndaki İpekçi Cemal (Cemalettin Tatlı), "Ankara kendi başına güzeldir. Bent deresinde balık olurdu. Adliye'nin oradan geçen İncesu deresinin yanındaki çamların dibinde yattım ben. 961'de Büyük Sinema'ya Afrikalı tamtamlar geldi. İlk yürüyen merdiven, Anafartalar Çarşısı'na yapıldı. Şehir suyu yoktu. Sokaklarda tulumbalar, çeşmeler vardı. 950'lerde 'Yağlıdüzgün' kremini kadın müşterilerimize çay kaşığı sapıyla kutuya koyup verirdik. Biraderimle ayakta kalmak için süt kabına düşen iki kurbağa gibi çabaladık. Abim öldü. Ben çırpınmam sırasında oluşan süt kaymağının üzerine çıkıp kurtuldum" diyor.
Yolculuğumuz sürüyor. Nergis-Menekşe-Kavaklıdere sinemalarının sahibi Ayhan Nergis "Sinema eğitim aracı. İyiyi ve kötüyü hemen verir. Toplumu bir noktada tutar. Uğultuyla patlayıp ardından alev topuna dönen uçağın düşmesini, 960 İhtilali'ndeki Kızılay'da olanları, uçak kazasından sağ kurtulan Menderes'in trenle Ankara'ya gelişini, Atatürk'ün naaaşının Ankara'ya getirilişini unutmadım" diyor.
Düğmeci Avram, Terzi Artin
Ataç sokak sakini Asuman Emre anlatıyor: "Yenişehir sokakları safi akasyaydı. Buralar Yahudi mahallesiydi. 'Düğmeci Avram' vardı. Paltolarımızı Güvercin Sokak'taki Artin Usta dikerdi. Şen Triko ve Talip'den giyinirdik.
"Açıktan akan İncesu boklu dereydi. 61 ve 68'de iki büyük sel oldu. Köylüler ürünlerini Yenişehir Pazarı'na trenle getirirdi. Kocabeyoğlu Pasajı'nın altında sahaflar vardı. Annem semtini çok sever, 'okul yakıncacık. Kızılay beş dakika, dolmuş-otobüs ayağımızın altında. Evin mevkii çok güzel' derdi.
Piknik, dondurma, Dalokay...
"Ankara'da bir başkadır hüzünle yaprakları çiğnemek" diyen Nergis-Menekşe Sinemaları'nın sahibi Göker Zafer Şener, "Ankara dondurma gibidir; hem tatlı hem soğuk" diyen Ataç Sokak sakini Nil Öget, "Ankara Sanat Tiyatrosu'nun (AST) giriş kapısında 'Geç kalanlar birinci perdeyi göremez" yazardı diyen Ihlamur Sokak'taki AST çalışanı Tekin Yücebalkan, "Reşat-Vahit Beylerin işlettiği 'Piknik' gibi lokanta bir daha Ankara'ya gelmez" diyen Ankara sakini Ünal Tanıl, "Ankara; bir Dalokay döneminde Ankara oldu" diyen sendikacı Yusuf Yıldırım'ın anlattıkları öyle ilginç ki...
Kitap bitince, attım kendimi Atatürk Bulvarı'na; üstüme başıma akasya ağaçlarındaki serçeler pislesin diye. (ŞD/YY)
* Ankarasever.
** Güven Tunç: Sosyal hizmet uzmanı. "Gökyüzünü Arayan Mavi" ile "Elim Sende (Benim Haklarım, Annemin Hakları, Dünyamın Hakları)" kitaplarını yazdı. "Şehrin Zulası: Ankara Kalesi" kitabının yazarlarından.
Bir Aşk, Bir Hayat, Bir Şehir, Güven TUNÇ, Dipnot Yayınları, 2011
8 Şubat 2012 Çarşamba
DOKUNSAN KIRILAN DOKUNMASAN KURUYAN İNSANLAR
DOKUNSAN KIRILAN DOKUNMASAN KURUYAN İNSANLAR
(Yaşlılık Hikâyeleri)
Kitap, adını, Hasan Hüseyin’in incelikli bir dizesinden esinlenerek alıyor;
“İncecikti
gül dalıydı
dokunsan kırılacaktı
dokunmadım kurudu”
Ve bu isim de bu kitaba çok yakışıyor.
Kısa kısa alıntılarla kitabı biraz tanıyalım.
Evet, bu kitap biraz huzurevini anlatıyor.
“Çemişgezek Huzurevini”
“Tuvalet ihtiyacı dışında odasından çıkmayan Makbuş banyo yapmak yerine kolonyalı pamukla - aklına geldikçe-silinmeyi yeğlerdi” diye Makbuş’u,
“Sıcak su varken banyo yapmayıp, yokken ‘yapacağım’ diye kıyameti koparmayı yeğlerdi. Aklına estiğinde dalgalı gümüş kırçıllı saçlarını floresan sarısı renge boyardı” diye Menşure Hanımı,
“Arkaya yatırarak taradığı briyantinli saçları, özenli giyimi, ipek fular- mendilleri, ille de ‘rob döşambır’ı ….” diye anlattığı Ragıp Beyi,
“Refakatcısının desteğiyle yaşamını sürdüren, mamasını yerken bebekleşen, önlüklüyken yakalanmaktan hoşlanmayan…” özel bakıma muhtaç spastik engelli Erkan’ı anlatıyor.
Evet bu kitap biraz yaşlıları ve yaşlılığı anlatıyor;
“…kadın resmen peçetelere, karton torbalara, kutulara aşık, valla. Küçük tuvalet tavana kadar şişeyle dolu ama ‘birini ver; yağ şişesi yapayım’ desen vermez “ diye Dilbahar Hanımın çöp evini,
“Nesime benim çoraplarımı çıkarmama yardım ediyor ben de onun –kireçlenmiş kollarını kaldıramadığından- giyinmesine yardımcı oluyorum…….Günün en keyifli anı Nesime’nin alnına bir öpücük kondurmak ve ‘Allah rahatlık versin’ demek” diye Itır kokusundan yüreği dağlanan beyefendiyi,
“Pazar öğlen yemeğine çocukları ve torunları için kendi elleriyle yaptığı balık, çiğbörek, salata (yirmi çeşit ot-sebze-baharatlı) ve höşmerim yenirken başka şeylerle ilgilenen, sevimsiz- iştah kaçırıcı konular açan torunlarına bozulan, ağza alınan her lokmanın “iyi ki yaşıyorum” sevinciyle çiğnenerek yaşamın tadına varılması gerektiğini söylermiş” diye Faik Amcayı
Ama bu kitap çokça hayatı anlatıyor;
“Akşam olduğunda karpuzdan yaptığı fenerlerin içine yerleştirdiği yağ kandilleriyle aydınlattığı arka bahçedeki asmanın altında ‘Giritli gelin’ yengemin yaptığı mezelerin eşliğinde amcam ve dayımla kaşıklayarak rakısını içerken, bana da koklatırdı. İşte o yüzden arkadaş toplantılarında önümdeki sek rakı kadehini babamın ruhuna gideceğine inanarak koklarım” diye oğlunun ağzından Filinta Bahri’yi anlatıyor
Ama bu kitap çokça kadınları anlatıyor;
“Kendine bile hayrı olmayan bir adamın kahrını, tam otuz dokuz yıl çektim. Nihayetinde ölüm koparttı, beni ondan. Kokusuna bile katlanamadığım bir adamla bunca yıl” diye Süreyya Hanımı,
“Beşinci sınıftayken ısrarla babama ’Ayten, Öğretmen okulunun sınavına girerse, kazanır. Öğretmen olur! Eli ekmek tutar! Dediyse de ikna edemedi” diye Ayten Hanımı,
“Ben yıllarca hep birileri için yaşadım. Ve çok geç akıllandım. Şimdi kendi kahkaha sesimi duyunca sevindirik oluyorum. Çınlayan her kahkahamla yılların yorgunluğunu atıyorum da” diye Kehrüba Teyze’yi anlatıyor.
Ama bu kitap çokça aşkı anlatıyor;
“Bu gün çok akıllı bir kız tanıdım. Tarih 13. Şubat. 1954” diye kara kaplı defterine not düşen ve ne edip edip o kızla evlenen Çavuş Amca ile Zülfiye Teyzeyi anlatıyor.
Hayat gibi; renkli, kederli, sade, karmaşık, trajik öykülerden oluşan bir kitap.
Bir de komedisi var.
Ekşi sözlük yazarlarının babaanne küfürlerine güldüğüm kadar beni güldüren bir komedisi.
“Nasıl kızdırmaz; çok zengin olduğu halde elektrik gitmesin diye evini hala ‘gırgır’la süpüren, su harcamamak için bütün gün çişleri biriktirip, gece yatmadan önce sifonu bir defaya mahsus çeken, ….. telefonda en uzun 20 saniye konuşan, karanlıkta televizyon izleyen, bayramda gelen çocuklara şeker vermemek için kapı açmayan…..” diye uzun ve güzel bir komedisi.
Ellerine sağlık Şadiye.
Ne iyi yapmışsın.
13 Ağustos 2012
(Yaşlılık Hikâyeleri)
Kitap, adını, Hasan Hüseyin’in incelikli bir dizesinden esinlenerek alıyor;
“İncecikti
gül dalıydı
dokunsan kırılacaktı
dokunmadım kurudu”
Ve bu isim de bu kitaba çok yakışıyor.
Kısa kısa alıntılarla kitabı biraz tanıyalım.
Evet, bu kitap biraz huzurevini anlatıyor.
“Çemişgezek Huzurevini”
“Tuvalet ihtiyacı dışında odasından çıkmayan Makbuş banyo yapmak yerine kolonyalı pamukla - aklına geldikçe-silinmeyi yeğlerdi” diye Makbuş’u,
“Sıcak su varken banyo yapmayıp, yokken ‘yapacağım’ diye kıyameti koparmayı yeğlerdi. Aklına estiğinde dalgalı gümüş kırçıllı saçlarını floresan sarısı renge boyardı” diye Menşure Hanımı,
“Arkaya yatırarak taradığı briyantinli saçları, özenli giyimi, ipek fular- mendilleri, ille de ‘rob döşambır’ı ….” diye anlattığı Ragıp Beyi,
“Refakatcısının desteğiyle yaşamını sürdüren, mamasını yerken bebekleşen, önlüklüyken yakalanmaktan hoşlanmayan…” özel bakıma muhtaç spastik engelli Erkan’ı anlatıyor.
Evet bu kitap biraz yaşlıları ve yaşlılığı anlatıyor;
“…kadın resmen peçetelere, karton torbalara, kutulara aşık, valla. Küçük tuvalet tavana kadar şişeyle dolu ama ‘birini ver; yağ şişesi yapayım’ desen vermez “ diye Dilbahar Hanımın çöp evini,
“Nesime benim çoraplarımı çıkarmama yardım ediyor ben de onun –kireçlenmiş kollarını kaldıramadığından- giyinmesine yardımcı oluyorum…….Günün en keyifli anı Nesime’nin alnına bir öpücük kondurmak ve ‘Allah rahatlık versin’ demek” diye Itır kokusundan yüreği dağlanan beyefendiyi,
“Pazar öğlen yemeğine çocukları ve torunları için kendi elleriyle yaptığı balık, çiğbörek, salata (yirmi çeşit ot-sebze-baharatlı) ve höşmerim yenirken başka şeylerle ilgilenen, sevimsiz- iştah kaçırıcı konular açan torunlarına bozulan, ağza alınan her lokmanın “iyi ki yaşıyorum” sevinciyle çiğnenerek yaşamın tadına varılması gerektiğini söylermiş” diye Faik Amcayı
Ama bu kitap çokça hayatı anlatıyor;
“Akşam olduğunda karpuzdan yaptığı fenerlerin içine yerleştirdiği yağ kandilleriyle aydınlattığı arka bahçedeki asmanın altında ‘Giritli gelin’ yengemin yaptığı mezelerin eşliğinde amcam ve dayımla kaşıklayarak rakısını içerken, bana da koklatırdı. İşte o yüzden arkadaş toplantılarında önümdeki sek rakı kadehini babamın ruhuna gideceğine inanarak koklarım” diye oğlunun ağzından Filinta Bahri’yi anlatıyor
Ama bu kitap çokça kadınları anlatıyor;
“Kendine bile hayrı olmayan bir adamın kahrını, tam otuz dokuz yıl çektim. Nihayetinde ölüm koparttı, beni ondan. Kokusuna bile katlanamadığım bir adamla bunca yıl” diye Süreyya Hanımı,
“Beşinci sınıftayken ısrarla babama ’Ayten, Öğretmen okulunun sınavına girerse, kazanır. Öğretmen olur! Eli ekmek tutar! Dediyse de ikna edemedi” diye Ayten Hanımı,
“Ben yıllarca hep birileri için yaşadım. Ve çok geç akıllandım. Şimdi kendi kahkaha sesimi duyunca sevindirik oluyorum. Çınlayan her kahkahamla yılların yorgunluğunu atıyorum da” diye Kehrüba Teyze’yi anlatıyor.
Ama bu kitap çokça aşkı anlatıyor;
“Bu gün çok akıllı bir kız tanıdım. Tarih 13. Şubat. 1954” diye kara kaplı defterine not düşen ve ne edip edip o kızla evlenen Çavuş Amca ile Zülfiye Teyzeyi anlatıyor.
Hayat gibi; renkli, kederli, sade, karmaşık, trajik öykülerden oluşan bir kitap.
Bir de komedisi var.
Ekşi sözlük yazarlarının babaanne küfürlerine güldüğüm kadar beni güldüren bir komedisi.
“Nasıl kızdırmaz; çok zengin olduğu halde elektrik gitmesin diye evini hala ‘gırgır’la süpüren, su harcamamak için bütün gün çişleri biriktirip, gece yatmadan önce sifonu bir defaya mahsus çeken, ….. telefonda en uzun 20 saniye konuşan, karanlıkta televizyon izleyen, bayramda gelen çocuklara şeker vermemek için kapı açmayan…..” diye uzun ve güzel bir komedisi.
Ellerine sağlık Şadiye.
Ne iyi yapmışsın.
13 Ağustos 2012
5 Şubat 2012 Pazar
SÜPER STAR AJDA PEKKAN'IN YEPYENİ ŞARKISI "ACIMADI Kİ ACIMADI Kİİİİ"
"ACIMADI Kİ ACIMADI Kİİİİ"
SENİ KİM İNCİTTİ KÜÇÜK KIZ YA DA KÜÇÜK OĞLAN
Kimimizin annesi ya da babası erken ölür.Fena kırılırız.
Kimimizin hep yanındadır ana babası ama ihmal eder. Bazı durumlarda ana babamızı kaybetmekten çok daha fena kırılırız.
Kimimizn kardeşi yoktur kimimizin kardeşi çoktur. Olmasa da olsa da çoğunlukla kırılırız.
Ama onunki, onlarınki, belki çoğumuzunki böyle bir kırılma değil sanıyorum.
"Mutlak" bir kırılma değil.
"Göreceli" kırılma.
Şu hep ayağımızda takılı olan çelme.
Yani bir şeyin salt yokluğundan kaynaklı değil, aynı zamanda bu yokluğun, yoksunluğun başkalarınca bilinmesi ve yargılanması ile ilgili, kınanması ile ilgili, acınması ile ilgili.
On altı yaş kırılması.
Gülse Birsel'in Karedeniz'li karakteri gibi söylersek
Bilemedin on yedi, olmadı on dokuz en fazla yirmi bir.
Ama galiba bu tam on altı yaş kırılması.
Aslında güzel olan sensindir de o başka bir kıza gitmiştir. Ya da güçlü olan sensindir de o başka bir oğlana gitmiştir. Kırılırsın.
Artık ona ve herkese kanıtlamaya çalışırsın; "Ben daha güzelim" "Ben daha gencim", "Ben daha güçlüyüm", "Daha yakışıklıyım" .....
Oysa senin gözlerin daha güzeldir, yüreğin daha temizdir, eğitimin daha iyidir, ailen daha görgülüdür, sen müthiş bir sese sahipsindir. Hiç fark etmez. Sevgi bu , seçim bu. O başka birinin ardından çekip gitmiştir. Yıkılırsın
İnanamazsın.
Ondan sonra eğer farkında olmazsan ömür boyu nefes nefese sürecek bir koşturmanın içine düşersin. Yorgunluktan ölsen bile dur durak bilmez bir yarışta geri kalamaz, ölümüne koşar koşar koşarsın. Adı rekabettir ve sahiden ölümünedir.
"Bak herkes beni beğeniyor, gördün mü?, "Zamanında beni anlayacaktın, artık ben seninle yapamam, ah canım artık hiç vaktim yok", "Ah çok sevindim, beni de görüyorsun işte konserler, partiler, sevgililer, tek taşlar, pırlantalar, pırıltılar, eğlenceler, flörtler ve hatta evlilikler yani onlar, bunlar, şunlar"
Öyle bir noktaya varırki iş; "Ben en güzelim", "Ben en yakışıklıyım ve güçlüyüm" noktasındasındır. Sahiden o noktasındasındır. Herşeyin "en" isindir.En iyi, en güzel, en güçlü, en sevilen, en başarılı, en zengin, en en ennnn.
Ama kalbin aynı kırıklıktan bir milim oynamamıştır. O ıssız kırgınlık...O yalnızlık. O ruh üşümesi.
Artık bütün güzel kadınlar, mutlu sandığın kadınlar, senden genç olan kadınlar hepsi hepsi senin rakibindir.
Erkekler için de öyle
Bir büyük fay kırıklığının tuzağında bocalar durursun.
Ama belki de seni sen yapan bu kırıklıktır işte.
Ajda Pekkan'a bir bakın.
On altı yaş tazeliği, güzelliğinde ve giyiminde.
Hâlâ aynı şarkıyı başka bir yorumla söylüyor.
"Acımadı ki, Acımadı kiiiiii"
Çoğumuzda da, hangi dilde olursa olsun aynı şarkı
"Acımadı ki, Acımadı kiiiiii"
Ve tabi ki Nebahat Çehre...
Seni kim incitti küçük kız?
Temmuz 2012
2 Ocak 2012 Pazartesi
EV EKSENLİ ÇALIŞAN ARKADAŞLARIMIZIN ÜRÜNLERİNİ PAZARLAMAYA YÖNELİK BİR STRATEJİ OLUŞTURMA SÜRECİ İÇİN BİR KAÇ ÖNERİ
Bu yazıda, ev eksenli ve kendi hesabına çalışan bir arkadaşımdan hareket ederek, ürünlerin pazarlanması için bir strateji oluşturma sürecine katkı vermeye çalışacağım.
Pazarlama; kişilerin ve örgütlerin amaçlarına uygun şekilde ürettikleri mal ve hizmetleri; fiyatlandırma, dağıtım, satış çabaları ile araştırma, planlama ve uygulamaya süreçlerinin toplamıdır.
Pazarlamanın; satış öncesi, satış sırası ve satış sonrası gibi aşamaları vardır.
Üretimden fiyatlandırmaya, araştırmadan satış sonrası hizmetlere her süreç pazarlama faaliyetinin içindedir.
Son zamanlarda; Müşteri Odaklı Pazarlama Stratejileri daha yaygın uygulanmaktadır.
Bu strateji; müşterinin neye ihtiyacı olduğunu, ne istediğini anlamak ve ona uygun üretim yapmak ve satışı organize etmek olarak ifade edilmektedir.
Bu genel tanımlar ışığında ev eksenli çalışan kadının üretim kalitesinin bir hayli yüksek olmasına karşılık pazarda yer bulamamasının nedenlerine bir bakalım;
En önemli neden; ister kendi hesabına çalışsın ister bir dernek, kooperatif çatısı altında çalışsın, arkadaşımızın kendini çalışan bir kadın olarak görmemesi. Kendini bir ev kadını olarak algılaması. Hatta bunda direnmesi. Geleneksel aile baskısı yanında, bir de kendisinin ev kadını kimliğine kalmaya direnmesi…
Bir kadının marifetli olması güzel bir şey, o marifeti konu komşuya sergilemesi de öyle. Ama bu alanda para etmiyor bu. Bize bir yararı yok.
Biz istiyoruz ki üretelim ama gerisine karışmayalım, kafamızı yormayalım, evimizden, mahallemizden çıkmayalım, bilmediğimiz mecralara girmeyelim, tanımadığımız insanlarla muhatap olmayalım, değişmeyelim. Başkaları yapsın bizim adımıza. Biz ne anlarız pazardan, piyasadan, pazarlamadan.
Başkalarının bizim adımıza bu işleri yaptığı da oluyor. Bu yöntem iki şekilde gerçekleşiyor. Birincisinde kadınlarla ilgili bir sivil toplum örgütü dayanışma adına bir mağaza açıyor ve ulaşabildiği, kaliteyi tutturabildiği kadar kadın ve ürünüyle çalışabiliyor. Bu bir yöntem. Keşke genç ve iktisat, işletme okumuş kadınlardan oluşan bir grup kadın sadece bu işi yapsa gönüllü olarak. Bazı küçük sakıncalarına - kadınlar arası sınıflaşmaya gitmek gibi – sakıncaları olsa da müthiş bir gelişim sağlayabilir. Ama yok ve var olanların da pazardaki yeri yüzde bir gibi. Çok da emin konuşmayalım. Çünkü bilmiyoruz bu konuda bir araştırma en azından benim elimde yok.
İkinci yöntem ise, aracıların ürünleri üç otuz kuruşa elimizden kapması ve tüccara ulaştırması. Kadın arkadaşımızın hak ettiği parayı hiçbir zaman kazanamaması. Kazandığımızın bir yaraya merhem olamaması. Tek başına pazarlık gücü bulunamaması. Bir çıkmaz döngüde dönenip durulması.
Ne Yapmalı;
İlki, kimseye bağıra çağıra söylemeye gerek yok ama öncelikle çalışan kadın olduğumuzu kendimiz kabul etmeliyiz. Çünkü bizim bir işimiz var ve işimize kafa yormaya ihtiyacımız var. Biz üretim yapıyoruz.
Eğer bir işimiz olduğunu kabul edersek ancak o zaman pazarlama işini de düşünebiliyoruz. O zaman ne üretiyorsak, üretmeden önce planını yapabiliyoruz, nerelere satabileceğimizi hesaplayabiliyoruz, ne fiyat koyacağımızı, maliyetini tasarlayabiliyoruz. Örneğe karar verebiliyoruz.
İşimizle ilgili araştırmalar yapabiliyoruz, planlama yapabiliyoruz, çeşitli uygulamaları deniyoruz. O zaman en azından kendi ürünümüzle ilgili pazarı, piyasayı bilmeye başlıyoruz. Olanları merakla izliyor, gelişmelerden heyecan duyuyor, insanlarla paylaşıyor, etkinleşiyoruz. Bize bir şeyler oluyor, değişiyoruz, güçleniyoruz. O zaman kaynana da koca da komşu da yaptıklarımızı ciddiye almaya başlıyor.
İkincisi, biz bu işlerle koştururken, aynı kaygılarla koşturan diğer kadın arkadaşlara rastlıyoruz. Dayanışma içinde olursak daha büyük düşünebileceğimizi daha büyük işlere girişebileceğimizi görebiliyoruz. Aracılardan kurtulabileceğimizi görüyoruz. Bir güç olabileceğimizi görüyoruz. Ve birbirimizi anlayabileceğimizi, sadece iş için değil çocuklarımızın bakımında, hastalıkta, düğünde, bayramda, cenazede yardımlaşabileceğimizi ve işimizi de sürdürebileceğimizi görüyoruz. Kadınlar olarak haklarımız konusunda duyarlılaşıyoruz, bilgileniyor ve gelişiyoruz. Öğrendiklerimizi başka kadın arkadaşlarımızla da paylaşıyoruz.
Üçüncüsü; Mahallemizdeki muhtardan başlayarak, belediye başkanı, kaymakam, vali gibi makamlardan; SADECE BİZİM İÇİN DEĞİL AMA, TÜM KADINLAR için, üretenlerin de ürünlerini daha iyi koşullarda daha nitelikli, daha iyi tasarlanmış şekilde üretebilmeleri ve pazara ulaştırmaları için olanaklar talep etmek. Bu talepler girişimcilik, pazarlama, satış gibi konularda eğitim de olabilir, el emeği pazar yerleri de, satış ve sergi salonu gibi mekanlar da olabilir.
Kültür Bakanlığı, Turizm Bakanlığı, Eğitim Bakanlığı ile meslek odaları da kadınlarla ilgili destek verebilecek kuruluşlardır.
Ayrıca bazı firma ve kişiler de marka oluşturmak, marka yaratmak, tasarım, pazarlama gibi konularda destek ve eğitim de vermektedirler.
Bugün birer kadın olarak sosyal medyada yer almak için ilköğretimdeki çocuklarımızdan yardım alabiliyorsak yarın da mahallenin haytalarından, üniversiteye giden yeğenlerden ürünlerin internette yer almasını ve satışını, duyurulmasını, tanınmayı sağlayabiliriz.
Yani gerek kamu ile gerek diğer sivil toplum kurumları, bireyler, kadınlar, temel malzemelerimizi aldığımız tedarikçi esnaf ya da toptancı ile bir yardımlaşma, dayanışma sağlayarak gelişebiliriz.
Ancak tüm kamu desteği, sivil dayanışma gibi organizasyonlarda bile unutulmaması gereken en önemli ilke, kadın örgütünün bağımsızlığıdır. Ve bu kadın örgütündeki, örgüt içi eşitlik, adalet, hakkaniyettir önemli olan. Belki de kadınların birlikte üretip birlikte ürünleri pazarlamasındaki en önemli örgütsel meseledir.
Yeri gelmişken diğer ilkeleri de söyleyelim; kadınlar; insana ve doğaya zararı olduğu bilinen malzeme ve yöntemle iş yapmamalı. Aksine doğaya ve insana dost malzeme ve yöntemle iş yaptığı ile tanınmalı, bilinmeli. Bu ilke ticarette kısa vadede zarar gibi görünse de markalaşma sürecinde, “güven” duygusunun, tanınırlık ve uzun erimli olmanın yanında, ilk üç unsurdan biri olduğu söylenebilir.
Ve son olarak kadınlar; başkasının emeği ve hakkını gasp etmeden ticaret yapmalı. Aksine emeğe ve hakka saygı ile bilinmeli ve tanınmalı.
Nasıl Yapmalı;
Pazarlamaya da ürün kadar hatta belki daha çok önem vermeli. Bu konuda okumalı, bilenlerin deneyiminden yararlanmalı. Bu tür ürünler konusunda satış deneyimi olan insanların bilgisinden yararlanmalı.
Piyasada bizim ürettiğimiz üründen kaç çeşit var? Nerelerde satılıyor? Fiyatı ne kadar? Biz kaça mal ediyoruz? Nerelere, ne kadar fiyattan satabiliriz? Kim satabilir? Bu konuda acaba tüketici ne istiyor? Onun talebini karşılayacak ürün nedir? Bu soruları sürekli kendimize sormalı.
Ürettiğimiz klasik ürünleri korumanın yanı sıra yeni ürün kategorisinde farklı ve yeni ne yapabiliriz sorusunu sürekli sormalı ve o doğrultuda üretim yapma gayreti göstermeli ( Ürün tanıtımında bile “Yeni ve değişik bir ürün var” dendiğinde, o ürünü görme konusunda verilen olumlu yanıt diğerlerine oranla bir hayli yüksek olmaktadır)
Pazarlama ve satışta ürünün sunumu, ürünün kendisi kadar hatta bazı durumlarda ondan da önemli bir hâl almaktadır. Bu nedenle ürünleri güzel mekânlar, güzel kutular, güzel keseler, çantalar ve bohçalar içinde tanıtmalı ve pazara sunmalı.
Pazarlama görüşmelerinde randevulu gitmenin yararı bulunmaktadır. Özellikle yüz yüze iletişimde dış görünüm, giysi, saç, takı, konuşma, oturuş, tokalaşma, ilk beş tümcenin seçilmiş olması, ses tonu, beden dili, görüşme zamanı gibi konulara dikkat etmeli.
Ürün bilgisi çok önemli. Pazarlanacak ürünlerin dokuma ise; ipliğinin hangi bölge pamuğundan üretildiği, hangi teknikle boyandığı, motiflerin anlamı, kaç ilmek dokunduğu gibi birçok bilgi ile yola çıkmalı.
E-pazarlama artık gerek üretici gerek tüketici olarak hepimiz için, ciddiye alınacak kadar önemli bir hale geldi. Perakende sektörünün tespitlerine göre son dönem facebook’un, statik bir web sayfasından çok daha etkin olduğu belirlendi. Tüketiciye birçok kanaldan kendini duyuran, yeniliklerden anında haberdar eden, yorumlara yayımlayan bir kanal olarak sosyal medya pazarlamada giderek etkinleşiyor ve tercih ediliyor.
Pazarlama ve satışta geniş düşünmekte yarar var. Semt pazarları da bir kanal, ilgili mağazalara toptan ürün satışı da bir kanal, butik mağaza da bir kanal, belediyelerin satış yerlerinde bir tezgâh almak da kanal, üniversiteli çocuklarla işbirliği yapıp öğrencilerin gereksinmeleri doğrultusunda çalışmak da, mahalle esnafının dükkanlarına birer örnek koymak da beş yıldızlı otellere birer örnek koymak da bir kanal. Niş pazarlama da bir kanal. Katalog üzerinden satış yapmak da bir kanal. Turistik mekânlara da ürün konulabilir, bir pazarlamacı ile anlaşılarak da ürün büyük kentlerin büyük mağazalarına ulaşılabilir. Hatta yurt dışı akrabalar yoluyla satış yakalayan arkadaşlarımız bile var. Kanalları ister tek tek ister bir çoğu bir arada kullanabilir. Önemli olan ulaşılabilir, kullanışlı, iş görür yöntemlerle pazarlamayı gerçekleştirmektir.
Anadolu Bahçesi katılımcılarından böyle yapanlar başarılı oldular.
Güven Tunç
Pazarlama; kişilerin ve örgütlerin amaçlarına uygun şekilde ürettikleri mal ve hizmetleri; fiyatlandırma, dağıtım, satış çabaları ile araştırma, planlama ve uygulamaya süreçlerinin toplamıdır.
Pazarlamanın; satış öncesi, satış sırası ve satış sonrası gibi aşamaları vardır.
Üretimden fiyatlandırmaya, araştırmadan satış sonrası hizmetlere her süreç pazarlama faaliyetinin içindedir.
Son zamanlarda; Müşteri Odaklı Pazarlama Stratejileri daha yaygın uygulanmaktadır.
Bu strateji; müşterinin neye ihtiyacı olduğunu, ne istediğini anlamak ve ona uygun üretim yapmak ve satışı organize etmek olarak ifade edilmektedir.
Bu genel tanımlar ışığında ev eksenli çalışan kadının üretim kalitesinin bir hayli yüksek olmasına karşılık pazarda yer bulamamasının nedenlerine bir bakalım;
En önemli neden; ister kendi hesabına çalışsın ister bir dernek, kooperatif çatısı altında çalışsın, arkadaşımızın kendini çalışan bir kadın olarak görmemesi. Kendini bir ev kadını olarak algılaması. Hatta bunda direnmesi. Geleneksel aile baskısı yanında, bir de kendisinin ev kadını kimliğine kalmaya direnmesi…
Bir kadının marifetli olması güzel bir şey, o marifeti konu komşuya sergilemesi de öyle. Ama bu alanda para etmiyor bu. Bize bir yararı yok.
Biz istiyoruz ki üretelim ama gerisine karışmayalım, kafamızı yormayalım, evimizden, mahallemizden çıkmayalım, bilmediğimiz mecralara girmeyelim, tanımadığımız insanlarla muhatap olmayalım, değişmeyelim. Başkaları yapsın bizim adımıza. Biz ne anlarız pazardan, piyasadan, pazarlamadan.
Başkalarının bizim adımıza bu işleri yaptığı da oluyor. Bu yöntem iki şekilde gerçekleşiyor. Birincisinde kadınlarla ilgili bir sivil toplum örgütü dayanışma adına bir mağaza açıyor ve ulaşabildiği, kaliteyi tutturabildiği kadar kadın ve ürünüyle çalışabiliyor. Bu bir yöntem. Keşke genç ve iktisat, işletme okumuş kadınlardan oluşan bir grup kadın sadece bu işi yapsa gönüllü olarak. Bazı küçük sakıncalarına - kadınlar arası sınıflaşmaya gitmek gibi – sakıncaları olsa da müthiş bir gelişim sağlayabilir. Ama yok ve var olanların da pazardaki yeri yüzde bir gibi. Çok da emin konuşmayalım. Çünkü bilmiyoruz bu konuda bir araştırma en azından benim elimde yok.
İkinci yöntem ise, aracıların ürünleri üç otuz kuruşa elimizden kapması ve tüccara ulaştırması. Kadın arkadaşımızın hak ettiği parayı hiçbir zaman kazanamaması. Kazandığımızın bir yaraya merhem olamaması. Tek başına pazarlık gücü bulunamaması. Bir çıkmaz döngüde dönenip durulması.
Ne Yapmalı;
İlki, kimseye bağıra çağıra söylemeye gerek yok ama öncelikle çalışan kadın olduğumuzu kendimiz kabul etmeliyiz. Çünkü bizim bir işimiz var ve işimize kafa yormaya ihtiyacımız var. Biz üretim yapıyoruz.
Eğer bir işimiz olduğunu kabul edersek ancak o zaman pazarlama işini de düşünebiliyoruz. O zaman ne üretiyorsak, üretmeden önce planını yapabiliyoruz, nerelere satabileceğimizi hesaplayabiliyoruz, ne fiyat koyacağımızı, maliyetini tasarlayabiliyoruz. Örneğe karar verebiliyoruz.
İşimizle ilgili araştırmalar yapabiliyoruz, planlama yapabiliyoruz, çeşitli uygulamaları deniyoruz. O zaman en azından kendi ürünümüzle ilgili pazarı, piyasayı bilmeye başlıyoruz. Olanları merakla izliyor, gelişmelerden heyecan duyuyor, insanlarla paylaşıyor, etkinleşiyoruz. Bize bir şeyler oluyor, değişiyoruz, güçleniyoruz. O zaman kaynana da koca da komşu da yaptıklarımızı ciddiye almaya başlıyor.
İkincisi, biz bu işlerle koştururken, aynı kaygılarla koşturan diğer kadın arkadaşlara rastlıyoruz. Dayanışma içinde olursak daha büyük düşünebileceğimizi daha büyük işlere girişebileceğimizi görebiliyoruz. Aracılardan kurtulabileceğimizi görüyoruz. Bir güç olabileceğimizi görüyoruz. Ve birbirimizi anlayabileceğimizi, sadece iş için değil çocuklarımızın bakımında, hastalıkta, düğünde, bayramda, cenazede yardımlaşabileceğimizi ve işimizi de sürdürebileceğimizi görüyoruz. Kadınlar olarak haklarımız konusunda duyarlılaşıyoruz, bilgileniyor ve gelişiyoruz. Öğrendiklerimizi başka kadın arkadaşlarımızla da paylaşıyoruz.
Üçüncüsü; Mahallemizdeki muhtardan başlayarak, belediye başkanı, kaymakam, vali gibi makamlardan; SADECE BİZİM İÇİN DEĞİL AMA, TÜM KADINLAR için, üretenlerin de ürünlerini daha iyi koşullarda daha nitelikli, daha iyi tasarlanmış şekilde üretebilmeleri ve pazara ulaştırmaları için olanaklar talep etmek. Bu talepler girişimcilik, pazarlama, satış gibi konularda eğitim de olabilir, el emeği pazar yerleri de, satış ve sergi salonu gibi mekanlar da olabilir.
Kültür Bakanlığı, Turizm Bakanlığı, Eğitim Bakanlığı ile meslek odaları da kadınlarla ilgili destek verebilecek kuruluşlardır.
Ayrıca bazı firma ve kişiler de marka oluşturmak, marka yaratmak, tasarım, pazarlama gibi konularda destek ve eğitim de vermektedirler.
Bugün birer kadın olarak sosyal medyada yer almak için ilköğretimdeki çocuklarımızdan yardım alabiliyorsak yarın da mahallenin haytalarından, üniversiteye giden yeğenlerden ürünlerin internette yer almasını ve satışını, duyurulmasını, tanınmayı sağlayabiliriz.
Yani gerek kamu ile gerek diğer sivil toplum kurumları, bireyler, kadınlar, temel malzemelerimizi aldığımız tedarikçi esnaf ya da toptancı ile bir yardımlaşma, dayanışma sağlayarak gelişebiliriz.
Ancak tüm kamu desteği, sivil dayanışma gibi organizasyonlarda bile unutulmaması gereken en önemli ilke, kadın örgütünün bağımsızlığıdır. Ve bu kadın örgütündeki, örgüt içi eşitlik, adalet, hakkaniyettir önemli olan. Belki de kadınların birlikte üretip birlikte ürünleri pazarlamasındaki en önemli örgütsel meseledir.
Yeri gelmişken diğer ilkeleri de söyleyelim; kadınlar; insana ve doğaya zararı olduğu bilinen malzeme ve yöntemle iş yapmamalı. Aksine doğaya ve insana dost malzeme ve yöntemle iş yaptığı ile tanınmalı, bilinmeli. Bu ilke ticarette kısa vadede zarar gibi görünse de markalaşma sürecinde, “güven” duygusunun, tanınırlık ve uzun erimli olmanın yanında, ilk üç unsurdan biri olduğu söylenebilir.
Ve son olarak kadınlar; başkasının emeği ve hakkını gasp etmeden ticaret yapmalı. Aksine emeğe ve hakka saygı ile bilinmeli ve tanınmalı.
Nasıl Yapmalı;
Pazarlamaya da ürün kadar hatta belki daha çok önem vermeli. Bu konuda okumalı, bilenlerin deneyiminden yararlanmalı. Bu tür ürünler konusunda satış deneyimi olan insanların bilgisinden yararlanmalı.
Piyasada bizim ürettiğimiz üründen kaç çeşit var? Nerelerde satılıyor? Fiyatı ne kadar? Biz kaça mal ediyoruz? Nerelere, ne kadar fiyattan satabiliriz? Kim satabilir? Bu konuda acaba tüketici ne istiyor? Onun talebini karşılayacak ürün nedir? Bu soruları sürekli kendimize sormalı.
Ürettiğimiz klasik ürünleri korumanın yanı sıra yeni ürün kategorisinde farklı ve yeni ne yapabiliriz sorusunu sürekli sormalı ve o doğrultuda üretim yapma gayreti göstermeli ( Ürün tanıtımında bile “Yeni ve değişik bir ürün var” dendiğinde, o ürünü görme konusunda verilen olumlu yanıt diğerlerine oranla bir hayli yüksek olmaktadır)
Pazarlama ve satışta ürünün sunumu, ürünün kendisi kadar hatta bazı durumlarda ondan da önemli bir hâl almaktadır. Bu nedenle ürünleri güzel mekânlar, güzel kutular, güzel keseler, çantalar ve bohçalar içinde tanıtmalı ve pazara sunmalı.
Pazarlama görüşmelerinde randevulu gitmenin yararı bulunmaktadır. Özellikle yüz yüze iletişimde dış görünüm, giysi, saç, takı, konuşma, oturuş, tokalaşma, ilk beş tümcenin seçilmiş olması, ses tonu, beden dili, görüşme zamanı gibi konulara dikkat etmeli.
Ürün bilgisi çok önemli. Pazarlanacak ürünlerin dokuma ise; ipliğinin hangi bölge pamuğundan üretildiği, hangi teknikle boyandığı, motiflerin anlamı, kaç ilmek dokunduğu gibi birçok bilgi ile yola çıkmalı.
E-pazarlama artık gerek üretici gerek tüketici olarak hepimiz için, ciddiye alınacak kadar önemli bir hale geldi. Perakende sektörünün tespitlerine göre son dönem facebook’un, statik bir web sayfasından çok daha etkin olduğu belirlendi. Tüketiciye birçok kanaldan kendini duyuran, yeniliklerden anında haberdar eden, yorumlara yayımlayan bir kanal olarak sosyal medya pazarlamada giderek etkinleşiyor ve tercih ediliyor.
Pazarlama ve satışta geniş düşünmekte yarar var. Semt pazarları da bir kanal, ilgili mağazalara toptan ürün satışı da bir kanal, butik mağaza da bir kanal, belediyelerin satış yerlerinde bir tezgâh almak da kanal, üniversiteli çocuklarla işbirliği yapıp öğrencilerin gereksinmeleri doğrultusunda çalışmak da, mahalle esnafının dükkanlarına birer örnek koymak da beş yıldızlı otellere birer örnek koymak da bir kanal. Niş pazarlama da bir kanal. Katalog üzerinden satış yapmak da bir kanal. Turistik mekânlara da ürün konulabilir, bir pazarlamacı ile anlaşılarak da ürün büyük kentlerin büyük mağazalarına ulaşılabilir. Hatta yurt dışı akrabalar yoluyla satış yakalayan arkadaşlarımız bile var. Kanalları ister tek tek ister bir çoğu bir arada kullanabilir. Önemli olan ulaşılabilir, kullanışlı, iş görür yöntemlerle pazarlamayı gerçekleştirmektir.
Anadolu Bahçesi katılımcılarından böyle yapanlar başarılı oldular.
Güven Tunç
ANTEP Tahmis Kahvesi
TAHMİS KAHVESİ
(GEL, GEL, NE OLURSAN OL, YİNE GEL)
Hatay'dan Antep'e geliyoruz.
Sabah, kahvaltıdan sonra, ver elini Uzunçarşı.
Hazır Gaziantep'e gelmişken, Mehmet Amca'yı bulabilir miyim acaba?
Bu değerli insanı çocuklara tanıtmak ve ondan, bir çocukluk anısı dinlemek istiyorum.
Yolda bir trafik polisine soruyorum, o da, Tekke Camisi civarını söylüyor. Biz de zaten o yana gidiyormuşuz.
Uzun Çarşıyı dolaşıyoruz. Alış veriş yapıyoruz biraz. Sonra da bir çay içmeye Tahmis Kahvesine giriyoruz.
Sonuçta tarihi bir kahvede bir çay içilecek.
Yok öyle olmuyor.
Burası başka bir şey.
Harabeleri, kahveleri, sahafları, esnaf lokantalarını, bit pazarlarını, aktarları, bakırcıları, yemenicileri, eski çarşıları, burçları, dar sokakları, arnavut kaldırımlı yolları, artık ziyaretcisi kalmamış ziyaretleri, incir dikili ocakları dolaşmayı seven biri olarak başka, bambaşka bir mekana girdiğimizi fark ediyorum.
Kahvelerin, meyhanelerin; ipsiz sapsız, işsiz güçsüz adamların yeriymiş gibi gösterilerek kriminalize edilmeye, toplumdan itilmeye, soyutlanmaya çalışıldığı bu garip zamanda, bütün
KABULÜ ile kollarını sonuna kadar açmış İNSANI bekleyen IŞIKLAR içinde bir mekan.
Tarihi ve mimari bilgilerinin ayrıntılarına internetten ulaşılabileceği için çok girmeyeceğim bu mekan; dört yüz yıl önce Antep Mevlevihanesine gelir getirmesi için yapılan dükkanlardan biri.
Bir kadim geleneği, tek başına yaşatıyor.
Bugün hangi yapı, Mevlana'nın bu felsefesini bu kadar sadık uygulayabiliyor?
"Gel, gel, ne olursan ol yine gel,
İster kafir, ister mecusi, ister puta tapan ol, yine gel,
Bizim dergahımız, umitsizlik dergahı değildir,
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da, yine gel."
Biraz soruşturmaya çalışıyorum. Kahvenin işletmecisi Bahattin Dedekurt, ne ararsak, biz daha sormadan getirip veriyor.
Bahattin Amca, bize kahveyi anlatıyor, kahveyle ilgili kitapları, dergilerde basılan yazıları, fotoğrafları gösteriyor.
İnceliyorum da inceliyorum. Bakmaya, okumaya, dinlemeye doyamıyorum.
Tam o aralar, fotoğraf sanatçıları geliyor. Bizim arkamızdaki masaya oturmuşlar.
Bizim gibi turist değil onlar. Ellerinde analog makinaları , objektifleri, bilmem ne kadar gelişmiş makinalarının vizöründen bilgiyle, bilinçle, ışıkla, gölgeyle, açıyla bakıyorlar.
Bahattin Amca'nın habire getirip getirip masamıza bırakıp gittiği materyallerden biri de
belki yeni çekilmiş, belki yeni çerçevelenmiş bir fotoğraf.
Bildiğimden değil ama, ışığın böylesine cömert yayılmasını istemiş bir mimarı bugün bile anlayan bir anlayışla çekilmiş bir fotoğraf.
Işıklar içinde bir bina, ışıklar içinde insanlık, ışıklar içinde bir hayat.
Bizim çektiklerimiz bu ışığı yakalayamıyor.
Bahattin Amca arkadaki masadan bir beyi işaret ediyor. Fotoğrafın sanatçısı.
Kızıyla ve arkadaşlarıyla gelmişler. Antepli olduğunu öğrenince Mehmet Amca'yı soruyorum. Hem tanıyormuş hem de telefonu varmış. İnanamıyorum.
Meğer Mehmet Amca'nın da çok değer verdiği bir insanmış ki, telefon konuşması üzerine kendisine ulaşabiliyoruz ve bir randevu alabiliyoruz. Mekan büyüsünü burada da gösteriyor. İnsani bir yardım geliyor. Aradığıma ulaşıyorum.
Kahvenin sakinleri; dizilerde, filmlerde oynamaya, fotoğraflarının çekilmesine o kadar alışkınlar ki, fotoğraf sanatçılarıyla aralarında çok dengeli bir iletişim gözlemliyorum.
Burada insan insan. Bir sanat dalının nesnesi değiller. Kahvenin tiryakileri; sakin, vakur ama aynı zamanda alçak gönüllü bir duruş içinde, oyunsa oyun, sohbetse sohbetlerini sürdürüyorlar. Aktör olduklarının farkındalar. Ama hayatın içinde, hiçbir şeyin olmadığı gibi, aktörlüğün de sökmeyeceğini fark etmiş insanlar. Hepsi birer yeni zaman dervişi.
Kahveyi üç kuşaktır Dedekurt ailesi işletiyor.
Bahattin Dedekurt size, içinde yaşadığı bir güzel insanlık masalını anlatıyor.
Bu masal sizi de içine alıyor. Sarıyor, sarmalıyor.
Bu mekanlar bana insanlığın ana rahmiymiş gibi gelir.
Bazen koşa koşa gidip sığındığım.
Çokça bunalıp oradan da kaçtığım, uzaklaştığım, yorulduğum mekanlar.
Masum bebeklerden; bir katil değil de bir vicdan çıkarabilen hayat okulları.
Bu nedenledir ki aileler çocuklarıyla gelip oturabiliyorlar. Koca sobanın çevresinde ellerinde kekik çayları ile tahta sandalyelere sıralanıyor çocuklar. İşe tembel ve kötü niyetli işgüzarları hemen uyaralım ki, burası bir metropol pastanesinde çok daha uygun çocuklar için. Dedeleri, öğretmenleri, komşuları, ana babaları yanlarında. Mekanın yüksek tavanı ve asma katı nedeniyle gürültünün dumanın çok az hissedildiği bir atmosferi var.
Kimyasallarla kirletilmiş hijyenik bir görüntüye inat, numara yapmayan, kendi temizlik anlayışı ile sürüyor buradaki yaşam.
Bu kahvede Karagöz- Hacıvat oynatılırmış. Toplantılar yapılırmış. Halk hikayeleri anlatılır, siyasi sohbetler edilirmiş.
Biz müzisyenlere rastladık. Akşamüstüydü. Gitmek zorundaydık.
Tahmis 2009 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edilecekmiş.
Umarım havası, büyüsü, masalı, ışığı bozulmaz.
Umarım.
Umarım
1 Ocak 2012 Pazar
KADINLIĞIN HATIRA DEFTERİNDEN SARARAN BİR SAYFA; ÇEYİZ SANDIKLARI
(Kendimiz İçin Hayat Dersleri)
Çeyiz sandığı Anadolu'da hala var ama büyük şehirlerde sadece büyüklerin evinde eski gizemini ve saygınlığını koruyor.
Çoğu tavan arasına, bodruma, balkona atılmış ve işlevini yitirmiş.
Bir kaç genç çift; kullanımını modernize ederek ya da modernize edilmiş bir biçimde satın almış; salonda, yatak odasında yeniden işlevlendirmiş. Yatak odasında, yatağın ayak ucuna yerleştirilip içine yastık yorgan koyuluyor, salonda ise gösterişli ve nostaljik bir antika mobilya. Belki plak, cd, içki, dergi, kitap koyuyorlardır.
Görünürde içine; kadifeden, ipekten kumaşlar, dantel, oya, sarma, kaneviçe işli yatak odası takımları, pullu oyalar, namazlık, havlu, peşkir, iğne oyası oda takımları, salon takımları, keten mutfak örtüleri, belki bir gecelik ya da damat pijaması vardır.
Basit, somut, sıradan biraz köylü, taşralı, hatta kadını biraz da aşağılayan (onu sadece evliliğe odakladığı için) bir imgesi vardır çeyiz sandıklarının.
Oysa kadınların sır kutusudur çeyiz sandığı.
Gerek genç kızken, gerek yeni gelinken, tüm potansiyeli, zengin iç dünyası ve coşkuları; kutsal eve, kutsal aileye, kutsal babaya, kutsal anneye, kutsal kaynanaya, kutsal koca ve çocuklara yönlendirildiğinden o da içinde gizli kalmış binlerce, şeyi çeyiz sandığına saklar. Bir ona dokunmaz insanlar.
Belki onun içindir kilidi açılırken sandıkların çın çın ötmesi.
Virginia Wolf'ün Kendine Ait Bir Oda'sı gibi, bizim coğrafyamızın tüm kadınlarının da çeyiz sandıkları vardır.
Kadınlık binlerce yıldır sırlarını, iç zenginliklerini, neşelerini, hayallerini saklar bu sandıkta.
Teyzemin sandığında; elli yıldır aramızda olmayan dedemin nüfus cüzdanı durur. Babaannemin ki, çocukluğumda bana en büyülü görünen; üstü teneke kaplı ve her dilimi ayrı bir resim olan sandığı şimdi çok uzaktadır. Annem, aile büyüklerimizin birinin sandığından çıkan dedem ve akrabalarımızın olduğu bu fotoğrafı hem gözünden koruyarak saklar ve kopya ettirip isteyene verir. Ve daha neler neler. Ne şiirler ne maniler ne reçeteler ne tarifler ne kuru güller...
Genç kadınlar evlerine biraz bolluk, bereket, huzur, sağlık, mutluluk getirsin diye bir çok geleneğin, bilgeliğin peşine düşüyor. Ve bunu modernite adına ve yine kutsal aile için yapıyor. Bunlardan biri de Feng shui.
Çeyiz sandıklarımızdan ve özellikle aile büyükleri çekip gitmeden onlardan sorarak öğrenerek ve görerek de çok şey kazanabiliriz.
O sırların içindeki asiliği de görebiliriz.
O sırların içindeki şifayı, iyileştirmeyi bulabiliriz.Bu şifayı kendimiz kadar başkaları için insanlık için kullanabiliriz
Bu bizim için çok daha geniş bir özgürlük alanı tanıyacaktır.
Yakında başka bir ilden gelip de Ankara'da 20-30-40 yıldır oturan kadınların çeyiz sandıklarını açmaya geliyoruz. Bizimle çalışmak isteyen arkadaşları da bu çalışmaya bekliyoruz.
HAYALE KAPILAN KADINLAR
HAYALE KAPILAN KADINLAR
KENDİMİZ İÇİN HAYAT DERSLERİ İKİBİN ONÜÇ
Binbir çeşit hayallerle yetiştirildik hepimiz.
Daha çok, bir yuva kurma ve kendi beklentileri üzerine yönlendirdi annelerimiz bizi.
Bir kısmımız; işimiz, sanatımız, dünya seyehatleri üzerine hayaller kurduk gizli gizli. İnadına her kırıldığımızda, sıkıştığımızda hayallerimize sığındık. Annelerimiz gibi olmayalım diye uğraş verdik.
Ezilmeyelim, körelmeyelim, daralmayalım.
Diğer kadınlara da örnek olalım.
Kadınların kurtuluşunda parmağımız olsun.
İnsanlığa yararımız.
En çok da bu tür hayalleri olanlarımız mı kırıldı?
Yoksa hepimiz mi?Belki erkeklerden de hayali kırılan çok oldu.
Sümüklü bir oğlandan bir prens bir kral, saçaklı bir kızdan da bir prenses ve bir kraliçe hayal ettik.
Sümüklü oğlanı sümüklü haliyle sevsek ne olurdu?
Saçaklı kızı saçağıyla sevseler?
"Neden Prens ?" diye sormadık.
Balıklama daldık annelerimizin bizler için uygun bulduğu şablonun parlatılmış masalına.
Hayatın üzerine hayal kuramadık.
Hayalin üzerine hayat kurmaya kalktık.
Hayal kurmak güzel,
Hayale dalmak pek de iyi değil
Hayale kapılmak, işte bu biz kadınlar için tehlikeli.
Hayallere kapıldık;
Masallar masal çıktı.
Prensler sümüklü,
iş dünyası acımasız.
Çocuklarımız ilgisiz.
Hayaller suya yazılan yazılar. Hergün yeniden yeniden kurmak zorunda olduğumuz. Oysa hayat öyle bir şey değil.
Başladıklarının üzerine usul usul bina edilir.
Hayal zengindir diye bilinir ama bizim bilgilerimiz kadar sınırlı bir zenginliği var. Hayatsa sınırsız.
Hayal hayata güvensizliği artırıyor.
Hayallerimizde yıldızlara dokunalım, kralla evlenelim, çocuklarımız mükemmel olsun ama hiç değilse hayatı da bir parmağımızla itelim.
Dışarda gürül gürül akan; içinde kavun karpuz kabuklarını, pet şişeleri, barındıran ama kendini temize çekebilen bir hayat akıp gidiyor.
Hayal kuralım ama hayatla bağlantılı, onu unutturmayan, bizi kendi içimizde kaybettirmeyen, uyuşturmayan küçücük sorunlarla baş etmekten yoksun bırakmayanlardan olsun hiç değilse .
Yoksa hayal içinde kaybolacağız kimimiz.
21 Kasım 2011 Pazartesi
ELİMSENDE ELİMSENDE
çocuklar için değilse kimin için
ELİMSENDE
BENİM HAKLARIM ANNEMİN HAKLARI DÜNYAMIN HAKLARI
Çocuklarımla Öğreniyoruz
Haklarımız
KİTAP
Birinci Basım
blog adresi
http://elimsende-elimsende.blogspot.com
Çocuklara,
Ana babalara
Öğretmenlere,
Hemşirelere,
Doktorlara
Mühendislere,
Mimarlara
Şehir plancılarına,
Psikologlara,
Habercilere,
Belediyecilere,
Yasa Yapıcılara,
Polislere,
Tüm kamu görevlilerine,
Tüm yöneticilere,
Yetişkin olan herkese
Umudun ve yaşamın bildirgesi.
Suyun, toprağın, havanın ve insanın bildirgesi.
Barış dolu bir hayatın bildirgesi.
önsöz
sevgili çocuklar,Bu kitabı öncelikle sizler için hazırladım.
Haklarınızı, özgürlüklerinizi size duyurmak için.
Bütün çocukların aynı haklara sahip olduğunu anlatmak için.
İnsan olmaktan onur ve coşku duymamız için.
Kendi haklarınızı öğrenirken, annenizin, ablanızın, teyzelerin yani tüm kadınların ve kız çocuklarının hak ve özgürlüklerinden haberli olmanızı amaçladım.
Ninelerin, dedelerin, engelli bireylerin, engelli çocuğun, kırsal kesimde ya da kentte yaşayan insanların, yayaların haklarını bilelim.
Ağaç kardeşlerimizin, hayvan dostlarımızın, neşeyle akan derelerin, ormanların, evimiz olan dünyanın haklarından haberdar olalım.
Anneleriniz, babalarınız, nineleriniz, dedeleriniz, öğretmenleriniz, okul müdürleriniz, hemşire ablalarınız, doktor amca ve teyzeleriniz, polis teyzeleriniz ve amcalarınız, hukukçular, gazeteciler, sosyal hizmet uzmanları, psikologlar, milletvekilleri, belediye görevlileri ve kamu görevlileri de hem sizin hem birey olarak kendilerinin haklarını bilsinler.
Eğer bilmiyorlarsa onlara siz anlatın.
Onurumuza ve haklarımıza sahip çıkalım.
Başkalarının onuruna ve özgürlüklerine saygı duyalım.
Bütün insanlar hak ve özgürlüklerini kullanabilsin.
Herkes mutlu olabilsin.
"Bir umudum sizde" *
*Büyük şairimiz Ahmed Arif’in “Anadolu” adlı şiirinden alınmıştır.
Aslı "Bir umudun sende" dir
ELİMSENDE
Çok eski bir çocuk oyunudur.
Çocuklar kadar gençler, hatta yetişkinler bile bu oyundan hoşlanırlar.
Çünkü biraz muzır ve çok eğlencelidir.
Bir sokak ve grup oyunudur. Baştan bir ebe seçilir. Diğer çocuklar, sınırları belirlenmiş bir sokakta dağılırlar. Ebe koşar ve kaçan çocuklardan birini yakalar, elini sürer ve “elim sende” diyerek ebeliği ona geçirir. Ebe olan çocuk, bir başkasını yakalayıp elini sürünceye ve “elim sende” diye ebeliği ona satıncaya kadar böyle sürer gider. Ebe olmamak, yakalanmamak esastır.
Bu oyunun muzır kısmı ise, oyun sırasında değil de sonrasında olandır. Esas eğlencesi buradadır.
Evde hamur yoğuran anneye; “elim sende” diyerek kaçmaktır. Anneniz bu haldeyken sizi hayatta yakalayamaz. Bir de anne babanızla komşuya akşam oturmasına gitmişsinizdir. Misafir gittiğiniz ev, en yakın arkadaşınızın ailesidir. Geç bir vakitte kalkarken ayakkabınızı giyer sinsice beklersiniz. Arkadaşınız miskin ve uykulu bir şekilde ailesiyle birlikte sizi yolcularken, arkadaşınıza “elim sende“ deyip kaçmaktır. O sinirinden sabaha kadar uyuyamaz. Siz de neşeden.
Bu kitabın adını bu güzel oyundan etkilenerek verdim.
Çok uzun süredir ben ebeydim. Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’yi, “Benim Haklarım” adıyla sadeleştirdikten bu yana neredeyse bir on yıl kadar ebelik bende kaldı.
Bu arada diğer haklarımızla ilgili metinleri seçtim, okudum, üzerinde çalıştım. Bir kitap dosyası yaptım.
Ve şimdi kitap basıldı.
Şimdi bu kitap hanginizin – bir çocuğun, genç bir annenin, bir köy öğretmeninin, idealist bir hemşirenin, bir mimarın, bir gazetecinin – elindeyse, sizi ebeledim. ”Elim sende”.
Bu hakları başkalarına anlatıncaya kader ebe sizsiniz.
Ben karışmam artık,
“Elim sende”.
HAKLARIMIZ;
1.ÇOCUK HAKLARINA DAİR SÖZLEŞME
Biz Çocukların Hakları
2.İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ
Tüm İnsanların Hakları
3.KADINLARA KARŞI HER TÜRLÜ AYRIMCILIĞIN ORTADAN KALDIRILMASI ULUSLARARASI SÖZLEŞMESİ
Annelerin, Teyzelerin, Ninelerin, Ablaların, Tüm Kadınların ve Kız Çocuklarının Hakları
4.ENGELLİ HAKLARI BİLDİRGESİ
5.BİRLEŞMİŞ MİLLETLER TARAFINDAN HAZIRLANAN YAŞLI İLKELERİ
Ninelerin Dedelerin Hakları
6.YAYA HAKLARI BİLDİRGESİ
7.AVRUPA KENTLİ HAKLARI BİLDİRGESİ
8.HAYVAN HAKLARI BİLDİRGESİ
9.BİR KIZILDERİLİ AMCADAN MEKTUP
( Çevre bildirge ve anlaşmaları yerine kullanılmıştır
İÇİNDEKİLER
DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN NAZIM HİKMET
Pazartesi, Ocak 25, 2010
NAZIM HİKMET 108 YAŞINDA
Bu şair çocuklar var ya.
Bu çocuklar...
İnsanın hayatına ilk gençliğinde girerler hep.
Aşk, keskin bir jilet gibi keserken yüreklerimizi,
coşkuların ve acıların sarhoşuyken,
sersem ve ağlamaklı günler bize hayat gibi görünürken,
kederle sever, neşeyle ölünürken,
Hangi çağdan olursa olsun atlayıp atlarına,
bütün bilgeliklerini sırtlayıp gelirler.
En yakın sırdaşımız olurlar.
Ve o yüzden, minnetimiz hiç bitmez onlara
Hiç bitmez.
Eksilmez.
İlk aşkla keşfederiz onları.
Aşk gider çoğunlukla.
Kalır şairler, ömür boyu çoğumuzda.
Çünkü aşkı da aşkın bir şey vardır şairde...
Bu şair çocuklar var ya bu çocuklar
Duman ve kan kokusunda boğulduğunda hayat,
boğulduğunda şehirlerimiz,
boğulduğunda yirmi yaşlarımız
mısralarını kuşanıp
cesur yürürler korkunun üzerine.
Geçilmez dağları, zincirleri ve parmaklıkları,
İnadına karanlığı,
tek bir sözcükle delip geçerler.
Her dilde, "Burada tanrı yok" diyebilen zalimler,
Tanrıyı ve şairleri saymayı unuturlar hep.
Unuturlar
hep.
Unuturlar...
Bu çocuklar var ya,
Bu şair çocuklar;
Ki ayrılıkla, acıyla, sürgünle karılmıştır hamurları.
Hürriyetten, bahtiyar bir hayatı kurmaya çalışanlara umut,
yaraya merhem,
halimize tercüman,
aşklarımızın yelkenine rüzgar olurlar...
Bu şair çocuklar var ya.
Bu çocuklar.
Çizerler
yer yüzünün üzerine kalın çizgilerle asırları,
Çin'den Maçin'e sek sek oynar koşarlar.
Biri, Nazım'dır. Mutlaka.
Daha yüz sekiz yaşında
Hayyam dersen bini biraz geçmiş,
Dörtyüzünde Karacaoğlan
Kimi on yedisinde bir deli çocuk
Kimi ellisinde kimi yüz ellisinde bir civan.
Bu çocuklar var ya.
Bu şair çocuklar.
Severler çok.
Sevilirler çokçasına.
Bütün bilgelikleri bundandır.
Bir de hasretten.
Ah! Bu çocuklar,
Sıkılınca canları,
fırlatıp çağları, gökyüzüne,
ipten bir merdiven atarlar
Kurarlar her bir gezegene bir salıncak
Yıldızlarla mavişirler.
Korkarım.
Korkarım.
Başlarının dönmeyeceğini bile bile korkarım.
Bu şair çocuklar işte..
Doğum Günün kutlu olsun Nazım Hikmet.
NOT. İzinsiz kullanmayınız
NAZIM HİKMET 108 YAŞINDA
Bu şair çocuklar var ya.
Bu çocuklar...
İnsanın hayatına ilk gençliğinde girerler hep.
Aşk, keskin bir jilet gibi keserken yüreklerimizi,
coşkuların ve acıların sarhoşuyken,
sersem ve ağlamaklı günler bize hayat gibi görünürken,
kederle sever, neşeyle ölünürken,
Hangi çağdan olursa olsun atlayıp atlarına,
bütün bilgeliklerini sırtlayıp gelirler.
En yakın sırdaşımız olurlar.
Ve o yüzden, minnetimiz hiç bitmez onlara
Hiç bitmez.
Eksilmez.
İlk aşkla keşfederiz onları.
Aşk gider çoğunlukla.
Kalır şairler, ömür boyu çoğumuzda.
Çünkü aşkı da aşkın bir şey vardır şairde...
Bu şair çocuklar var ya bu çocuklar
Duman ve kan kokusunda boğulduğunda hayat,
boğulduğunda şehirlerimiz,
boğulduğunda yirmi yaşlarımız
mısralarını kuşanıp
cesur yürürler korkunun üzerine.
Geçilmez dağları, zincirleri ve parmaklıkları,
İnadına karanlığı,
tek bir sözcükle delip geçerler.
Her dilde, "Burada tanrı yok" diyebilen zalimler,
Tanrıyı ve şairleri saymayı unuturlar hep.
Unuturlar
hep.
Unuturlar...
Bu çocuklar var ya,
Bu şair çocuklar;
Ki ayrılıkla, acıyla, sürgünle karılmıştır hamurları.
Hürriyetten, bahtiyar bir hayatı kurmaya çalışanlara umut,
yaraya merhem,
halimize tercüman,
aşklarımızın yelkenine rüzgar olurlar...
Bu şair çocuklar var ya.
Bu çocuklar.
Çizerler
yer yüzünün üzerine kalın çizgilerle asırları,
Çin'den Maçin'e sek sek oynar koşarlar.
Biri, Nazım'dır. Mutlaka.
Daha yüz sekiz yaşında
Hayyam dersen bini biraz geçmiş,
Dörtyüzünde Karacaoğlan
Kimi on yedisinde bir deli çocuk
Kimi ellisinde kimi yüz ellisinde bir civan.
Bu çocuklar var ya.
Bu şair çocuklar.
Severler çok.
Sevilirler çokçasına.
Bütün bilgelikleri bundandır.
Bir de hasretten.
Ah! Bu çocuklar,
Sıkılınca canları,
fırlatıp çağları, gökyüzüne,
ipten bir merdiven atarlar
Kurarlar her bir gezegene bir salıncak
Yıldızlarla mavişirler.
Korkarım.
Korkarım.
Başlarının dönmeyeceğini bile bile korkarım.
Bu şair çocuklar işte..
Doğum Günün kutlu olsun Nazım Hikmet.
NOT. İzinsiz kullanmayınız
YAZALIM
Cumartesi, Ocak 23, 2010
Eyyy, Adnannnn,
Güzel arkadaşım!!!!
Bu fotoğrafta ne güzel bakıyorsun .
Nerelere bakıyorsun kim bilir?
Bak,
Erkan Oğur’un dizesi gibi, bak,
“Bak ki Harput yok olmasın”
Bak.
Bakalım.
Yok olmasın Harput, Diyarbekir, Urfa.
Yok olmasın Hasankeyf, Fırtına Vadisi, Munzur
Yok olmasın İda.
Yanmasın Bağdat.
Gazze ağlamasın.
Nazım’ın uyuduğu Moskova,
Yılmaz’ımın Paris’i yıkılmasın.
Yaz.
Yazalım.
Biz, bir büyük avluda, Mezapotamya’da doğup büyüyen tüm çocuklar.
Dünyanın bütün çocukları gibi,
Ahmed Arif ustamız gibi
‘”asıl biz biliriz hasreti.”
Yazalım;
Memleket memleket olsun
Artık “hasretler” ölümüne olmasın.
Bakalım.
Nehirler kurumasın.
Yazalım
Toprak sonsuza dek kanamasın.
Samimi ve sahici kalemlerimizle,
umudu ve cesareti yitirmemeye çalışarak,
yüreğimizle
yazalım
Ve.
Eski bir türkü gibi;
Karlı dağların karanlığı bir kez daha basmadan.
Doyunca gül
Gülelim
Eyyy, Adnannnn,
Güzel arkadaşım!!!!
Bu fotoğrafta ne güzel bakıyorsun .
Nerelere bakıyorsun kim bilir?
Bak,
Erkan Oğur’un dizesi gibi, bak,
“Bak ki Harput yok olmasın”
Bak.
Bakalım.
Yok olmasın Harput, Diyarbekir, Urfa.
Yok olmasın Hasankeyf, Fırtına Vadisi, Munzur
Yok olmasın İda.
Yanmasın Bağdat.
Gazze ağlamasın.
Nazım’ın uyuduğu Moskova,
Yılmaz’ımın Paris’i yıkılmasın.
Yaz.
Yazalım.
Biz, bir büyük avluda, Mezapotamya’da doğup büyüyen tüm çocuklar.
Dünyanın bütün çocukları gibi,
Ahmed Arif ustamız gibi
‘”asıl biz biliriz hasreti.”
Yazalım;
Memleket memleket olsun
Artık “hasretler” ölümüne olmasın.
Bakalım.
Nehirler kurumasın.
Yazalım
Toprak sonsuza dek kanamasın.
Samimi ve sahici kalemlerimizle,
umudu ve cesareti yitirmemeye çalışarak,
yüreğimizle
yazalım
Ve.
Eski bir türkü gibi;
Karlı dağların karanlığı bir kez daha basmadan.
Doyunca gül
Gülelim
DELİK DEŞİK; ATTİLA İLHAN
Salı, Mayıs 12, 2009 ·
DELİKDEŞİK
kirpi gibisin çocuk
her tarafın diken
kim elini uzatsa
delik deşik
üstelik sen de kan içindesin*
ATTİLA İLHAN
*Attilâ İlhan Bilim Sanat Kültür Vakfı'na bu şiiri yayımlama izni verdikleri için teşekkürlerimle
www.tilahan.net
DELİKDEŞİK
kirpi gibisin çocuk
her tarafın diken
kim elini uzatsa
delik deşik
üstelik sen de kan içindesin*
ATTİLA İLHAN
*Attilâ İlhan Bilim Sanat Kültür Vakfı'na bu şiiri yayımlama izni verdikleri için teşekkürlerimle
www.tilahan.net
SÖZ VERİYORUM SON KEZ YAYIMLANIYOR
Kasım 6, 2008
Bir yazı bu kadar çok yayımlanır mı? Yayımlanırmış.. Anlayış değişmedikçe bu tür yazıları daha çok yayımlarız.
Bu kadar çok yayımın dışında bu yazı nedeniyle, 2004 yılında bir de Siyaset Meydanı'na katıldım.
Merhaba Merhaba Sayın Güçlü;
“Arabesk değil, Amerikabesk!”adlı yazım, bir tepki yazısıydı ve ne yazık ki on yıl içinde üçüncü kez yayımlanacak. İlki Aralık 1992'de Cumhuriyet Gazetesi'nde, ikincisi Sosyal Hizmet Sendikası Dergisi'nde, üçüncüsü de Pencere'nin bu sayısında.
Türkiye'de bazı konularda bakışın değişmemesi, beni üzüyor, kırıyor, kızdırıyor. Bazen de gülüyorum. Hele şu “varoş” sözcüğüne bitiyorum.
Bundan birkaç yıl önce bir 1 Mayıs eyleminde, laleleri çiğneyen kızla keşfetti medyamız varoşu, varoş çocuklarını, yoksulluğu. Görece yoksulluk ve ötekileştirme, can sıkıcı konular olarak ilgi bulmadı. Varoş sakızı, reyting aldığı sürece çiğnendi ve bırakıldı. Medya bıraktı ama toplum bırakmadı. İzi kaldı. Küçümsenen birçok şey, varoşa gönderme yapılarak ifade edilir oldu. Akademisyenlerimiz de bunun dışında kalacak değil ya. Hele bu kadar kaynaşmış bir toplumda ülke gündeminden niye uzak kalsın adamlar.
Sayın Güçlü,
Bizimkiler, Avrupa Birliği “kriterime uy” dediği zaman bir şey yapıyorlar. İlk kez bu yıl, kurban kesimi evlerin, çocukların gözü önünde değil de toplu yerlerde yapıldı. O da kötü bir görüntüydü. Gazetelerimiz, baş sayfaları büyüklüğünde, kanlı fotoğraflara VAHŞET! başlığı attılar. Sanki hiç kurban kesilişini görmemişler gibi. Hiçbirinin hayatında et yemediğini sanır insan. Oysa kurban kesimi için, belediyeler daha uygun çözümleri vatandaşla birlikte, kriterime uy'dan çok önce bulabilirlerdi.
Mahalle düğünleri, yaşadığımız mahalleden ne kadar kopuk olduğumuz tartışması bir yana, her zaman yinelenmeyen ve yasa gereği en geç saat 24.00'de biten olaylar. Siz hiç, bir barın sokağında oturdunuz mu? Belki bilirsiniz, barları varoşlarda açmıyorlar. Her gecenizin cıs takadan zehir olduğu bir yana, kavgalar, bağırtılar, bazen silahlar atılıyor çevrenizde, arabanızı üç sokak aşağıya değil de evinizin önüne park ettiyseniz, sabah nasıl bulacağınız korkusuyla uyuyabiliyorsanız aşk olsun.
Sayın Doçent Doktor,
Eğer bir ahlaktan söz edeceksek gece kulüplerinde garson ceketi yakılmasını, insanların başına kâğıt peçete atılmasını, banka hortumlamalarını, rüşveti, satılık köşeleri, bilimi de konuşalım.
Önemli olan, sorunun değil, insani bir çözümün parçası olabilmek.
Lütfen bu üslubu bırakın, size yakışmıyor.
Yakışanlarsa zaten her gün her yerde konuşuyorlar.
Sevgilerimle
Güven
ARABESK DEĞİL AMERİKABESK
Son yıllarda “maganda”, “maço”, “kıro” gibi sözler yerleşti dağarcığımıza. Ülkemizde yaşayan insanların bir kısmı bu sözcüklerle nitelendirilmeye çalışılıyor.
Kimine göre bu ülkede yaşayan tüm insanlar böyle... Neredeyse ulusal kimliğimiz haline gelmiş. Kimine göre hiçbiri değil. Çünkü biz asil ve kahraman bir milletin soyuyuz.
Çoğu kişiye göre de kırdan kente göç edenler ve çocukları maganda. Kenti köye çevirdiler.
Ki onlar acılı lahmacun yerler, dolmuş müziği dinlerler. Kabadayı ve cahildirler. Ter kokar, bıyık bırakırlar. Genellikle beyaz çorap, siyah rugan ayakkabı giyerler. Uçkurlarına düşkündürler. Çok çocuk yapar, hiçbirini okutamazlar. Korkunç derecede tembeldirler. Sanki bölünerek çoğalırlar. Ve bu hızlı çoğalma sonucu kendi yaşam biçimlerinin damgasını toplumumuza basarlar.
Bu yaşam biçimini de “arabesk” olarak niteliyor kimileri. Toplumumuzda özellikle son yıllarda büyük değişim yaşanıyor. İki-üç kuşak öncesine benzemeyen bir kimlik çıktı ortaya:
Okumaz olduk. Okuma-yazma oranı yükselse de okumuyoruz. Araştırma, deneme, felsefe, sosyoloji bir yana, öykü, roman okumuyoruz. Şair milletiz diye geçiniriz, şiiri okumuyoruz.
Gazeteler lotaryalarla satılabiliyor ancak.
Sinemayı, tiyatroyu bırakalıysa epey oldu.
Bir garip çeviri Türkçesi konuşur olduk, anadilimizi unutuyoruz. Şaşırdık mı ya “Wooow” ya “hayret bişi”. Doğru dürüst Türkçe mağaza adı kalmadı neredeyse.
Beslenme yetersizliği, bozukluğuyla başı dertte olan bir toplumuz. Bebek ölüm oranında önemli bir düşme göstermiyoruz.
İntiharlar artıyor, fuhuşa yönelim artıyor, evden kaçan çocuk sayısı artıyor. Suç oranı yükselip duruyor.
Duraklar tahrip ediliyor, otobüs, tren, vapur koltukları yırtılıyor, parklardaki banklar sökülüp bırakılıyor. Kent mobilyasını kendimizin saymıyoruz. Ortaklaşma, paylaşma duygumuz yok oluyor. Dikilen fidanlar bile kırılıyor.
Sabah evden çıkınca tükürükten midesi bulanmasın diye yerlere bakmamaya çalışarak yürüyor insan.
Belediye otobüslerindeki “Dikkat kapı içeri doğru açılır, kapıya dayanmayınız” uyarısı, “Dikkat karı içeri doğru açılır, karıya dayanmayınız”a dönüştürülüyor. Geçen yıl resmi rakamlara göre ülkemizde 16.000 kadın tecavüze uğruyor. Bu bile tüyler ürpertici bir göstergeyken resmi sayılara yansımayanlar ne oluyor? Ya cinsel tacize, aile içi şiddete maruz kalan kadınlar ve çocukların durumunu kim ortaya koyabiliyor?
Bütün bu oluşumları kırdan kente göçle, arabesk yaşam biçimiyle, “zonta”lıkla açıklamaya çalışmak mümkün olmuyor, olamıyor. Hele köylerinde böyle davranmazken bu insanlar. Bu dönüşümün mayasını başkaları oluştururken, sürecin tüm faturasının onlara çıkarılması, şamar oğlanı yerine konmaları haksızlık gibi geliyor.
Onları bu tür sözcüklerle nitelemeye çalışanlar için; Son on yılda ülkemizde sanayi yatırımlarının sıfır ya da ona yakın olmasının bir anlamı yok mu?
8 milyon civarında işsizimizin olmasının, yeni yetişenler, mezun olanlar bir yana işte olanların işten çıkarılmasının, fabrikaların kapatılmasının, hatta kömür ocaklarını kapatma hedeflerinin bir anlamı var mı?
Ve bu işsiz, üretemeyen, kazanamayan, evinin ihtiyaçlarını karşılayamayan, giderek kendine olan güveni kaybolan topluluğa sunulan seçenekler nerede?
Yirmi dört saat, 8-10 kanaldan sürekli, şiddet ve cinsellik öğeleri sindirilmiş Amerikan dizileri, Amerikan filmleri bombardımanı ne tür alışkanlıklar geliştirebilir bu insanlarda?
Ya 900'lü “Alo beni neremden öpmek istersiniz?” hatları.
Bir gecede bir milyar, üç soruda 500 milyon, mavi anahtarla açılan Mercedes kapısı, 30 kupona dayalı döşeli ev piyangosu, kazı kazanı, lotosu, totosu... Oyna hemen kazan. Malı götür, köşeyi dön!..
On yılda bir demokrasiye vurulan darbeler, anayasa delen devlet adamları.
Habire turistikleşen oteller, kıyılar, kentler. Betonlaştırılan, çirkinleştirilen, kirletilen kıyılar için teşvik veren bir yönetim anlayışı!
Dünyada eşi olmayan, benzerinin bile yaratılması mümkün olmayan Hasankeyf'i, yani toplumun geçmişini, 60 yıl ömürlü bir baraja kurban veren bürokratlar, teknokratlar.
Evlerinde, okullarında dövülebilen, bekaret kontrolüne öğretmen tarafından gönderilebilen, hatta ihbar edilebilen çocuklar.
Hamburger tüketiminde birinci sıraya yükselen ülkemiz (Hani kebap kokuyordu İstanbul?). Hiç kimse bunları kalkınmanın, gelişmenin faturası diye savunamaz. Sanayileşmenin olmadığı (ki olsa bile), refahın artmadığı (ki olsa bile), toplumsal eşitliğin sağlanamadığı (ki olsa bile), insanların insanlıktan çıktığı yerde hangi gelişmeden söz edilebilinir ki!
Ülkemiz insanı hızla işsizleştiriliyor, kimliksizleştiriliyor, lümpenleştiriliyor. Toplumdaki değişimden rahatsız olanların, insanları “zonta”, “entel”, “maganda” gibi aşağılayıcı sözcüklerle nitelemeleri olayı düşmanlığa, kopuşa, uzlaşmamaya sürüklemekten başka bir işe yaramıyor.
İnsanları değil, insanları bu hale sokan politikaları, yatırımları sorgulayalım biraz. Belki biraz da kendimizi.
Güven Tunç
Bir yazı bu kadar çok yayımlanır mı? Yayımlanırmış.. Anlayış değişmedikçe bu tür yazıları daha çok yayımlarız.
Bu kadar çok yayımın dışında bu yazı nedeniyle, 2004 yılında bir de Siyaset Meydanı'na katıldım.
Merhaba Merhaba Sayın Güçlü;
“Arabesk değil, Amerikabesk!”adlı yazım, bir tepki yazısıydı ve ne yazık ki on yıl içinde üçüncü kez yayımlanacak. İlki Aralık 1992'de Cumhuriyet Gazetesi'nde, ikincisi Sosyal Hizmet Sendikası Dergisi'nde, üçüncüsü de Pencere'nin bu sayısında.
Türkiye'de bazı konularda bakışın değişmemesi, beni üzüyor, kırıyor, kızdırıyor. Bazen de gülüyorum. Hele şu “varoş” sözcüğüne bitiyorum.
Bundan birkaç yıl önce bir 1 Mayıs eyleminde, laleleri çiğneyen kızla keşfetti medyamız varoşu, varoş çocuklarını, yoksulluğu. Görece yoksulluk ve ötekileştirme, can sıkıcı konular olarak ilgi bulmadı. Varoş sakızı, reyting aldığı sürece çiğnendi ve bırakıldı. Medya bıraktı ama toplum bırakmadı. İzi kaldı. Küçümsenen birçok şey, varoşa gönderme yapılarak ifade edilir oldu. Akademisyenlerimiz de bunun dışında kalacak değil ya. Hele bu kadar kaynaşmış bir toplumda ülke gündeminden niye uzak kalsın adamlar.
Sayın Güçlü,
Bizimkiler, Avrupa Birliği “kriterime uy” dediği zaman bir şey yapıyorlar. İlk kez bu yıl, kurban kesimi evlerin, çocukların gözü önünde değil de toplu yerlerde yapıldı. O da kötü bir görüntüydü. Gazetelerimiz, baş sayfaları büyüklüğünde, kanlı fotoğraflara VAHŞET! başlığı attılar. Sanki hiç kurban kesilişini görmemişler gibi. Hiçbirinin hayatında et yemediğini sanır insan. Oysa kurban kesimi için, belediyeler daha uygun çözümleri vatandaşla birlikte, kriterime uy'dan çok önce bulabilirlerdi.
Mahalle düğünleri, yaşadığımız mahalleden ne kadar kopuk olduğumuz tartışması bir yana, her zaman yinelenmeyen ve yasa gereği en geç saat 24.00'de biten olaylar. Siz hiç, bir barın sokağında oturdunuz mu? Belki bilirsiniz, barları varoşlarda açmıyorlar. Her gecenizin cıs takadan zehir olduğu bir yana, kavgalar, bağırtılar, bazen silahlar atılıyor çevrenizde, arabanızı üç sokak aşağıya değil de evinizin önüne park ettiyseniz, sabah nasıl bulacağınız korkusuyla uyuyabiliyorsanız aşk olsun.
Sayın Doçent Doktor,
Eğer bir ahlaktan söz edeceksek gece kulüplerinde garson ceketi yakılmasını, insanların başına kâğıt peçete atılmasını, banka hortumlamalarını, rüşveti, satılık köşeleri, bilimi de konuşalım.
Önemli olan, sorunun değil, insani bir çözümün parçası olabilmek.
Lütfen bu üslubu bırakın, size yakışmıyor.
Yakışanlarsa zaten her gün her yerde konuşuyorlar.
Sevgilerimle
Güven
ARABESK DEĞİL AMERİKABESK
Son yıllarda “maganda”, “maço”, “kıro” gibi sözler yerleşti dağarcığımıza. Ülkemizde yaşayan insanların bir kısmı bu sözcüklerle nitelendirilmeye çalışılıyor.
Kimine göre bu ülkede yaşayan tüm insanlar böyle... Neredeyse ulusal kimliğimiz haline gelmiş. Kimine göre hiçbiri değil. Çünkü biz asil ve kahraman bir milletin soyuyuz.
Çoğu kişiye göre de kırdan kente göç edenler ve çocukları maganda. Kenti köye çevirdiler.
Ki onlar acılı lahmacun yerler, dolmuş müziği dinlerler. Kabadayı ve cahildirler. Ter kokar, bıyık bırakırlar. Genellikle beyaz çorap, siyah rugan ayakkabı giyerler. Uçkurlarına düşkündürler. Çok çocuk yapar, hiçbirini okutamazlar. Korkunç derecede tembeldirler. Sanki bölünerek çoğalırlar. Ve bu hızlı çoğalma sonucu kendi yaşam biçimlerinin damgasını toplumumuza basarlar.
Bu yaşam biçimini de “arabesk” olarak niteliyor kimileri. Toplumumuzda özellikle son yıllarda büyük değişim yaşanıyor. İki-üç kuşak öncesine benzemeyen bir kimlik çıktı ortaya:
Okumaz olduk. Okuma-yazma oranı yükselse de okumuyoruz. Araştırma, deneme, felsefe, sosyoloji bir yana, öykü, roman okumuyoruz. Şair milletiz diye geçiniriz, şiiri okumuyoruz.
Gazeteler lotaryalarla satılabiliyor ancak.
Sinemayı, tiyatroyu bırakalıysa epey oldu.
Bir garip çeviri Türkçesi konuşur olduk, anadilimizi unutuyoruz. Şaşırdık mı ya “Wooow” ya “hayret bişi”. Doğru dürüst Türkçe mağaza adı kalmadı neredeyse.
Beslenme yetersizliği, bozukluğuyla başı dertte olan bir toplumuz. Bebek ölüm oranında önemli bir düşme göstermiyoruz.
İntiharlar artıyor, fuhuşa yönelim artıyor, evden kaçan çocuk sayısı artıyor. Suç oranı yükselip duruyor.
Duraklar tahrip ediliyor, otobüs, tren, vapur koltukları yırtılıyor, parklardaki banklar sökülüp bırakılıyor. Kent mobilyasını kendimizin saymıyoruz. Ortaklaşma, paylaşma duygumuz yok oluyor. Dikilen fidanlar bile kırılıyor.
Sabah evden çıkınca tükürükten midesi bulanmasın diye yerlere bakmamaya çalışarak yürüyor insan.
Belediye otobüslerindeki “Dikkat kapı içeri doğru açılır, kapıya dayanmayınız” uyarısı, “Dikkat karı içeri doğru açılır, karıya dayanmayınız”a dönüştürülüyor. Geçen yıl resmi rakamlara göre ülkemizde 16.000 kadın tecavüze uğruyor. Bu bile tüyler ürpertici bir göstergeyken resmi sayılara yansımayanlar ne oluyor? Ya cinsel tacize, aile içi şiddete maruz kalan kadınlar ve çocukların durumunu kim ortaya koyabiliyor?
Bütün bu oluşumları kırdan kente göçle, arabesk yaşam biçimiyle, “zonta”lıkla açıklamaya çalışmak mümkün olmuyor, olamıyor. Hele köylerinde böyle davranmazken bu insanlar. Bu dönüşümün mayasını başkaları oluştururken, sürecin tüm faturasının onlara çıkarılması, şamar oğlanı yerine konmaları haksızlık gibi geliyor.
Onları bu tür sözcüklerle nitelemeye çalışanlar için; Son on yılda ülkemizde sanayi yatırımlarının sıfır ya da ona yakın olmasının bir anlamı yok mu?
8 milyon civarında işsizimizin olmasının, yeni yetişenler, mezun olanlar bir yana işte olanların işten çıkarılmasının, fabrikaların kapatılmasının, hatta kömür ocaklarını kapatma hedeflerinin bir anlamı var mı?
Ve bu işsiz, üretemeyen, kazanamayan, evinin ihtiyaçlarını karşılayamayan, giderek kendine olan güveni kaybolan topluluğa sunulan seçenekler nerede?
Yirmi dört saat, 8-10 kanaldan sürekli, şiddet ve cinsellik öğeleri sindirilmiş Amerikan dizileri, Amerikan filmleri bombardımanı ne tür alışkanlıklar geliştirebilir bu insanlarda?
Ya 900'lü “Alo beni neremden öpmek istersiniz?” hatları.
Bir gecede bir milyar, üç soruda 500 milyon, mavi anahtarla açılan Mercedes kapısı, 30 kupona dayalı döşeli ev piyangosu, kazı kazanı, lotosu, totosu... Oyna hemen kazan. Malı götür, köşeyi dön!..
On yılda bir demokrasiye vurulan darbeler, anayasa delen devlet adamları.
Habire turistikleşen oteller, kıyılar, kentler. Betonlaştırılan, çirkinleştirilen, kirletilen kıyılar için teşvik veren bir yönetim anlayışı!
Dünyada eşi olmayan, benzerinin bile yaratılması mümkün olmayan Hasankeyf'i, yani toplumun geçmişini, 60 yıl ömürlü bir baraja kurban veren bürokratlar, teknokratlar.
Evlerinde, okullarında dövülebilen, bekaret kontrolüne öğretmen tarafından gönderilebilen, hatta ihbar edilebilen çocuklar.
Hamburger tüketiminde birinci sıraya yükselen ülkemiz (Hani kebap kokuyordu İstanbul?). Hiç kimse bunları kalkınmanın, gelişmenin faturası diye savunamaz. Sanayileşmenin olmadığı (ki olsa bile), refahın artmadığı (ki olsa bile), toplumsal eşitliğin sağlanamadığı (ki olsa bile), insanların insanlıktan çıktığı yerde hangi gelişmeden söz edilebilinir ki!
Ülkemiz insanı hızla işsizleştiriliyor, kimliksizleştiriliyor, lümpenleştiriliyor. Toplumdaki değişimden rahatsız olanların, insanları “zonta”, “entel”, “maganda” gibi aşağılayıcı sözcüklerle nitelemeleri olayı düşmanlığa, kopuşa, uzlaşmamaya sürüklemekten başka bir işe yaramıyor.
İnsanları değil, insanları bu hale sokan politikaları, yatırımları sorgulayalım biraz. Belki biraz da kendimizi.
Güven Tunç
EYLEMLERİ, DEVRİMLERİ, ÜRÜNLERİ, DİRENÇLERİ HEDER EDEN ÜLKEM
Yıllar önce, bar kapısı beklerken bıçaklanıp öldürülen Eylem adlı bir oğlan için...
Çoğunun adını, o zehir gibi ablalarla ve abiler koymuştu. "Eylem" demişlerdi, "Ürün" demişlerdi, "Devrim" demişlerdi. Bebelere bu isimleri koydukları için de çok övünmüşler çok mutlu olmuşlardı o ablalarla abiler.
Sokakta, okulda, mahallede, bağda, bahçede, tarlada, fabrikada, kitapçıda, tiyatroda, sanki her yerde, hep o abilerle ablalardan vardı.
Genç bir ülkeydi o zaman buralar.
Yüzler gençti yürekler gençti
Bir dinamizm bir heyecan bir umut vardı.
Umut da umuttu o devirler. Şimdinin, çok satan kişisel gelişim mantrası haline getirilmiş, zavallılaştırılmış, "olumlu düşünce" ile bir alakası yoktu. Dünyaya güvenirdin, hayata güvenirdin, komşuna güvenirdin, dostuna güvenirdin, birlikte çalıştığın arkadaşına güvenirdin. İnsana güvenirdin insana.
O abilerle ablaların içlerinden, parlak bir ışık yansırdı sanki dışarıya. Ateş parçası gibiydiler, yerlerinde duramazlardı. En çok da gecekondularla fabrikalara giderlerdi. Okumuş yazmıştılar ama, isimlerini koydukları ya da isimlerin konulmasına vesile oldukları çocukların, yoksul, köylü, okumamış olan anneleri ve babalarıyla kardeş gibiydiler. Sahiden kardeş olmasalar da kardeşten öte gibiydiler. Her iki taraf için çok içten bir duygu ve inanıştı bu. Ama "gibi olmak" ile, "olmak" arasında fark vardı. Bunu, o zamanlar asla bilemezlerdi. Biri söylese kesinlikle inanmazlardı.
Böyle bir kardeşlik hiç bozulur muydu?
İnanmadıkları o kadar şey oldu ki...
İlk büyük kanlı darbeyi yediklerinde bozulmadı kardeşlikleri.
İlk savruluşlarında da.
Dışardan gelenler mahallelerde, fabrikalarda, gecekondularda hatta sokaklarda barınamaz oldu.
Gençlerden dönebilenlerin çoğu ailelerine, sınıflarına döndü.
Kalanlara, dönemeyenlere ise darbe; işten çıkarılmalar, aç ve açıkta kalmayla geldi. Hem de kitlesel.
Eylem'lere, Direnç'lere süt bile alınamaz oldu.
Ayrılık başlasa da gayrılık olmadı o sıralar.
Birlikte olmasa da kardeşçeydiler hala ve çok badire atlattılar. Birbirlerini görmeseler de izlediler . Sordular, soruşturdular, haberleşip selam yolladılar.
Yakalandılar.
Yasaklandılar.
Suçlandılar.
Ama sorgulanışlar, cezalar bile bozamadı dışarlıklıyla içerliklinin dostluğunu.
Yıllar yılları kovaladı.
Genç olmanın, ateşli olmanın, özgürlükçü olmanın, işçi olmanın, gecekondulu olmanın, hak aramanın bedelleri ağır ağır ödendi.
Uzun uzun hapisler yatıldı çıkıldı.
Hapisler tükenip de günlük hayatın gailesine düşünce, bu kadar uzun süren kardeşlik işte burada tavsadı. Yaşanamayanların yakalanması, kayıpların telafisi için girilen çabaların gücü karşısında, "gibi" kardeşlikler sökmedi, direnemedi. Unutulmaya, dağılmaya yüz tuttu gitti.
Zaman içinde ailelerine, gerçek sınıflarına dönen o abilerle ablalar; okullarına, fakültelerine de geri döndü. Okullarını bitirdi. Doktor oldu, mühendis, bankacı, hukukçu, gazeteci, öğretmen, inşaatçı, marketçi, siyasetçi oldu. İşlere girdi ya da işler kurdu. Aşık oldu. Evlendi, çocuk yaptı.
O abilerle ablalardan çoğu, çocuklarına Devrim, Eylem isimlerden koymadılar. Uygun zaman değildi, koyamadılar. Umut, Barış, Deniz gibi isimleri koyanlar çok oldu muhakkak. Ama daha çok; Ali, Ayşe, Ahmet, Mehmet gibi isimleri tercih ettiler. Bunlardan istemeyenler de yeni ismler türettiler. En çok da çiçek isimleri bulundu kızlar için.
Eylem'ler, Ürün'ler iyice azınlıkta kaldı.
Sokakta, sınıfta açıkta kaldı.
Biraz yalnız kaldı.
Salı, August 5, 2008 ·
Çoğunun adını, o zehir gibi ablalarla ve abiler koymuştu. "Eylem" demişlerdi, "Ürün" demişlerdi, "Devrim" demişlerdi. Bebelere bu isimleri koydukları için de çok övünmüşler çok mutlu olmuşlardı o ablalarla abiler.
Sokakta, okulda, mahallede, bağda, bahçede, tarlada, fabrikada, kitapçıda, tiyatroda, sanki her yerde, hep o abilerle ablalardan vardı.
Genç bir ülkeydi o zaman buralar.
Yüzler gençti yürekler gençti
Bir dinamizm bir heyecan bir umut vardı.
Umut da umuttu o devirler. Şimdinin, çok satan kişisel gelişim mantrası haline getirilmiş, zavallılaştırılmış, "olumlu düşünce" ile bir alakası yoktu. Dünyaya güvenirdin, hayata güvenirdin, komşuna güvenirdin, dostuna güvenirdin, birlikte çalıştığın arkadaşına güvenirdin. İnsana güvenirdin insana.
O abilerle ablaların içlerinden, parlak bir ışık yansırdı sanki dışarıya. Ateş parçası gibiydiler, yerlerinde duramazlardı. En çok da gecekondularla fabrikalara giderlerdi. Okumuş yazmıştılar ama, isimlerini koydukları ya da isimlerin konulmasına vesile oldukları çocukların, yoksul, köylü, okumamış olan anneleri ve babalarıyla kardeş gibiydiler. Sahiden kardeş olmasalar da kardeşten öte gibiydiler. Her iki taraf için çok içten bir duygu ve inanıştı bu. Ama "gibi olmak" ile, "olmak" arasında fark vardı. Bunu, o zamanlar asla bilemezlerdi. Biri söylese kesinlikle inanmazlardı.
Böyle bir kardeşlik hiç bozulur muydu?
İnanmadıkları o kadar şey oldu ki...
İlk büyük kanlı darbeyi yediklerinde bozulmadı kardeşlikleri.
İlk savruluşlarında da.
Dışardan gelenler mahallelerde, fabrikalarda, gecekondularda hatta sokaklarda barınamaz oldu.
Gençlerden dönebilenlerin çoğu ailelerine, sınıflarına döndü.
Kalanlara, dönemeyenlere ise darbe; işten çıkarılmalar, aç ve açıkta kalmayla geldi. Hem de kitlesel.
Eylem'lere, Direnç'lere süt bile alınamaz oldu.
Ayrılık başlasa da gayrılık olmadı o sıralar.
Birlikte olmasa da kardeşçeydiler hala ve çok badire atlattılar. Birbirlerini görmeseler de izlediler . Sordular, soruşturdular, haberleşip selam yolladılar.
Yakalandılar.
Yasaklandılar.
Suçlandılar.
Ama sorgulanışlar, cezalar bile bozamadı dışarlıklıyla içerliklinin dostluğunu.
Yıllar yılları kovaladı.
Genç olmanın, ateşli olmanın, özgürlükçü olmanın, işçi olmanın, gecekondulu olmanın, hak aramanın bedelleri ağır ağır ödendi.
Uzun uzun hapisler yatıldı çıkıldı.
Hapisler tükenip de günlük hayatın gailesine düşünce, bu kadar uzun süren kardeşlik işte burada tavsadı. Yaşanamayanların yakalanması, kayıpların telafisi için girilen çabaların gücü karşısında, "gibi" kardeşlikler sökmedi, direnemedi. Unutulmaya, dağılmaya yüz tuttu gitti.
Zaman içinde ailelerine, gerçek sınıflarına dönen o abilerle ablalar; okullarına, fakültelerine de geri döndü. Okullarını bitirdi. Doktor oldu, mühendis, bankacı, hukukçu, gazeteci, öğretmen, inşaatçı, marketçi, siyasetçi oldu. İşlere girdi ya da işler kurdu. Aşık oldu. Evlendi, çocuk yaptı.
O abilerle ablalardan çoğu, çocuklarına Devrim, Eylem isimlerden koymadılar. Uygun zaman değildi, koyamadılar. Umut, Barış, Deniz gibi isimleri koyanlar çok oldu muhakkak. Ama daha çok; Ali, Ayşe, Ahmet, Mehmet gibi isimleri tercih ettiler. Bunlardan istemeyenler de yeni ismler türettiler. En çok da çiçek isimleri bulundu kızlar için.
Eylem'ler, Ürün'ler iyice azınlıkta kaldı.
Sokakta, sınıfta açıkta kaldı.
Biraz yalnız kaldı.
Salı, August 5, 2008 ·
SUS KALBİM
SUS KALBİM
Sus.
Bugün, konuşacak ve umut edecek hiçbir şey yok. Sus.
Bugün ben, işgalcilerine secde edecek kadar kendine yabancılaştırılmış halk, heykelleri yıkılan diktatör, hangi savaşa gittiğini ne zaferi kazandığını bilmez asker, 'Bağdat dün insanlık tarihinin dönüm noktalarından birini böyle yaşadı' başlığıyla, bikinili kızları savaş fotoğraflarının yanında sergileyen gazetenin, savaş karşıtı gazetecisi, savaşı durduramayan insan,
sömürgeleştirilen ülke, yağmalanan bir kentim.
Bugün ben, bu savaşın ölü çocuklarıyım.
Oğlu, savaşta ölünce ancak Amerikan vatandaşı sayılan Meksikalı anneyim.
Bugün ben, katliamı seyreden Birleşmiş Milletler, 'Irak'a Özgürlük' yalanının son karesi, şirketlere teslim olmuş dünya, insani kriterlerimin olduğunu söyleyen birliğim.
Petrolüm, bor madeniyim, nehir suyuyum.
Sapanı kırılmış oğlan, Filistin Oteli önünde vurulan kameraman, yönetimlerince milliyetçiliği kışkırtılıp bağımsızlığı parça parça pazarlanan Arap halklarıyım.
Bugün ben, nerede olduğu meçhul El Sahaf'ım. Onun konuşmalarını televizyonda Türkçe'ye çeviren kırık sesli delikanlıyım.
Çokça Bağdat biraz Gazze biraz Hiroşima'yım.
Nagazaki'ye atom bombası atan karanlık güçlerin yeni binyıldaki kimyasal silah arama bahanesinin rakamsal bir sonucuyum.
Bugün efkarlıyım.
Firdevs Meydanı'nda ne yapacağını bilmez, kendini oradan oraya vurarak dolaşan çaresiz vatandaşım.
Sus kalbim.
Bırak bugün kederimle kalayım.
Gönlüm avunmayıversin bugün de.
Beyhude tesellilerle yorma beni. Sus
Ne içimde çığlık çığlığa uçan bir martı istiyorum. Ne ağıt, ne ağlama.
Bir şey anlamaya, çözümlemeye de kalkışma.
Ne umudun teorisi ne teorinin umudu. Bugün sus.
Bırak suskunluğumla kalayım.
Bugün on nisan kalbim.
Bugün sus.
Sus.
10 Nisan 2003
Güven Tunç
5 Şubat 2012
Bu yazıyı Irak'ın İşgal edildiği gün, kendimi nereye vuracağımı bilmezken yazmıştım.
Bugün aynı büyük oyun İran ve Suriye üzerinden aynı Libya ve Mısır üzerinden de Arap Baharı adı altında başka oynanırken sessizce bakıyorum.
Bakıyorum bakıyorum bakıyorum.
Başka bakanlar var mı ona da bakıyorum.
Sus.
Bugün, konuşacak ve umut edecek hiçbir şey yok. Sus.
Bugün ben, işgalcilerine secde edecek kadar kendine yabancılaştırılmış halk, heykelleri yıkılan diktatör, hangi savaşa gittiğini ne zaferi kazandığını bilmez asker, 'Bağdat dün insanlık tarihinin dönüm noktalarından birini böyle yaşadı' başlığıyla, bikinili kızları savaş fotoğraflarının yanında sergileyen gazetenin, savaş karşıtı gazetecisi, savaşı durduramayan insan,
sömürgeleştirilen ülke, yağmalanan bir kentim.
Bugün ben, bu savaşın ölü çocuklarıyım.
Oğlu, savaşta ölünce ancak Amerikan vatandaşı sayılan Meksikalı anneyim.
Bugün ben, katliamı seyreden Birleşmiş Milletler, 'Irak'a Özgürlük' yalanının son karesi, şirketlere teslim olmuş dünya, insani kriterlerimin olduğunu söyleyen birliğim.
Petrolüm, bor madeniyim, nehir suyuyum.
Sapanı kırılmış oğlan, Filistin Oteli önünde vurulan kameraman, yönetimlerince milliyetçiliği kışkırtılıp bağımsızlığı parça parça pazarlanan Arap halklarıyım.
Bugün ben, nerede olduğu meçhul El Sahaf'ım. Onun konuşmalarını televizyonda Türkçe'ye çeviren kırık sesli delikanlıyım.
Çokça Bağdat biraz Gazze biraz Hiroşima'yım.
Nagazaki'ye atom bombası atan karanlık güçlerin yeni binyıldaki kimyasal silah arama bahanesinin rakamsal bir sonucuyum.
Bugün efkarlıyım.
Firdevs Meydanı'nda ne yapacağını bilmez, kendini oradan oraya vurarak dolaşan çaresiz vatandaşım.
Sus kalbim.
Bırak bugün kederimle kalayım.
Gönlüm avunmayıversin bugün de.
Beyhude tesellilerle yorma beni. Sus
Ne içimde çığlık çığlığa uçan bir martı istiyorum. Ne ağıt, ne ağlama.
Bir şey anlamaya, çözümlemeye de kalkışma.
Ne umudun teorisi ne teorinin umudu. Bugün sus.
Bırak suskunluğumla kalayım.
Bugün on nisan kalbim.
Bugün sus.
Sus.
10 Nisan 2003
Güven Tunç
5 Şubat 2012
Bu yazıyı Irak'ın İşgal edildiği gün, kendimi nereye vuracağımı bilmezken yazmıştım.
Bugün aynı büyük oyun İran ve Suriye üzerinden aynı Libya ve Mısır üzerinden de Arap Baharı adı altında başka oynanırken sessizce bakıyorum.
Bakıyorum bakıyorum bakıyorum.
Başka bakanlar var mı ona da bakıyorum.
BİZE YAR OLMAYAN DEVR-İ DEVRANIN İZZET-İ İKRAMIDIR
Üstad,
Üstadım,
Yukarılardan görüyorsunuzdur.
Mısranızı bir parça değiştirdim.
Affola.
ÜŞÜME KORKUSU
"Yoksulluk, sadece yiyecek ekmek bulamamak değildir."" der Rahibe Teresa
"Onun da ötesinde, insanın saygınlığına duyulan büyük bir açlıktır.
Sevmeye ve başkaları için önem taşıyan birisi olmaya gereksinim duyarız." der.
Doğrudur;
Yoksulluk insanların aç kalması değildir sadece.
Sadece konut, sağlık, eğitim hizmetlerine ulaşamamaları da değildir.
Yoksulluk; korkudur, utançtır, hayal kırıklığı ve umutsuzluktur.
Ama en önemlisi, yoksulluk insanların en insanca olan yanını, “yapabilme” yi, “yapabilme erki”ni elinden alan, sefil ve vicdansız bir şiddet uygulamasıdır.
İnsan son yıllarda olanlara bakınca, yoksulluğun bilinçli ve sistemli bir şiddet uygulaması olduğunu düşünüyor.
Yoksulluk; koca bir ömrün, kuyruklarda heba olmasıdır.
Tüm sosyal ortamlarda itilip kakılmaktır.
Hiç fırsatının olmamasıdır. Şansının hiç gülmemesidir.
Yalvarıp yalvarıp tanrıdan yanıt alamamaktır.
Düşünüp taşınıp ne yapacağını bulamamaktır.
Nazım'ın dediği gibi;
açlıktan gebermektir şose boylarında,
soğulkta it gibi titremektir.
Sofra kuramamaktır.
Kurulan sofradan hep doymadan kalkmaktır.
Çocuksan çok isteyip de okula gidememektir. Gidebiliyorsan eğer, mutlaka bir eksiğinden dolayı her gün azar işitmektir. Karne parası götürmediysen ders dinlemeye, sınıfta bulunmaya hakkın yoktur. Çocukluğun boyunca bir topunun bile olamamasıdır.
Üç kuruşluk harçlık için bayramları beklemektir.
Yaşama dair herşeyi, para değerinden düşünmektir yoksulluk. Daha doğrusu yaşanacak herşeyin bir bedeli olduğunu düşünmektir. Düşününce de vaz geçmektir. Hep "idare ederim" demektir. "Yemesek de olur", "giymesek de olur", "gitmesek de olur", "almasak da olur" diyerek, hayattan yavaş yavaş kopmaktır.
Yardımlardan utanmak ama yine de almak zorunda kalmaktır.
Çaresizce yardımlara alıştırılmaktır.
Bu yardımlar yoluyla aşağılanmaktır.
Sıralarda, kuyruklarda, fotoğraflarla teşhir edilmektir.
Ancak dini günlerde hatırlanmak dini olmayan günlerde üzerine basılan olmaktır.
Kadere kederle razı olmaktır.
Bir atasözü; "Açlık tanrıdan büyüktür" der
Öyle bir şeydir ki yoksulluk, korkusu bile neler yaptırır insana.
Aslında korkusu kendinden beterdir.
En çok da, en güçlüler bu korkuya kapılır.
Ve bu korku nedeniyledir ki; dünyada en saygın görünmeye çalışan insanlar, en güçsüzlerin haklarına gözlerini kırpmadan el koyanlardır.
En tepedeki adamlar, bir çok insanın zararına olduğunu bile bile büyük kararların altına imza atanlardır.
En yardımsever görünen adamlar, kendilerini ve aileleri için başkalarının yoksulluğuna en insafsızca neden olanlardır.
Dünyada altı milyar küsur insan yaşıyoruz. İnsanlığın elinde, doğanın da katkılarıyla, bunun iki katı insanı doyurma olanağı var.
Buna rağmen hâla yoksulluk herkesi bu kadar korkutabiliyorsa, bunda bir iş var.
Açlık korkusuyla, başkalarını açlığa sürükleyen insanlara şunu söylemek lazım; Bize yar olmayan devr-i devranın izzet-i ikramıdır bu. Almayın. Bize de teklif etmeyin.
Başlık; Neyzen Tevfik'in bir şiirinden alınmıştır.
Üstadım,
Yukarılardan görüyorsunuzdur.
Mısranızı bir parça değiştirdim.
Affola.
ÜŞÜME KORKUSU
"Yoksulluk, sadece yiyecek ekmek bulamamak değildir."" der Rahibe Teresa
"Onun da ötesinde, insanın saygınlığına duyulan büyük bir açlıktır.
Sevmeye ve başkaları için önem taşıyan birisi olmaya gereksinim duyarız." der.
Doğrudur;
Yoksulluk insanların aç kalması değildir sadece.
Sadece konut, sağlık, eğitim hizmetlerine ulaşamamaları da değildir.
Yoksulluk; korkudur, utançtır, hayal kırıklığı ve umutsuzluktur.
Ama en önemlisi, yoksulluk insanların en insanca olan yanını, “yapabilme” yi, “yapabilme erki”ni elinden alan, sefil ve vicdansız bir şiddet uygulamasıdır.
İnsan son yıllarda olanlara bakınca, yoksulluğun bilinçli ve sistemli bir şiddet uygulaması olduğunu düşünüyor.
Yoksulluk; koca bir ömrün, kuyruklarda heba olmasıdır.
Tüm sosyal ortamlarda itilip kakılmaktır.
Hiç fırsatının olmamasıdır. Şansının hiç gülmemesidir.
Yalvarıp yalvarıp tanrıdan yanıt alamamaktır.
Düşünüp taşınıp ne yapacağını bulamamaktır.
Nazım'ın dediği gibi;
açlıktan gebermektir şose boylarında,
soğulkta it gibi titremektir.
Sofra kuramamaktır.
Kurulan sofradan hep doymadan kalkmaktır.
Çocuksan çok isteyip de okula gidememektir. Gidebiliyorsan eğer, mutlaka bir eksiğinden dolayı her gün azar işitmektir. Karne parası götürmediysen ders dinlemeye, sınıfta bulunmaya hakkın yoktur. Çocukluğun boyunca bir topunun bile olamamasıdır.
Üç kuruşluk harçlık için bayramları beklemektir.
Yaşama dair herşeyi, para değerinden düşünmektir yoksulluk. Daha doğrusu yaşanacak herşeyin bir bedeli olduğunu düşünmektir. Düşününce de vaz geçmektir. Hep "idare ederim" demektir. "Yemesek de olur", "giymesek de olur", "gitmesek de olur", "almasak da olur" diyerek, hayattan yavaş yavaş kopmaktır.
Yardımlardan utanmak ama yine de almak zorunda kalmaktır.
Çaresizce yardımlara alıştırılmaktır.
Bu yardımlar yoluyla aşağılanmaktır.
Sıralarda, kuyruklarda, fotoğraflarla teşhir edilmektir.
Ancak dini günlerde hatırlanmak dini olmayan günlerde üzerine basılan olmaktır.
Kadere kederle razı olmaktır.
Bir atasözü; "Açlık tanrıdan büyüktür" der
Öyle bir şeydir ki yoksulluk, korkusu bile neler yaptırır insana.
Aslında korkusu kendinden beterdir.
En çok da, en güçlüler bu korkuya kapılır.
Ve bu korku nedeniyledir ki; dünyada en saygın görünmeye çalışan insanlar, en güçsüzlerin haklarına gözlerini kırpmadan el koyanlardır.
En tepedeki adamlar, bir çok insanın zararına olduğunu bile bile büyük kararların altına imza atanlardır.
En yardımsever görünen adamlar, kendilerini ve aileleri için başkalarının yoksulluğuna en insafsızca neden olanlardır.
Dünyada altı milyar küsur insan yaşıyoruz. İnsanlığın elinde, doğanın da katkılarıyla, bunun iki katı insanı doyurma olanağı var.
Buna rağmen hâla yoksulluk herkesi bu kadar korkutabiliyorsa, bunda bir iş var.
Açlık korkusuyla, başkalarını açlığa sürükleyen insanlara şunu söylemek lazım; Bize yar olmayan devr-i devranın izzet-i ikramıdır bu. Almayın. Bize de teklif etmeyin.
Başlık; Neyzen Tevfik'in bir şiirinden alınmıştır.
SEVGİLİ ŞAVEZ AMCA
Ocak 12, 2009
Sevgili Şavez Amca
Anneme sordum, sana böyle seslenebileceğimi söyledi.
Çocuk olduğum için çok kibar olmama gerek yokmuş. Ama saygılı olmalıymışım. Çünkü sen, hem yetişkin bir insanmışsın hem de bir devletin başkanıymışsın. Çocuk olmasam; sana, siz demem gerekirmiş. Sayın, Bay ya da Ekselansları diye hitap etmeliymişim.
İyi ki çocuğum, bazı sözcükleri yazmak çok zor.
Şavez Amcacığım,
Benim adım Papatya, dokuz yaşındayım. Üçüncü sınıfa gidiyorum. Sen beni tanımazsın.
Ben sana teşekkür etmek için bu mektubu yazıyorum.Sen, çok çok büyük bir iş yapmışsın.
Bu Gazze’deki çocukları öldürenler var ya? Onları ülkenden kovmuşsun.
Birleşmiş Milletler’den bile cesurmuşsun.
Hem de çok barışçıymışsın. Ancak senin gibi liderler, dünyanın kötü gitmesini engelleyebilirmiş. Savaşı durdurabilirmiş.
Annemle babam böyle konuştular. Ben duydum.
Annem, seni televizyonda izleyince, "Aferim" diyor. Babam da "Aslanım benim" diye bağırıyor.
Öğretmenim de, senin yaptıklarını beğeniyor.
Ülkendeki Musevilere; bu barbarlığı durdurmaları için çağrıda bulunmuşsun. Onları, barışı savunmaları için yüreklendirmişsin. Çoğunun savaşı istemediğini biliyormuşsun. Savaş; İsrail’deki hükümetin suçuymuş. Yahudilerin değilmiş. Müslümanların Yahudilerle, Yahudilerin, Hıristiyanlarla, Buda’ya inananların, bir şeye inanmayanlarla bir sorunu yokmuş.
Savaş isteyen kötü kişiler; dini, bahane ederlermiş, milleti bahane ederlermiş. Oysa bütün insanlar kardeşmiş. Renkli, farklı, tatlı kardeşlermiş. Öğretmenimin diğer söylediklerini tam anlamasam da, hepimizin kardeş olduğunu biliyorum.
Şavez Amca,
Biz çocuk olsak da, dünyada neler olduğunu biliyoruz. Evlerimizde, televizyondaki haberleri izlememize izin vermeseler de biliyoruz. İsrail’in, Gazze şehrine savaş açtığını biliyoruz. Çocukları öldürdüğünü biliyoruz. Annelerle babaları öldürüp, çocukları annesiz babasız bıraktığını da biliyoruz.
Gazze’de herkesin gözleri kocaman kocaman. Boş boş bakıyor. Herkesin gözleri ıslak . Ağlamıyorlar ama, ıslak ve kocaman bakıyorlar. Belgesellerdeki, tuzağa düşmüş aslanlar gibi bakıyorlar. İsrail’in kendi askerleri de, bazen böyle bakıyor. İnsanlar da aslanlar da böyle bakmasın. İyi değil. Çocuğuz ama anlıyoruz. İnsanları böyle baktırdığı için de, İsrail’e çok kızıyoruz. Hem de çok kızıyoruz.
Öğretmenimiz bize iki çocuğun öyküsünü anlattı.
Hollanda’daki Anne Frank ile Japon çocuk Sadako Sasaki’yi anlattı. Onlar da savaşta öldürülen çocuklardı. Anne diye yazılıyor ama Ann diye okunuyor. İşte o Ann, Naziler yüzünden ölmüş. Dünyanın başka tarafında yiyecekler çöpe atılırken, açlık içinde beklemelerini anlamıyormuş. Ben de anlamıyorum Savez Amca. Sadako ise, Amerika’nın Hiroşima’ya attığı bombadan hastalanmış ve ölmüş. Sadako, kağıttan bin tane turna kuşu yaparsa kurtulacağına inanmış ama bu bomba, çocuklara o kadar zarar veriyormuş ki, bin tane turna yapamadan ölmüş. Dünyadan bir çok çocuk, kağıttan bir çok turna kuşu yapıp göndermişler. O turna kuşları bir müzede duruyormuş.
Şimdi de İsrail’i yönetenler; Filistin’li çocuklardan, Hamide İbrahim Musabbih’i, Muhammed El Atsal’ı, Ebud’ı, Abdülsettar’ı bombalarla yakarak, parçalayarak öldürüyor. Irak'ta da Amerika yüzünden çocuklar ölüyor. Biz biliyoruz Şavez Amca. Çocuğuz ama biliyoruz. Çok üzülüyoruz.
İsrail halkından da, savaşa üzülen çokmuş. Bazı pilotlar, çocukların üzerine bomba atmayı reddediyorlarmış. İsrail’de yaşayanların bazıları, ama sayıları bayağı çokmuş, savaş olmasın diye gösteriler, yürüyüşler yapıyorlarmış. Savez Amca bizim ülkemizde de çok yürüyüş yapıldı biliyor musun? Annemle babam da gitti. İsrail’li Yonit Levy teyze, haber sunarken yapılanları eleştiriyormuş. Dünyada bazı sanatçılar, doktorlar, futbolcular da bu savaşa karşı olmuşlar. Öğretmenimiz bize bunları anlattı. O da, çok üzülüyormuş. Son zamanlarda dünyada olanlardan endişe ediyormuş ama bize çok güveniyormuş. Her insanın eşit olduğunu bilir ve barışa inanırsak, biz büyük olduğumuzda savaşlar olmazmış.
Annem; öğretmenler doğru söyle diyor.
Şavez Amca, biz öğretmenimizi çok seviyoruz. Ona çok inanıyoruz.
Ama artık dünyada, piyangoya barıştan daha çok inanıyor insanlar.
Piyangoya daha çok para harcıyorlar.
Sen barışa, piyangodan daha çok inandığın için, sana çok teşekkür ederim.
Gazze'li çocuklar için önemli bir şey yaptığın için teşekkür ederim.
Irak'da savaşa karşı çıktığın için teşekkür ederim.
Kendi ülkendeki çocukların istedikleri oyuncağı, şekerlemeyi almaları için çalıştığın için teşekkür ederim. Annelerine babalarına iş sağladığın için teşekkür ederim.
Şavez Amcacığım,
Sana çok teşekkür ederim hem de ellerinden öperim.
Ellerinden öpmek sizde yokmuş.
Biz, bazen büyüklerimizin ellerinden öpüyoruz.
Annem o eskidendi diyor ama, babaannem bunu mutlaka yazmamı, yani ellerinden öpmemi istedi.
Şavez Amca,
Mektubum kısa olduysa özür dilerim.
Bilmelisin ki, hiç bu kadar uzun bir yazı yazmamıştım.
Sana çok çok teşekkür ederim.
Ben Papatya.
Türkiye'den bir çocuk
Sevgili Şavez Amca
Anneme sordum, sana böyle seslenebileceğimi söyledi.
Çocuk olduğum için çok kibar olmama gerek yokmuş. Ama saygılı olmalıymışım. Çünkü sen, hem yetişkin bir insanmışsın hem de bir devletin başkanıymışsın. Çocuk olmasam; sana, siz demem gerekirmiş. Sayın, Bay ya da Ekselansları diye hitap etmeliymişim.
İyi ki çocuğum, bazı sözcükleri yazmak çok zor.
Şavez Amcacığım,
Benim adım Papatya, dokuz yaşındayım. Üçüncü sınıfa gidiyorum. Sen beni tanımazsın.
Ben sana teşekkür etmek için bu mektubu yazıyorum.Sen, çok çok büyük bir iş yapmışsın.
Bu Gazze’deki çocukları öldürenler var ya? Onları ülkenden kovmuşsun.
Birleşmiş Milletler’den bile cesurmuşsun.
Hem de çok barışçıymışsın. Ancak senin gibi liderler, dünyanın kötü gitmesini engelleyebilirmiş. Savaşı durdurabilirmiş.
Annemle babam böyle konuştular. Ben duydum.
Annem, seni televizyonda izleyince, "Aferim" diyor. Babam da "Aslanım benim" diye bağırıyor.
Öğretmenim de, senin yaptıklarını beğeniyor.
Ülkendeki Musevilere; bu barbarlığı durdurmaları için çağrıda bulunmuşsun. Onları, barışı savunmaları için yüreklendirmişsin. Çoğunun savaşı istemediğini biliyormuşsun. Savaş; İsrail’deki hükümetin suçuymuş. Yahudilerin değilmiş. Müslümanların Yahudilerle, Yahudilerin, Hıristiyanlarla, Buda’ya inananların, bir şeye inanmayanlarla bir sorunu yokmuş.
Savaş isteyen kötü kişiler; dini, bahane ederlermiş, milleti bahane ederlermiş. Oysa bütün insanlar kardeşmiş. Renkli, farklı, tatlı kardeşlermiş. Öğretmenimin diğer söylediklerini tam anlamasam da, hepimizin kardeş olduğunu biliyorum.
Şavez Amca,
Biz çocuk olsak da, dünyada neler olduğunu biliyoruz. Evlerimizde, televizyondaki haberleri izlememize izin vermeseler de biliyoruz. İsrail’in, Gazze şehrine savaş açtığını biliyoruz. Çocukları öldürdüğünü biliyoruz. Annelerle babaları öldürüp, çocukları annesiz babasız bıraktığını da biliyoruz.
Gazze’de herkesin gözleri kocaman kocaman. Boş boş bakıyor. Herkesin gözleri ıslak . Ağlamıyorlar ama, ıslak ve kocaman bakıyorlar. Belgesellerdeki, tuzağa düşmüş aslanlar gibi bakıyorlar. İsrail’in kendi askerleri de, bazen böyle bakıyor. İnsanlar da aslanlar da böyle bakmasın. İyi değil. Çocuğuz ama anlıyoruz. İnsanları böyle baktırdığı için de, İsrail’e çok kızıyoruz. Hem de çok kızıyoruz.
Öğretmenimiz bize iki çocuğun öyküsünü anlattı.
Hollanda’daki Anne Frank ile Japon çocuk Sadako Sasaki’yi anlattı. Onlar da savaşta öldürülen çocuklardı. Anne diye yazılıyor ama Ann diye okunuyor. İşte o Ann, Naziler yüzünden ölmüş. Dünyanın başka tarafında yiyecekler çöpe atılırken, açlık içinde beklemelerini anlamıyormuş. Ben de anlamıyorum Savez Amca. Sadako ise, Amerika’nın Hiroşima’ya attığı bombadan hastalanmış ve ölmüş. Sadako, kağıttan bin tane turna kuşu yaparsa kurtulacağına inanmış ama bu bomba, çocuklara o kadar zarar veriyormuş ki, bin tane turna yapamadan ölmüş. Dünyadan bir çok çocuk, kağıttan bir çok turna kuşu yapıp göndermişler. O turna kuşları bir müzede duruyormuş.
Şimdi de İsrail’i yönetenler; Filistin’li çocuklardan, Hamide İbrahim Musabbih’i, Muhammed El Atsal’ı, Ebud’ı, Abdülsettar’ı bombalarla yakarak, parçalayarak öldürüyor. Irak'ta da Amerika yüzünden çocuklar ölüyor. Biz biliyoruz Şavez Amca. Çocuğuz ama biliyoruz. Çok üzülüyoruz.
İsrail halkından da, savaşa üzülen çokmuş. Bazı pilotlar, çocukların üzerine bomba atmayı reddediyorlarmış. İsrail’de yaşayanların bazıları, ama sayıları bayağı çokmuş, savaş olmasın diye gösteriler, yürüyüşler yapıyorlarmış. Savez Amca bizim ülkemizde de çok yürüyüş yapıldı biliyor musun? Annemle babam da gitti. İsrail’li Yonit Levy teyze, haber sunarken yapılanları eleştiriyormuş. Dünyada bazı sanatçılar, doktorlar, futbolcular da bu savaşa karşı olmuşlar. Öğretmenimiz bize bunları anlattı. O da, çok üzülüyormuş. Son zamanlarda dünyada olanlardan endişe ediyormuş ama bize çok güveniyormuş. Her insanın eşit olduğunu bilir ve barışa inanırsak, biz büyük olduğumuzda savaşlar olmazmış.
Annem; öğretmenler doğru söyle diyor.
Şavez Amca, biz öğretmenimizi çok seviyoruz. Ona çok inanıyoruz.
Ama artık dünyada, piyangoya barıştan daha çok inanıyor insanlar.
Piyangoya daha çok para harcıyorlar.
Sen barışa, piyangodan daha çok inandığın için, sana çok teşekkür ederim.
Gazze'li çocuklar için önemli bir şey yaptığın için teşekkür ederim.
Irak'da savaşa karşı çıktığın için teşekkür ederim.
Kendi ülkendeki çocukların istedikleri oyuncağı, şekerlemeyi almaları için çalıştığın için teşekkür ederim. Annelerine babalarına iş sağladığın için teşekkür ederim.
Şavez Amcacığım,
Sana çok teşekkür ederim hem de ellerinden öperim.
Ellerinden öpmek sizde yokmuş.
Biz, bazen büyüklerimizin ellerinden öpüyoruz.
Annem o eskidendi diyor ama, babaannem bunu mutlaka yazmamı, yani ellerinden öpmemi istedi.
Şavez Amca,
Mektubum kısa olduysa özür dilerim.
Bilmelisin ki, hiç bu kadar uzun bir yazı yazmamıştım.
Sana çok çok teşekkür ederim.
Ben Papatya.
Türkiye'den bir çocuk
ALLAHIN SOPASI VARMIŞ
Cuma, Mayıs 15, 2009 ·
“Kan kırmızı gözlerim. kesmece
önce ellerim ıslanır. her seferinde”
Ne kaderdir ki; – bir de sosyolojiye dayandırmaya çalışarak- “töre cinayetleri bir kürt meselesidir” söylemleri, bugün (15 mayıs 09) kendi gazetelerinin internet sitesinde de yayımlanan bir haberle yerle bir edildi.
“Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nin İstanbul’da düzenlediği Kadın ve Erkek Eşitliği Komisyonu Toplantısı’nda konuşan Raportör John Austin, "Namus cinayetleri sadece Türkiye’nin sorunu değil. Benim ülkem İngiltere ile Almanya ve Belçika’da da namus cinayetleri var. Bu sorun dünyanın sorunu" diye konuştu.”
Aynı habere göre; 2006’dan bu yana hem Türkiye’de hem de tüm dünyada namus cinayetleri artıyormuş.
İşin kötü yanı bu; konuyu takip edenler için hiç de yeni bir haber değil. Bırakın gazeteci olmayı normal, dikkatli bir gazete okuru bile bu tablodan haberdar.
Peki bu gazeteci, liberal, köşe yazarı, genel yayın yönetmeni ağabeylerimiz bunu bilmeyecek kadar kendi gazetelerini bile okumazlar mı?
Yoksa başka bir şey mi var? Biz zavallı sıradan insanların anlayamadığı?
İşte bir örnek daha. Uçan Süpürge kaynaklı bir haber. Geçen yıla ait.
İsveç’in Malmö kentinde düzenlenen Avrupa Sosyal Forumu 5. toplantısına katılan Avrupa Feminist Kadın İnisiyatifinin İsveç temsilcisi Maria Hagberg Geçmişte kaydedilen ilerlemelerin “tehdit altında olduğunu” ve kadına yönelik şiddetin İsveç toplumda da arttığını ifade etti. Hagberg, 5 yıl önce İsveç’te kadına karşı 20 bin şiddet vakasına rastlandığına, bugünse bu sayının 30 binleri bulduğuna dikkati çekti.
N’olacak?
Şimdi Avrupa’lılara da mı Kürt diyeceğiz? Yoksa özür mü dileyeceğiz?
Sadece Ruşen Çakır’dan değil, sosyolojiden de , anne babaları öldürülen Mardin’li çocuklardan da.
Ne zaman karar verdiniz, hangi delile dayandınız da – daha kimse çözememişken- buradaki olayın töre cinayeti olduğuna karar verdiniz?
Kiminle alıp veremediğiniz var da üzerinden bu kadar zaman geçmişken etnik yapıyı işin içine kattınız?
Tecavüz mağdurlarının fotoğrafını, tüm uyarılara ve yasaklara karşın kimliği belli olacak şekilde basanların etnik kökeni ne?
Yoksa sizin de mi meseleniz oldu namus cinayetleri. Kendisini koruyamayan kadınlar kahrolsun. Kızını kontrol etmeyen anne ve babalar kahrolsun. Öyle mi?
Yok. Bu kadar da değil.
Ama böyle toplumdan uzak, insandan uzak da gazetecilik yapılamaz ki kardeşim.
O köyden bir adam çıkmış sesini duyurmaya çalışıp çabalıyor; ”Ne pkk ne hizbullah ne töre ne korucu”.
Başka bir şey var.
Başka bir şey var.
Belki hepsinden bir parça var ama bu başka bir şey .
Şiddetin yarattığı yeni bir şiddet türü mü?
İnsanı insanlıktan çıkaran bir toplu delirme hali.
Bilmiyoruz.
Bilmeyince susmak ayıp değildir.
Kanı ve ölümü görmüş çocuklardan utanmaz insan o zaman
“Kan kırmızı gözlerim. kesmece
önce ellerim ıslanır. her seferinde”
Ne kaderdir ki; – bir de sosyolojiye dayandırmaya çalışarak- “töre cinayetleri bir kürt meselesidir” söylemleri, bugün (15 mayıs 09) kendi gazetelerinin internet sitesinde de yayımlanan bir haberle yerle bir edildi.
“Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nin İstanbul’da düzenlediği Kadın ve Erkek Eşitliği Komisyonu Toplantısı’nda konuşan Raportör John Austin, "Namus cinayetleri sadece Türkiye’nin sorunu değil. Benim ülkem İngiltere ile Almanya ve Belçika’da da namus cinayetleri var. Bu sorun dünyanın sorunu" diye konuştu.”
Aynı habere göre; 2006’dan bu yana hem Türkiye’de hem de tüm dünyada namus cinayetleri artıyormuş.
İşin kötü yanı bu; konuyu takip edenler için hiç de yeni bir haber değil. Bırakın gazeteci olmayı normal, dikkatli bir gazete okuru bile bu tablodan haberdar.
Peki bu gazeteci, liberal, köşe yazarı, genel yayın yönetmeni ağabeylerimiz bunu bilmeyecek kadar kendi gazetelerini bile okumazlar mı?
Yoksa başka bir şey mi var? Biz zavallı sıradan insanların anlayamadığı?
İşte bir örnek daha. Uçan Süpürge kaynaklı bir haber. Geçen yıla ait.
İsveç’in Malmö kentinde düzenlenen Avrupa Sosyal Forumu 5. toplantısına katılan Avrupa Feminist Kadın İnisiyatifinin İsveç temsilcisi Maria Hagberg Geçmişte kaydedilen ilerlemelerin “tehdit altında olduğunu” ve kadına yönelik şiddetin İsveç toplumda da arttığını ifade etti. Hagberg, 5 yıl önce İsveç’te kadına karşı 20 bin şiddet vakasına rastlandığına, bugünse bu sayının 30 binleri bulduğuna dikkati çekti.
N’olacak?
Şimdi Avrupa’lılara da mı Kürt diyeceğiz? Yoksa özür mü dileyeceğiz?
Sadece Ruşen Çakır’dan değil, sosyolojiden de , anne babaları öldürülen Mardin’li çocuklardan da.
Ne zaman karar verdiniz, hangi delile dayandınız da – daha kimse çözememişken- buradaki olayın töre cinayeti olduğuna karar verdiniz?
Kiminle alıp veremediğiniz var da üzerinden bu kadar zaman geçmişken etnik yapıyı işin içine kattınız?
Tecavüz mağdurlarının fotoğrafını, tüm uyarılara ve yasaklara karşın kimliği belli olacak şekilde basanların etnik kökeni ne?
Yoksa sizin de mi meseleniz oldu namus cinayetleri. Kendisini koruyamayan kadınlar kahrolsun. Kızını kontrol etmeyen anne ve babalar kahrolsun. Öyle mi?
Yok. Bu kadar da değil.
Ama böyle toplumdan uzak, insandan uzak da gazetecilik yapılamaz ki kardeşim.
O köyden bir adam çıkmış sesini duyurmaya çalışıp çabalıyor; ”Ne pkk ne hizbullah ne töre ne korucu”.
Başka bir şey var.
Başka bir şey var.
Belki hepsinden bir parça var ama bu başka bir şey .
Şiddetin yarattığı yeni bir şiddet türü mü?
İnsanı insanlıktan çıkaran bir toplu delirme hali.
Bilmiyoruz.
Bilmeyince susmak ayıp değildir.
Kanı ve ölümü görmüş çocuklardan utanmaz insan o zaman
VİCDAN NEFRET VE HOMOFOBİ
Temmuz 17, 2009
Mahsun Kırmızıgül ikinci filmi olan, “Güneşi Gördüm”’ü yazdı, yönetti ve film 15 Nisan’da vizyona girdi.
Film tanınmış, başarılı, oldukça saygın oyuncularından çok, bir Mahsun Kırmızıgül filmi olarak algılandı. Bir film; başarısı ve inandırıcılığında oyuncuların büyük katkısı olmasına karşın yönetmeni ile anılıyorsa o film doğru yerde duruyor derler. Çoğu eleştirmen ve sinema düşkünü köşe yazarı; bu filmden, “Mahsun’un” filmi “şöyleydi”, “böyleydi” gibi, ama çoğunlukla olumlu ifadelerle söz ettiler. O zaman anladım ki Mahsun Kırmızıgül bir yönetmen olarak kendini kanıtlamış.
Kırmızıgül filmde; bir bölgenin sorununu, geniş bir aile üzerinden ve on- on beş karakteristik konuyla olayı vurgulayarak vermiş. Konuları anlatımı, aktarımı dramatik klişelerden oluşuyor. Neredeyse dramatik klişelerden oluşan bir olaylar zinciri çerçevesinde izliyoruz filmi. Çokca duygusal ve çocuksu.
Ancak öyle bir yanı var ki filmin, işte o yan, Mahsun Kırmızıgül’ü ciddi bir yönetmen yapıyor. Konunun tümüne olan; “cesur ve insancıl yaklaşımı”.
Herkesin akıl verdiği, kendi çevresindeki sorunları anlamaz ve çözemezken başkalarına “ağabeylik” tasladığı, rol biçmeye giriştiği bu süreçte; “radikal ve humanist” bir yaklaşım sergiliyor. Bu yaklaşımı onu, “Bir Aydıncık Havası” çaresizliğinden kurtarıp umut veren, izlenmesi gereken, söyleyecek sözü olan bir adam haline getiriyor. Mahsun Kırmızıgül tüm etkilenen taraflarıyla, evrensel bir insanlık meselesi anlatıyor.
Şimdi biz de, yukarıdan bakmak için değil ama anlattığı insanlık meselelerine yakınlıktan ve içtenlikten, soyadını değil de ön adını kullanarak onunla girelim meseleye. Mahsun’un ; “Güneşi Gördüm” filminde işlediği konulardan biri de ailenin genç erkek evlatlarından birinin cinsel yönelim farklılığı.
Erkek kardeşlerden biri, içindeki önlenemez eğilimin peşinden gidiyor, küçük ağabey de onun. Klasik bir memleket tablosu. Ve büyük ağabeyin tüm engellemelerine karşın tercihini yaşamak isteyen küçük kardeş, cesurca ve küçük ağabeyini anlayarak, anlayıp bağışlayarak kurşunlarının önüne atıyor kendini.
Cem Aksakal cesur ve çok başarılı bir şekilde canlandırıyor Cansu'yu. Genellikle karikatürleştirme, komikleştirme yoluyla nesneleştirilmiyor. Kanıyla, canıyla, duygusuyla bir insan yansıtılıyor.
Sahne belki biraz acemi, belki istenen olgunlukta değil ama izleyenleri kalplerinden yakalıyor. İnsan olduğumuzu hatırlatmayla başlıyor.
Gay ve travestilerin iç dünyasını kendi insanlıkları ve çıkmazları üzerinden yansıtıyor hem Cem Aksakal hem yönetmen.
Mahsun; böylesi simgeleşmiş, siyasileşmiş, kemikleşmiş bir yaşanmışlıkta bile, bu toz duman bu kan ve göz yaşı arasında cesurca yürüyüp, paradigmaları yıkarak ve kalbimizin en insan yanına ulaşmak için ter ve emek dökerek, büyük şehirlerde en yakınımızdaki cinayetlerden habersiz yaşadığımızı hatırlatıyor .
Bu cinayetlerin bir iki değil, on, yirmi, kırk, elli vaka olduğunu, bu cinayetleri güney ya da doğuya batı ya da kuzeye ihale edilerek sıyrılabilecek bir durum olmadığını, nefretin ve vicdanın evrenselliği üzerinden hatırlatıyor.
Hiçbir şeyin algılandığı kadar uzak olmadığını hatırlatıyor.
Hangi konuya bakılırsa bakılsın hangi kavramla bakılırsa bakılsın “önce insan”, “önce hayat “ demeyi hatırlatıyor
Herkesin bu filme gitmesini beklemek hayal, televizyonlarda sansürsüz yayımlanmasını beklemek de . Ama bu homofobik cinayetlerde de, bir insani yaklaşım arayanlar için bir küçük yol bu film. Bir umut.
Aslında kendilerine öfkeli adamların eşcinsel, travesti, transseksüel insanlara büyük bir nefretle saldırmalarını görmemenin duymamanın bilmemenin kalplerimizi kirlettiğini daha ne kadar görmezden geleceğiz.
Çocuklara, yaşlılara, dok işçilerine, gecekondulara, çırak gençlere, okumuş, kariyer sahibi bile olsalar kadınlara yapılanları duymamanın ruhumuzda yarattığı tahribatı daha ne kadar görmezden geleceğiz.
Toplumlar bazı zamanlar çok kanarlar.
Korkarlar ve kanarlar. İşte bu yüzden de vicdanlarını sustururlar.
Böyle zamanlarda gelirlerimizden ayrılan paylarla görevlendirilmiş insanların duruşu bir toplumu ya var ya yok eder.
Onların, her türlü cinayete seyirci kalması değil cinayetlerin olmamasını sağlaması gerekir.
Kendisine fuhuştan başka seçenek bırakılmayan insancıkların ölümüne seyirci kalmak bir toplumu bir dünyayı daha ahlaklı kılmıyor aksine onursuz yapıyor.
Arada bir aynaya baksak....
Mahsun Kırmızıgül ikinci filmi olan, “Güneşi Gördüm”’ü yazdı, yönetti ve film 15 Nisan’da vizyona girdi.
Film tanınmış, başarılı, oldukça saygın oyuncularından çok, bir Mahsun Kırmızıgül filmi olarak algılandı. Bir film; başarısı ve inandırıcılığında oyuncuların büyük katkısı olmasına karşın yönetmeni ile anılıyorsa o film doğru yerde duruyor derler. Çoğu eleştirmen ve sinema düşkünü köşe yazarı; bu filmden, “Mahsun’un” filmi “şöyleydi”, “böyleydi” gibi, ama çoğunlukla olumlu ifadelerle söz ettiler. O zaman anladım ki Mahsun Kırmızıgül bir yönetmen olarak kendini kanıtlamış.
Kırmızıgül filmde; bir bölgenin sorununu, geniş bir aile üzerinden ve on- on beş karakteristik konuyla olayı vurgulayarak vermiş. Konuları anlatımı, aktarımı dramatik klişelerden oluşuyor. Neredeyse dramatik klişelerden oluşan bir olaylar zinciri çerçevesinde izliyoruz filmi. Çokca duygusal ve çocuksu.
Ancak öyle bir yanı var ki filmin, işte o yan, Mahsun Kırmızıgül’ü ciddi bir yönetmen yapıyor. Konunun tümüne olan; “cesur ve insancıl yaklaşımı”.
Herkesin akıl verdiği, kendi çevresindeki sorunları anlamaz ve çözemezken başkalarına “ağabeylik” tasladığı, rol biçmeye giriştiği bu süreçte; “radikal ve humanist” bir yaklaşım sergiliyor. Bu yaklaşımı onu, “Bir Aydıncık Havası” çaresizliğinden kurtarıp umut veren, izlenmesi gereken, söyleyecek sözü olan bir adam haline getiriyor. Mahsun Kırmızıgül tüm etkilenen taraflarıyla, evrensel bir insanlık meselesi anlatıyor.
Şimdi biz de, yukarıdan bakmak için değil ama anlattığı insanlık meselelerine yakınlıktan ve içtenlikten, soyadını değil de ön adını kullanarak onunla girelim meseleye. Mahsun’un ; “Güneşi Gördüm” filminde işlediği konulardan biri de ailenin genç erkek evlatlarından birinin cinsel yönelim farklılığı.
Erkek kardeşlerden biri, içindeki önlenemez eğilimin peşinden gidiyor, küçük ağabey de onun. Klasik bir memleket tablosu. Ve büyük ağabeyin tüm engellemelerine karşın tercihini yaşamak isteyen küçük kardeş, cesurca ve küçük ağabeyini anlayarak, anlayıp bağışlayarak kurşunlarının önüne atıyor kendini.
Cem Aksakal cesur ve çok başarılı bir şekilde canlandırıyor Cansu'yu. Genellikle karikatürleştirme, komikleştirme yoluyla nesneleştirilmiyor. Kanıyla, canıyla, duygusuyla bir insan yansıtılıyor.
Sahne belki biraz acemi, belki istenen olgunlukta değil ama izleyenleri kalplerinden yakalıyor. İnsan olduğumuzu hatırlatmayla başlıyor.
Gay ve travestilerin iç dünyasını kendi insanlıkları ve çıkmazları üzerinden yansıtıyor hem Cem Aksakal hem yönetmen.
Mahsun; böylesi simgeleşmiş, siyasileşmiş, kemikleşmiş bir yaşanmışlıkta bile, bu toz duman bu kan ve göz yaşı arasında cesurca yürüyüp, paradigmaları yıkarak ve kalbimizin en insan yanına ulaşmak için ter ve emek dökerek, büyük şehirlerde en yakınımızdaki cinayetlerden habersiz yaşadığımızı hatırlatıyor .
Bu cinayetlerin bir iki değil, on, yirmi, kırk, elli vaka olduğunu, bu cinayetleri güney ya da doğuya batı ya da kuzeye ihale edilerek sıyrılabilecek bir durum olmadığını, nefretin ve vicdanın evrenselliği üzerinden hatırlatıyor.
Hiçbir şeyin algılandığı kadar uzak olmadığını hatırlatıyor.
Hangi konuya bakılırsa bakılsın hangi kavramla bakılırsa bakılsın “önce insan”, “önce hayat “ demeyi hatırlatıyor
Herkesin bu filme gitmesini beklemek hayal, televizyonlarda sansürsüz yayımlanmasını beklemek de . Ama bu homofobik cinayetlerde de, bir insani yaklaşım arayanlar için bir küçük yol bu film. Bir umut.
Aslında kendilerine öfkeli adamların eşcinsel, travesti, transseksüel insanlara büyük bir nefretle saldırmalarını görmemenin duymamanın bilmemenin kalplerimizi kirlettiğini daha ne kadar görmezden geleceğiz.
Çocuklara, yaşlılara, dok işçilerine, gecekondulara, çırak gençlere, okumuş, kariyer sahibi bile olsalar kadınlara yapılanları duymamanın ruhumuzda yarattığı tahribatı daha ne kadar görmezden geleceğiz.
Toplumlar bazı zamanlar çok kanarlar.
Korkarlar ve kanarlar. İşte bu yüzden de vicdanlarını sustururlar.
Böyle zamanlarda gelirlerimizden ayrılan paylarla görevlendirilmiş insanların duruşu bir toplumu ya var ya yok eder.
Onların, her türlü cinayete seyirci kalması değil cinayetlerin olmamasını sağlaması gerekir.
Kendisine fuhuştan başka seçenek bırakılmayan insancıkların ölümüne seyirci kalmak bir toplumu bir dünyayı daha ahlaklı kılmıyor aksine onursuz yapıyor.
Arada bir aynaya baksak....
KARDEŞ VE ASİ
EGEMENLERİN "ONE MİNUTE " LAFLARINA KARŞI,
AKDENİZLİ "UNO MOMENTO"
(KARDEŞ VE ASİ)
Ne yaparsak yapalım, ne kadar inkar edersek edelim....Kardeşiz.
Bu köpüklü Akdeniz’in büyük büyük çanağında, ne kadar birbirimize düşsek de, kardeşiz.
Mezopotamya’yı kocaman öptüğü yerden başlayıp, Kuzey Afrika kıyılarını yalayarak geçen, Küçük Asya yoluyla büyük kıtayla bağlantılanan, Avrupa'nın tüm güneyini kalın, mavi bir kalemle oya gibi çizen ve Cebelitarık'ı iki yana iterek Atlas Okyanusu'na kavuşan, bu aşure kazanında kaynayıp duran Akdeniz, ne kadar isyan etsek de bizi ortak bir kaderde tutmaya kararlı.
Kutsal ve lanetli bir ortaklığı, ezelden alıp sonsuza doğru akıyor. Akıtıyor. Aktarıyor.
Öyle bir ortaklık ki; en nefret ettiklerimizle en gırtlak gırtlağa geldiklerimizle en aşağıladıklarımızla bizi kardeş yapıyor.
Lanetli bir kader gibi yaşıyoruz günleri, haftaları, ayları. Çünkü artık buralarda yıl uzun. Çok uzun. Bizlere uzak. Meçhul.
Çocuklarımız; Habil'le Kabil misali, binlerce kez doğup, binlerce kez kardeş kanıyla, gencecik ve parçalanmış bir şekilde göçüyor. Bilya oynar gibi, saklambaç oynar gibi, uçurtma uçurur, bebeklerini uyutur, ilk kez el ele tutuşur, ilk kez öpüşür gibi doğallıkla yok olup gidiyorlar.
Vücutlarımız olmasa bile ruhlarımız parçalı. Parça pinçiğiz hepimiz.
İnsanlığı medenileştirmesini, özgürleştirmesini beklediğimiz bu çağ, bu zaman bu coğrafya; bize kötü bir oyun oynuyor. Gittikçe tahammülsüzleşiyoruz.
Tahammülsüzlüğümüzün tek temel nedeni korku. Hem de birbirimizden.
Birbirimizin tek korkusuyuz.
Oysa birbirimize ter kokusu kadar yakınız.
Bizi böle parçalaya, parçalaya sürükleye, hayattan uzak, korkuya ve öfkeye yakın tutan bir şeyler var coğrafyamızda.
Herkes kendine göre çok iyi de, başkasına barbar, vahşi, terörist, işgalci, alçak. hain, katil.
Oysa bizde bir şey yok.
Bizde bir şey yok.
Sorun egemenlerde.
Egemenlerin doymaz doyurulmaz iştahlarında.
Toprakta, suda, petrolde, bor madeninde.
Güçte, iktidarda, parada, silahta.
Kibirde. Ve ne kadar inkar etseler de hırslarında. Kutsal iktidarlarında.
Egemenler başka çocukları sever mi sahiden ?
Kürsülerde savaşta ölen çocuklara ağlayanlar, ülkelerindeki çocuk ölümlerine sessiz kalırlar ve biz onlara inanırız?
Hastanelerinde bebeler ölür gereğini yapmazlar ama savaşta ölen çocuklara tören yaparlar ve biz onların gözyaşlarına inanırız?
Köşe başlarında çocuklar ölür, öldürülür, dövülür, görmezler ama savaşta ölen çocuklara şiir okurlar ve biz onlara inanırız?
Kaçak kurslarda patlamalarda ölür çocuklarımız kimse yargılanmaz ama onlar yine de savaşta ölen çocuklar için bağırırmış gibi yapar ve biz onlara yine inanırız?
Kız çocukları taciz edilirken savaşta ölen çocuklara ağlarlar ve biz onlara bir kez daha inanırız?
Biz egemen değiliz.
Çoğuz, çokluğuz ama egemen değiliz.
Biz halkız, haklarız ve her şeye karşın kardeşiz.
Aynı sofraları biliriz aynı yemekleri severiz. Yasımız da kutlamamız aynıdır bizim. Acımız, sevincimiz aynı ifadelerle yansır yüzümüze. Şarkılarımızdaki efkar aynıdır. Aşklarımızdaki coşku, ayrılıktaki acı. İlk gençlik sevdalarımız, kanımızın kaynayışı. Bıçkınlığımız. Küfretmeyi sevmemiz. Yaşlılarımızın bilgeliği. Çorbaya ve pilava düşkünlüğümüz. Sevdadan ölüp yine de söylemeyişimiz. Katır katır inadımız. Bir şarkıya ağlayışımız. Şairliğimiz. İçkiye dayanıksızlığımız. Evlerimizi sevişimiz. Anne yemeğinden vaz geçmeyişimiz.
Bütün büyük çelişkisine karşın çocuklarımıza düşkünlüğümüz. Hayatı sevmemiz. Güneşin doğuşunu, suyun sesini, insanın sözünü, sıcak geceleri sevişimiz.
Bırakalım egemenler başka bir sahnede yer alsınlar. Biz buradayız.
Ben olsam “uno momento”’yu marka yaparım. Ya da tezime konu.
Hiç değilse kardeş.
Kardeş ve asi.
AKDENİZLİ "UNO MOMENTO"
(KARDEŞ VE ASİ)
Ne yaparsak yapalım, ne kadar inkar edersek edelim....Kardeşiz.
Bu köpüklü Akdeniz’in büyük büyük çanağında, ne kadar birbirimize düşsek de, kardeşiz.
Mezopotamya’yı kocaman öptüğü yerden başlayıp, Kuzey Afrika kıyılarını yalayarak geçen, Küçük Asya yoluyla büyük kıtayla bağlantılanan, Avrupa'nın tüm güneyini kalın, mavi bir kalemle oya gibi çizen ve Cebelitarık'ı iki yana iterek Atlas Okyanusu'na kavuşan, bu aşure kazanında kaynayıp duran Akdeniz, ne kadar isyan etsek de bizi ortak bir kaderde tutmaya kararlı.
Kutsal ve lanetli bir ortaklığı, ezelden alıp sonsuza doğru akıyor. Akıtıyor. Aktarıyor.
Öyle bir ortaklık ki; en nefret ettiklerimizle en gırtlak gırtlağa geldiklerimizle en aşağıladıklarımızla bizi kardeş yapıyor.
Lanetli bir kader gibi yaşıyoruz günleri, haftaları, ayları. Çünkü artık buralarda yıl uzun. Çok uzun. Bizlere uzak. Meçhul.
Çocuklarımız; Habil'le Kabil misali, binlerce kez doğup, binlerce kez kardeş kanıyla, gencecik ve parçalanmış bir şekilde göçüyor. Bilya oynar gibi, saklambaç oynar gibi, uçurtma uçurur, bebeklerini uyutur, ilk kez el ele tutuşur, ilk kez öpüşür gibi doğallıkla yok olup gidiyorlar.
Vücutlarımız olmasa bile ruhlarımız parçalı. Parça pinçiğiz hepimiz.
İnsanlığı medenileştirmesini, özgürleştirmesini beklediğimiz bu çağ, bu zaman bu coğrafya; bize kötü bir oyun oynuyor. Gittikçe tahammülsüzleşiyoruz.
Tahammülsüzlüğümüzün tek temel nedeni korku. Hem de birbirimizden.
Birbirimizin tek korkusuyuz.
Oysa birbirimize ter kokusu kadar yakınız.
Bizi böle parçalaya, parçalaya sürükleye, hayattan uzak, korkuya ve öfkeye yakın tutan bir şeyler var coğrafyamızda.
Herkes kendine göre çok iyi de, başkasına barbar, vahşi, terörist, işgalci, alçak. hain, katil.
Oysa bizde bir şey yok.
Bizde bir şey yok.
Sorun egemenlerde.
Egemenlerin doymaz doyurulmaz iştahlarında.
Toprakta, suda, petrolde, bor madeninde.
Güçte, iktidarda, parada, silahta.
Kibirde. Ve ne kadar inkar etseler de hırslarında. Kutsal iktidarlarında.
Egemenler başka çocukları sever mi sahiden ?
Kürsülerde savaşta ölen çocuklara ağlayanlar, ülkelerindeki çocuk ölümlerine sessiz kalırlar ve biz onlara inanırız?
Hastanelerinde bebeler ölür gereğini yapmazlar ama savaşta ölen çocuklara tören yaparlar ve biz onların gözyaşlarına inanırız?
Köşe başlarında çocuklar ölür, öldürülür, dövülür, görmezler ama savaşta ölen çocuklara şiir okurlar ve biz onlara inanırız?
Kaçak kurslarda patlamalarda ölür çocuklarımız kimse yargılanmaz ama onlar yine de savaşta ölen çocuklar için bağırırmış gibi yapar ve biz onlara yine inanırız?
Kız çocukları taciz edilirken savaşta ölen çocuklara ağlarlar ve biz onlara bir kez daha inanırız?
Biz egemen değiliz.
Çoğuz, çokluğuz ama egemen değiliz.
Biz halkız, haklarız ve her şeye karşın kardeşiz.
Aynı sofraları biliriz aynı yemekleri severiz. Yasımız da kutlamamız aynıdır bizim. Acımız, sevincimiz aynı ifadelerle yansır yüzümüze. Şarkılarımızdaki efkar aynıdır. Aşklarımızdaki coşku, ayrılıktaki acı. İlk gençlik sevdalarımız, kanımızın kaynayışı. Bıçkınlığımız. Küfretmeyi sevmemiz. Yaşlılarımızın bilgeliği. Çorbaya ve pilava düşkünlüğümüz. Sevdadan ölüp yine de söylemeyişimiz. Katır katır inadımız. Bir şarkıya ağlayışımız. Şairliğimiz. İçkiye dayanıksızlığımız. Evlerimizi sevişimiz. Anne yemeğinden vaz geçmeyişimiz.
Bütün büyük çelişkisine karşın çocuklarımıza düşkünlüğümüz. Hayatı sevmemiz. Güneşin doğuşunu, suyun sesini, insanın sözünü, sıcak geceleri sevişimiz.
Bırakalım egemenler başka bir sahnede yer alsınlar. Biz buradayız.
Ben olsam “uno momento”’yu marka yaparım. Ya da tezime konu.
Hiç değilse kardeş.
Kardeş ve asi.
GÜNEŞİ VE MAHSUN'U GÖRDÜM
Pazartesi, Mayıs 4, 2009
Sevdiğim Yılmaz Güney'in, en sevdiğim filmiydi belki "Sürü",
Tarık Akan , Melike Demirağ, Tuncel Kurtiz ve nice değerli oyuncunun yer aldığı "Sürü".
İşte o filmde, insana en çok koyan sahnelerden biri - sürü ile Ankara'ya girmeleri ve son sahne dahil - bir tren yolculuğuydu.
"Güneşi Gördüm" filmi de; böyle bir sahneyle açılıyor gözlerimizin, yüreklerimizin önüne.
Bir tren yolculuğu.
Bir ailenin yolculuğu, genç gelinlerin hasta, çocukların umutlu halleri.
Biraz mahzun, biraz garip, biraz çaresiz çokça insan çokça yanlız.
Biz şehirli, karnı tok sırtı pek, sinemaya da gidebilen, biraz da okumuş insanlara; bir sınır köyünden, kara trenle yapılan yolculuğu anlatsa da, yüzümüze vurduğu; bizim yalnızlığımız, bizim çaresizliğimiz, bizim kendimizden kaçışımız ve kendimize yabancılaşmamız.
Hem kendimize hem aynı coğrafyada, belki aynı şehirde hatta sokakta yaşayanlara yabancılığımız. Akrabalarımıza, arkadaşlarımıza yabancılaşmızlığımız.
Müzik bile , aynı sahne üzerine bindirilmese de - o kadarını anımsayamıyorum- Zülfü Livaneli'nin Sürü filminde kullanılan "Gök yüzünde yer yüzünde" diye başlayan, "Sürgün" adlı bestesidir. Ya da benzerdir. Ama filmin tüm müzikleri muhteşemdir.
Bağır Mahsun, bağırılacak zamandır.
"Güneşi Gördüm"; bir çok hayatı bir hayat üzerinden anlatıyor. Bu bazen, bu kadarı da olmaz noktasına getiriyor insanı. Oysa anlatılanların gerçek olduğunu hepimiz biliyoruz. Bilmezden gelsek de, biliyoruz. Her biri ayrı film olabilecek belki üç belki beş ciddi öykü var filmin içinde. Ve bunu, bir insanın bir ailenin, Altun ailesinin üzerinden anlatıyor. Mahsun'un vakti yok. Beş öyküye beş film yapacak vakti yok. Derdini beş ayrı filmle insanlara anlatmaya zamanı yok, sabrı yok. O koşmalı.
Koş Mahsun, koşulacak zamandır.
Bütün oyuncular muhteşem. Filme inanmışlar bir kere. Mahsun'a güvenmişler.
Adnan Erkekli ve Demet Evgar'da şive biraz fazla vurgulu. Anlıyoruz ki oyuncuların da bütün yürekten asılmalarına karşın zamanları olmamış. Diğerleriyle birlikte bu iki dev oyuncu şivenin bu denli sert olmadığını anlayacak kadar sınırda kalamamışlar. Keşke kalabilselerdi. kalsalardı da oyunculuklarıyla birlikte tüm içtenliklerini ve sahiciliklerini de yitirmiş oyuncular oyuncu görseydi. Hele gençler, hele orta yaş kuşak oyuncular. Adlarını yazmamak olamaz; Ali Sürmeli, Ali Tutal, Cem Aksakal, Alper Kul, Altan Erkekli, Cezmi Baskın, Cihat Tamer, Demet Evgar, Emre Kınay, Erol Günaydın, Hande Subaşı, Itır Esen, Kamil Sönmez, Menderes Samancılar, Murat Ünalmış, Nurseli İdiz, Sarp Apak, Şerif Sezer, Yiğit Özşener ve Zafer Ergin. Tüm oyuncularda bir büyük filmin içinde olduklarının heyecanını hissetmek mümkün. Ve Mahsun'un anlattığı hikayeye inanç.
Anlat Mahsun anlatılacak zamandır.
Filmdeki bazı sahneler çok klişe. Bebeğin güneşe uzatılması, yürüyebilen gencin anneye koşması gibi bir çok sahnede çok fazla klişe ve drama var. İşin kötü yanı, bu klişeler, filmi bize anlatan Mahsun'un çocuksu masumluğu ile birleşince seyirciyi rahatsız etmiyor. Aksine cesur bir yürekle olunca izleyeni de masumlaştırıyor.
Ama gönül ister ve düşler ki; Mahsun bir filminde Fatih Akın ile, bir filminde Ferzan Özpetek ile, bir filminde Nuri Bilge Ceylan ile çalışsın. Hatta o kadar zaman yoksa, onların çektiği süreçleri gidip izlesin. tecrube basamaklarını çabuk çabuk atlasın. Onlarla sinema yapsın, konuşsun, tartışsın. Etkilensin etkilesin.
Çalış Mahsun çalışılacak zamandır.
İşte o zaman öyle bir yönetmen gelir ki, kim tutar onu.
Yolun açık olsun delikanlı.
Güzel nice filmlerini bekliyoruz.
Sevdiğim Yılmaz Güney'in, en sevdiğim filmiydi belki "Sürü",
Tarık Akan , Melike Demirağ, Tuncel Kurtiz ve nice değerli oyuncunun yer aldığı "Sürü".
İşte o filmde, insana en çok koyan sahnelerden biri - sürü ile Ankara'ya girmeleri ve son sahne dahil - bir tren yolculuğuydu.
"Güneşi Gördüm" filmi de; böyle bir sahneyle açılıyor gözlerimizin, yüreklerimizin önüne.
Bir tren yolculuğu.
Bir ailenin yolculuğu, genç gelinlerin hasta, çocukların umutlu halleri.
Biraz mahzun, biraz garip, biraz çaresiz çokça insan çokça yanlız.
Biz şehirli, karnı tok sırtı pek, sinemaya da gidebilen, biraz da okumuş insanlara; bir sınır köyünden, kara trenle yapılan yolculuğu anlatsa da, yüzümüze vurduğu; bizim yalnızlığımız, bizim çaresizliğimiz, bizim kendimizden kaçışımız ve kendimize yabancılaşmamız.
Hem kendimize hem aynı coğrafyada, belki aynı şehirde hatta sokakta yaşayanlara yabancılığımız. Akrabalarımıza, arkadaşlarımıza yabancılaşmızlığımız.
Müzik bile , aynı sahne üzerine bindirilmese de - o kadarını anımsayamıyorum- Zülfü Livaneli'nin Sürü filminde kullanılan "Gök yüzünde yer yüzünde" diye başlayan, "Sürgün" adlı bestesidir. Ya da benzerdir. Ama filmin tüm müzikleri muhteşemdir.
Bağır Mahsun, bağırılacak zamandır.
"Güneşi Gördüm"; bir çok hayatı bir hayat üzerinden anlatıyor. Bu bazen, bu kadarı da olmaz noktasına getiriyor insanı. Oysa anlatılanların gerçek olduğunu hepimiz biliyoruz. Bilmezden gelsek de, biliyoruz. Her biri ayrı film olabilecek belki üç belki beş ciddi öykü var filmin içinde. Ve bunu, bir insanın bir ailenin, Altun ailesinin üzerinden anlatıyor. Mahsun'un vakti yok. Beş öyküye beş film yapacak vakti yok. Derdini beş ayrı filmle insanlara anlatmaya zamanı yok, sabrı yok. O koşmalı.
Koş Mahsun, koşulacak zamandır.
Bütün oyuncular muhteşem. Filme inanmışlar bir kere. Mahsun'a güvenmişler.
Adnan Erkekli ve Demet Evgar'da şive biraz fazla vurgulu. Anlıyoruz ki oyuncuların da bütün yürekten asılmalarına karşın zamanları olmamış. Diğerleriyle birlikte bu iki dev oyuncu şivenin bu denli sert olmadığını anlayacak kadar sınırda kalamamışlar. Keşke kalabilselerdi. kalsalardı da oyunculuklarıyla birlikte tüm içtenliklerini ve sahiciliklerini de yitirmiş oyuncular oyuncu görseydi. Hele gençler, hele orta yaş kuşak oyuncular. Adlarını yazmamak olamaz; Ali Sürmeli, Ali Tutal, Cem Aksakal, Alper Kul, Altan Erkekli, Cezmi Baskın, Cihat Tamer, Demet Evgar, Emre Kınay, Erol Günaydın, Hande Subaşı, Itır Esen, Kamil Sönmez, Menderes Samancılar, Murat Ünalmış, Nurseli İdiz, Sarp Apak, Şerif Sezer, Yiğit Özşener ve Zafer Ergin. Tüm oyuncularda bir büyük filmin içinde olduklarının heyecanını hissetmek mümkün. Ve Mahsun'un anlattığı hikayeye inanç.
Anlat Mahsun anlatılacak zamandır.
Filmdeki bazı sahneler çok klişe. Bebeğin güneşe uzatılması, yürüyebilen gencin anneye koşması gibi bir çok sahnede çok fazla klişe ve drama var. İşin kötü yanı, bu klişeler, filmi bize anlatan Mahsun'un çocuksu masumluğu ile birleşince seyirciyi rahatsız etmiyor. Aksine cesur bir yürekle olunca izleyeni de masumlaştırıyor.
Ama gönül ister ve düşler ki; Mahsun bir filminde Fatih Akın ile, bir filminde Ferzan Özpetek ile, bir filminde Nuri Bilge Ceylan ile çalışsın. Hatta o kadar zaman yoksa, onların çektiği süreçleri gidip izlesin. tecrube basamaklarını çabuk çabuk atlasın. Onlarla sinema yapsın, konuşsun, tartışsın. Etkilensin etkilesin.
Çalış Mahsun çalışılacak zamandır.
İşte o zaman öyle bir yönetmen gelir ki, kim tutar onu.
Yolun açık olsun delikanlı.
Güzel nice filmlerini bekliyoruz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)