Çarşamba, Şubat 3, 2010
"Karşı Pencere" nin Türkiye'de vizyona girmesini çok bekledim. "Uzak"da düştüğüm hataya düşmemek için o denli yakından takip ettim ki vizyona girdiği ilk hafta, market sineması falan dinlemeyip gidip izledim.
Ferrzan Özpetek için "Eşcinselliğin Sinemacısı" deniyor. Ömer Kavur'a; "Sapkınlığın Sinemacısı" dedikleri gibi. Aslında ikisi de insanlığı anlatıyorlar. Hayat ayrıntıda gizlidir. Onlar da bu ayrıntıları anlatıyorlar. Ve çok güzel anlatıyorlar. "Harem Suare"yi görmedim."Hamam"ı da televizyonda izlediğim için sayamıyorum ama "Cahil Periler" ve "Karşı Pencere" yi yan yana koyduğumda, Ferzan Özpetek'in sinemasının bizlere anlattığı, anımsattığı çok şey var.
Hayat; evlenmek, çocuk yapmak, işe gidip gelmek, hafta sonları bir yerlere takılmak gibi bir şey değil. Onları da kapsayan ama onlardan ötede bir anlamı, bir büyüsü, neşesi, hüznü, aşkı, acısı, ayrıntılarında bir dolu zenginliği olan birşey.
Ferzan Özpetek, ülkesi, dini, kültürü, sorunları, çözümleri farklı bir çok insana, onları da anlayarak güzel öyküler anlatıyor. Ve anlatırken, bugün dünyayı tatsızlaştıran yarın cehenneme çevirmesi ihtimali yüksek olan önyargılarımızı, estetikle, sevgiyle, hoşlukla tek tek söndürüyor.
Bizi; -ister filmin baş kahramanı, ister izleyici koltuğunda oturan biri, hangisi olursak olalım fark etmiyor-günlük hayatımızdan usulca alıp bir merakın peşine düşürüp götürüyor. Götürdüğü yerde eşcinseller tabii ki var. Eşcinseller, travesti ve transseksüeller var. Onların yanında göçmenler, mülteciler, Aids hastaları, nazi zulmüne uğramış yahudiler, muhalifler de ciddi boyutta yer alıyor Özpetek'in filmlerinde. Hem de aşkla, acıyla, neşeyle, incelikle, yer alıyorlar. Biz de o güzel sofrada bir yerlerde duruyoruz işte. Tüm insanlığımızla o sahnede bir yerlerde varız. O duyguyla oynayıp, o duyguyla çıkıyoruz Ferzan Özpetek'in filmlerinden.
Özpetek, sistemin üzerimize giydirdiği tüm yabancılaşmışlık giysilerini çıkarmamızı sağlayıp, duygularımızla, değerlerimizle, onurumuzla, zaaflarımızla insanlığımızı giydiriyor yeniden. Ve bunu hırpalamadan, hayatın öznesi olduğumuzu unutturmadan, yargılamadan yapıyor. Kendisi kadar izleyicilerinin kimliklerine de saygı göstererek yapıyor bunu.
Ferzan Özpetek filmlerinde, beynimizle anlamakta, algılamakta, kavramakta güçlük çektiğimiz, yorumlamaya yetemediğimiz günümüzün dünyasını, anlayıp, ayakta kalabilmemiz için, yanlızlığımızı aşabilmemiz için bize, filozofluğuyla rehberlik ediyor. Kalbini, kalbimizi gösteriyor.
"Karşı Pencere"den bir küçük not; Giovanna'nın yaşlı Davide'yi evde ararken, divanın üzerinde duran kırlentteki, kaneviçe işlenmiş mor gül motifi, kimbilir kaçımızın annesinin, nenesinin çeyizinde vardı? Sizlerinkini bilmem ama bizimki duruyor.
9 OCAK 2004
21 Kasım 2011 Pazartesi
İNSANLIK TÜRKÜLERİ VE BİR CÜMBÜŞÜN TELLERİNDE KARDEŞ OLABİLMEK
Çarşamba, August 19, 2009
Eskiden bizler için çok önemliydi vasiyet.
Hele malla mülkle bir alakası yoksa çok çok önemliydi.
İdam mahkumunun son arzusu gibi bir şey.Yapmasan olmaz. Bir başkasının ruhunu incittiğin için senin ruhun da sonsuza dek azapta kalır. Bu nedenle bir vasiyeti yerine getirmek, bir emaneti korumak için yıllarını hatta ömürlerini harcamış insanların öyküleri anlatılırdı çocuklara. Oğlanlar öyle olsun, kızlar öyle adamları beğenip varsın diye.
Biz belki; damlara serili yataklarımızda yıldızları seyrederken, anne babadan çok nene ve dedelerimizin uyumamızı sabırla beklerken anlattığı bu tür öyküleri dinlemiş olan son kuşağız. Eski insanlığı bilen son kuşak.
Cumhurbaşkanı da başbakan da, kararda imzası, yetkisi olan tüm bürokratlar da -kimi hiç yer yatağını görmemişse da- bu kuşaktan. Son kuşak.
Sonra dedeler neneler gitti, masallarla türküler gitti, hayatımızdaki değerler gitti başka değerler geldi. Kendimizi, hangi konumda olursak olalım kifayetsiz ve kuvvetsiz yapan bir hayat geldi. Kendimizi, "başarı" diye bir kavramla kandırabilmek geldi. Kibir geldi. Pek bir modern olduk sandık. Hayatımızdan aşk gitti, ilişkiler geldi. Dağınık bahçelerimiz gitti, bağlarımız gitti, anasının nikahına labratuvarda üretilmiş üç beş domates geldi. Çocuklarımızın oyun alanı olan mahalleler, sokaklar gitti. Daracık odalar bilgisayarlar geldi. Neyse uzatmayalım. Ama bir şeyler çok radikal ve çok hızlı değişti. Son kuşlar gibi eskiyi bilen ve hatırlayabilen son kuşak olarak kalacağız.
Eskiden yaz akşamları sokaklarımızda, tarlalarda, harman kaldırmalarda, düğünlerde, kına gecelerinde, kısır düğün denen genç erkeklerin eğlencelerinde dinleyebildiğimiz müzik, şimdilerde üç beş çok değerli insanın dilinde yada içinde, derinlerde.
Aram Dikran Usta bunlardan biriymiş. Ne yazık ki çok geç keşfettim.
O, Ortadoğu'nun, Mezapotamya'nın, insanlığın şarkılarını söylemiş.
Hangi dillerde söylerse söylensin, söylenen insanlığın şarkılarıysa, buralarda birbirimizi anlarız biz.
Çünkü bu coğrafyada şarkılar dil kadar gönülle söylenir. Hüzünle, coşkuyla, hasretle, umutla, kırıklıkla, acının ve insanın hayatın adaletsizliği karşısındaki çaresizliğinin bilgeliğiyle söylenir.
İnsan bu gönül dilini nece olsa anlar. Kazım'ın Hemşince söylediği türküler gibi, Feyruz'un Arapça söylediği türküler gibi.
Kim hangi türküyü beğenirse hangi dilden olursa olsun, alır kendi dilinde söyler. Kimse ses çıkarmaz. O türküler o koca coğrafyanın türküleri olur. Ortak türküler olur.
Aram Dikran'ın türküleri böylesine geniş bir coğrafyanın müziğidir. Kimseye yabancı gelmez.
Ama o bu topraklara yabancı ilan edildi.
Yetmiş yaşlarında yaptığı vasiyeti tutulmadı.
"Acıları unut. Unutmazsak kardeşlik mümkün olmaz" diyen bir gönül adamının vasiyeti tutulmadı.
Eyvah eskiyi bilen son kuşağa,
Eyvah ruhlarımıza.
Eskiden bizler için çok önemliydi vasiyet.
Hele malla mülkle bir alakası yoksa çok çok önemliydi.
İdam mahkumunun son arzusu gibi bir şey.Yapmasan olmaz. Bir başkasının ruhunu incittiğin için senin ruhun da sonsuza dek azapta kalır. Bu nedenle bir vasiyeti yerine getirmek, bir emaneti korumak için yıllarını hatta ömürlerini harcamış insanların öyküleri anlatılırdı çocuklara. Oğlanlar öyle olsun, kızlar öyle adamları beğenip varsın diye.
Biz belki; damlara serili yataklarımızda yıldızları seyrederken, anne babadan çok nene ve dedelerimizin uyumamızı sabırla beklerken anlattığı bu tür öyküleri dinlemiş olan son kuşağız. Eski insanlığı bilen son kuşak.
Cumhurbaşkanı da başbakan da, kararda imzası, yetkisi olan tüm bürokratlar da -kimi hiç yer yatağını görmemişse da- bu kuşaktan. Son kuşak.
Sonra dedeler neneler gitti, masallarla türküler gitti, hayatımızdaki değerler gitti başka değerler geldi. Kendimizi, hangi konumda olursak olalım kifayetsiz ve kuvvetsiz yapan bir hayat geldi. Kendimizi, "başarı" diye bir kavramla kandırabilmek geldi. Kibir geldi. Pek bir modern olduk sandık. Hayatımızdan aşk gitti, ilişkiler geldi. Dağınık bahçelerimiz gitti, bağlarımız gitti, anasının nikahına labratuvarda üretilmiş üç beş domates geldi. Çocuklarımızın oyun alanı olan mahalleler, sokaklar gitti. Daracık odalar bilgisayarlar geldi. Neyse uzatmayalım. Ama bir şeyler çok radikal ve çok hızlı değişti. Son kuşlar gibi eskiyi bilen ve hatırlayabilen son kuşak olarak kalacağız.
Eskiden yaz akşamları sokaklarımızda, tarlalarda, harman kaldırmalarda, düğünlerde, kına gecelerinde, kısır düğün denen genç erkeklerin eğlencelerinde dinleyebildiğimiz müzik, şimdilerde üç beş çok değerli insanın dilinde yada içinde, derinlerde.
Aram Dikran Usta bunlardan biriymiş. Ne yazık ki çok geç keşfettim.
O, Ortadoğu'nun, Mezapotamya'nın, insanlığın şarkılarını söylemiş.
Hangi dillerde söylerse söylensin, söylenen insanlığın şarkılarıysa, buralarda birbirimizi anlarız biz.
Çünkü bu coğrafyada şarkılar dil kadar gönülle söylenir. Hüzünle, coşkuyla, hasretle, umutla, kırıklıkla, acının ve insanın hayatın adaletsizliği karşısındaki çaresizliğinin bilgeliğiyle söylenir.
İnsan bu gönül dilini nece olsa anlar. Kazım'ın Hemşince söylediği türküler gibi, Feyruz'un Arapça söylediği türküler gibi.
Kim hangi türküyü beğenirse hangi dilden olursa olsun, alır kendi dilinde söyler. Kimse ses çıkarmaz. O türküler o koca coğrafyanın türküleri olur. Ortak türküler olur.
Aram Dikran'ın türküleri böylesine geniş bir coğrafyanın müziğidir. Kimseye yabancı gelmez.
Ama o bu topraklara yabancı ilan edildi.
Yetmiş yaşlarında yaptığı vasiyeti tutulmadı.
"Acıları unut. Unutmazsak kardeşlik mümkün olmaz" diyen bir gönül adamının vasiyeti tutulmadı.
Eyvah eskiyi bilen son kuşağa,
Eyvah ruhlarımıza.
YANYANA
Pazartesi, Ocak 4, 2010
'Neredeler?' diye soruyordum hep kendi kendime. 'Neredeler?'. Hollywood bile sesini çıkardı, bizimkiler neredeler?
İşte geldi kapımıza dayandı savaş. Geçmişteki hiçbir şeyden ders alınmammış gibi dayandı. Tarih kitaplarının tozlu sayfalarına mahkum edilecek şiddet, hortladı. Çeşitli bahanelerle kan, gözyaşı, açlık, sefalet, acı sistematik bir biçimde dayatılacak yine yaşamlarımıza. Dünya; gazodası ve sabun fabrikasından oluşmuş bir cehenneme dönüşecek.
Kalbi ve aklı olan herkes karşı durmaya çalışıyor kendi gücü ölçüsünde. Başta Amerikan halkı olmak üzere her ülkede insanlar savaş karşıtları olarak yürüyor. Küresel anlamda belki tarihin en yaygın protestolarına tanıklık ediyoruz. Acıyı bilen herkes yollarda. Diğerlerinde de olduğu gibi Türkiye'de de işçiler, sendikacılar, gençler, eğitimciler, öğrenciler, sağlıkcılar şehir şehir, meydan meydan yollarda.
'Neredeler' diye düşünüyorum. Bizimkiler nerede?
Eskiden olsaydı , herkesden önce olmasa bile aynı zamanda sesleri çıkardı. Bu kadar mı değişti herşey? Bu kadar mı parçalandık. Filmler mi yalandı, filmleri yaratan hayatlar mı?
Neredeler?
Gördüm en sonunda.
Ne hoştular.
Siyah beyaz bir film tadındaydı görüntüleri. Ben en çok Ekrem Bora ve Mehmet Ali Alabora'dan etkilendim. İki ayrı kuşağın iki ayrı temsilcisi.
Diğerlerinin isimlerini , atladığım olursa üzülürüm diye yazmıyorum.
Ekrem Bora, bir dönem birincilerinin en suskunu. Bildiğim kadarıyla hep sinemadaydı ama hep oyuncuydu. Döneminim tüm mütevazılığı ve yaşanarak edinilmiş öz güveniyle yürüyordu. Savaşa karşı olduğunu söylüyor başka şeyler eklemeyi gereksiz görüyordu. O kuşak biraz böyleydi. Yaşamsal konuların teorisini yapmaz,gerektiği zaman yüreğinin yap dediğini yaparlardı.
Mehmet Ali Alabora. Onun söyleyecek çok şeyi var. O bilinçli bir savaş karşıtı. Televizyonlarda izlerken "Mali ", "Memoli" dönemini atlattığını görüyorsunuz. Yaşadığı dönemi, dünyayı, yaptığı işi teoride de çözmeye çalışıyor. Sanırım artık daha seçici. Ya da seçim yapma gücüne kavuştu.
Müziğin, sinemanın ve daha yatırımcılarına para kazandıran pek çok şeyin sisteminin ne yazıkki günümüzdeki uygulaması şu, ne kadar yetenekli, eğitimli,deneyimli, disiplinli olusanız olun hem bunları kanıtlamak zorunda kalıyorsunuz hem de onların istediği projede onların istediği biçimde yer alıyorsunuz. Piyasaya girmek istiyorsanız genel yolu bu. O kadar çok genç o kadar farklı iş yapmak, hedeflerinden o kadar ayrı düşmek durumunda kalıyor ki inanamıyorum. Ya hayallerinizden bambaşka işler yaparak ve sabrederek veya piyasa koşullarına razı olup belli bir güç elde edinceye kadar yine sabrederek bekliyorsunuz, ondan sonra istediğiniz projelere yaklaşıyorsunuz . Mehmet Ali Alabora 'da böyle bir süreçten geçti kanısındayım. Piyasada deneyim kazandı, güçlendi, artık kendi seçim ve kurallarını anne baba desteği olmadan da ortaya koyabilecek.
Biri eski kuşağın, yapımcısıyla, yönetmeniyle, yıldızı, set işçisi, figüranıyla aynı sofrayı paylaşmanın, belki aynı mahallede oturmanın aynı kahveye gitmenin, komşusunun yaşadıklarını film yapmanın, çevire çevire sinemacılığı öğrenmenin, filmini halkla birlikte seyretmenin sinema sayıldığı sinemanın adamı.
Diğeri yeni sinemanın. Çok az filmin çekildiği . Yıldızların star olduğu , sokağa çıkmaktan ürker olduğu, kimsenin artık aynı mahallede oturmadığı hatta birbirinden haberi olmadığı, figüranları kimsenin tanımadığı, komşunun filme çekilmediği bir sinemanın adamı.
Artık sadece sinema yapmayı istemek yetmiyor sinema için. Dünyayı anlamak sadece yaşayarak olamıyor sanki. Daha donanımlı olmak gerekiyor artık. Piyasa deneyimi kadar başka teorik açılımlara da gereksinim hissettiriyor yaşadıklarımız. Ve bazı insanlara tek kimlik yetmiyor. Taraf olmaya zorlanılan bu dünyada taraf olunuyor.
Mehmet Ali Alabora bunu yapmaya çalışıyor gibi.
Bu anlamda da yeni sinemada ondan umutlanıyorum.
Ekrem Bora ve Mehmet Ali Alabora 'yı Savaşa karşı yanyana yürürken gördüğüm kareyi unutamıyorum.
Aralık 2002
Güven
'Neredeler?' diye soruyordum hep kendi kendime. 'Neredeler?'. Hollywood bile sesini çıkardı, bizimkiler neredeler?
İşte geldi kapımıza dayandı savaş. Geçmişteki hiçbir şeyden ders alınmammış gibi dayandı. Tarih kitaplarının tozlu sayfalarına mahkum edilecek şiddet, hortladı. Çeşitli bahanelerle kan, gözyaşı, açlık, sefalet, acı sistematik bir biçimde dayatılacak yine yaşamlarımıza. Dünya; gazodası ve sabun fabrikasından oluşmuş bir cehenneme dönüşecek.
Kalbi ve aklı olan herkes karşı durmaya çalışıyor kendi gücü ölçüsünde. Başta Amerikan halkı olmak üzere her ülkede insanlar savaş karşıtları olarak yürüyor. Küresel anlamda belki tarihin en yaygın protestolarına tanıklık ediyoruz. Acıyı bilen herkes yollarda. Diğerlerinde de olduğu gibi Türkiye'de de işçiler, sendikacılar, gençler, eğitimciler, öğrenciler, sağlıkcılar şehir şehir, meydan meydan yollarda.
'Neredeler' diye düşünüyorum. Bizimkiler nerede?
Eskiden olsaydı , herkesden önce olmasa bile aynı zamanda sesleri çıkardı. Bu kadar mı değişti herşey? Bu kadar mı parçalandık. Filmler mi yalandı, filmleri yaratan hayatlar mı?
Neredeler?
Gördüm en sonunda.
Ne hoştular.
Siyah beyaz bir film tadındaydı görüntüleri. Ben en çok Ekrem Bora ve Mehmet Ali Alabora'dan etkilendim. İki ayrı kuşağın iki ayrı temsilcisi.
Diğerlerinin isimlerini , atladığım olursa üzülürüm diye yazmıyorum.
Ekrem Bora, bir dönem birincilerinin en suskunu. Bildiğim kadarıyla hep sinemadaydı ama hep oyuncuydu. Döneminim tüm mütevazılığı ve yaşanarak edinilmiş öz güveniyle yürüyordu. Savaşa karşı olduğunu söylüyor başka şeyler eklemeyi gereksiz görüyordu. O kuşak biraz böyleydi. Yaşamsal konuların teorisini yapmaz,gerektiği zaman yüreğinin yap dediğini yaparlardı.
Mehmet Ali Alabora. Onun söyleyecek çok şeyi var. O bilinçli bir savaş karşıtı. Televizyonlarda izlerken "Mali ", "Memoli" dönemini atlattığını görüyorsunuz. Yaşadığı dönemi, dünyayı, yaptığı işi teoride de çözmeye çalışıyor. Sanırım artık daha seçici. Ya da seçim yapma gücüne kavuştu.
Müziğin, sinemanın ve daha yatırımcılarına para kazandıran pek çok şeyin sisteminin ne yazıkki günümüzdeki uygulaması şu, ne kadar yetenekli, eğitimli,deneyimli, disiplinli olusanız olun hem bunları kanıtlamak zorunda kalıyorsunuz hem de onların istediği projede onların istediği biçimde yer alıyorsunuz. Piyasaya girmek istiyorsanız genel yolu bu. O kadar çok genç o kadar farklı iş yapmak, hedeflerinden o kadar ayrı düşmek durumunda kalıyor ki inanamıyorum. Ya hayallerinizden bambaşka işler yaparak ve sabrederek veya piyasa koşullarına razı olup belli bir güç elde edinceye kadar yine sabrederek bekliyorsunuz, ondan sonra istediğiniz projelere yaklaşıyorsunuz . Mehmet Ali Alabora 'da böyle bir süreçten geçti kanısındayım. Piyasada deneyim kazandı, güçlendi, artık kendi seçim ve kurallarını anne baba desteği olmadan da ortaya koyabilecek.
Biri eski kuşağın, yapımcısıyla, yönetmeniyle, yıldızı, set işçisi, figüranıyla aynı sofrayı paylaşmanın, belki aynı mahallede oturmanın aynı kahveye gitmenin, komşusunun yaşadıklarını film yapmanın, çevire çevire sinemacılığı öğrenmenin, filmini halkla birlikte seyretmenin sinema sayıldığı sinemanın adamı.
Diğeri yeni sinemanın. Çok az filmin çekildiği . Yıldızların star olduğu , sokağa çıkmaktan ürker olduğu, kimsenin artık aynı mahallede oturmadığı hatta birbirinden haberi olmadığı, figüranları kimsenin tanımadığı, komşunun filme çekilmediği bir sinemanın adamı.
Artık sadece sinema yapmayı istemek yetmiyor sinema için. Dünyayı anlamak sadece yaşayarak olamıyor sanki. Daha donanımlı olmak gerekiyor artık. Piyasa deneyimi kadar başka teorik açılımlara da gereksinim hissettiriyor yaşadıklarımız. Ve bazı insanlara tek kimlik yetmiyor. Taraf olmaya zorlanılan bu dünyada taraf olunuyor.
Mehmet Ali Alabora bunu yapmaya çalışıyor gibi.
Bu anlamda da yeni sinemada ondan umutlanıyorum.
Ekrem Bora ve Mehmet Ali Alabora 'yı Savaşa karşı yanyana yürürken gördüğüm kareyi unutamıyorum.
Aralık 2002
Güven
BİR HAZİN VEDA ŞARKISI...
Onların gençliğinde geniş aileler, akrabalar, arkadaşlar ve mahallelilik gibi olağan ilişkiler vardı. İçtenlik, dürüstlük, dostluk sıradan insan davranışlarıydı. Yadırganmaz ya da sözcük olarak, sürekli vurgu yapılarak içleri boşaltılmazdı. Egemen insan iletişim biçiminin yüzyüze olduğu zamanlardı. Hasret çekenler için mektup, doğum ve ölüm gibi acil durumlar için telgraf, modernliğin göstergesi olarak da yaldızlı tebrik kartları kullanılırdı en fazla.
Bir de gizli sevdalar için, komşu kızlarının aracılık ettiği pusulalar.
Vefa, insan ilişkilerinde doğal bir değer olarak yaşanır, İstanbulluların bir semti olmasının dışında belki adı bile anılmazdı. Senet yoktu söz vardı.
Kavgada dahi yamuk yapmayan bir delikanlılık vardı. İnsanların birbiriyle hukuku vardı. Yaşam da gelecek de kaygı duyulabilecek konular olmaktan uzaktaydı. Kişisel serüvenini yaşama, tamamlama dışında kimsenin de öyle büyük maddi beklentisi olmazdı yaşamdan.
Onların gençliğinde başka bir dünya vardı. Bu nedenle çok hazırlıksız yakalandılar bu yüzyıla.
Herkesin bir şekilde kendini koruyabilme güçlüğü çektiği, böyle olunca da,çoğunun altta kalmamak için canavarlaşmayı seçtiği bu yüzyılda tutunabilme şansları ellerinden alındı. Yabancı bir dünyaya düşmeleri bir yana bir de artık yaşlıydılar. Ne verdikleri emeğin ne hayata kattıkları değerin, rengin, zenginliğin bir hükmü kalmıştı. Şöhretleri çalınmış, taçları başlarından alınmıştı. Perişanlık çekmesinler, sokakta kalmasınlar, gözönünde olmasınlar diye birer jübile yapılıp yaşlı bakımevlerine yerleştirildiler.
Bu yüzyılın değerleriyle sahip çıkıldılar. Kimi bir çok kez kaçtı ve bulunup geri getirildi. Kimi sustu ve bir daha konuşmadı. Kimi ziyaretçi bekledi günlerce pencere önlerinde, kimi ziyaretçi istemedi.
Küskün ve kırgın gitti çoğu.
Bakımevlerine gitmeyenler de öyle. Eviçlerine gizlenenler de oldu,Yeşilçam kahvelerinde rol bekleyenler de.O yaştan sonra kapı kapı dolaşıp kitabını, kitaplarını satmak durumunda kalanlar da. Biz, bu yüzyılın başında, kendimize de onlara da sahip çıkamadık.
Yaşamadığımız bir geçmişi özlemenin anlamı yok, gerek de olmamalı zaten.
Yeni ve insanca bir yaşam tanımlamalıyız. Kendimize de insan kardeşlerimize de sahip çıkmalıyız. Sosyal devleti yeniden diriltmeli ve insanileştirmeliyiz. Herkesi ama herkesi kucaklayan bir sosyal hizmet oluşturmalıyız.
Şimdi altmışlı, yetmişli, seksenli yaşlarında olan şairlerimiz, yazarlarımız, sinemacılarımız, tiyatrocularımız, müzisyenlerimiz, ressamlarımız, heykeltraşlarımız için, kamerası, kameramanı, kostümü, enstürimanı, paleti, şövalesi, sehpası, kitabı, daktilosu olan bir YAŞAMEVİ açabiliriz. Yatılı bölümü de olabilir bu evin, yemek odası da reviri de. İsteyen yatılı kalır isteyen kalmaz. İsteyen öğretmen olur burada, isteyen öğrenci. İsteyen hiç birine bulaşmaz, oyun oynar, bahçesine gül eker yaşamevinin. Bu insanlar katı kuralları sevmiyor, 'üçte gel, beşte git' denmez. 'Her gün burada kalacaksın, onbirde yatacaksın, şunu yiyeceksin' olmaz.
Rol bekliyorlarsa, sigara dumanına boğulmadan, bir çay parasını dert etmeden beklesinler.
İstiyorlarsa kendileri çeksinler filmlerini. Sinema öğrencileri de gelip kamera kullansınlar, montaj yapsınlar, ışıkcılık öğrensinler. Müzik, edebiyat, tiyatro öğrencileri için de böyle olabilir.
O zaman, hasta ziyareti, huzurevi ziyareti gibi suskunlukla olmaz geliş gidişler. Anılar saçılır ortalığa, deneyimler. Hep ayakta kalır bir heyecan. Umut tümüyle terketmemiş olur onları ve bizleri. Onları öyle gördükçe terketmez hiç umut bizleri. Temiz giyinilerek, süslenilerek gidilen bir yerde otururlar. Ve koşuşturmalarındandan fırsat yaratıp gelenlere zaman ayırırlar. Paylaşacak, konuşacak bir şey vardır artık.
O zaman, ister bir platonun tepesinden olsunlar, ister sahnenin ortasında, yalnız ve küskün ayrılmazlar aramızdan.
O zaman; mutlu, serüvenini dolu dolu tamamlamış, renkli ve özgür bir kuş gibi uçuverirler sonsuzluğa
Arkalarından yüreğimiz bu kadar burkulmaz.
ARALIK 2002
Bir de gizli sevdalar için, komşu kızlarının aracılık ettiği pusulalar.
Vefa, insan ilişkilerinde doğal bir değer olarak yaşanır, İstanbulluların bir semti olmasının dışında belki adı bile anılmazdı. Senet yoktu söz vardı.
Kavgada dahi yamuk yapmayan bir delikanlılık vardı. İnsanların birbiriyle hukuku vardı. Yaşam da gelecek de kaygı duyulabilecek konular olmaktan uzaktaydı. Kişisel serüvenini yaşama, tamamlama dışında kimsenin de öyle büyük maddi beklentisi olmazdı yaşamdan.
Onların gençliğinde başka bir dünya vardı. Bu nedenle çok hazırlıksız yakalandılar bu yüzyıla.
Herkesin bir şekilde kendini koruyabilme güçlüğü çektiği, böyle olunca da,çoğunun altta kalmamak için canavarlaşmayı seçtiği bu yüzyılda tutunabilme şansları ellerinden alındı. Yabancı bir dünyaya düşmeleri bir yana bir de artık yaşlıydılar. Ne verdikleri emeğin ne hayata kattıkları değerin, rengin, zenginliğin bir hükmü kalmıştı. Şöhretleri çalınmış, taçları başlarından alınmıştı. Perişanlık çekmesinler, sokakta kalmasınlar, gözönünde olmasınlar diye birer jübile yapılıp yaşlı bakımevlerine yerleştirildiler.
Bu yüzyılın değerleriyle sahip çıkıldılar. Kimi bir çok kez kaçtı ve bulunup geri getirildi. Kimi sustu ve bir daha konuşmadı. Kimi ziyaretçi bekledi günlerce pencere önlerinde, kimi ziyaretçi istemedi.
Küskün ve kırgın gitti çoğu.
Bakımevlerine gitmeyenler de öyle. Eviçlerine gizlenenler de oldu,Yeşilçam kahvelerinde rol bekleyenler de.O yaştan sonra kapı kapı dolaşıp kitabını, kitaplarını satmak durumunda kalanlar da. Biz, bu yüzyılın başında, kendimize de onlara da sahip çıkamadık.
Yaşamadığımız bir geçmişi özlemenin anlamı yok, gerek de olmamalı zaten.
Yeni ve insanca bir yaşam tanımlamalıyız. Kendimize de insan kardeşlerimize de sahip çıkmalıyız. Sosyal devleti yeniden diriltmeli ve insanileştirmeliyiz. Herkesi ama herkesi kucaklayan bir sosyal hizmet oluşturmalıyız.
Şimdi altmışlı, yetmişli, seksenli yaşlarında olan şairlerimiz, yazarlarımız, sinemacılarımız, tiyatrocularımız, müzisyenlerimiz, ressamlarımız, heykeltraşlarımız için, kamerası, kameramanı, kostümü, enstürimanı, paleti, şövalesi, sehpası, kitabı, daktilosu olan bir YAŞAMEVİ açabiliriz. Yatılı bölümü de olabilir bu evin, yemek odası da reviri de. İsteyen yatılı kalır isteyen kalmaz. İsteyen öğretmen olur burada, isteyen öğrenci. İsteyen hiç birine bulaşmaz, oyun oynar, bahçesine gül eker yaşamevinin. Bu insanlar katı kuralları sevmiyor, 'üçte gel, beşte git' denmez. 'Her gün burada kalacaksın, onbirde yatacaksın, şunu yiyeceksin' olmaz.
Rol bekliyorlarsa, sigara dumanına boğulmadan, bir çay parasını dert etmeden beklesinler.
İstiyorlarsa kendileri çeksinler filmlerini. Sinema öğrencileri de gelip kamera kullansınlar, montaj yapsınlar, ışıkcılık öğrensinler. Müzik, edebiyat, tiyatro öğrencileri için de böyle olabilir.
O zaman, hasta ziyareti, huzurevi ziyareti gibi suskunlukla olmaz geliş gidişler. Anılar saçılır ortalığa, deneyimler. Hep ayakta kalır bir heyecan. Umut tümüyle terketmemiş olur onları ve bizleri. Onları öyle gördükçe terketmez hiç umut bizleri. Temiz giyinilerek, süslenilerek gidilen bir yerde otururlar. Ve koşuşturmalarındandan fırsat yaratıp gelenlere zaman ayırırlar. Paylaşacak, konuşacak bir şey vardır artık.
O zaman, ister bir platonun tepesinden olsunlar, ister sahnenin ortasında, yalnız ve küskün ayrılmazlar aramızdan.
O zaman; mutlu, serüvenini dolu dolu tamamlamış, renkli ve özgür bir kuş gibi uçuverirler sonsuzluğa
Arkalarından yüreğimiz bu kadar burkulmaz.
ARALIK 2002
UMUTSUZLUĞUN VE SADAKA KÜLTÜRÜNÜN İFLASIDIR BU
Ocak 8, 2010 ·
Tekel işçileri epeydir Ankara'da
Ve epeydir ülkemizde görülmeyen bir hal bu.
Ne oluyor?
Neden sessizce kaderlerine razı olup gitmiyor bu insanlar?
Neden bu soğukta, ailelerinden, çocuklarından uzakta, doğru dürüst ayaklarını uzatıp oturamadan, yatmadan, uyumadan, yıkanmadan sokakta olmaya razılar. Soğuk su, biber gazı yiyerek, sürüklenerek, kendilerini zincirleyerek, açlık grevini göze alarak günler geçirmeyi bu çoğunlukla ve kararlılıkla göze alabiliyorlar.
Epeydir böyle olmuyordu.
Böyle davranmaya çalışanlar yalnızlaştırılıyor. Kamuoyu; küresel krizin dayattığı koşullarda, ancak bu kadar olacağına konusunda ikna. Eylemciler bile neredeyse o noktada. Sessiz sakin iş kapanıp gidiyordu.
Sanırım başka ülkelerde de böyle bir süreç yaşanıyordu.
Yönetimler; açlıktan ölmeyecek kadar bir yardımı garanti edebiliyordu.
O da çalışanlar için; içlerindeki o büyük, suskun ama aynı zamanda derinden derine uğuldayan, ıssız korkuya bir çare gibi görünüyordu. " Yeterince olmasa da hiç bir şey yardımlar nedeniyle aç ölmeyeceğiz hiç değilse" diye bir teslimiyet getiriyordu.
Sanki bu kez biraz farklı.
Yardımlar; insanların karnını ne kadar doyurursa, ruhlarını o kadar acıktırıyor, susatıyor, acıtıyor, yaralıyor, kanatıyor.
Tüm ülkelerde görülen bu.
Balık vermek yerine balık tutmayı öğretmek lazım denir her zaman.
Balık tutmayı beceren insanlara; özelleştirmeler yoluyla "Balık tutmayı bırakın biz size balık vereceğiz deniyordu"
"Yeterince balık yok. Kalmadı. Kriz var. Denizler, göller, nehirler kurudu. Sen artık balık tutamazsın. Hem senin ellerin de zayıf, gözlerin şehla sen balık tutmayı beceremezsin. Yeterince eğitimli de değilsin. Balıklar sana gelmez. Bizde buzhanede çok var ama. Sana veririz. Hem de bedava. Eh sen de ses çıkarma artık. Şikayet etme. Başka bir şey isteme." deniyordu. Denmese bile o tavır bekleniyordu.
Ama balıkçılar baktılar ki balık tutmaktan vaz geçirilen, ikna edilen, işsiz bırakılan balıkçıların durumu vahim.
Balıkçılar açısından bu süreci görecek, değerlendirecek, ders çıkaracak kadar bir zaman geçti küresel kriz safsatası üzerinden. Balık verilen ve balık yardımına bağımlılaştırılan insanların gün be gün ruhlarını, umutlarını, hayallerini nasıl kaybettiklerini görecek kadar bir zaman geçti.
Bu balıkçılar balık tutmayı bırakacağa benzemiyor.
Onlar kendilerine kendilerince tutulmamış, kazanılmamış balık verilmesini istemiyorlar.
Bırakın balıklarını tutmaya onurlarıyla devam etsinler.
Belki bu umutlu tavırları dünyadaki krize bir çözüm önerisi olur
Belki hepimiz ama hepimiz için bir önerme olur.
Tekel işçileri epeydir Ankara'da
Ve epeydir ülkemizde görülmeyen bir hal bu.
Ne oluyor?
Neden sessizce kaderlerine razı olup gitmiyor bu insanlar?
Neden bu soğukta, ailelerinden, çocuklarından uzakta, doğru dürüst ayaklarını uzatıp oturamadan, yatmadan, uyumadan, yıkanmadan sokakta olmaya razılar. Soğuk su, biber gazı yiyerek, sürüklenerek, kendilerini zincirleyerek, açlık grevini göze alarak günler geçirmeyi bu çoğunlukla ve kararlılıkla göze alabiliyorlar.
Epeydir böyle olmuyordu.
Böyle davranmaya çalışanlar yalnızlaştırılıyor. Kamuoyu; küresel krizin dayattığı koşullarda, ancak bu kadar olacağına konusunda ikna. Eylemciler bile neredeyse o noktada. Sessiz sakin iş kapanıp gidiyordu.
Sanırım başka ülkelerde de böyle bir süreç yaşanıyordu.
Yönetimler; açlıktan ölmeyecek kadar bir yardımı garanti edebiliyordu.
O da çalışanlar için; içlerindeki o büyük, suskun ama aynı zamanda derinden derine uğuldayan, ıssız korkuya bir çare gibi görünüyordu. " Yeterince olmasa da hiç bir şey yardımlar nedeniyle aç ölmeyeceğiz hiç değilse" diye bir teslimiyet getiriyordu.
Sanki bu kez biraz farklı.
Yardımlar; insanların karnını ne kadar doyurursa, ruhlarını o kadar acıktırıyor, susatıyor, acıtıyor, yaralıyor, kanatıyor.
Tüm ülkelerde görülen bu.
Balık vermek yerine balık tutmayı öğretmek lazım denir her zaman.
Balık tutmayı beceren insanlara; özelleştirmeler yoluyla "Balık tutmayı bırakın biz size balık vereceğiz deniyordu"
"Yeterince balık yok. Kalmadı. Kriz var. Denizler, göller, nehirler kurudu. Sen artık balık tutamazsın. Hem senin ellerin de zayıf, gözlerin şehla sen balık tutmayı beceremezsin. Yeterince eğitimli de değilsin. Balıklar sana gelmez. Bizde buzhanede çok var ama. Sana veririz. Hem de bedava. Eh sen de ses çıkarma artık. Şikayet etme. Başka bir şey isteme." deniyordu. Denmese bile o tavır bekleniyordu.
Ama balıkçılar baktılar ki balık tutmaktan vaz geçirilen, ikna edilen, işsiz bırakılan balıkçıların durumu vahim.
Balıkçılar açısından bu süreci görecek, değerlendirecek, ders çıkaracak kadar bir zaman geçti küresel kriz safsatası üzerinden. Balık verilen ve balık yardımına bağımlılaştırılan insanların gün be gün ruhlarını, umutlarını, hayallerini nasıl kaybettiklerini görecek kadar bir zaman geçti.
Bu balıkçılar balık tutmayı bırakacağa benzemiyor.
Onlar kendilerine kendilerince tutulmamış, kazanılmamış balık verilmesini istemiyorlar.
Bırakın balıklarını tutmaya onurlarıyla devam etsinler.
Belki bu umutlu tavırları dünyadaki krize bir çözüm önerisi olur
Belki hepimiz ama hepimiz için bir önerme olur.
BEDAVAYA BERHAVA BİR YAŞAM
Cuma, Temmuz 24, 2009
Özellikle seçimlerden sonra bu “sosyal yardım” işi, bu toplumda yaygın tartışılmaya başladı.
Bizde genellikle öyledir. Önce bir iki gazeteci bir konuyu ciddi bir açılım olsun diye gündeme getirir. Sonra televizyon kanallarının birinde konuya değinilir. Eğer tutarsa, bayağı çok sayıda bir kanal işe el uzatır. Ama biz en çok; kahvelerde, spor salonlarında, yemekhanelerde, bürolarda, taksilerde, otobüslerde, dolmuşlarda, duraklarda konuşup tartışırız. Yaygın tartışma dediğim bu.
Bu sosyal yardım paketleri şu son aylarda gündemimizde gerçekten öne çıktı.
Bazı yardım kuruluşlarının üzerindeki şaibe, ekonomik krizin yarattığı kişisel tedirginlik, yeşil kart ve yardımlarla ilgili bazı istismarların olması hatta daha açık belirtelim insanların seçimlerde manipule edilmesi inancı, toplumda sosyal yardımlara ilişkin negatif bir algı oluşturdu.
Neredeyse tümüyle kaldırılsa hatta yasaklansa memnun olacağız.
Alanların hepsi tembel, ahlaksız, sömürücü ve bedavacı.
Çoğu yoksul bile değil.
Belki biz ya da bizim tanıdığımız a ailesi, b kişisi onlardan daha kötü durumda.
Ama onlar bedavacı ve arsız olduklarından kabul ediyorlar bu yardımları. Hem de bizden kesilen paylarla.
Yoksullukla ilgili bilinen iki tanım verelim.
a-Mutlak yoksulluk; temel ihtiyaçların yeterince karşılanmaması. Barınma, beslenme, sağlık, eğitim haklarını kullanamama
b- Görece yoksulluk; toplumda bir grubun diğerine göre olanaklara ulaşma şansı azlığı. Bir anlamda sınıfsal yoksulluk.
Sosyal yardımlarda sınıfsal yoksulluğa bakmıyorlar. O bir sistem meselesi. Ama diğerine bakıyorlar.
Öyle çok temel ihtiyacı karşılanamayan insan var ki. Sosyal yardım verilen her ailenin, yoksul olduğunu kanıtlama olanağı tanıyor bu yardımı yapanlara. “Diğerlerine neden vermedin?”. “Olanağım yoktu efendim. Bütçemizi artırın hepsine verelim. Bakın ne çok iyilik yapmış olacaksınız.”
Belki iş böyle yürüdüğü için de tepkiyi duyuyor insanlar.
Gerçek yoksula, önceliği olana, gelişebilene, balık tutmayı öğrenene kadar olana gibi ölçütler yok. Sadece dağıtılan sosyal yardım var.
Bu nedenle gerçekten gereksinimi olana bile bedavacı gözüyle bakan büyük bir kitle var oldu. Yardım alan herkesi aşağılamak ihtiyacı hissediyoruz toplum olarak. Kızgınız çok. Merhameti unutacak kadar, vicdanımızı duymayacak kadar kızgınız.
Sosyal yardımdaki bedavacılığa çok kızıyoruz da hayatın toplamında yapılan bedavacılığı sorgulamıyoruz.
Adamlar on sayfalık gazeteyi, beşer sayfadan iki gazete gibi gösterip birini bedava veriyormuş gibi yapıyor. Bu bedavaya bayılıyoruz.
Pahalıya sattıkları milyonlarca şişe gazlı içeceğin kapaklarından bir bedava şişe kazanacağız diye ne tür taktikler geliştiriyoruz.
Kontör aldıkça bedava kontör, bedava sms bedava konuşma alıyoruz.
Benzin çok çok pahalı ama benzinin yanında verdikleri uyduruk bardak çanak bedava
Süt konmadan yapılan dondurmalardan bir alana beş bedavayı bedava sanıyoruz.
Propogandistlerin belki yeni kullandıkları isimle reprezantabllerin beş yıldızlı otel hediyelerini çok doğal kabul ediyoruz. Hem de kimler olarak kabul ediyoruz.
Şu kadarlık alış veriş edene iPod, bu kadarlık alış veriş edene laptop bedava ama okullar artık ücretli. Süt çocuklar için bile ücretsiz değil.
Ev alana araba bedava ama su cidden çok pahalı.
Nakit paralar, hediye çekleri, uçak biletleri, hep hep bonus ama ekmek bedava değil. Şehir içi ulaşım çok pahalı. Büyük şehirlerde insanlar işe, çocuklar uzak okullara yürüyerek gitmek zorunda kalıyorlar.
İnternet ise başka bir alem; oyunlar, domainler, hostingler, videolar, programlar, yazılımlar, ilanlar, şarkı indirmeler bedava ama müzeler, kitaplıklar ücretsiz değil.
Arkadaşlık sayfaları arkadaş bedava ama saygı sevgi bedava değil. Güven hiç değil.
Yurdumda bir hazır çorba firması; çekilişle gıda paketi dağıtmaya başladı. Alanlar katılmayalım dememişler. Firma tüm yasal gerekliliklere uymuş yedekleri bile belirlemiş noter huzurunda. İşte gelinen son nokta bu.
Bu bedavalardan olsa olsa berhava bir yaşam oluşturur insan.
Ve kötü yanı bu bedavalardan, başka bir yoksulluk algısı çıkacak ortaya.
Orta ve üst orta sınıfın bilinçsel yoksullaştırılması gibi bir şey.
Belki konmuş bir ismi vardır. Yoksa bile, bir isim koymaya, bir tanım yapmaya korkuyorum.
Yakında uzaylılar gelip hepimize bedavacı derlerse şaşırmayalım.
Aslında Orhan Veli çok önceden söylemişti.
“Bedava yaşıyoruz bedava”
Özellikle seçimlerden sonra bu “sosyal yardım” işi, bu toplumda yaygın tartışılmaya başladı.
Bizde genellikle öyledir. Önce bir iki gazeteci bir konuyu ciddi bir açılım olsun diye gündeme getirir. Sonra televizyon kanallarının birinde konuya değinilir. Eğer tutarsa, bayağı çok sayıda bir kanal işe el uzatır. Ama biz en çok; kahvelerde, spor salonlarında, yemekhanelerde, bürolarda, taksilerde, otobüslerde, dolmuşlarda, duraklarda konuşup tartışırız. Yaygın tartışma dediğim bu.
Bu sosyal yardım paketleri şu son aylarda gündemimizde gerçekten öne çıktı.
Bazı yardım kuruluşlarının üzerindeki şaibe, ekonomik krizin yarattığı kişisel tedirginlik, yeşil kart ve yardımlarla ilgili bazı istismarların olması hatta daha açık belirtelim insanların seçimlerde manipule edilmesi inancı, toplumda sosyal yardımlara ilişkin negatif bir algı oluşturdu.
Neredeyse tümüyle kaldırılsa hatta yasaklansa memnun olacağız.
Alanların hepsi tembel, ahlaksız, sömürücü ve bedavacı.
Çoğu yoksul bile değil.
Belki biz ya da bizim tanıdığımız a ailesi, b kişisi onlardan daha kötü durumda.
Ama onlar bedavacı ve arsız olduklarından kabul ediyorlar bu yardımları. Hem de bizden kesilen paylarla.
Yoksullukla ilgili bilinen iki tanım verelim.
a-Mutlak yoksulluk; temel ihtiyaçların yeterince karşılanmaması. Barınma, beslenme, sağlık, eğitim haklarını kullanamama
b- Görece yoksulluk; toplumda bir grubun diğerine göre olanaklara ulaşma şansı azlığı. Bir anlamda sınıfsal yoksulluk.
Sosyal yardımlarda sınıfsal yoksulluğa bakmıyorlar. O bir sistem meselesi. Ama diğerine bakıyorlar.
Öyle çok temel ihtiyacı karşılanamayan insan var ki. Sosyal yardım verilen her ailenin, yoksul olduğunu kanıtlama olanağı tanıyor bu yardımı yapanlara. “Diğerlerine neden vermedin?”. “Olanağım yoktu efendim. Bütçemizi artırın hepsine verelim. Bakın ne çok iyilik yapmış olacaksınız.”
Belki iş böyle yürüdüğü için de tepkiyi duyuyor insanlar.
Gerçek yoksula, önceliği olana, gelişebilene, balık tutmayı öğrenene kadar olana gibi ölçütler yok. Sadece dağıtılan sosyal yardım var.
Bu nedenle gerçekten gereksinimi olana bile bedavacı gözüyle bakan büyük bir kitle var oldu. Yardım alan herkesi aşağılamak ihtiyacı hissediyoruz toplum olarak. Kızgınız çok. Merhameti unutacak kadar, vicdanımızı duymayacak kadar kızgınız.
Sosyal yardımdaki bedavacılığa çok kızıyoruz da hayatın toplamında yapılan bedavacılığı sorgulamıyoruz.
Adamlar on sayfalık gazeteyi, beşer sayfadan iki gazete gibi gösterip birini bedava veriyormuş gibi yapıyor. Bu bedavaya bayılıyoruz.
Pahalıya sattıkları milyonlarca şişe gazlı içeceğin kapaklarından bir bedava şişe kazanacağız diye ne tür taktikler geliştiriyoruz.
Kontör aldıkça bedava kontör, bedava sms bedava konuşma alıyoruz.
Benzin çok çok pahalı ama benzinin yanında verdikleri uyduruk bardak çanak bedava
Süt konmadan yapılan dondurmalardan bir alana beş bedavayı bedava sanıyoruz.
Propogandistlerin belki yeni kullandıkları isimle reprezantabllerin beş yıldızlı otel hediyelerini çok doğal kabul ediyoruz. Hem de kimler olarak kabul ediyoruz.
Şu kadarlık alış veriş edene iPod, bu kadarlık alış veriş edene laptop bedava ama okullar artık ücretli. Süt çocuklar için bile ücretsiz değil.
Ev alana araba bedava ama su cidden çok pahalı.
Nakit paralar, hediye çekleri, uçak biletleri, hep hep bonus ama ekmek bedava değil. Şehir içi ulaşım çok pahalı. Büyük şehirlerde insanlar işe, çocuklar uzak okullara yürüyerek gitmek zorunda kalıyorlar.
İnternet ise başka bir alem; oyunlar, domainler, hostingler, videolar, programlar, yazılımlar, ilanlar, şarkı indirmeler bedava ama müzeler, kitaplıklar ücretsiz değil.
Arkadaşlık sayfaları arkadaş bedava ama saygı sevgi bedava değil. Güven hiç değil.
Yurdumda bir hazır çorba firması; çekilişle gıda paketi dağıtmaya başladı. Alanlar katılmayalım dememişler. Firma tüm yasal gerekliliklere uymuş yedekleri bile belirlemiş noter huzurunda. İşte gelinen son nokta bu.
Bu bedavalardan olsa olsa berhava bir yaşam oluşturur insan.
Ve kötü yanı bu bedavalardan, başka bir yoksulluk algısı çıkacak ortaya.
Orta ve üst orta sınıfın bilinçsel yoksullaştırılması gibi bir şey.
Belki konmuş bir ismi vardır. Yoksa bile, bir isim koymaya, bir tanım yapmaya korkuyorum.
Yakında uzaylılar gelip hepimize bedavacı derlerse şaşırmayalım.
Aslında Orhan Veli çok önceden söylemişti.
“Bedava yaşıyoruz bedava”
MAMAK AH MAMAK
Salı, Temmuz 14, 2009
Tam yirmi yıl arayla Ankara Mamak’ı dolaşma şansım oldu. Biri 1989 da biri de bu yılın başlarında.
O zaman da yoksulluk vardı Mamak’da. Şimdi de var.
Ama şimdiki başka bir şey.
Mamak yirmi yıl önce bostanlar, bahçeler, gecekondularla dolu, apartmanı ve okumuşu az, çocuğu çok bir ilçeydi. Ankara’nın nitelikli niteliksiz emek gücünün önemli bir kısmını oluştururdu.
Çöplükle ve meşhur cezaevi ile anılsa da; yaz akşamları kızartma kokuları, şen kahkahalar ve yazlık sinema dönüşlerinde çırak çocukların söylediği efkarlı türkülerin oluşturduğu bir atmosfere sahipti. Kendi için olmasa da kendinde bir sınıftı Mamaklı.
Ankara’nın emek deposu olduğunu bilirdi. Bundan aldığı bir güç ve gurur olurdu tavrında. Hayatı üreten emeğin sahibiydi. Ama dar gelirliydi. Bu dar gelirlilikten çıkış umudu ise mütevazı ama kuvvetliydi. Çocukları okutmak. Sigortalı bir işe sokmak. İş dönüşü ayaklarını yıkayıp çizgili pijaması ve atletiyle gecekondusunun bahçesine sedire uzanmış babalar ve onlara hizmet eden anneler bir yandan karpuz dilimlerini dişler bir yandan uzaklara dalıp bu hayalle mutlu olurlardı.
Çöplüğüne ve cezaevine karşı dimdik durabilen bir yerdi
İşte öyle bir Mamak’tı
Sonra ne olduysa olmuş.
Gecekondulara “Tapu Tahsis Belgesi” verilmiş, sonra bunlar tapuya mı çevrilmiş, öyle mi kalmış bilemiyorum. Ama Ankara’nın Yenimahalle, Keçiören, Dikmen, Subayevleri, Sanatoryum, Etlik, İncirli, Yıldız, Birlik, Çukurca, Öveçler, Sokulu gibi bir çok semtindeki gecekondu birden bire müteahhitlerin girişimi ile apartmanlara dönüşmeye başlamış. Sanırım Başbakanımızın oturduğu ev bile böyle bina edilmiş.
Önceleri yüzde elli gibi bir oranla çalışan müteahhitler sonraları yüzde kırk, yüzde otuza kadar inmişler. Ama bu bile insanların çocuklarına bir ev bırakma şansı vermiş. Ankara’lı okumayı sevse, çocuklarını okumayı istese de iş, istihdam gibi sorunlarda o evler insanların yaşamını kurtarmış.
Mamak yoksulluk nedeni ile işte bu sürece yetişememiş. Büyük müteahhitler yeteri kadar rasyonel görmediklerinden ilgi göstermemiş. Kötü müteahhitlere yaptıranın ise iskan ve vize sorunları çözülememiş ve Mamak’ın çoğu gecekondu olarak kalmış. Sorun da buradan sonra başlamış.
Gecekondularla apartmanlar ayrışmış.
Apartmanların gölgesinde kalan gecekondulular kendilerini eksik, ezik, zayıf hissetmeye başlamışlar. Apartmanlar; halleri hiç iyi olmasa bile kendilerini şanslı hissetmek için bunu kaşımış. Televizyonlar, diziler, bazı şarkılar da kaşımış durmuş gecekondu yoksulluğunu.
Bu arada belediyeler ne olduğu hiçbir zaman tam anlaşılmayan kentsel dönüşüm projelerine başlamışlar. Bir gecekonduya yüzde otuz veren müteahhitten çok daha uyanık davranmışlar. Otuz bin konut gereksinimli bölgeye altmış binlik planlar yapmışlar ama vatandaşa bire bir vermeye kalkışmışlar. O da yetmemiş bir de üste para istemişler. Sanırım bazı semtlerin elektriği suyu kesilmiş. Bazı evler boşalmış.
Ve Mamak’ın 14-16 semti hayalet şehirlere dönmüş.
Ve bir çok yardım paketi burada kalan evlerin kapısını çalar olmuş.
Artık Mamak’tan neşeli yaz akşamı sesleri gelmez olmuş.
Çocuklar bir hayal bir hedef bir umut olmaksızın okullu olmuşlar.
Okumuşlarla büyümüşler bırakıp gitmiş.
Okumayanlar sigortasız, güvencesiz işlerde yedi gün on beş saat çalışmaktan tükenmiş ya ya iş aramaktan bile elini eteğini çekmiş, boş vermiş, yorgun, umutsuz ömür tüketiyorlarmış.
İşte Mamak’ı ikinci kez bu aşamada gördüm.
Bu süreçte Mamak’lının bir kısmının kendine bakış açısı değişmiş. Elleriyle, emekleriyle dünyayı her sabah yeniden kuran Mamak’lı uysallaşmış, sessizleşmiş, zayıflamış. Dünle ilişkisini bitirmiş. Yarından umudunu kesmiş. Kendisine acır olmuş. Kendini yetersiz görür olmuş.
Birileri Mamak’a el atmalı. Hem de acilen.
Bu kentsel dönüşüm ne menem bir uygulama.
Buralar zaten mahrumiyet. Bir de evleri alınırsa ellerinden otuz, kırk, elli yıldır oturdukları evleri alınırsa ne yapacaklar? Gönüllerince okutamadıkları, okuttuklarına iş bulamadıkları, bulduklarına sigorta yaptıramadıkları, yorgunluklarına çare üretemedikleri çocuklarına bir “daire“ de mi bırakamasınlar?
Büyük şehirlerde; “Başını sokacak bir ev” çok önemli. Bir vatandaşlık hakkı. Ve onun kadar önemlisi varlığıyla insanı, zengin, mutlu, vatandaş hissettiren yokluğuyla ise acze düşüren bir temel unsur.
Eğer merkezi yapıda birileri, yönetim yetkilerini kullanarak bu kentsel dönüşüm zulmüne el atmazsa kötü niyetler taşıyacağım.
Mamak gibi büyük bir metropol ilçe gettolaşsın, muhtaç kalsın isteniyor diyeceğim. İşsizliğinden utansın. İşçiliğinden utansın. Hep sessiz kalsın isteniyor diye düşüneceğim.
Hep yardım paketine gereksinimi olsun diye bekleniyor diye düşüneceğim.
Tam yirmi yıl arayla Ankara Mamak’ı dolaşma şansım oldu. Biri 1989 da biri de bu yılın başlarında.
O zaman da yoksulluk vardı Mamak’da. Şimdi de var.
Ama şimdiki başka bir şey.
Mamak yirmi yıl önce bostanlar, bahçeler, gecekondularla dolu, apartmanı ve okumuşu az, çocuğu çok bir ilçeydi. Ankara’nın nitelikli niteliksiz emek gücünün önemli bir kısmını oluştururdu.
Çöplükle ve meşhur cezaevi ile anılsa da; yaz akşamları kızartma kokuları, şen kahkahalar ve yazlık sinema dönüşlerinde çırak çocukların söylediği efkarlı türkülerin oluşturduğu bir atmosfere sahipti. Kendi için olmasa da kendinde bir sınıftı Mamaklı.
Ankara’nın emek deposu olduğunu bilirdi. Bundan aldığı bir güç ve gurur olurdu tavrında. Hayatı üreten emeğin sahibiydi. Ama dar gelirliydi. Bu dar gelirlilikten çıkış umudu ise mütevazı ama kuvvetliydi. Çocukları okutmak. Sigortalı bir işe sokmak. İş dönüşü ayaklarını yıkayıp çizgili pijaması ve atletiyle gecekondusunun bahçesine sedire uzanmış babalar ve onlara hizmet eden anneler bir yandan karpuz dilimlerini dişler bir yandan uzaklara dalıp bu hayalle mutlu olurlardı.
Çöplüğüne ve cezaevine karşı dimdik durabilen bir yerdi
İşte öyle bir Mamak’tı
Sonra ne olduysa olmuş.
Gecekondulara “Tapu Tahsis Belgesi” verilmiş, sonra bunlar tapuya mı çevrilmiş, öyle mi kalmış bilemiyorum. Ama Ankara’nın Yenimahalle, Keçiören, Dikmen, Subayevleri, Sanatoryum, Etlik, İncirli, Yıldız, Birlik, Çukurca, Öveçler, Sokulu gibi bir çok semtindeki gecekondu birden bire müteahhitlerin girişimi ile apartmanlara dönüşmeye başlamış. Sanırım Başbakanımızın oturduğu ev bile böyle bina edilmiş.
Önceleri yüzde elli gibi bir oranla çalışan müteahhitler sonraları yüzde kırk, yüzde otuza kadar inmişler. Ama bu bile insanların çocuklarına bir ev bırakma şansı vermiş. Ankara’lı okumayı sevse, çocuklarını okumayı istese de iş, istihdam gibi sorunlarda o evler insanların yaşamını kurtarmış.
Mamak yoksulluk nedeni ile işte bu sürece yetişememiş. Büyük müteahhitler yeteri kadar rasyonel görmediklerinden ilgi göstermemiş. Kötü müteahhitlere yaptıranın ise iskan ve vize sorunları çözülememiş ve Mamak’ın çoğu gecekondu olarak kalmış. Sorun da buradan sonra başlamış.
Gecekondularla apartmanlar ayrışmış.
Apartmanların gölgesinde kalan gecekondulular kendilerini eksik, ezik, zayıf hissetmeye başlamışlar. Apartmanlar; halleri hiç iyi olmasa bile kendilerini şanslı hissetmek için bunu kaşımış. Televizyonlar, diziler, bazı şarkılar da kaşımış durmuş gecekondu yoksulluğunu.
Bu arada belediyeler ne olduğu hiçbir zaman tam anlaşılmayan kentsel dönüşüm projelerine başlamışlar. Bir gecekonduya yüzde otuz veren müteahhitten çok daha uyanık davranmışlar. Otuz bin konut gereksinimli bölgeye altmış binlik planlar yapmışlar ama vatandaşa bire bir vermeye kalkışmışlar. O da yetmemiş bir de üste para istemişler. Sanırım bazı semtlerin elektriği suyu kesilmiş. Bazı evler boşalmış.
Ve Mamak’ın 14-16 semti hayalet şehirlere dönmüş.
Ve bir çok yardım paketi burada kalan evlerin kapısını çalar olmuş.
Artık Mamak’tan neşeli yaz akşamı sesleri gelmez olmuş.
Çocuklar bir hayal bir hedef bir umut olmaksızın okullu olmuşlar.
Okumuşlarla büyümüşler bırakıp gitmiş.
Okumayanlar sigortasız, güvencesiz işlerde yedi gün on beş saat çalışmaktan tükenmiş ya ya iş aramaktan bile elini eteğini çekmiş, boş vermiş, yorgun, umutsuz ömür tüketiyorlarmış.
İşte Mamak’ı ikinci kez bu aşamada gördüm.
Bu süreçte Mamak’lının bir kısmının kendine bakış açısı değişmiş. Elleriyle, emekleriyle dünyayı her sabah yeniden kuran Mamak’lı uysallaşmış, sessizleşmiş, zayıflamış. Dünle ilişkisini bitirmiş. Yarından umudunu kesmiş. Kendisine acır olmuş. Kendini yetersiz görür olmuş.
Birileri Mamak’a el atmalı. Hem de acilen.
Bu kentsel dönüşüm ne menem bir uygulama.
Buralar zaten mahrumiyet. Bir de evleri alınırsa ellerinden otuz, kırk, elli yıldır oturdukları evleri alınırsa ne yapacaklar? Gönüllerince okutamadıkları, okuttuklarına iş bulamadıkları, bulduklarına sigorta yaptıramadıkları, yorgunluklarına çare üretemedikleri çocuklarına bir “daire“ de mi bırakamasınlar?
Büyük şehirlerde; “Başını sokacak bir ev” çok önemli. Bir vatandaşlık hakkı. Ve onun kadar önemlisi varlığıyla insanı, zengin, mutlu, vatandaş hissettiren yokluğuyla ise acze düşüren bir temel unsur.
Eğer merkezi yapıda birileri, yönetim yetkilerini kullanarak bu kentsel dönüşüm zulmüne el atmazsa kötü niyetler taşıyacağım.
Mamak gibi büyük bir metropol ilçe gettolaşsın, muhtaç kalsın isteniyor diyeceğim. İşsizliğinden utansın. İşçiliğinden utansın. Hep sessiz kalsın isteniyor diye düşüneceğim.
Hep yardım paketine gereksinimi olsun diye bekleniyor diye düşüneceğim.
KADINLAR AH KADINLAR
Salı, Eylül 15, 2009
Aşağıdaki yazı ev eksenli çalışan kadınlarla ilgili bir toplantıda yaptığım konuşmadır. (Azıcık düzelttiğimi itiraf etmeliyim.)
Bugün; erkek egemen toplum dediğimizde sadece kadına yönelik şiddeti anlamıyoruz tabi ki.
Erkek egemen toplumdan; kız çocuklarının okula gidememesi, kadınların eğitim hizmetlerinden yararlanamaması, iş hayatından uzak tutulması, kamusal yaşama yabancı kılınması ve örgütlenme ve ekonomik yaşamda çokça engellenmesini anlıyoruz. Eğlenmenin kadına yasaklanmasını da anlıyoruz.
Dünyanın bugünkü halini anlıyoruz.
Dünyanın bugünkü sefil, utanç verici ve acımasız halini de anlıyoruz.
Bunları söyledikten sonra, konuşma biçimimle, dille ilgili bir açıklama yapmak gereği hissediyorum.
Ben bütün konuşmamı; "BİZ" diliyle sürdürmeye özen göstereceğim.
Bunu iki nedenle yapacağım;
Birincisi, bu konuda egemen olan "BEN VE ONLAR" vurgusunu eleştireceğim.
İkincisi, konuşmalarını yapıp da şu an burada olmayan bazı arkadaşların uygulamalarından örnekler vereceğim. Başarılı başarısız ayrımına girmeden bu alandaki herkesi bu konuşma çerçevesinde üstlenerek BİZ diyeceğim.
ÖRGÜTLENME; kadınlar söz konusu olduğunda sancılı bir konu. Çünkü var olan örgütlenmeler ve onların dikey hiyerarşik yapısı bizi içermiyor.
ÖRGÜTLENME; Profesyoneller ve katılımcılar gibi iki grup olduğunda daha da sancılı bir konu.
Kadın örgütlülüğü; özellikle de ev eksenli çalışan kadınlar söz konusu olduğunda, çok da tabandan gelen bir talep değil.
Ev eksenli kadının, çalışan kadın olduğu farkındalığını yaratabilmenin arkasında; örgütlü olmak ve dayanışmak duruyor olabilir.
Bu yapıyı oluşturmada yeterli zamanlara sahip olmuyor olabiliriz.
Ev eksenli çalışan kadın çalışmalarını daha çok projeler üzerinden götürüyor olabiliriz.
Burada bir teknik ayrım olarak profesyoneller ve tabandan gelenler ya da katılımcılar olarak iki gruplu bir yapı oluşturuyor olabiliriz.
Bu ayrımı teknik olmaktan çıkaran bir yaklaşım söz konusu olduğunda; her iki tarafı da bağımlılaştıran bir yapıya dönüştüğümüze ilişkin ciddi bir kaygım var.
Örgütlenmeye teknik destek veren ekibin yaklaşımı çok önemli.
Burada yaklaşım; BEN dili olduğunda; tabandan gelen arkadaşlarımızı nesneleştiren, onları sürece ve kendi öz örgütlerine yabancılaştıran bir atmosfer oluşuyor. Erkek egemen bir dilin bir yaklaşımın tuzağına düşülmüş olunuyor.
Oysa örgütlerin esas sahipleri o yanımız.
Profesyonelin algılamasındaki; "Benim hatalarım onların hataları, benim başarım onların başarıları", "Ben yaptım. Arabayı ben tuttum. Onları İstanbul'a ben götürdüm. Ben seçtim. Ben ürettirdim. Ben ödedim" gibi bir dil, kadınları birbirinden teknik olmanın çok ötesinde bir yere ayırıyor.
Bir grubun diğerleri adına karar vermesine ve bu kararların da oldukça isabetsiz olmasına neden oluyor.
Buna; bazen tabandan gelen arkadaşlarımızın, risk almaktan korkarak ve karar iradesini destek grubuna havale etmesi sonucu da neden olabiliyor.
Kimse kimseden çok farklı değil.
Bu erkek egemen sistemde, egemenlerin dışında, aramızdaki ayrılıklar sadece nüans.
Başkalarının yeterince yararlanamadığı hizmetlerden yararlanmış olmak, hayata gerçek bir katkı vermiyorsa boş. Çok boş.
Yararlanamayanlar üzerinden kendi kibrimizi okşamak ise çok ayıp.
Bir şey yapalım derken zarar vermemek lazım.
Bu sözlerim;
özellikle yirmi yirmi beş yaşlarında olup çocukla, gençle, kadınla ilgili projelerde çalışan eğitimleri, yabancı dilleri iyi, hayat deneyimleri az olan gençler için. Bizim kuşaktan dersler olsun. Özellikle kadın olanlara.
http://www.hakuka.org/annelerin-komsu-teyzelerin-nenelerin-ablalarin-tum-kadinlarin-ve-kiz-cocuklarinin-haklari/
http://www.hakuka.org/womens-rights-the-rights-of-mothers-grandmothers-sisters-the-ladies-in-the-neighbourhood-the-rights-of-all-women-and-girls/
Aşağıdaki yazı ev eksenli çalışan kadınlarla ilgili bir toplantıda yaptığım konuşmadır. (Azıcık düzelttiğimi itiraf etmeliyim.)
Bugün; erkek egemen toplum dediğimizde sadece kadına yönelik şiddeti anlamıyoruz tabi ki.
Erkek egemen toplumdan; kız çocuklarının okula gidememesi, kadınların eğitim hizmetlerinden yararlanamaması, iş hayatından uzak tutulması, kamusal yaşama yabancı kılınması ve örgütlenme ve ekonomik yaşamda çokça engellenmesini anlıyoruz. Eğlenmenin kadına yasaklanmasını da anlıyoruz.
Dünyanın bugünkü halini anlıyoruz.
Dünyanın bugünkü sefil, utanç verici ve acımasız halini de anlıyoruz.
Bunları söyledikten sonra, konuşma biçimimle, dille ilgili bir açıklama yapmak gereği hissediyorum.
Ben bütün konuşmamı; "BİZ" diliyle sürdürmeye özen göstereceğim.
Bunu iki nedenle yapacağım;
Birincisi, bu konuda egemen olan "BEN VE ONLAR" vurgusunu eleştireceğim.
İkincisi, konuşmalarını yapıp da şu an burada olmayan bazı arkadaşların uygulamalarından örnekler vereceğim. Başarılı başarısız ayrımına girmeden bu alandaki herkesi bu konuşma çerçevesinde üstlenerek BİZ diyeceğim.
ÖRGÜTLENME; kadınlar söz konusu olduğunda sancılı bir konu. Çünkü var olan örgütlenmeler ve onların dikey hiyerarşik yapısı bizi içermiyor.
ÖRGÜTLENME; Profesyoneller ve katılımcılar gibi iki grup olduğunda daha da sancılı bir konu.
Kadın örgütlülüğü; özellikle de ev eksenli çalışan kadınlar söz konusu olduğunda, çok da tabandan gelen bir talep değil.
Ev eksenli kadının, çalışan kadın olduğu farkındalığını yaratabilmenin arkasında; örgütlü olmak ve dayanışmak duruyor olabilir.
Bu yapıyı oluşturmada yeterli zamanlara sahip olmuyor olabiliriz.
Ev eksenli çalışan kadın çalışmalarını daha çok projeler üzerinden götürüyor olabiliriz.
Burada bir teknik ayrım olarak profesyoneller ve tabandan gelenler ya da katılımcılar olarak iki gruplu bir yapı oluşturuyor olabiliriz.
Bu ayrımı teknik olmaktan çıkaran bir yaklaşım söz konusu olduğunda; her iki tarafı da bağımlılaştıran bir yapıya dönüştüğümüze ilişkin ciddi bir kaygım var.
Örgütlenmeye teknik destek veren ekibin yaklaşımı çok önemli.
Burada yaklaşım; BEN dili olduğunda; tabandan gelen arkadaşlarımızı nesneleştiren, onları sürece ve kendi öz örgütlerine yabancılaştıran bir atmosfer oluşuyor. Erkek egemen bir dilin bir yaklaşımın tuzağına düşülmüş olunuyor.
Oysa örgütlerin esas sahipleri o yanımız.
Profesyonelin algılamasındaki; "Benim hatalarım onların hataları, benim başarım onların başarıları", "Ben yaptım. Arabayı ben tuttum. Onları İstanbul'a ben götürdüm. Ben seçtim. Ben ürettirdim. Ben ödedim" gibi bir dil, kadınları birbirinden teknik olmanın çok ötesinde bir yere ayırıyor.
Bir grubun diğerleri adına karar vermesine ve bu kararların da oldukça isabetsiz olmasına neden oluyor.
Buna; bazen tabandan gelen arkadaşlarımızın, risk almaktan korkarak ve karar iradesini destek grubuna havale etmesi sonucu da neden olabiliyor.
Kimse kimseden çok farklı değil.
Bu erkek egemen sistemde, egemenlerin dışında, aramızdaki ayrılıklar sadece nüans.
Başkalarının yeterince yararlanamadığı hizmetlerden yararlanmış olmak, hayata gerçek bir katkı vermiyorsa boş. Çok boş.
Yararlanamayanlar üzerinden kendi kibrimizi okşamak ise çok ayıp.
Bir şey yapalım derken zarar vermemek lazım.
Bu sözlerim;
özellikle yirmi yirmi beş yaşlarında olup çocukla, gençle, kadınla ilgili projelerde çalışan eğitimleri, yabancı dilleri iyi, hayat deneyimleri az olan gençler için. Bizim kuşaktan dersler olsun. Özellikle kadın olanlara.
http://www.hakuka.org/annelerin-komsu-teyzelerin-nenelerin-ablalarin-tum-kadinlarin-ve-kiz-cocuklarinin-haklari/
http://www.hakuka.org/womens-rights-the-rights-of-mothers-grandmothers-sisters-the-ladies-in-the-neighbourhood-the-rights-of-all-women-and-girls/
DEFTER EMİNİ SERVER EFENDİ
Tapu Kadastronun Osmanlıca'daki adı ya da eski adı, Defterhane-i Hakani imiş.
Güzel isim.
Hani şu; kul hakkını koruyabilmek için kılın kırk yarıldığı bir etik anlayışı çağrıştıran unutulmuş zamanlar. Sanki seksenin beş on yıl öncesi.
İşte o, Defterhane-i Hakani'de 15 yüzyıldan bu yana kayıt tutulur imiş.
İşte o, Defterhane-i Hakani'nin I. Mahmut zamanında defter emini de Server Efendi imiş. Temiz ve titiz imiş. Defter'deki bilgilerle oynanmaması, hakkı olanın hakkının yenmemesi için defteri kimseye göstermez ve defterhaneden dışarı çıkmasına izin vermez imiş. Ser verip sır vermez imiş. Suistimal edilmesine göz yummaz imiş.
Bir gün padişah defteri istemiş.
Server Efendi defteri boynunun gideceğini bile bile göndermemiş.
Ve boynu vurulmuş.
Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü Arşiv Daire Başkanlığı şimdi bu defterleri açıyor bizlere. Sergiliyor.
Osmanlı arşivleri olduğu için Türkiye'den başka yirmiye yakın ülkenin de kayıtları mevcut bu sergilemede.
Ayrıca Fransızlarca Osmanlı için yapılmış ayrıntılı bir çalışmanın kayıtları.
Fatih Sultan Mehmet'in vakfiyeleri ile ilgili deriden işlenmiş muhteşem bir döküm var ki burada vakıf mallarında gözü olanlar için ilginç beddualar yer alıyor.
Tapu Kadastro bu çalışmaları genel müdürlük içinde; "Defter Emini Server Efendi Sergi Salonu" nda izlemeye olanak tanıyor.
Bu güzel çalışmayı yapan isimsiz kahramanların ellerine sağlık.
Umarım sadece tapucular değil tüm kamu görevlileri de Server Efendi'yi örnek alırlar. Hepimiz örnek alırız. Bir parça bile olsa yeter...
Güzel isim.
Hani şu; kul hakkını koruyabilmek için kılın kırk yarıldığı bir etik anlayışı çağrıştıran unutulmuş zamanlar. Sanki seksenin beş on yıl öncesi.
İşte o, Defterhane-i Hakani'de 15 yüzyıldan bu yana kayıt tutulur imiş.
İşte o, Defterhane-i Hakani'nin I. Mahmut zamanında defter emini de Server Efendi imiş. Temiz ve titiz imiş. Defter'deki bilgilerle oynanmaması, hakkı olanın hakkının yenmemesi için defteri kimseye göstermez ve defterhaneden dışarı çıkmasına izin vermez imiş. Ser verip sır vermez imiş. Suistimal edilmesine göz yummaz imiş.
Bir gün padişah defteri istemiş.
Server Efendi defteri boynunun gideceğini bile bile göndermemiş.
Ve boynu vurulmuş.
Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü Arşiv Daire Başkanlığı şimdi bu defterleri açıyor bizlere. Sergiliyor.
Osmanlı arşivleri olduğu için Türkiye'den başka yirmiye yakın ülkenin de kayıtları mevcut bu sergilemede.
Ayrıca Fransızlarca Osmanlı için yapılmış ayrıntılı bir çalışmanın kayıtları.
Fatih Sultan Mehmet'in vakfiyeleri ile ilgili deriden işlenmiş muhteşem bir döküm var ki burada vakıf mallarında gözü olanlar için ilginç beddualar yer alıyor.
Tapu Kadastro bu çalışmaları genel müdürlük içinde; "Defter Emini Server Efendi Sergi Salonu" nda izlemeye olanak tanıyor.
Bu güzel çalışmayı yapan isimsiz kahramanların ellerine sağlık.
Umarım sadece tapucular değil tüm kamu görevlileri de Server Efendi'yi örnek alırlar. Hepimiz örnek alırız. Bir parça bile olsa yeter...
BU YAZ ÇOCUKLARI KÖYLERE GÖTÜRMELİ
Salı, Şubat 9, 2010
Bu yaz çocukları köylere götürmeli.
Biliyorum. Önyargıları var onların. Ve bir de dizginlenmez bir coşkuları. İleriye bakmayı ve gitmeyi seviyor onlar.
Geçmişe ve geriye tümden kapalı. Bir parça küçümsüyor gibiler ve sıkılıyorlar köylerden
Bu yaz çocukları köylere götürmeli.
Tahammülleri kadar götürmeli. İster üç gün ister beş gün.
İsterlerse bilgisayarlarını alsınlar yanlarına, isterlerse son model telefonları, aypotları, Bunlarsız yapamıyor yeni çağın çocukları.
Bu yaz çocukları köylere götürmeli.
Onlara küçük bir köyde nasıl hem Cezörlügil hem Fransızgil hem Gürcügil hem Kurdikgil olduğunu ve herkesin; bir arada kardeşce yaşadığını anlatmalı.
Bu zenginliği, bereketi.
Turan Gezer'i anlatmalı mesela. Nam-ı diğer Kenger'i. Bu çingene müzisyenin kemanından çıkan o güzelim nağmeleri.
Zımpat'ı anlatmalı. Gece soyacağı evlerde bile bile ağırlanıp o evin çocuklarına büyülü masallar anlatan şahsına münhasır adamı.
Hangi film onun anlattığı bir öykü bir masal tadını verebilirdi ki, o zamanın çocuklarına? Koskoca bir Mezapotamya'nın neredeyse insanlığın en karanlık zamanından kalma öyküleri hatırlayıp anlatmalı. Avatar'ı, Matrix'i yapan filmcilerin yüz binlerce dolar sayıp almak isteyeceği öyküleri.
İşte bu öyküler hâla bazı köylerde ve bazı nenelerle dedelerin belleğinde bir kenarda duruyor.
Bu öyküler yok olmadan gidip yakalamalı. Ve Bu toprakların, Anadolu'nun öykülerini bizim çocuklarımız anlatmalı. Tıpkı Yaşar Kemal gibi. Enver Gökçe gibi. Cemal Süreya gibi.
Bu yaz çocukları köylere götürmeli
Köylere götürmeli ve eşeğe bindirmeli.
Bir keçiyi otlarken görmeli. Bir ineği gözlerinden öpmeli. Bir ağaca sarılmalı. Bir kındik üzümü dalından koparmalı.
Tef çala çala dut toplamaya götürmeli. Binbir renkli kelebek sürüsünü izlemeli. Keklik dinletmeli. Yoğurdun nasıl çalındığını, yayığı bilmeli.
Yıldızların altında eşkiya öyküleri dinleyerek uyumalı.
Kibirli bir horozun ötüşündeki o muhteşem melodiyi dinleyerek uyanmalı.
Bir dere şırıltısında kalbine dokunmayı denemeli.
Bu yaz hem çocukları hem içimizdeki çocuğu köylere götürmeli.
Cücügen'e, Horoş'a, Sösük'e, Sink'e, Çit'e, Pul'a, Mendürgü'ye, Taftı'ya, Maşger'e, Karapınar'a. götürmeli.
Köyler apartmanlarla dolmadan ya da viranelik olmadan çocuklarla konuşup yapmalı bunu.
Ve başka köye gelin giden ablasını daha gitmeden özleyen dokuz yaşındaki bir oğlan çocuğunun "Ey dağlar size de mi kar yağdı?" diye soruşundaki şairliği nereden edindiğini keşfetmeli
Bu yaz çocukları köylere götürmeli.
Biliyorum. Önyargıları var onların. Ve bir de dizginlenmez bir coşkuları. İleriye bakmayı ve gitmeyi seviyor onlar.
Geçmişe ve geriye tümden kapalı. Bir parça küçümsüyor gibiler ve sıkılıyorlar köylerden
Bu yaz çocukları köylere götürmeli.
Tahammülleri kadar götürmeli. İster üç gün ister beş gün.
İsterlerse bilgisayarlarını alsınlar yanlarına, isterlerse son model telefonları, aypotları, Bunlarsız yapamıyor yeni çağın çocukları.
Bu yaz çocukları köylere götürmeli.
Onlara küçük bir köyde nasıl hem Cezörlügil hem Fransızgil hem Gürcügil hem Kurdikgil olduğunu ve herkesin; bir arada kardeşce yaşadığını anlatmalı.
Bu zenginliği, bereketi.
Turan Gezer'i anlatmalı mesela. Nam-ı diğer Kenger'i. Bu çingene müzisyenin kemanından çıkan o güzelim nağmeleri.
Zımpat'ı anlatmalı. Gece soyacağı evlerde bile bile ağırlanıp o evin çocuklarına büyülü masallar anlatan şahsına münhasır adamı.
Hangi film onun anlattığı bir öykü bir masal tadını verebilirdi ki, o zamanın çocuklarına? Koskoca bir Mezapotamya'nın neredeyse insanlığın en karanlık zamanından kalma öyküleri hatırlayıp anlatmalı. Avatar'ı, Matrix'i yapan filmcilerin yüz binlerce dolar sayıp almak isteyeceği öyküleri.
İşte bu öyküler hâla bazı köylerde ve bazı nenelerle dedelerin belleğinde bir kenarda duruyor.
Bu öyküler yok olmadan gidip yakalamalı. Ve Bu toprakların, Anadolu'nun öykülerini bizim çocuklarımız anlatmalı. Tıpkı Yaşar Kemal gibi. Enver Gökçe gibi. Cemal Süreya gibi.
Bu yaz çocukları köylere götürmeli
Köylere götürmeli ve eşeğe bindirmeli.
Bir keçiyi otlarken görmeli. Bir ineği gözlerinden öpmeli. Bir ağaca sarılmalı. Bir kındik üzümü dalından koparmalı.
Tef çala çala dut toplamaya götürmeli. Binbir renkli kelebek sürüsünü izlemeli. Keklik dinletmeli. Yoğurdun nasıl çalındığını, yayığı bilmeli.
Yıldızların altında eşkiya öyküleri dinleyerek uyumalı.
Kibirli bir horozun ötüşündeki o muhteşem melodiyi dinleyerek uyanmalı.
Bir dere şırıltısında kalbine dokunmayı denemeli.
Bu yaz hem çocukları hem içimizdeki çocuğu köylere götürmeli.
Cücügen'e, Horoş'a, Sösük'e, Sink'e, Çit'e, Pul'a, Mendürgü'ye, Taftı'ya, Maşger'e, Karapınar'a. götürmeli.
Köyler apartmanlarla dolmadan ya da viranelik olmadan çocuklarla konuşup yapmalı bunu.
Ve başka köye gelin giden ablasını daha gitmeden özleyen dokuz yaşındaki bir oğlan çocuğunun "Ey dağlar size de mi kar yağdı?" diye soruşundaki şairliği nereden edindiğini keşfetmeli
BAŞAK , MÜNEVVER . R.A. VE DİĞERLERİ
Çarşamba, Hazirane 17, 2009
VE DİĞERLERİ
DİĞERLERİ
HEPİMİZ
Bundan bir on yıl kadar önce, doğuda inanılmaz bir intihar salgını başlamıştı. İntiharların bir kısmının aile içi infaz olduğu anlaşıldı. Ama biz hepsinin öyle olduğunu varsaydık. Biraz eğitime ağırlık veren kampanyalar düzenleyerek biraz da belli bir etnik kökene yıktığımız töre üzerine giderek konuyu çözmüş olduğumuzu ya da çözüme doğru ciddi ağırlıkta adım attığımıza inanıp rahatlamıştık.
Artık intiharlar o kadar da yer bulmaz olmuştu medyamızda. Olanlarla da biz ilgilenmedik.
Şimdi acayip ve hiç anlayamadığımız bir şiddetle karşı karşıyayız. Mardin'de düğün evi basılıp çoluk çocuk demeden insanlar öldürülüyor. Hem de akrabaları tarafından. Hem de aralarında yaşı on beş bile olmayan bir zanlının bulunduğu akrabalar tarafından. Çocuğun; "Tam on beş kişi öldürdüm" dediği iddia ediliyor. Sanki kovboyculuk ya da bilgisayar oyunu oynuyor. Ona göre şimdilik öyle. Umarım o değildir ama eğer o ise ve o sahneler ardarda yıllarca rüyalarını delik deşik ettiğinde, uykuları kanadığında ......... Düşünmek bile istemiyorum
11 yaşındaki R.A annesini öldürüyor.
Dün Yıldırım Türker'in "Ana Katili Kızlar" adlı yazısını okurken anımsadım , Başak'da öldürmüştü.
Öyle farklı ki öyküleri ve öylesine yakın ki. Kimse kendini bu işlerden muaf hissetmesin.
Doğuda seri intiharlar olduğunda batıda, özellikle İstanbul'da üst ekonomik düzeydeki ailelerin kız çocuklarında da intiharlar oldu. Kimse fark etmedi. Kimse kondurmadı.
Hayat üzerinde sınıfsal bir baskı da olsa kendi akışını engelletmiyor kimseye.
Her toplumda "bileşik kaplar" gibi bir dengeleme sistemi var gibi. Kimsecikler bunu hak etmiyor. Ama bu dengeleme sistemini unutmamalı
Eğer komşu ülkede savaş varsa sizin ülkenizde tecavüzler, intiharlar, dayak artıyor.
Bir kız çocuğu neden annesini öldürür.
Hani çocuk, bir yerden çok kötülük görüp de annesinden defalarca yardım ister ama bu yardımı bulamaz, onun için mi öldürür?
Yoksa gerçekten annesi mi çok kötü davranmıştır?
Çocuklarımıza aile de dahil hayatın bir çok alanında çok da iyi davranıldığını söyleyemiyoruz. Çoğunun yüzünde, o küçücük yaşlarında beş parmak hüznünü görmek mümkün.
Ama çocuklar en çok çığlıkları annelerince duyulmadığında kırılıyorlar. Bunun sınıfı, töresi, etnik kökeni yok.
Belki biri de annesi niyetine kıydı Münevver'e.
Çocuklarımızı koruyacağımıza, kanla, cinnetle, cinayetle , tacizle, tecavüzle tanıştırıyoruz sürekli.
Şen kahkahaları, cıvıldaşmaları, şarkıları, oyunları unutuyor çocuklarımız.
Onlara karşı işlediğimiz suçlar bir yana bir de onları, yok baklava çaldı yok taş attı gibi olumsuzluklara sürükleyip ağır ağır cezalar öngörüyoruz. Ama bir grup çocuğa da ağlarmış gibi yapıyoruz.
Cemal Süreya bir şiirinde; "Yurdumsun ey uçurum " diyordu.
Yurdumsun.
Uçurumumsun.
VE DİĞERLERİ
DİĞERLERİ
HEPİMİZ
Bundan bir on yıl kadar önce, doğuda inanılmaz bir intihar salgını başlamıştı. İntiharların bir kısmının aile içi infaz olduğu anlaşıldı. Ama biz hepsinin öyle olduğunu varsaydık. Biraz eğitime ağırlık veren kampanyalar düzenleyerek biraz da belli bir etnik kökene yıktığımız töre üzerine giderek konuyu çözmüş olduğumuzu ya da çözüme doğru ciddi ağırlıkta adım attığımıza inanıp rahatlamıştık.
Artık intiharlar o kadar da yer bulmaz olmuştu medyamızda. Olanlarla da biz ilgilenmedik.
Şimdi acayip ve hiç anlayamadığımız bir şiddetle karşı karşıyayız. Mardin'de düğün evi basılıp çoluk çocuk demeden insanlar öldürülüyor. Hem de akrabaları tarafından. Hem de aralarında yaşı on beş bile olmayan bir zanlının bulunduğu akrabalar tarafından. Çocuğun; "Tam on beş kişi öldürdüm" dediği iddia ediliyor. Sanki kovboyculuk ya da bilgisayar oyunu oynuyor. Ona göre şimdilik öyle. Umarım o değildir ama eğer o ise ve o sahneler ardarda yıllarca rüyalarını delik deşik ettiğinde, uykuları kanadığında ......... Düşünmek bile istemiyorum
11 yaşındaki R.A annesini öldürüyor.
Dün Yıldırım Türker'in "Ana Katili Kızlar" adlı yazısını okurken anımsadım , Başak'da öldürmüştü.
Öyle farklı ki öyküleri ve öylesine yakın ki. Kimse kendini bu işlerden muaf hissetmesin.
Doğuda seri intiharlar olduğunda batıda, özellikle İstanbul'da üst ekonomik düzeydeki ailelerin kız çocuklarında da intiharlar oldu. Kimse fark etmedi. Kimse kondurmadı.
Hayat üzerinde sınıfsal bir baskı da olsa kendi akışını engelletmiyor kimseye.
Her toplumda "bileşik kaplar" gibi bir dengeleme sistemi var gibi. Kimsecikler bunu hak etmiyor. Ama bu dengeleme sistemini unutmamalı
Eğer komşu ülkede savaş varsa sizin ülkenizde tecavüzler, intiharlar, dayak artıyor.
Bir kız çocuğu neden annesini öldürür.
Hani çocuk, bir yerden çok kötülük görüp de annesinden defalarca yardım ister ama bu yardımı bulamaz, onun için mi öldürür?
Yoksa gerçekten annesi mi çok kötü davranmıştır?
Çocuklarımıza aile de dahil hayatın bir çok alanında çok da iyi davranıldığını söyleyemiyoruz. Çoğunun yüzünde, o küçücük yaşlarında beş parmak hüznünü görmek mümkün.
Ama çocuklar en çok çığlıkları annelerince duyulmadığında kırılıyorlar. Bunun sınıfı, töresi, etnik kökeni yok.
Belki biri de annesi niyetine kıydı Münevver'e.
Çocuklarımızı koruyacağımıza, kanla, cinnetle, cinayetle , tacizle, tecavüzle tanıştırıyoruz sürekli.
Şen kahkahaları, cıvıldaşmaları, şarkıları, oyunları unutuyor çocuklarımız.
Onlara karşı işlediğimiz suçlar bir yana bir de onları, yok baklava çaldı yok taş attı gibi olumsuzluklara sürükleyip ağır ağır cezalar öngörüyoruz. Ama bir grup çocuğa da ağlarmış gibi yapıyoruz.
Cemal Süreya bir şiirinde; "Yurdumsun ey uçurum " diyordu.
Yurdumsun.
Uçurumumsun.
SOSYAL HİZMET UZMANLARI NE İSTİYOR
Cuma, Ekim 17, 2008
Sosyal Hizmet mesleği sosyal devletle alakalı bir şey.
Küreselleşmeyle birlikte sosyal devletten vaz geçiliyor. Ve tabii ki sosyal hizmet mesleğinden de uzmanlarında da.
Devletin doktordan, mühendisten, öğretmenden vaz geçtiği gibi vaz geçiliyor.
Devletteki çalışan sayısını azaltarak, devletteki işlevini düşürerek, etkisini sınırlayarak böylece saygınlığını tartıştırarak kamudan ve hayattan tasviye ediliyor bir meslek.
Düne kadar uzun vadeli bir oluşumun uygulamaları olarak böyleydi.
Küreselleşmenin bir özelliği olarak; planlayıcılar dışında uygulayanın da uygulananın da somut sonuçlarıyla ayrıntılarıyla farkında olmadığı bir süreç işliyordu.
Meslek örgütlerinin bile bazen kafası karışabiliyordu.
Büyük resmi bir yana bırakarak, konuya sadece bir hükümet ve seçim meselesi olarak bakmak bu sürecin en önemli yanılgılarından biriydi. Temizlik ve yemek hizmetlerinin özelleştirilmesi, kreş hizmetlerinin tasviyesi, meslek elemanları arasında sözleşmeli, sözleşmesiz ayrımı, kurum bakımından vaz geçilmemesi aksine sokak çocukları gibi yeni bir alanda bile bir kurum bakımı anlayışına gidilmesi, uyarılara karşın tabela çakmayı hizmet olarak görmekte ısrar, hizmet verilen kitlenin aktifleşerek kendi haklarını kullanabilir hale gelmesine yönelik bir çalışmanın yapılmaması bir yana, gündeme bile gelmemesi, yerel yönetimler ve diğer bakanlıklara ve buralarda çalışan sosyal hizmet uzmanlarına rehberlik eksikliği, birey ve gruplara haklar bazında taraf olmayıp, muhtaçlık açısından bakılması, liyakattan çok yönetime yakınlığın atamalarda etkili olması ile zaten süreç çok önceden başlamıştı. Yumuşak yumuşak işledi süreç. İkibinlerde biraz daha sertleşti. Yumuşak olduğunda ona uygun bir yönetim, biraz daha sert olduğunda da başka bir yönetim tercih edildi. hatta konu net olarak anlaşılmasın diye de başka gündemler dayatıldı. Toplum başka tartışmaların içine sıkıştırıldı.
Şimdi çok daha farklı bir sürece girmiş bulunuyoruz.
Sosyal devletin, hiç bir sosyal sorunu kökten çözmeyen ve sisteme çok da külfeti olmayan yapısına bile tahammül edemeyen küresel güç bambaşka bir karaktere bürünmek üzere.
Liberalizm adına;
Afrika'daki açlık, susuzluk ve kabile savaşları adı altında yürütülen soykırıma üç kuruş ayıramayan bu güç,
Küresel iklim değişikliklerinin yarattığı tahribat için kılını kıpırdatmayan küresel güç,
Dünyanın her yerinde aile içi şiddete maruz kalan binlerce kadın, kız çocuğu, taciz, tecavüzü gündelik olaylar haline getiren yaygınlığa sessiz kalan bu oluşum
Evsizlik, işsizlik, zulüm korkusu nedeniyle ülkelerinden yasadışı yollarla başka ülkelere iltica etmek için kaçan insanların kamyon içlerinde havasızlıktan, kötü teknelerin batışında denizlerde her gün otuzar kırkar ölmesini görmemezlikten gelen bu yapı,
Bankaları batmasın diye dünyanın paralarını aktardı.
Sanal değerler uydurup bunlara çok yüksek fiatlar belirleyen, bir Amerikan işçisinden beş yüz kat fazla kazanan, bankaları batarken golf ya da briç oynadıkları için telefonla bile ulaşılamayan ceo'ların zararlarını, yurttaşlarının vergisinden oluşan ulusal hazineden karşıladılar.
Bu çok yeni bir oluşum.
Burada hiç de liberal olamadılar. Bırakınız batsınlar bırakınız çöksünler diyemediler.
Sermayeden yana çok çok net bir tercih yaptılar.
Sanki çok daha sert bir dalganın üzerimize doğru geldiğinin göstergesi.
Yeni ve ayrıntılarını bilemediğimiz, deneyimimizin olmadığı bir süreç.
Radikal bir şeyler var havada.
Sosyal Hizmet Uzmanları bu süreçte sermaye hareketlerini iyi izlemeli.
Koruyanların korunması ilkesini unutmamalı.
Koruyan hukukçunun, sağlıkçının, mühendisin, hemşirenin, doktorun, öğretmenin, psikologun, çocuk gelişimi uzmanının, gazetecinin korunmasını da unutmamalı
Kendi ekonomik ve sosyal haklarını iyi korumalı.
Korumak zorunda olduğu çocuk haklarını, korunmaya muhtaç çocukları, yaşlıları, engellileri, yoksulları, kadın haklarını, şiddete uğramışları, suça itilmişleri korumalı.
Bu ikisini sağlıklı bir dengede korumak için sürekli tartışmalı.
Yeni hizmet modelleri için tartışmalı.
Meslek olarak kendini koruyamazsa, korumakla yükümlü olduğu grupları koruyamayacağını bilmeli.
Onları korumazsa mesleği koruyamayacağını bilmeli
Hizmet götürülen grupların hizmetin nitelik ve niceliğinde aktif olarak katılımını sağlamalı.
Ve özellikle şu dönemde, meslek adına resmi görüşmelerde bulunan sivil kuruluş, yaz tatili için bir kamp isteyecek değil ya.
Meslek onurunu koruyan şeyler istiyor tabi ki.
Sokakta çalışan, organize suç çetelerinin elinden çocuk ve kadınları kurtarmada taraf olan meslektaşlar için silah ruhsatı değil can güvenliği istiyor
Sürgünlere dur denmesini istiyor.
Pozitif bir düzenleme ile ekonomik kayıpların giderilmesini istiyor
Başta yoksullar olmak üzere, işçiler, kadınlar, çocuklar, yaşlılar engelliler için verilen hizmetin, bir lütuf değil hak olduğunun tanınmasını istiyor.
Sosyal hizmetin bir hayır işi değil bir bilim olduğunun tanınmasını istiyor.
http://www.hakuka.org/insan-haklarinin-cocukcasi/
http://www.hakuka.org/the-meaning-of-human-rights-for-children/
Sosyal Hizmet mesleği sosyal devletle alakalı bir şey.
Küreselleşmeyle birlikte sosyal devletten vaz geçiliyor. Ve tabii ki sosyal hizmet mesleğinden de uzmanlarında da.
Devletin doktordan, mühendisten, öğretmenden vaz geçtiği gibi vaz geçiliyor.
Devletteki çalışan sayısını azaltarak, devletteki işlevini düşürerek, etkisini sınırlayarak böylece saygınlığını tartıştırarak kamudan ve hayattan tasviye ediliyor bir meslek.
Düne kadar uzun vadeli bir oluşumun uygulamaları olarak böyleydi.
Küreselleşmenin bir özelliği olarak; planlayıcılar dışında uygulayanın da uygulananın da somut sonuçlarıyla ayrıntılarıyla farkında olmadığı bir süreç işliyordu.
Meslek örgütlerinin bile bazen kafası karışabiliyordu.
Büyük resmi bir yana bırakarak, konuya sadece bir hükümet ve seçim meselesi olarak bakmak bu sürecin en önemli yanılgılarından biriydi. Temizlik ve yemek hizmetlerinin özelleştirilmesi, kreş hizmetlerinin tasviyesi, meslek elemanları arasında sözleşmeli, sözleşmesiz ayrımı, kurum bakımından vaz geçilmemesi aksine sokak çocukları gibi yeni bir alanda bile bir kurum bakımı anlayışına gidilmesi, uyarılara karşın tabela çakmayı hizmet olarak görmekte ısrar, hizmet verilen kitlenin aktifleşerek kendi haklarını kullanabilir hale gelmesine yönelik bir çalışmanın yapılmaması bir yana, gündeme bile gelmemesi, yerel yönetimler ve diğer bakanlıklara ve buralarda çalışan sosyal hizmet uzmanlarına rehberlik eksikliği, birey ve gruplara haklar bazında taraf olmayıp, muhtaçlık açısından bakılması, liyakattan çok yönetime yakınlığın atamalarda etkili olması ile zaten süreç çok önceden başlamıştı. Yumuşak yumuşak işledi süreç. İkibinlerde biraz daha sertleşti. Yumuşak olduğunda ona uygun bir yönetim, biraz daha sert olduğunda da başka bir yönetim tercih edildi. hatta konu net olarak anlaşılmasın diye de başka gündemler dayatıldı. Toplum başka tartışmaların içine sıkıştırıldı.
Şimdi çok daha farklı bir sürece girmiş bulunuyoruz.
Sosyal devletin, hiç bir sosyal sorunu kökten çözmeyen ve sisteme çok da külfeti olmayan yapısına bile tahammül edemeyen küresel güç bambaşka bir karaktere bürünmek üzere.
Liberalizm adına;
Afrika'daki açlık, susuzluk ve kabile savaşları adı altında yürütülen soykırıma üç kuruş ayıramayan bu güç,
Küresel iklim değişikliklerinin yarattığı tahribat için kılını kıpırdatmayan küresel güç,
Dünyanın her yerinde aile içi şiddete maruz kalan binlerce kadın, kız çocuğu, taciz, tecavüzü gündelik olaylar haline getiren yaygınlığa sessiz kalan bu oluşum
Evsizlik, işsizlik, zulüm korkusu nedeniyle ülkelerinden yasadışı yollarla başka ülkelere iltica etmek için kaçan insanların kamyon içlerinde havasızlıktan, kötü teknelerin batışında denizlerde her gün otuzar kırkar ölmesini görmemezlikten gelen bu yapı,
Bankaları batmasın diye dünyanın paralarını aktardı.
Sanal değerler uydurup bunlara çok yüksek fiatlar belirleyen, bir Amerikan işçisinden beş yüz kat fazla kazanan, bankaları batarken golf ya da briç oynadıkları için telefonla bile ulaşılamayan ceo'ların zararlarını, yurttaşlarının vergisinden oluşan ulusal hazineden karşıladılar.
Bu çok yeni bir oluşum.
Burada hiç de liberal olamadılar. Bırakınız batsınlar bırakınız çöksünler diyemediler.
Sermayeden yana çok çok net bir tercih yaptılar.
Sanki çok daha sert bir dalganın üzerimize doğru geldiğinin göstergesi.
Yeni ve ayrıntılarını bilemediğimiz, deneyimimizin olmadığı bir süreç.
Radikal bir şeyler var havada.
Sosyal Hizmet Uzmanları bu süreçte sermaye hareketlerini iyi izlemeli.
Koruyanların korunması ilkesini unutmamalı.
Koruyan hukukçunun, sağlıkçının, mühendisin, hemşirenin, doktorun, öğretmenin, psikologun, çocuk gelişimi uzmanının, gazetecinin korunmasını da unutmamalı
Kendi ekonomik ve sosyal haklarını iyi korumalı.
Korumak zorunda olduğu çocuk haklarını, korunmaya muhtaç çocukları, yaşlıları, engellileri, yoksulları, kadın haklarını, şiddete uğramışları, suça itilmişleri korumalı.
Bu ikisini sağlıklı bir dengede korumak için sürekli tartışmalı.
Yeni hizmet modelleri için tartışmalı.
Meslek olarak kendini koruyamazsa, korumakla yükümlü olduğu grupları koruyamayacağını bilmeli.
Onları korumazsa mesleği koruyamayacağını bilmeli
Hizmet götürülen grupların hizmetin nitelik ve niceliğinde aktif olarak katılımını sağlamalı.
Ve özellikle şu dönemde, meslek adına resmi görüşmelerde bulunan sivil kuruluş, yaz tatili için bir kamp isteyecek değil ya.
Meslek onurunu koruyan şeyler istiyor tabi ki.
Sokakta çalışan, organize suç çetelerinin elinden çocuk ve kadınları kurtarmada taraf olan meslektaşlar için silah ruhsatı değil can güvenliği istiyor
Sürgünlere dur denmesini istiyor.
Pozitif bir düzenleme ile ekonomik kayıpların giderilmesini istiyor
Başta yoksullar olmak üzere, işçiler, kadınlar, çocuklar, yaşlılar engelliler için verilen hizmetin, bir lütuf değil hak olduğunun tanınmasını istiyor.
Sosyal hizmetin bir hayır işi değil bir bilim olduğunun tanınmasını istiyor.
http://www.hakuka.org/insan-haklarinin-cocukcasi/
http://www.hakuka.org/the-meaning-of-human-rights-for-children/
BİZİM SİNEMALARIMIZ
Cuma, Ocak 2, 2009
Bizim sinemalarımız vardı önceden. Annelerimizin, elimizden tutup, sokağın başında, komşu teyzeler ve çocuklarıyla buluşarak gittiğimiz taşra sinemaları. Çarşambaları öğlen seansları olurdu. Kadın matineleri. Her hafta hangi film gelecek diye annelerimiz kadar heyecanla beklediğimiz sinemalar.
Askeriyenin sinemalarında, yabancı filmler gösterilirdi. Babası asker olmayan bizler bile çok uygun ücretlere çok film izledik bu sinemalarda. Herkese açık olan hafta sonu gösterimlerinde, kasabanın tüm çocukları orada olurduk. Yabancı filmler ana babalarımıza pek cazip gelmez, babalar kahvede çıkışımızı beklerken annelerimiz, yaramazlıklarımızdan yorgun, biz dönmeden ev işlerini bitirmeye uğraşırlardı.
Hava şartları uygun değilse, On Kasım törenlerini, 23 Nisan kutlamalarını da bu sinemalarda yapardık.
Biraz büyüdüğümüzde yazlık sinemalar açıldı. Her şehirde neredeyse her mahallede vardı. Yazın turneye çıkan tiyatrocuları, şarkıcıları, kumpanyaları da ağırlayan sinemalar.
Biraz daha büyüdüğümüzde, Ankara'da, cumartesileri sabah onbuçuk seansları, yanımızda bir büyük olmadan kendi başımıza gideceğimiz sinemalar oldu. Biz biraz da sinemalarla büyüdük. Bilet parasının yanında bir gazoz bir de gofret parası kopardık mı tamam. Ver elini dünya seyahati.
Sonraları, şöyle yaşımız onbeşler civarına geldiğinde, benim için büyümenin en sevindirici yanlarından biriydi istenilen gün ve saatte sinemaya gidebilmek. En büyük kahramanım Yılmaz Güney. Düşünüyorum da çevrilmiş bütün filmlerini izlemiş olmalıyım. Afişlerini bulup odama asmış, kartpostallarını toplamış, gazete küpürlerini anı defterimin arasında saklamışım.
Sinemalar; sadece filmleriyle değil geniş salonlarıyla, toplu biletlerimizle, en güzel oradan seyredildiği için kapmaya yarıştığımız koltuğuyla, afişleriyle, oyuncularıyla bizimdi
Önce taşradakiler kapandı sonra yazlık sinemaları otopark yaptılar sonra da cumartesi sinemalarımızı düğün salonu veya iş merkezi.
Biz mi sinemadan çekildik? Seks filmleri mi sinemalarımızı işgal etti? Televizyon mu cazip geldi ama birşeyler oldu. Sinemalarımızın çoğunu kaybettik.
Şimdi, onbeş yirmi yıl sonra, yeniden buluyor gibiyiz?
Büyük olmayan şehirlerimizde bir ya da iki sinema duruyor sanırım. Kasabaları hiç bilmiyoruz.
Bildiğim şey, Ankara'nın büyükşehir sınırları içinde yeralan Mamak ilçesinde artık sinema olmadığı.
Bulduğumuz sinemalar ise hayli değişmiş. Büyük sinemaları kırpıp kırpıp oturma odası büyüklüğünde gösterim salonları haline çevirmişler. Büyük marketlerin içine, fuayeleri metro duraklarını çağrıştıran, koltuklu, beyaz perdeli yerler açmışlar.
Bir de, gidilmezse, ruhumuza değil de, içinde bulunduğumuz topluluk karşısında, medya karşısında kendimizi mahcup hissedeceğimiz, eksikliğini duyacağımız, cahil sayılacağımız bir takım yüksek teknolojiyle filme alınmış birşeyler gösteren yerler olmuşlar sanki.
Bütün sinemaların bütün salonlarında neredeyse aynı filmler. Herhalde bu sinemaların sahibi aynı adam. Her sinemasının bölük börçük yaptığı salonlarında hep aynı filmleri oynatıyor. Bu filmlerin yapımcısı ve dağıtımcısı da aynı adam olmasın? Yok, bu olmadı, aynı adam bu kadar işi, bu kadar ülkeyle yapamaz. Bu kadar parası olamaz? Ama on filmin, on şehirde on salonda aynı anda oynatılarak başka filmlerin oynatılamıyor olmasının, başka nasıl bir açıklaması olabilir ki?
Gazeteleri ve televizyonlar da aynı adamın olabilir mi? Çünkü orada da en çok anlatılan yine bu on film.
Ay aklımı kaçıracağım ya. Bu nasıl bir adam böyle?
Neyse, Ankara'daki Kızılırmak sineması bu adamın değil herhalde Bir İtalyan. Bir İspanyol, bir Türk-Alman bir Fransız filmini bulabiliyorsunuz.
Biz, kırklı yaşlarında üç kardeş ayrı evlerde otursak da bazı pazar akşamlarını birlikte sinemaya giderek değerlendiriyoruz. Beş hafta önce Kızılırmak Sinemasında İspanyol filmi olan "Güneşli Pazartesileri" filmini izledik. Bize çok uzak olmayan İşsizleştirilen işci sınıfının durumunu anlatıyordu.Sonunda bir umut bekleyip bulamasam da beğendim. Kızılırmak'da geçen hafta da "Elveda Lenin" vardı.
O da güzel bir filmdi.
Balkonunu ayrı bir salona dönüştürse de egemen anlayışa direnen filmleri, koltukları, kapıdaki beyefendi görevlisiyle Kızılırmak bizim sinemamız.
MART 2004
Bizim sinemalarımız vardı önceden. Annelerimizin, elimizden tutup, sokağın başında, komşu teyzeler ve çocuklarıyla buluşarak gittiğimiz taşra sinemaları. Çarşambaları öğlen seansları olurdu. Kadın matineleri. Her hafta hangi film gelecek diye annelerimiz kadar heyecanla beklediğimiz sinemalar.
Askeriyenin sinemalarında, yabancı filmler gösterilirdi. Babası asker olmayan bizler bile çok uygun ücretlere çok film izledik bu sinemalarda. Herkese açık olan hafta sonu gösterimlerinde, kasabanın tüm çocukları orada olurduk. Yabancı filmler ana babalarımıza pek cazip gelmez, babalar kahvede çıkışımızı beklerken annelerimiz, yaramazlıklarımızdan yorgun, biz dönmeden ev işlerini bitirmeye uğraşırlardı.
Hava şartları uygun değilse, On Kasım törenlerini, 23 Nisan kutlamalarını da bu sinemalarda yapardık.
Biraz büyüdüğümüzde yazlık sinemalar açıldı. Her şehirde neredeyse her mahallede vardı. Yazın turneye çıkan tiyatrocuları, şarkıcıları, kumpanyaları da ağırlayan sinemalar.
Biraz daha büyüdüğümüzde, Ankara'da, cumartesileri sabah onbuçuk seansları, yanımızda bir büyük olmadan kendi başımıza gideceğimiz sinemalar oldu. Biz biraz da sinemalarla büyüdük. Bilet parasının yanında bir gazoz bir de gofret parası kopardık mı tamam. Ver elini dünya seyahati.
Sonraları, şöyle yaşımız onbeşler civarına geldiğinde, benim için büyümenin en sevindirici yanlarından biriydi istenilen gün ve saatte sinemaya gidebilmek. En büyük kahramanım Yılmaz Güney. Düşünüyorum da çevrilmiş bütün filmlerini izlemiş olmalıyım. Afişlerini bulup odama asmış, kartpostallarını toplamış, gazete küpürlerini anı defterimin arasında saklamışım.
Sinemalar; sadece filmleriyle değil geniş salonlarıyla, toplu biletlerimizle, en güzel oradan seyredildiği için kapmaya yarıştığımız koltuğuyla, afişleriyle, oyuncularıyla bizimdi
Önce taşradakiler kapandı sonra yazlık sinemaları otopark yaptılar sonra da cumartesi sinemalarımızı düğün salonu veya iş merkezi.
Biz mi sinemadan çekildik? Seks filmleri mi sinemalarımızı işgal etti? Televizyon mu cazip geldi ama birşeyler oldu. Sinemalarımızın çoğunu kaybettik.
Şimdi, onbeş yirmi yıl sonra, yeniden buluyor gibiyiz?
Büyük olmayan şehirlerimizde bir ya da iki sinema duruyor sanırım. Kasabaları hiç bilmiyoruz.
Bildiğim şey, Ankara'nın büyükşehir sınırları içinde yeralan Mamak ilçesinde artık sinema olmadığı.
Bulduğumuz sinemalar ise hayli değişmiş. Büyük sinemaları kırpıp kırpıp oturma odası büyüklüğünde gösterim salonları haline çevirmişler. Büyük marketlerin içine, fuayeleri metro duraklarını çağrıştıran, koltuklu, beyaz perdeli yerler açmışlar.
Bir de, gidilmezse, ruhumuza değil de, içinde bulunduğumuz topluluk karşısında, medya karşısında kendimizi mahcup hissedeceğimiz, eksikliğini duyacağımız, cahil sayılacağımız bir takım yüksek teknolojiyle filme alınmış birşeyler gösteren yerler olmuşlar sanki.
Bütün sinemaların bütün salonlarında neredeyse aynı filmler. Herhalde bu sinemaların sahibi aynı adam. Her sinemasının bölük börçük yaptığı salonlarında hep aynı filmleri oynatıyor. Bu filmlerin yapımcısı ve dağıtımcısı da aynı adam olmasın? Yok, bu olmadı, aynı adam bu kadar işi, bu kadar ülkeyle yapamaz. Bu kadar parası olamaz? Ama on filmin, on şehirde on salonda aynı anda oynatılarak başka filmlerin oynatılamıyor olmasının, başka nasıl bir açıklaması olabilir ki?
Gazeteleri ve televizyonlar da aynı adamın olabilir mi? Çünkü orada da en çok anlatılan yine bu on film.
Ay aklımı kaçıracağım ya. Bu nasıl bir adam böyle?
Neyse, Ankara'daki Kızılırmak sineması bu adamın değil herhalde Bir İtalyan. Bir İspanyol, bir Türk-Alman bir Fransız filmini bulabiliyorsunuz.
Biz, kırklı yaşlarında üç kardeş ayrı evlerde otursak da bazı pazar akşamlarını birlikte sinemaya giderek değerlendiriyoruz. Beş hafta önce Kızılırmak Sinemasında İspanyol filmi olan "Güneşli Pazartesileri" filmini izledik. Bize çok uzak olmayan İşsizleştirilen işci sınıfının durumunu anlatıyordu.Sonunda bir umut bekleyip bulamasam da beğendim. Kızılırmak'da geçen hafta da "Elveda Lenin" vardı.
O da güzel bir filmdi.
Balkonunu ayrı bir salona dönüştürse de egemen anlayışa direnen filmleri, koltukları, kapıdaki beyefendi görevlisiyle Kızılırmak bizim sinemamız.
MART 2004
TANINMIŞLIK VE KALICILIK ÜZERİNE BİR KAÇ SÖZ 2
Ocak 2, 2009
Serra Yılmaz ve Hülya Avşar.
İkisi de kadın.
İkisi de oyuncu.
İkisi de sinemamız için, sinema için büyük şans.
Sıradışı bir yetenekleri var. Olağanüstü hatta vahşi denebilecek, büyülü, buğulu, sıcak bir ilişkileri var kamerayla.
İkisi de yeteneklerinin farkında.
Ama işte ortaklıkları buraya kadar. Belki bir de son oynadıkları film. Buradan sonra ayrışıyorlar ve esas yol burada başlıyor.
Şöyle bir tepeden baktığımızda bu ayrışmanın oldukça kalın çizgilerle vurgulandığını görüyoruz.
Dürbüne bile gerek kalmıyor.
Birini, sinemaseverler iyi tanıyor. Hem sadece Türkiyedekiler de değil.Özellikle sinemanın, yalnız Hollywood yapımları olmadığının farkındaki izleyici için, Serra Yılmaz merak duyulan takip edilen saygıyla anılan bir isim.
Diğerini, tüm Türkiye tanıyor. Ama sinemaseverlerin kaçı onun farkında bilinmez. Hatta iteledikleri bile söylenebilir. Sinemacıların da buna yakın bir tavrı olduğunu düşünmüyor değilim.
Biri, oyuncu/sinemacı kimliğini sonuna kadar sahiplenmiş götürüyor.
Diğeri, bugün olmuş; 'Türkiye'nin en iyi oyuncusuyum'dese iyi, 'En güzel kadınıyım' tartışmalarının içinden çıkamıyor. Serra Yılmaz'ın bir söyleşisinde; kimseyi hedef almayıp yalnızca kendini ifade etmek için kullandığı tümce, işte tam buraya çok iyi oturuyor.'Ben güzel olmakla yükümlü değilim' diyor 'Ben oyuncuyum' Mankenlerin bile kendilerini sanatçı sandığı bu ülkede bu tavrı müthiş buluyorum.
Biri, ancak, sinemayla,içinde yer aldığı filmle, filmografisiyle, festivalle, sansürle ilgili bir konu olduğunda karşımıza çıkıyor.
Diğeri, hergün telvizyonlarda, gazetelerde. Ne kadarı onun isteğidir bilmiyorum ama, son on-onbeş yıldır annesi, kocası, kızkardeşi, rakipleri, terzisi bahane edilerek de olsa Hülya Avşar'ın haber olmadığı gün var mıdır?
Biri, bir başka meslekte (mütercim tercümanlık) en iyilerden biri olmasına rağmen sinemacılığını da önemseyip, en az onun kadar emek veriyor.
Diğeri, oyuncu kimliğini ,show programı yapmak, şarkıcı olmak gibi farklı alanlarda 'ben varım' diyebilmek için kullanıyor sanki. Bir anlamda oyunculuk kimliğini bizzat kendisi istismar ediyor. Bu da, bütün bu karmaşa içinde yeteneklerin su üstüne çıkması zor olan bir coğrafyada insanın içini acıtıyor.
Biri, yönetmen, senaryo, rol gibi konularda titiz ama ondan sonra rolü ne gerektiriyorsa onu yapıyor. Çıplak-giyinik, iyi-kötü, uçuk-kaçık ne olursa oynuyor. Ama iyi oynuyor.
Diğeri, yaşamında son dönem edindiği, ulaşılmaz vamp kadın imajını sinemada da sürdürmeye kararlı, işi figüranın omzuna yüklüyor. Başrol oynadığı filmi bile önemsemediğini düşünüyor insan. Sinemada 'dışlak oyuncu' denilen maskelemeyi kendi yaşamına, ruhuna taşıyor sanki...
Biri, sinemayla ilgili her konuda taraf. Sansür olmasın, sanata yasak gelmesin diye özel çaba gösteriyor.
Diğeri; kendi filmine yasak geliyor -ki yeteneğini 'Berlin In Berlin'kadar iyi kullandığı bir filmdir 'Salkım Hanımın Taneleri'- ciddi anlamda bir karşı duruşunu görmüyoruz.
Bu iki kadından yarına kalacak olan sizce hangisi? Yok. Hayat bu kadar da basit değil.
Bugün Marilyn Monroe hangi nedenle yaşıyor?
Ben oyumu Serra Yılmaz'dan yana kullanıyorum.
Her ikisi için de kullanmak isterdim.
Belki, belki bir gün şey olur, Hülya Avşar oyunculuktaki büyük yeteneğini kendisi de keşfeder, yüzleşir, barışır
O zaman bu iki kadını tutmayın gitsin.
Ne inanılmaz filmler yaparlar.
ARALIK 2002
Serra Yılmaz ve Hülya Avşar.
İkisi de kadın.
İkisi de oyuncu.
İkisi de sinemamız için, sinema için büyük şans.
Sıradışı bir yetenekleri var. Olağanüstü hatta vahşi denebilecek, büyülü, buğulu, sıcak bir ilişkileri var kamerayla.
İkisi de yeteneklerinin farkında.
Ama işte ortaklıkları buraya kadar. Belki bir de son oynadıkları film. Buradan sonra ayrışıyorlar ve esas yol burada başlıyor.
Şöyle bir tepeden baktığımızda bu ayrışmanın oldukça kalın çizgilerle vurgulandığını görüyoruz.
Dürbüne bile gerek kalmıyor.
Birini, sinemaseverler iyi tanıyor. Hem sadece Türkiyedekiler de değil.Özellikle sinemanın, yalnız Hollywood yapımları olmadığının farkındaki izleyici için, Serra Yılmaz merak duyulan takip edilen saygıyla anılan bir isim.
Diğerini, tüm Türkiye tanıyor. Ama sinemaseverlerin kaçı onun farkında bilinmez. Hatta iteledikleri bile söylenebilir. Sinemacıların da buna yakın bir tavrı olduğunu düşünmüyor değilim.
Biri, oyuncu/sinemacı kimliğini sonuna kadar sahiplenmiş götürüyor.
Diğeri, bugün olmuş; 'Türkiye'nin en iyi oyuncusuyum'dese iyi, 'En güzel kadınıyım' tartışmalarının içinden çıkamıyor. Serra Yılmaz'ın bir söyleşisinde; kimseyi hedef almayıp yalnızca kendini ifade etmek için kullandığı tümce, işte tam buraya çok iyi oturuyor.'Ben güzel olmakla yükümlü değilim' diyor 'Ben oyuncuyum' Mankenlerin bile kendilerini sanatçı sandığı bu ülkede bu tavrı müthiş buluyorum.
Biri, ancak, sinemayla,içinde yer aldığı filmle, filmografisiyle, festivalle, sansürle ilgili bir konu olduğunda karşımıza çıkıyor.
Diğeri, hergün telvizyonlarda, gazetelerde. Ne kadarı onun isteğidir bilmiyorum ama, son on-onbeş yıldır annesi, kocası, kızkardeşi, rakipleri, terzisi bahane edilerek de olsa Hülya Avşar'ın haber olmadığı gün var mıdır?
Biri, bir başka meslekte (mütercim tercümanlık) en iyilerden biri olmasına rağmen sinemacılığını da önemseyip, en az onun kadar emek veriyor.
Diğeri, oyuncu kimliğini ,show programı yapmak, şarkıcı olmak gibi farklı alanlarda 'ben varım' diyebilmek için kullanıyor sanki. Bir anlamda oyunculuk kimliğini bizzat kendisi istismar ediyor. Bu da, bütün bu karmaşa içinde yeteneklerin su üstüne çıkması zor olan bir coğrafyada insanın içini acıtıyor.
Biri, yönetmen, senaryo, rol gibi konularda titiz ama ondan sonra rolü ne gerektiriyorsa onu yapıyor. Çıplak-giyinik, iyi-kötü, uçuk-kaçık ne olursa oynuyor. Ama iyi oynuyor.
Diğeri, yaşamında son dönem edindiği, ulaşılmaz vamp kadın imajını sinemada da sürdürmeye kararlı, işi figüranın omzuna yüklüyor. Başrol oynadığı filmi bile önemsemediğini düşünüyor insan. Sinemada 'dışlak oyuncu' denilen maskelemeyi kendi yaşamına, ruhuna taşıyor sanki...
Biri, sinemayla ilgili her konuda taraf. Sansür olmasın, sanata yasak gelmesin diye özel çaba gösteriyor.
Diğeri; kendi filmine yasak geliyor -ki yeteneğini 'Berlin In Berlin'kadar iyi kullandığı bir filmdir 'Salkım Hanımın Taneleri'- ciddi anlamda bir karşı duruşunu görmüyoruz.
Bu iki kadından yarına kalacak olan sizce hangisi? Yok. Hayat bu kadar da basit değil.
Bugün Marilyn Monroe hangi nedenle yaşıyor?
Ben oyumu Serra Yılmaz'dan yana kullanıyorum.
Her ikisi için de kullanmak isterdim.
Belki, belki bir gün şey olur, Hülya Avşar oyunculuktaki büyük yeteneğini kendisi de keşfeder, yüzleşir, barışır
O zaman bu iki kadını tutmayın gitsin.
Ne inanılmaz filmler yaparlar.
ARALIK 2002
OSKAR ÖDÜLLERİ VE AMERİKAN TOPLUMUNUN YENİ KİMLİK ARAYIŞI
Cuma, Ocak 2, 2009
"Son zamanlarda gerek Amerika'da gerek Ortadoğu'da yapılanları görünce, bir sinema yazısı olarak da Aralık 2002'de yazdığım bu metin aklıma geldi. Paylaşmak istedim."
2002 Oscar ödülleri yine şaşalı bir törenle dağıtıldı.
İki zenci oyuncuya birden ödül verildi.
Denzel Washington; "John Q" filmindeki rolüyle, 'En iyi erkek', Halle Berry ise, Türkçeye çevrilmiş adıyla, "Kesişen Yollar" filmindeki rolüyle, 'En iyi kadın oyuncu' ödülünü aldı.
Bu yılki Oscar töreninin en önemli sansasyonu, iki zenci oyuncunun birden ödül almasıydı herhalde. Ama hazır olalım, yakın gelecekte daha çok ödül alacağa benziyorlar. Konjonktür öyle gösteriyor. Yanlış anımsıyorsam lütfen bağışlansın; en son, 1964 yılında Sidney Poitier, 'En iyi erkek oyuncu' ödülünü alabilen zenci olmuştu.
Oscar, beyaz oyuncuların arenası diye bilinir. Bunu en çok zenci oyuncular kabullenmiş olmalı ki, bu yılki törende şaşkınlıkları görülmeye değerdi. Halle Berry, heykelcik elinde olmasına rağmen, sahnede, bir ağlıyor, bir gülüyor ama bir türlü inanamıyordu. Ve bu haliyle de coşkusunu, inanılmaz bir doğallıkla izleyicilere aktarıyordu. Ekranın karşısında otururken anlıyordunuz ki, bu kadın çok çalışmış, çok emek vermiş, umut etmiş, beklemiş, düşlemiş. Korka korka düşlemiş. Yanlızca bu görüntü bile, filmi merak etme duygusu yaratabiliyor insanda. Film; farklı iki aileden, yolları kesişen insanları anlatıyor.
Ailenin biri zenci. Anne, baba ve çocuk. Baba bir suçlu. Hapishanede. Tüm süreçler tamamlanmış, idam edilmeyi bekliyor. Anne (Leticia), kocasının cezasını kanıksamış, borçlarını ödeyemediği bir eve, hurda haline gelmiş bir arabaya, obez bir çocuğa sahip. Diğer aile beyaz. Dede, oğul (Hank) ve yetişkin erkek torun. Üç kuşaktır infaz memurluğu yapıyorlar. Dede bu görevden emekli olmuş, hayli yaşlı bir adam. Dede ve oğul taviz vermez bir biçimde ırkçılar. Torun ise hiç onlara benzemiyor. Duygulu, duyarlı bir genç adam.
Bu iki ailenin yolu ilk kez, cezanın infazında kesişiyor.İdama nezaret eden görevliler arasında Hank ve oğlu da var.
Filmde, ne oluyorsa bundan sonra oluyor, tempo birden yükseliyor. Acılar birbirini izliyor. Bu acılar arsında Hank ve Leticia'nın yolları kesişiyor. Aralarında mutlu sonla biten bir ilişki başlıyor. Hank'in ırkçılğı da sönüp gidiyor.
Irkçılık gibi çok derinden duygularla beslenen bir tutumu alelacele silmeye çalışan filmde, inanılmaz bir başka ayrımcılık ve etnik sayılmasa bile bir temizlik yapılıyor ki tüylerinizi diken diken etmeye yetiyor. Film; zenci ve suçluysanız, sizi idam ettiriyor. Duyarlı ve sert koşullarda hata yapan bir beyaz iseniz, sizi intihar ettiriyor. Babası idam edilen şişman bir zenci çocuksanız, gizli saklı yediğiniz dondurmalar yüzünden size anne şiddeti uygulatıyor ve en sonunda obeziteden öldürüyor. Irkçı ve huysuz bir yaşlıysanız sizi sürekli bakım merkezine yerleştirerk cezalandırıyor.
Hank ve Leticia'nın sorunsuz bir ilişki yaşayarak, Hank'in ırkçılığının yokolması için yapılan temizliği görünce, insan, Terminatör filmini izler gibi oluyor.
Hakkını vermek gerekirse film idama karşı. Bunu açık açık veriyor.
Film; Amerikan toplumunun 11 Eylül sonrası yeni kimlik arayışının nereye doğru akacağının bir göstergesi gibi.
Yakında idam cezasını kaldıracağa benziyorlar. (Belki bu arada Çocuk Hakları Sözleşmesini de imzalayabilirler) Bir iç uzlaşma arayışıyla zencilerle barışma ihtiyacı hissediyorlar. Bunu nasıl yapacakları konusunda kafaları pek de aydınlık değil. O nedenle de bu filmdeki gibi ortalığı toz duman içinde, kan revan içinde bırakıyorlar.
Böyle yapmaya devam edeceklerse, Orianna Fallaci'den senaryo yazımında yardım isteyebilirler. Son dönem tepkilerinden hareketle böyle bir öneri karşısında çok mutlu olacağı izlenimi bırakıyor.
Gelelim en iyi kadın oyuncu ödülüne.
Halle Berry için , 'soyundu, ödülü aldı' demek hamaset. Ancak performansının çok iyi olduğunu söylemek de mümkün değil. Sıradan Hollywood kalıbı dışına çıkamamış.
Umalım ki konjonktürden dolayı ödül aldığının farkında olsun.
"Son zamanlarda gerek Amerika'da gerek Ortadoğu'da yapılanları görünce, bir sinema yazısı olarak da Aralık 2002'de yazdığım bu metin aklıma geldi. Paylaşmak istedim."
2002 Oscar ödülleri yine şaşalı bir törenle dağıtıldı.
İki zenci oyuncuya birden ödül verildi.
Denzel Washington; "John Q" filmindeki rolüyle, 'En iyi erkek', Halle Berry ise, Türkçeye çevrilmiş adıyla, "Kesişen Yollar" filmindeki rolüyle, 'En iyi kadın oyuncu' ödülünü aldı.
Bu yılki Oscar töreninin en önemli sansasyonu, iki zenci oyuncunun birden ödül almasıydı herhalde. Ama hazır olalım, yakın gelecekte daha çok ödül alacağa benziyorlar. Konjonktür öyle gösteriyor. Yanlış anımsıyorsam lütfen bağışlansın; en son, 1964 yılında Sidney Poitier, 'En iyi erkek oyuncu' ödülünü alabilen zenci olmuştu.
Oscar, beyaz oyuncuların arenası diye bilinir. Bunu en çok zenci oyuncular kabullenmiş olmalı ki, bu yılki törende şaşkınlıkları görülmeye değerdi. Halle Berry, heykelcik elinde olmasına rağmen, sahnede, bir ağlıyor, bir gülüyor ama bir türlü inanamıyordu. Ve bu haliyle de coşkusunu, inanılmaz bir doğallıkla izleyicilere aktarıyordu. Ekranın karşısında otururken anlıyordunuz ki, bu kadın çok çalışmış, çok emek vermiş, umut etmiş, beklemiş, düşlemiş. Korka korka düşlemiş. Yanlızca bu görüntü bile, filmi merak etme duygusu yaratabiliyor insanda. Film; farklı iki aileden, yolları kesişen insanları anlatıyor.
Ailenin biri zenci. Anne, baba ve çocuk. Baba bir suçlu. Hapishanede. Tüm süreçler tamamlanmış, idam edilmeyi bekliyor. Anne (Leticia), kocasının cezasını kanıksamış, borçlarını ödeyemediği bir eve, hurda haline gelmiş bir arabaya, obez bir çocuğa sahip. Diğer aile beyaz. Dede, oğul (Hank) ve yetişkin erkek torun. Üç kuşaktır infaz memurluğu yapıyorlar. Dede bu görevden emekli olmuş, hayli yaşlı bir adam. Dede ve oğul taviz vermez bir biçimde ırkçılar. Torun ise hiç onlara benzemiyor. Duygulu, duyarlı bir genç adam.
Bu iki ailenin yolu ilk kez, cezanın infazında kesişiyor.İdama nezaret eden görevliler arasında Hank ve oğlu da var.
Filmde, ne oluyorsa bundan sonra oluyor, tempo birden yükseliyor. Acılar birbirini izliyor. Bu acılar arsında Hank ve Leticia'nın yolları kesişiyor. Aralarında mutlu sonla biten bir ilişki başlıyor. Hank'in ırkçılğı da sönüp gidiyor.
Irkçılık gibi çok derinden duygularla beslenen bir tutumu alelacele silmeye çalışan filmde, inanılmaz bir başka ayrımcılık ve etnik sayılmasa bile bir temizlik yapılıyor ki tüylerinizi diken diken etmeye yetiyor. Film; zenci ve suçluysanız, sizi idam ettiriyor. Duyarlı ve sert koşullarda hata yapan bir beyaz iseniz, sizi intihar ettiriyor. Babası idam edilen şişman bir zenci çocuksanız, gizli saklı yediğiniz dondurmalar yüzünden size anne şiddeti uygulatıyor ve en sonunda obeziteden öldürüyor. Irkçı ve huysuz bir yaşlıysanız sizi sürekli bakım merkezine yerleştirerk cezalandırıyor.
Hank ve Leticia'nın sorunsuz bir ilişki yaşayarak, Hank'in ırkçılığının yokolması için yapılan temizliği görünce, insan, Terminatör filmini izler gibi oluyor.
Hakkını vermek gerekirse film idama karşı. Bunu açık açık veriyor.
Film; Amerikan toplumunun 11 Eylül sonrası yeni kimlik arayışının nereye doğru akacağının bir göstergesi gibi.
Yakında idam cezasını kaldıracağa benziyorlar. (Belki bu arada Çocuk Hakları Sözleşmesini de imzalayabilirler) Bir iç uzlaşma arayışıyla zencilerle barışma ihtiyacı hissediyorlar. Bunu nasıl yapacakları konusunda kafaları pek de aydınlık değil. O nedenle de bu filmdeki gibi ortalığı toz duman içinde, kan revan içinde bırakıyorlar.
Böyle yapmaya devam edeceklerse, Orianna Fallaci'den senaryo yazımında yardım isteyebilirler. Son dönem tepkilerinden hareketle böyle bir öneri karşısında çok mutlu olacağı izlenimi bırakıyor.
Gelelim en iyi kadın oyuncu ödülüne.
Halle Berry için , 'soyundu, ödülü aldı' demek hamaset. Ancak performansının çok iyi olduğunu söylemek de mümkün değil. Sıradan Hollywood kalıbı dışına çıkamamış.
Umalım ki konjonktürden dolayı ödül aldığının farkında olsun.
AVRUPA BİRLİĞİ HAYATI KAPİTALİZE EDİYOR
Cumartesi, Ocak 3, 2009
Bu Avrupa Birliği batacak.
Özellikle küresel kriz sürecinde, ciddi ciddi sinyalini verdi ki, bu mantıkla devam ederse, burnu büyük birlikleri, hüsranla bitecek bir sürecin sonlarına yakın bir yerde.
Batmaktan; yok olacak, bitecek, mahvolacak değil de sûkutu hayale uğrayacak ve anlayışını değiştirmek zorunda kalacağını kast ediyorum.
Özellikle Avrupalı liberal aydınlarla, çevre ülkelerdeki liberal aydınlar için kabus gibi bir şey.
Zavallılar, büyük bir kabusu zaten yaşıyorlar.
Dünyada liberalizm diye bir şey yokmuş.
Onlar da, keşke birer yalan olsalarmış.
Küresel krizde, hiç de liberal davranamayıp, panikle bankaları, şirketleri kurtarmaya koşan kapitalist yönetimler, ne yapılırsa yapılsın zararı önleyemeyecekler.
Kapitalizm eriyen kutup buzulları gibi. "Alma mazlumun ahını" derler adama. Bunlar buzullar kadar sessiz değiller ama. Hemen kızışıp, köpürüyorlar. Kendini tehlike de gördü mü ne yapacak? Al sana orantısız güç, al sana silah, al sana savaş, al sana operasyon. Artık yönetimlerden, maskesini bile zor görürler liberalliğin.
Söylemedi demeyin, bu Avrupa Birliği batacak.
Çünkü hayatı "kapitalize" ediyor.
Çünkü bilerek ya da bilmeyerek, ama böyle yaparak, birlik halklarını kapitalizmin krizinin kollarına itiyor.
Çevre ülkeler, komşu ülkeler gibi, birlik içine almaya hazırlandığı için kriterlerini dayattığı ülkelerin halklarını da.
Burada, ülkelerini yönetemeyip bir umut, birliğe kulak veren yönetimleri yanıltıyor, bocalatıyor, iyice şaşırtıyor. Birliğin istediği bir şeyleri yapabilirlerse, başarılı olacaklarını sanıyorlar. Hem yönetim erklerini ve iradesini ellerinden çıkarıyorlar hem de uyguladıklarıyla ülkelerini iyice çıkmaza sokuyorlar.
Avrupa Birliği, hayatı kapitalize ediyor.
Hayatı; marketlerdeki ürünlerin sergilenmesinde olduğu gibi, bir ticari pazaralama yapılır gibi, kategori yönetimi şeklinde yönetmeye çalışıyor.
İnsanları, insanların cinsiyetlerini, yaş gruplarını, etnik kökenlerini, inançlarını, çevreyi raflardaki ürünler olarak algılıyor ve öyle algılamamızı istiyor.
Bazı ortak özellikleri bir araya getirip ambalajlıyor, etiketliyor. Bunu yaparken diğer ortaklıklarından koparıyor. En önemlisi bütünden koparıyor.
Küreselleşme nedeni ile zaten "kışkırmış" olan mikro milliyetçiliği, şovenizmi destekleyecek bir ortam yaratıyor.
Haklardan konuşulup, hep bir diğerinin aleyhine işleyen çıkarlar etrafında toplanıyor insanlar.
Son günlerde televizyon kanallarını ve internet sitelerini, raflar ve ürünler olarak kabul edenler beni anlayacaklardır.
Oysa hayat böyle bir şey değil ki?
En azından ve çok şükür ki, bir market değil daha.
Al sana kardeşim, bir raf, bir web sitesi, bir televizyon kanalı, güle güle kullan.
Bir pazarlama stratejisi gibi, hayatta hiç karşılığı olmamasına karşın, bazı ürünleri getirip getirip bazılarının gözüne sokuyor.
Bazı ürünlerin hiç hak etmemesine karşın hedef olmasına, afaroz edilmesine raflardan indirilmesine ve saldırıya uğramasına neden oluyor.
Gerek Avrupa Birliği'nin gerek birliği takip eden yönetimlerin; hayatı, kapitalize etmeye uğraşmasının ve kategorize edip yönetmeye çalışmasının, bireylerde başka bir zararı daha ortaya çıkarıyor. Bireyin hayatı bütünsel algılayışını parçalıyor. Kendi hayatını da dünyadaki hayatı da; parça parça, tek tek birbiriyle ilişkisi olmayan yaşantılar olarak algılamasına neden oluyor. Çevreyi ayrı, kadına yönelik şiddeti ayrı, savaşı ayrı, çocuklara yapılanları ayrı algılıyor. kendi hayatında da öyle. Hangi sınıftan geldiği, aşkı, geleceği, yaptıkları ayrı ayrı algılanıyor.
Bireyi kendinden ve dünyadan koparıyor, uzaklaştırıyor.
Bireyin burada uyanık olması lazım.
Kendini ve hayatı koruyabilmek için bunu yapması lazım.
Özgürlük taleplerini, "liberal kekler" gibi başkalarına, özellikle Avrupa Birliğine ihale etmemesi lazım.
Bu Avrupa Birliği batacak.
Çünkü, bu muhteşem hayatı kapitalize etmeye çalışıyor.
Enternasyonal kardeşlik gibi değil onun birliği.
Onun birliği barışı çağrıştırmıyor.
Onun da bu kafadan vaz geçmesi lazım.
Bu Avrupa Birliği batacak.
Özellikle küresel kriz sürecinde, ciddi ciddi sinyalini verdi ki, bu mantıkla devam ederse, burnu büyük birlikleri, hüsranla bitecek bir sürecin sonlarına yakın bir yerde.
Batmaktan; yok olacak, bitecek, mahvolacak değil de sûkutu hayale uğrayacak ve anlayışını değiştirmek zorunda kalacağını kast ediyorum.
Özellikle Avrupalı liberal aydınlarla, çevre ülkelerdeki liberal aydınlar için kabus gibi bir şey.
Zavallılar, büyük bir kabusu zaten yaşıyorlar.
Dünyada liberalizm diye bir şey yokmuş.
Onlar da, keşke birer yalan olsalarmış.
Küresel krizde, hiç de liberal davranamayıp, panikle bankaları, şirketleri kurtarmaya koşan kapitalist yönetimler, ne yapılırsa yapılsın zararı önleyemeyecekler.
Kapitalizm eriyen kutup buzulları gibi. "Alma mazlumun ahını" derler adama. Bunlar buzullar kadar sessiz değiller ama. Hemen kızışıp, köpürüyorlar. Kendini tehlike de gördü mü ne yapacak? Al sana orantısız güç, al sana silah, al sana savaş, al sana operasyon. Artık yönetimlerden, maskesini bile zor görürler liberalliğin.
Söylemedi demeyin, bu Avrupa Birliği batacak.
Çünkü hayatı "kapitalize" ediyor.
Çünkü bilerek ya da bilmeyerek, ama böyle yaparak, birlik halklarını kapitalizmin krizinin kollarına itiyor.
Çevre ülkeler, komşu ülkeler gibi, birlik içine almaya hazırlandığı için kriterlerini dayattığı ülkelerin halklarını da.
Burada, ülkelerini yönetemeyip bir umut, birliğe kulak veren yönetimleri yanıltıyor, bocalatıyor, iyice şaşırtıyor. Birliğin istediği bir şeyleri yapabilirlerse, başarılı olacaklarını sanıyorlar. Hem yönetim erklerini ve iradesini ellerinden çıkarıyorlar hem de uyguladıklarıyla ülkelerini iyice çıkmaza sokuyorlar.
Avrupa Birliği, hayatı kapitalize ediyor.
Hayatı; marketlerdeki ürünlerin sergilenmesinde olduğu gibi, bir ticari pazaralama yapılır gibi, kategori yönetimi şeklinde yönetmeye çalışıyor.
İnsanları, insanların cinsiyetlerini, yaş gruplarını, etnik kökenlerini, inançlarını, çevreyi raflardaki ürünler olarak algılıyor ve öyle algılamamızı istiyor.
Bazı ortak özellikleri bir araya getirip ambalajlıyor, etiketliyor. Bunu yaparken diğer ortaklıklarından koparıyor. En önemlisi bütünden koparıyor.
Küreselleşme nedeni ile zaten "kışkırmış" olan mikro milliyetçiliği, şovenizmi destekleyecek bir ortam yaratıyor.
Haklardan konuşulup, hep bir diğerinin aleyhine işleyen çıkarlar etrafında toplanıyor insanlar.
Son günlerde televizyon kanallarını ve internet sitelerini, raflar ve ürünler olarak kabul edenler beni anlayacaklardır.
Oysa hayat böyle bir şey değil ki?
En azından ve çok şükür ki, bir market değil daha.
Al sana kardeşim, bir raf, bir web sitesi, bir televizyon kanalı, güle güle kullan.
Bir pazarlama stratejisi gibi, hayatta hiç karşılığı olmamasına karşın, bazı ürünleri getirip getirip bazılarının gözüne sokuyor.
Bazı ürünlerin hiç hak etmemesine karşın hedef olmasına, afaroz edilmesine raflardan indirilmesine ve saldırıya uğramasına neden oluyor.
Gerek Avrupa Birliği'nin gerek birliği takip eden yönetimlerin; hayatı, kapitalize etmeye uğraşmasının ve kategorize edip yönetmeye çalışmasının, bireylerde başka bir zararı daha ortaya çıkarıyor. Bireyin hayatı bütünsel algılayışını parçalıyor. Kendi hayatını da dünyadaki hayatı da; parça parça, tek tek birbiriyle ilişkisi olmayan yaşantılar olarak algılamasına neden oluyor. Çevreyi ayrı, kadına yönelik şiddeti ayrı, savaşı ayrı, çocuklara yapılanları ayrı algılıyor. kendi hayatında da öyle. Hangi sınıftan geldiği, aşkı, geleceği, yaptıkları ayrı ayrı algılanıyor.
Bireyi kendinden ve dünyadan koparıyor, uzaklaştırıyor.
Bireyin burada uyanık olması lazım.
Kendini ve hayatı koruyabilmek için bunu yapması lazım.
Özgürlük taleplerini, "liberal kekler" gibi başkalarına, özellikle Avrupa Birliğine ihale etmemesi lazım.
Bu Avrupa Birliği batacak.
Çünkü, bu muhteşem hayatı kapitalize etmeye çalışıyor.
Enternasyonal kardeşlik gibi değil onun birliği.
Onun birliği barışı çağrıştırmıyor.
Onun da bu kafadan vaz geçmesi lazım.
VATAN YAHUT NAMIK KEMAL FIKRALARI
Perşembe, Şubat 5, 2009
Büyük şair Edip Cansever'in, "Mendilimde Kan Sesleri" adlı şiirinin bir bölümünde,
diğerleri gibi, şu mısralar da ayrı çarpar insanı,
"İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanın beyaz
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki
.........."
Etrafı dikenli tellerle çevrili ya da değil, bir coğrafyada yaşıyor ve orayı benimsiyor ya da seviyorsak, annemizin doğduğu yer ise burası, bizim için bir farklı yerdir.
Annemiz, babamız, kardeşlerimiz, amcalarımız, halalarımız, dayılarımız, teyzelerimiz, nenelerimiz, dedelerimiz, kuzenlerimiz, akrabalarımız, hısımlarımız, komşularımız, arkadaşlarımız dostlarımız, sevdalandıklarımız, gönül yaralarımız vardır.
O coğrafyayı her şeyiyle severiz.
Her şeyiyle.
Çiçeği, böceği, kurbağası, solucanı,
Başı dumanlı dağları, derin mavi denizleri, oynak dereleri.
Kapı önü sohbetleri, köşe başı buluşmaları,
Sıcak çorbaları, turşuları, kızartmaları, mezeleri,
İlk baharı, son baharı, kışı, yazı.
Kitapçıları, kahveleri, sinemaları,
Ve büyük büyük şairleri.
Çocuk kahkahaları
Cilvesi, hüznün altında kalmış kadınları.
Bıçkın bakışlı adamları.
Yediveren gülleri gibi renkli, güzel insanlarıyla burayı muhabbetle severiz.
Ayrılıklarımız değerli taşlarımızdır bizim.
Doğaldır sevgimiz.
Birbirimizi ne kadar seviyorsak coğrafyamızı da o kadar severiz.
Kimse ne kendinin ne başkasının sevgisini sorgular.
Kendini sevmek gibi bir şeydir bu.
Hiç meşeleri sevip sevmediği ile ilgili sorgulanır mı bir insan ya da hercai menekşeleri. Bir Sokağı sevmekle sorgulanır mı bir insan? Böyle saçmalamak olur mu?
Çakıl taşlarını, üzüm suyunu, rast makamını, zurnayı, sazı, elmayı sevmekle yargılanır mı?
Her şeyi bizimdir, herşeyi ile bizim bu coğrafya
Hısımlarımızın bir kısmı aynı tanrıya inanır, bir kısmının kitabı farklı.
Hangi dilden söylense içimizi burkar türküleri.
Bir coğrafya herşeyi ile sevilirse eğer vatandır
ki bu vatan dünyadır.
Diğeri çok çabuk satabilen olacaktır.
Diğeri çok çabuk dağılan olacaktır.
Diğeri çok çabuk saf değiştiren olacaktır.
Diğeri Silistre yahut fıkra olacaktır.
Memlekete de büyük şair Namık Kemal'e de yazık olacaktır
Büyük şair Edip Cansever'in, "Mendilimde Kan Sesleri" adlı şiirinin bir bölümünde,
diğerleri gibi, şu mısralar da ayrı çarpar insanı,
"İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanın beyaz
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki
.........."
Etrafı dikenli tellerle çevrili ya da değil, bir coğrafyada yaşıyor ve orayı benimsiyor ya da seviyorsak, annemizin doğduğu yer ise burası, bizim için bir farklı yerdir.
Annemiz, babamız, kardeşlerimiz, amcalarımız, halalarımız, dayılarımız, teyzelerimiz, nenelerimiz, dedelerimiz, kuzenlerimiz, akrabalarımız, hısımlarımız, komşularımız, arkadaşlarımız dostlarımız, sevdalandıklarımız, gönül yaralarımız vardır.
O coğrafyayı her şeyiyle severiz.
Her şeyiyle.
Çiçeği, böceği, kurbağası, solucanı,
Başı dumanlı dağları, derin mavi denizleri, oynak dereleri.
Kapı önü sohbetleri, köşe başı buluşmaları,
Sıcak çorbaları, turşuları, kızartmaları, mezeleri,
İlk baharı, son baharı, kışı, yazı.
Kitapçıları, kahveleri, sinemaları,
Ve büyük büyük şairleri.
Çocuk kahkahaları
Cilvesi, hüznün altında kalmış kadınları.
Bıçkın bakışlı adamları.
Yediveren gülleri gibi renkli, güzel insanlarıyla burayı muhabbetle severiz.
Ayrılıklarımız değerli taşlarımızdır bizim.
Doğaldır sevgimiz.
Birbirimizi ne kadar seviyorsak coğrafyamızı da o kadar severiz.
Kimse ne kendinin ne başkasının sevgisini sorgular.
Kendini sevmek gibi bir şeydir bu.
Hiç meşeleri sevip sevmediği ile ilgili sorgulanır mı bir insan ya da hercai menekşeleri. Bir Sokağı sevmekle sorgulanır mı bir insan? Böyle saçmalamak olur mu?
Çakıl taşlarını, üzüm suyunu, rast makamını, zurnayı, sazı, elmayı sevmekle yargılanır mı?
Her şeyi bizimdir, herşeyi ile bizim bu coğrafya
Hısımlarımızın bir kısmı aynı tanrıya inanır, bir kısmının kitabı farklı.
Hangi dilden söylense içimizi burkar türküleri.
Bir coğrafya herşeyi ile sevilirse eğer vatandır
ki bu vatan dünyadır.
Diğeri çok çabuk satabilen olacaktır.
Diğeri çok çabuk dağılan olacaktır.
Diğeri çok çabuk saf değiştiren olacaktır.
Diğeri Silistre yahut fıkra olacaktır.
Memlekete de büyük şair Namık Kemal'e de yazık olacaktır
KÜRESEL KRİZE BİREYSEL ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
Cuma, Aralık 5, 2008
Ankara'da doğal ürünlere ulaşmakla ilgili bir yazı tasarlıyorum. Kaç zamandır kafamda.
Hatta bir kere yazdım, sonuna doğru bir elektrik kesintisi, uçtu gitti bütün çabam. Ne diyelim; "İyi ki gitmiş " diyecek durumlara geldik artık. Sorgulamıyoruz bile.
Şimdi o yazımızı aklımızda kaldığı kadar yazalım, sonrasında başka türlü, başlıkla ilgisini kurarak devam edeceğiz.
Ankara'da Atatürk Orman Çiftliği'nin, başta süt, yoğurt ve diğer süt ürünleri, hem kendi mağazasında hem marketlerde ulaşılabilir durumda. Eskiden şarapları da vardı ama şimdi var mı ? Bilemiyorum. Dondurmayı sütle yapan tek yer. Onun da arazisini "rant'lamaya" çalışanlar var. Biz onları bırakıp da bize böylesi güzel mirası bırakanları sevgiyle, saygıyla yad edelim.
Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi'nin gezici satış yerleri var. Ben, eski TED Ankara Koleji'nin olduğu binadan, Çankaya Belediyesi'nce tahsis edilmiş minik dükkandan alış veriş yapıyorum. Yumurta, tereyağı, yoğurt, domates, bal kabağı herşeyi güzel. Saat 1100-1800 arası çalışıyor. Resmi tatil günleri dışında hizmet veriyor. Bazen tam saat 1100'de açamasalar da, eğer o saatte orada olamazsanız bazı ürünler bitmiş oluyor. Fiş istediğinizi bildirmeniz gerekiyor.
Buğday'ın ya da Buğday'cı arkadaşların (internetten bulursunuz) bir doğal ürün organizasyonu var Ankara'da.
Yukarı Ayrancı pazarında, bir doğal ürünler günü ayrılmış durumda. Sanırım pazar günü ama yine de sorup soruşturup öyle gitmek lazım.
Bütün semt pazarlarının girişinde çıkışında, yanında yöresinde civar köylerden gelenlerin açtığı tezgahlar oluyor. Normal düzenli bir tezgahtan çok, ağzı açık çuval veya torbalarda satış yapıyorlar. Eğer tanırsanız, geldiği kasaba ya da köyü bilirseniz öyle çok doğal ürüne ulaşabiliyorsunuz ki anlatamam. Pazara sunmadıkları ürünü size özel getirebiliyorlar.
Ankara'ya yakın olan köy ve ilçeler de yine doğal ürüne ulaşılabilecek yerler. Cumartesi pazarları Ankaralı turistler için değil de hafta ortası kendileri için açtıkları pazarlara gitmek oldukça verimli olabiliyor. Örneğin Çubuk Pazarı, hem ucuz hem çeşitli ürünleriyle bulunmaz bir olanak
Çarşambaları Adalet Bakanlığı önüne Kalecik Cezaevi işletmesi'nin ürünleri geliyor. Yumurtası ve yoğurdu çok taze, güzel. Ama her zaman bulamıyorsunuz.
Gelmek istediğim konu da bu zaten. Tüm genel af çalışması diyerek boşaltma girişimlerine karşın cezaevleri, yine kapasitesinin üzerine çıkmış. Yüz bin civarında "mahpusumuz" var. Çoğu kamu kurumunda, zamanında güzel kitaplıklar yapılmıştı. Ama kitaplıklar protokole göstermek içindir. Yoksa kitabı okuyayım derken yıpratırlar. Verilmez kimseye kitap. Siyasilerin dışında kitap okuyan var mı bilmiyorum.
Bu mapuslar cezalarını çektikten sonra dışarı çıkacaklar. Bu insanlar eskisi gibi kan davasından, arazi kavgasından gelmiyor. Ortam çok kriminal. Küresel bir suç atmosferi yaratıldı. Metropol sokakları, terör örgütlerinden çok daha fazla can yakıyor. Ve bunun nedeni insanların yoksulluk, açlık, kimsesizlik, korkusu. Herkes güvensiz, korkulu, mutsuz.
Bizim herşeye karşı olanaklarımız var. Sadece coğrafyamız, yerüstü ve yer altı kaynaklarımız değil insan kaynağımız da zengin. Biz yeter ki görelim.
Mapusa, engelliye; toplumun sırtındaki yük olarak, aylık maliyet olarak bakmayalım. Son yıllarda herşeyi ;kötü, beceriksiz, haris bir tüccar gibi parayla ölçtüğümüz için bu kapana sıkışıyoruz.
Biz bugün Kalecik Cezaevinde üretilen ürünlerden söz edebiliyoruz. Kimbilir kaç bebeğin sağlıklı büyümesine katkıları oluyor. Hepsinin ellerine sağlık.
Diğer tüm cezaevlerinde bunlar yapılabilir. Daha önceden çok daha yoğun ve yaygın yapılıyordu. Yine yapılabilir hem de en gelişmişinden.
Ekolojik tarım ve doğal ürünler konusunda cezaevleri; çalışan, iş öğrenen, bir dalın yeşermesini gün be gün an be an izleyen, çıktığında cebinde parası, kolunda altın bileziği olan insanlar için nasıl güzel bir okul olur. O zaman kim takar kaça mal oldukları.
Bir kaç gün önce; yetiştirme yurdunda büyümüş bir delikanlı kendisi gibi yetiştirme yurdunda büyümüş karısını ve iki bebeğini doğradı. Eskiden yetiştirme yurtlarında çok ciddi üretimler olurdu. Burada söylediğim çocukların çalıştırılması değil. Kimse bunu böyle anlamaya da kalkmasın. Mobilya olurdu, demircilik olurdu, matbaa olurdu. Çok başarılı olan çocuklar çıkmıştır buralardan. Buralarda ruhları da huzur bulurdu. neden terk edildiklerini unuturlardı.
Şimdi, habire okusunlar. Liseyi bitiriyorlar bitirenler. Üniversiteye giden az. 3413'den işe giren giriyor. Giremeyen? Bir de yürekte öfke, yenilmişlik.
Böyle mi olmalı. İnsan hayatı kamuya kaç paraya patlar önceliğiyle bakılırsa daha çok çocuğumuz heder olacak.
Büyük Usta Yaşar Kemal dün Cumhurbaşkanlığında ödül alırken vurguladı. Köy Enstitüleri için, "..bu gelecekteki dünyayı gerçek insanlığa kavuşturacak tek düzendir" ifadesini kullandı. Halkevlerinin elindeki binaları otel yapmak için almak yerine desteklemeliyiz, Köy Enstitülerini yeniden, heyecanla, şevkle, aşkla açmalı yaygınlaştırmalıyız. Ama başına da bir İsmail Hakkı Tonguç oturtmalıyız. Öğrencisini sınıfta haksızca azarlayan öğretmene, aynı sınıfta kalkıp öğrencisinden özür dilemeyi öğretebilen bir Tonguç Baba.
Bu yolla hâla floramızı faunamızı koruma şansımız var. Onları koruyabiliriz. Kuruyan göllerimizi kaç paraya geri alabiliriz?
Binalarla doldurup niteliğini kaybettirdiğimiz kaç arazi parçasında, tarım yapıp ürün almayı kaç paraya sağlayabiliriz.
Engelliler için de durum bu. Son, neredeyse İngiltere ile bozuşmamıza neden olabilecek engelli çocukların gizlice çekimi bir kez daha bizi asabileştirdi. Nerdeyse yaşamasınlar diyeceğiz. Sonradan iş imkanı, simit tablası felan filan zor toparlandı ortam. Onurlarıyla yapıp, kendi geçimlerini sağlayabilecek o kadar şey varken ve araştırılmazken kaç paraya mal oldukları hesaplanmıyor mu? İşte bu acizlik konusunda gerçekten diyecek bir şey bulamıyor insan.
İşte bu bakış açısı, bizde daha kalın dışarda daha ince ama bu bakış açısı, bu sistem bu düzen bir kez daha kriz yaratıp bir kez daha hesabı bize çıkarıyor.
Vallahi benim kriz için en temel küresel önerim; şu bir saatlik toplantıya jetle giden ceo'ların kıçına tekmeyi vurup gerçek patronların işin başına geçmesi. Kendileri geçseler; işçiye de köylüye de çevreye, dünyaya ne zararlar verildiğini kendi gözleriyle görecekler.
Kendi ülkemiz için ise;
Hemen ama hemen, bütün özelleştirme süreci durdurulmasını yani bu Anadolu coğrafyasında yaşayanlar olarak bizim, devlet eliyle ne kıymetli arazilerimizden ne eski, tarihi binalarımızdan ne de çalışanlarımız işinden edilmemesini öneriyorum
Devlet eliyle bu işlerin yapılması acilen bırakımasını öneriyorum.
Asgari ücretin yükseltilmesini( bölgeler için ayrı bir ücretin konuşulmasının sonlandırılmasını) ve iyi takip edilmesini öneriyorum.
Sendikalar önündeki örgütlenme engellerinin kaldırılarak, özgürlük ve onur içinde bir yaşama ve kalkınma kültürünün oluşturulmasını öneriyorum.
Acil durum dışında - ki bu karara, sosyal hizmet uzmanı eğitimi ve deneyimi gerekir - tüm sosyal yardımların durdurularak İŞSİZLİK FONU'NDA biriken paralarla hemen bugün istihdam için toplumun tüm taraflarıyla, beyin fırtınası, yarışma, şu bu neyse işte çalışmalar yaparak ve şeffaf olarak bu işi çözmeyi öneriyorum. Yoksa "Off burada da iyi para birikti, şimdi tam zamanı" deyip fonu uyduruk projelerle boşaltmayı değil
Bütçeden devasa pay alan Diyanet de dahil vatandaşın keseceği kurbanların peşine düşülüyor. En azndan kamunun bu işten çıkarak kurban paralarının istihdama yatırılabileceği bir tercihle vatandaşa gitmeyi öneriyorum. Nasıl olsa şart değilmiş.
Sahibi olduğu şirketi, bankayı, yönettiği işletmeyi, belediyeyi borç içinde bırakırken kendi serveti bir hayli büyümüş adamların maliye olarak peşine düşerim. Buradan kanıtlayıp geri aldığım her kuruşu istihdam yaratmaya harcarım.
İnsana saygılı, güvenliği ihmal etmeyen, çocukları esirgeyen, kimsenin kendini "öteki" hissetmediği bir güzel barış ortamı yaratmayı öneriyorum.
Kadınlar gelirleri olduğunda, kendilerine, çocuklarına, eşlerine, evde hasta varsa ona, yaşlı varsa ona, engelli varsa ona yani aile refahına harcıyorlar. Erkekler o kadar değil. Bu nedenle istihdamda kadınlara olanak tanınmasının önemsenmesini öneriyorum.
Önerilerim şimdilik bu kadar.
Son günlerde baktım herkes bir şeyler öneriyor, ben de kendi önerilerimi sunayım dedim.
Ankara'da doğal ürünlere ulaşmakla ilgili bir yazı tasarlıyorum. Kaç zamandır kafamda.
Hatta bir kere yazdım, sonuna doğru bir elektrik kesintisi, uçtu gitti bütün çabam. Ne diyelim; "İyi ki gitmiş " diyecek durumlara geldik artık. Sorgulamıyoruz bile.
Şimdi o yazımızı aklımızda kaldığı kadar yazalım, sonrasında başka türlü, başlıkla ilgisini kurarak devam edeceğiz.
Ankara'da Atatürk Orman Çiftliği'nin, başta süt, yoğurt ve diğer süt ürünleri, hem kendi mağazasında hem marketlerde ulaşılabilir durumda. Eskiden şarapları da vardı ama şimdi var mı ? Bilemiyorum. Dondurmayı sütle yapan tek yer. Onun da arazisini "rant'lamaya" çalışanlar var. Biz onları bırakıp da bize böylesi güzel mirası bırakanları sevgiyle, saygıyla yad edelim.
Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi'nin gezici satış yerleri var. Ben, eski TED Ankara Koleji'nin olduğu binadan, Çankaya Belediyesi'nce tahsis edilmiş minik dükkandan alış veriş yapıyorum. Yumurta, tereyağı, yoğurt, domates, bal kabağı herşeyi güzel. Saat 1100-1800 arası çalışıyor. Resmi tatil günleri dışında hizmet veriyor. Bazen tam saat 1100'de açamasalar da, eğer o saatte orada olamazsanız bazı ürünler bitmiş oluyor. Fiş istediğinizi bildirmeniz gerekiyor.
Buğday'ın ya da Buğday'cı arkadaşların (internetten bulursunuz) bir doğal ürün organizasyonu var Ankara'da.
Yukarı Ayrancı pazarında, bir doğal ürünler günü ayrılmış durumda. Sanırım pazar günü ama yine de sorup soruşturup öyle gitmek lazım.
Bütün semt pazarlarının girişinde çıkışında, yanında yöresinde civar köylerden gelenlerin açtığı tezgahlar oluyor. Normal düzenli bir tezgahtan çok, ağzı açık çuval veya torbalarda satış yapıyorlar. Eğer tanırsanız, geldiği kasaba ya da köyü bilirseniz öyle çok doğal ürüne ulaşabiliyorsunuz ki anlatamam. Pazara sunmadıkları ürünü size özel getirebiliyorlar.
Ankara'ya yakın olan köy ve ilçeler de yine doğal ürüne ulaşılabilecek yerler. Cumartesi pazarları Ankaralı turistler için değil de hafta ortası kendileri için açtıkları pazarlara gitmek oldukça verimli olabiliyor. Örneğin Çubuk Pazarı, hem ucuz hem çeşitli ürünleriyle bulunmaz bir olanak
Çarşambaları Adalet Bakanlığı önüne Kalecik Cezaevi işletmesi'nin ürünleri geliyor. Yumurtası ve yoğurdu çok taze, güzel. Ama her zaman bulamıyorsunuz.
Gelmek istediğim konu da bu zaten. Tüm genel af çalışması diyerek boşaltma girişimlerine karşın cezaevleri, yine kapasitesinin üzerine çıkmış. Yüz bin civarında "mahpusumuz" var. Çoğu kamu kurumunda, zamanında güzel kitaplıklar yapılmıştı. Ama kitaplıklar protokole göstermek içindir. Yoksa kitabı okuyayım derken yıpratırlar. Verilmez kimseye kitap. Siyasilerin dışında kitap okuyan var mı bilmiyorum.
Bu mapuslar cezalarını çektikten sonra dışarı çıkacaklar. Bu insanlar eskisi gibi kan davasından, arazi kavgasından gelmiyor. Ortam çok kriminal. Küresel bir suç atmosferi yaratıldı. Metropol sokakları, terör örgütlerinden çok daha fazla can yakıyor. Ve bunun nedeni insanların yoksulluk, açlık, kimsesizlik, korkusu. Herkes güvensiz, korkulu, mutsuz.
Bizim herşeye karşı olanaklarımız var. Sadece coğrafyamız, yerüstü ve yer altı kaynaklarımız değil insan kaynağımız da zengin. Biz yeter ki görelim.
Mapusa, engelliye; toplumun sırtındaki yük olarak, aylık maliyet olarak bakmayalım. Son yıllarda herşeyi ;kötü, beceriksiz, haris bir tüccar gibi parayla ölçtüğümüz için bu kapana sıkışıyoruz.
Biz bugün Kalecik Cezaevinde üretilen ürünlerden söz edebiliyoruz. Kimbilir kaç bebeğin sağlıklı büyümesine katkıları oluyor. Hepsinin ellerine sağlık.
Diğer tüm cezaevlerinde bunlar yapılabilir. Daha önceden çok daha yoğun ve yaygın yapılıyordu. Yine yapılabilir hem de en gelişmişinden.
Ekolojik tarım ve doğal ürünler konusunda cezaevleri; çalışan, iş öğrenen, bir dalın yeşermesini gün be gün an be an izleyen, çıktığında cebinde parası, kolunda altın bileziği olan insanlar için nasıl güzel bir okul olur. O zaman kim takar kaça mal oldukları.
Bir kaç gün önce; yetiştirme yurdunda büyümüş bir delikanlı kendisi gibi yetiştirme yurdunda büyümüş karısını ve iki bebeğini doğradı. Eskiden yetiştirme yurtlarında çok ciddi üretimler olurdu. Burada söylediğim çocukların çalıştırılması değil. Kimse bunu böyle anlamaya da kalkmasın. Mobilya olurdu, demircilik olurdu, matbaa olurdu. Çok başarılı olan çocuklar çıkmıştır buralardan. Buralarda ruhları da huzur bulurdu. neden terk edildiklerini unuturlardı.
Şimdi, habire okusunlar. Liseyi bitiriyorlar bitirenler. Üniversiteye giden az. 3413'den işe giren giriyor. Giremeyen? Bir de yürekte öfke, yenilmişlik.
Böyle mi olmalı. İnsan hayatı kamuya kaç paraya patlar önceliğiyle bakılırsa daha çok çocuğumuz heder olacak.
Büyük Usta Yaşar Kemal dün Cumhurbaşkanlığında ödül alırken vurguladı. Köy Enstitüleri için, "..bu gelecekteki dünyayı gerçek insanlığa kavuşturacak tek düzendir" ifadesini kullandı. Halkevlerinin elindeki binaları otel yapmak için almak yerine desteklemeliyiz, Köy Enstitülerini yeniden, heyecanla, şevkle, aşkla açmalı yaygınlaştırmalıyız. Ama başına da bir İsmail Hakkı Tonguç oturtmalıyız. Öğrencisini sınıfta haksızca azarlayan öğretmene, aynı sınıfta kalkıp öğrencisinden özür dilemeyi öğretebilen bir Tonguç Baba.
Bu yolla hâla floramızı faunamızı koruma şansımız var. Onları koruyabiliriz. Kuruyan göllerimizi kaç paraya geri alabiliriz?
Binalarla doldurup niteliğini kaybettirdiğimiz kaç arazi parçasında, tarım yapıp ürün almayı kaç paraya sağlayabiliriz.
Engelliler için de durum bu. Son, neredeyse İngiltere ile bozuşmamıza neden olabilecek engelli çocukların gizlice çekimi bir kez daha bizi asabileştirdi. Nerdeyse yaşamasınlar diyeceğiz. Sonradan iş imkanı, simit tablası felan filan zor toparlandı ortam. Onurlarıyla yapıp, kendi geçimlerini sağlayabilecek o kadar şey varken ve araştırılmazken kaç paraya mal oldukları hesaplanmıyor mu? İşte bu acizlik konusunda gerçekten diyecek bir şey bulamıyor insan.
İşte bu bakış açısı, bizde daha kalın dışarda daha ince ama bu bakış açısı, bu sistem bu düzen bir kez daha kriz yaratıp bir kez daha hesabı bize çıkarıyor.
Vallahi benim kriz için en temel küresel önerim; şu bir saatlik toplantıya jetle giden ceo'ların kıçına tekmeyi vurup gerçek patronların işin başına geçmesi. Kendileri geçseler; işçiye de köylüye de çevreye, dünyaya ne zararlar verildiğini kendi gözleriyle görecekler.
Kendi ülkemiz için ise;
Hemen ama hemen, bütün özelleştirme süreci durdurulmasını yani bu Anadolu coğrafyasında yaşayanlar olarak bizim, devlet eliyle ne kıymetli arazilerimizden ne eski, tarihi binalarımızdan ne de çalışanlarımız işinden edilmemesini öneriyorum
Devlet eliyle bu işlerin yapılması acilen bırakımasını öneriyorum.
Asgari ücretin yükseltilmesini( bölgeler için ayrı bir ücretin konuşulmasının sonlandırılmasını) ve iyi takip edilmesini öneriyorum.
Sendikalar önündeki örgütlenme engellerinin kaldırılarak, özgürlük ve onur içinde bir yaşama ve kalkınma kültürünün oluşturulmasını öneriyorum.
Acil durum dışında - ki bu karara, sosyal hizmet uzmanı eğitimi ve deneyimi gerekir - tüm sosyal yardımların durdurularak İŞSİZLİK FONU'NDA biriken paralarla hemen bugün istihdam için toplumun tüm taraflarıyla, beyin fırtınası, yarışma, şu bu neyse işte çalışmalar yaparak ve şeffaf olarak bu işi çözmeyi öneriyorum. Yoksa "Off burada da iyi para birikti, şimdi tam zamanı" deyip fonu uyduruk projelerle boşaltmayı değil
Bütçeden devasa pay alan Diyanet de dahil vatandaşın keseceği kurbanların peşine düşülüyor. En azndan kamunun bu işten çıkarak kurban paralarının istihdama yatırılabileceği bir tercihle vatandaşa gitmeyi öneriyorum. Nasıl olsa şart değilmiş.
Sahibi olduğu şirketi, bankayı, yönettiği işletmeyi, belediyeyi borç içinde bırakırken kendi serveti bir hayli büyümüş adamların maliye olarak peşine düşerim. Buradan kanıtlayıp geri aldığım her kuruşu istihdam yaratmaya harcarım.
İnsana saygılı, güvenliği ihmal etmeyen, çocukları esirgeyen, kimsenin kendini "öteki" hissetmediği bir güzel barış ortamı yaratmayı öneriyorum.
Kadınlar gelirleri olduğunda, kendilerine, çocuklarına, eşlerine, evde hasta varsa ona, yaşlı varsa ona, engelli varsa ona yani aile refahına harcıyorlar. Erkekler o kadar değil. Bu nedenle istihdamda kadınlara olanak tanınmasının önemsenmesini öneriyorum.
Önerilerim şimdilik bu kadar.
Son günlerde baktım herkes bir şeyler öneriyor, ben de kendi önerilerimi sunayım dedim.
FASULYEDEN SİGARAYI BIRAKMAK
Cumartesi, Hazirane 7, 2008
KENDİMİZ İÇİN HAYAT DERSLERİ 1
Değişmeye hazır mısınız?
Aramızdan biri kendi bulduğu bir yöntemle sigaradan kurtuldu. Daha doğrusu soğudu. Oldukça kolay ve acısız, ağrısız bir süreçte sigaradan soğuyabiliyor insan. Yeter ki değişmeye ayak diremesin. Çünkü sigarayı bırakmak (belki bağımlı olunan her şeyde öyledir) bir duman perdesini de kaldırıyor hayatımızdan. Gerçekle yüzleştiriyor. İlk bırakışta bu gerçekler dünyası biraz ürkütebiliyor bizleri. O nedenle zor geliyor bağımlılıkları bırakmak. Ama sonrası; bir taze bahar rüzgarı temizliyor ortalığı, biz de güçlenmiş ve tazelenmiş oluyoruz.
Başlayalım mı?
Uzun yıllardır; çocukluğumuzda en sevdiğimiz meyveler olan cağlayı, can eriğini, papaz eriğini canı istemiyordu çünkü uzun yıllardır bu meyveleri yediğinde dişleri kamaşıyordu. İnsan en sevdiği yiyeceklerden bile soğuyor ve fark etmiyor işte.
Buradan hareket etti.
Bu iş için basit bir ZİHİNSEL bir çalışma oluşturdu.
Her akşam uyumak için yatağa uzandığında bir masa hayal etti. (mutfak masası da olabilir büro masası da) Bir sandalye çekip oturduğunu hayal etti. Masanın üzerine içtiği marka sigaralardan dizdiğini hayal etti. Çöp tenekesini sandalyenin yanına çektiğini ekledi bu hayale. Sonra başladı paketten bir sigara çıkarmaya, çıkardığı sigarayı yeşil fasulye kırar gibi kırıp, çöp kutusuna atmaya. Hiç bir şey düşünmeden (ne sevindi ne üzüldü, çöpe atılan herhangi bir nesneyi atarken olduğu kadar duygusuz, duyarsız bir şekilde) çıkardı çıkardı, kırdı attı.
Uykuya dalıncaya kadar bu çalışmayı yaptı.
Ne, şu kadar dakika ne şu sayıda sigara. Hiç bir şey için kendini zorlamadı. Sadece uykuya dalıncaya kadar.
21 gün bu zihinsel çalışmayı yineledi.
Sizler de deneyin isterseniz.
Sizde daha uzun ya da daha kısa sürebilir.
"Bu yazıyı bizden izin almak koşulu ile bloğunuzda yayınlayabilirsiniz"
BU YAZIYI; http:gonulsofrasi.blogspot.com 'un izniyle bloglarından alarak yayımladım
KENDİMİZ İÇİN HAYAT DERSLERİ 1
Değişmeye hazır mısınız?
Aramızdan biri kendi bulduğu bir yöntemle sigaradan kurtuldu. Daha doğrusu soğudu. Oldukça kolay ve acısız, ağrısız bir süreçte sigaradan soğuyabiliyor insan. Yeter ki değişmeye ayak diremesin. Çünkü sigarayı bırakmak (belki bağımlı olunan her şeyde öyledir) bir duman perdesini de kaldırıyor hayatımızdan. Gerçekle yüzleştiriyor. İlk bırakışta bu gerçekler dünyası biraz ürkütebiliyor bizleri. O nedenle zor geliyor bağımlılıkları bırakmak. Ama sonrası; bir taze bahar rüzgarı temizliyor ortalığı, biz de güçlenmiş ve tazelenmiş oluyoruz.
Başlayalım mı?
Uzun yıllardır; çocukluğumuzda en sevdiğimiz meyveler olan cağlayı, can eriğini, papaz eriğini canı istemiyordu çünkü uzun yıllardır bu meyveleri yediğinde dişleri kamaşıyordu. İnsan en sevdiği yiyeceklerden bile soğuyor ve fark etmiyor işte.
Buradan hareket etti.
Bu iş için basit bir ZİHİNSEL bir çalışma oluşturdu.
Her akşam uyumak için yatağa uzandığında bir masa hayal etti. (mutfak masası da olabilir büro masası da) Bir sandalye çekip oturduğunu hayal etti. Masanın üzerine içtiği marka sigaralardan dizdiğini hayal etti. Çöp tenekesini sandalyenin yanına çektiğini ekledi bu hayale. Sonra başladı paketten bir sigara çıkarmaya, çıkardığı sigarayı yeşil fasulye kırar gibi kırıp, çöp kutusuna atmaya. Hiç bir şey düşünmeden (ne sevindi ne üzüldü, çöpe atılan herhangi bir nesneyi atarken olduğu kadar duygusuz, duyarsız bir şekilde) çıkardı çıkardı, kırdı attı.
Uykuya dalıncaya kadar bu çalışmayı yaptı.
Ne, şu kadar dakika ne şu sayıda sigara. Hiç bir şey için kendini zorlamadı. Sadece uykuya dalıncaya kadar.
21 gün bu zihinsel çalışmayı yineledi.
Sizler de deneyin isterseniz.
Sizde daha uzun ya da daha kısa sürebilir.
"Bu yazıyı bizden izin almak koşulu ile bloğunuzda yayınlayabilirsiniz"
BU YAZIYI; http:gonulsofrasi.blogspot.com 'un izniyle bloglarından alarak yayımladım
BELDE BELEDİYELERİ İÇİN NAÇİZANE ÖNERİLER
Alanya'ya, Antalya'ya Mersin'e gidenler görmüştür, oralarda kaldırımlarda hep portakal ve limon ağaçları vardır. Ne dalı kırılmıştır ne meyveleri yağma edilmiştir. Hatta çoğunun üzerinde meyvesi aylarca kalır. Oysa bir ara Antalya'da sokak çocukları hayli vardı. Çocuklar bile o küçük yaşlarında, aç kaldıklarında ağaçlara zarar vermeden yediler demek ki. Hoş, oralarda çok aç kalan olmuyor. Ve kentteki meyve ağaçları da hayli çok. Neredeyse adım başı.
Bütün belde belediyeleri beldelerinde ne yetişiyorsa o meyveler ağırlıklı olmak koşuluyla beldelerini donatabilirler. Bu belde için; hem bolluk bereket simgesi hem turistler için bedava ikram ve tanıtım hem de canı isteyip de alamayanlar için meşru bir ulaşılabilirlik sağlar. Kimse korkmasın, eğer yeterli sayıda olur ise ağaçlar zarar görmez.
Eskiden "sadaka taşı" diye bir uygulama varmış mahallelerde. Gece oraya para konur, ihtiyacı olan da, yine gece vakti ihtiyacı olduğu kadarını ordan alırmış. Parayı taşa koyanı da parayı alanı da kimse görmezmiş. Yani bugünkü çadırlar gibi yararından çok reklamı yapılmazmış. Reklamdan gösterişten utanırmış insanlar. Meyve ağaçlarından oluşan bahçeler, parklar, ormanlıklar, bu ahlaktan gelenlerin uygulayacağı bir şey. Kimse kimseyi görmüyor. Kimsenin gururu incinmiyor kimse üç kuruşluk hayır için kurum kurum kurulmuyor. Turisti de dahil herkes için bir belediye hizmeti.
Beldeler insanların birbirini tanıdığı yerler. Çabuk organize olunabiliyor. Çabuk sonuç alınabiliyor. Sonuçları net izlenebiliyor.
Çocukları, kadınları, aileleri işin içine katmak lazım. Eğer yapılan, içten ve doğru bir iş ise, zaten katılıyorlar. Çocuklar ve anneler, eve yenmesi için alınan meyvelerin çekirdeklerini biriktirseler. Bir de bunları bir saksıya ekip fide haline getirseler. Şeftali, kayısı, kiraz, vişne, hatta nar, sonra kabuğuyla ceviz, badem, fındık. Bütün bu süreçleri çocuk görse katılsa. Belediye yeşillendirme çalışması yapacağı arazileri sadece çam ağacı ile donatmasa. Meşenin, çamın, kestanenin, kavağın yanına bu fideler de bir şenlikle, mevsiminde ekilse. Belediyeciler de; elma, armut, ayva, portakal ve yerel fideleriyle katılsalar şenliğe. bazı fidelerin meyve vermesi üç yıl bile sürmüyor.
Böyle bir beldede büyüyen hangi çocuk, bu beldeyi bu bolluğu ve bereketi bu hizmeti unutur?
Bütün çocuklara açık bir "meyve ormanı", böyle bir uygulamada hangi çocuk kendini masal kahramanı olarak görmez? Kim kendini cennette zannetmez?
Herşeyden önce çocukları doyurmak lazım.
Ve bunu yaparken annesini, babasını ve çocuğu incitmemek lazım.
Bugünki gibi; üç kilo pirinç, bir paket makarna, bir paket margarin, beş paket tarihi geçmiş hazır çorba, biraz kömürle insanları aşağılamamak lazım.
Acil durumlarda ne olursa vermek lazım. Ama diğer durumlarda biraz bakmak lazım.
Bölgede özelleştirme varsa taraf olmak lazım. Özelleştirme kamu malının özelleştirilmesi insanların işsiz bırakılmasıdır. Çocukların anne veya babasının işsiz ve muhtaç bırakılmasına rıza göstermemek lazım.
Eşi olmayan aile reisi kadınları sosyal yardımla kandırıp eve hapsetmemek lazım. Azim gösteren, çalışan, direnen bu kadınlarımızı desteklemek lazım.
Küçük yerlerin uzun vadeli tanıtımında - yöresel yemeklerde, kumaş, halı, kilim dokumada- hep kadınlarımızın el emeği etkindir. Bunu unutmamak lazım.
Küçüğüyle büyüğüyle istihdam yaratmanın çok maliyetli olduğu inancıyla iş alanı yaratmaktan korkan yönetici kervanına katılmamak lazım.
İş geliştirmek isteyen insanlara, menfaat ilişkisine bulaşmadan ortam ve olanak sağlamak lazım. İş yapmak isteyen kadını ve erkeği dinlemek lazım. Onlara ortam ve olanak sağlamak lazım. Ve bunu düzenli olarak yapmak lazım. Sonuçları izlemek, denetlemek lazım.
Yaşlıları unutmamak lazım. Onları bakıma muhtaç zavallılar olarak görmek yerine ihtiyaçlarını karşılamada bağımsızlaşmaları ve bilgeliklerini kamu hizmetine sunma olanağı tanımak lazım. hemen huzurevi açmamak lazım. Hele bin kişilik kapasitelerden kaçınmak lazım.
Engellilerin, onurlarıyla ve bağımlı olmadan kamusal yaşama katılmaları için sokakta, caddede, trafik lambalarında, parklarda, otobüslerde değişiklik yapmak lazım.
Şimdilik bu kadar lazım.
Sonra yeniden yazmak lazım
Bütün belde belediyeleri beldelerinde ne yetişiyorsa o meyveler ağırlıklı olmak koşuluyla beldelerini donatabilirler. Bu belde için; hem bolluk bereket simgesi hem turistler için bedava ikram ve tanıtım hem de canı isteyip de alamayanlar için meşru bir ulaşılabilirlik sağlar. Kimse korkmasın, eğer yeterli sayıda olur ise ağaçlar zarar görmez.
Eskiden "sadaka taşı" diye bir uygulama varmış mahallelerde. Gece oraya para konur, ihtiyacı olan da, yine gece vakti ihtiyacı olduğu kadarını ordan alırmış. Parayı taşa koyanı da parayı alanı da kimse görmezmiş. Yani bugünkü çadırlar gibi yararından çok reklamı yapılmazmış. Reklamdan gösterişten utanırmış insanlar. Meyve ağaçlarından oluşan bahçeler, parklar, ormanlıklar, bu ahlaktan gelenlerin uygulayacağı bir şey. Kimse kimseyi görmüyor. Kimsenin gururu incinmiyor kimse üç kuruşluk hayır için kurum kurum kurulmuyor. Turisti de dahil herkes için bir belediye hizmeti.
Beldeler insanların birbirini tanıdığı yerler. Çabuk organize olunabiliyor. Çabuk sonuç alınabiliyor. Sonuçları net izlenebiliyor.
Çocukları, kadınları, aileleri işin içine katmak lazım. Eğer yapılan, içten ve doğru bir iş ise, zaten katılıyorlar. Çocuklar ve anneler, eve yenmesi için alınan meyvelerin çekirdeklerini biriktirseler. Bir de bunları bir saksıya ekip fide haline getirseler. Şeftali, kayısı, kiraz, vişne, hatta nar, sonra kabuğuyla ceviz, badem, fındık. Bütün bu süreçleri çocuk görse katılsa. Belediye yeşillendirme çalışması yapacağı arazileri sadece çam ağacı ile donatmasa. Meşenin, çamın, kestanenin, kavağın yanına bu fideler de bir şenlikle, mevsiminde ekilse. Belediyeciler de; elma, armut, ayva, portakal ve yerel fideleriyle katılsalar şenliğe. bazı fidelerin meyve vermesi üç yıl bile sürmüyor.
Böyle bir beldede büyüyen hangi çocuk, bu beldeyi bu bolluğu ve bereketi bu hizmeti unutur?
Bütün çocuklara açık bir "meyve ormanı", böyle bir uygulamada hangi çocuk kendini masal kahramanı olarak görmez? Kim kendini cennette zannetmez?
Herşeyden önce çocukları doyurmak lazım.
Ve bunu yaparken annesini, babasını ve çocuğu incitmemek lazım.
Bugünki gibi; üç kilo pirinç, bir paket makarna, bir paket margarin, beş paket tarihi geçmiş hazır çorba, biraz kömürle insanları aşağılamamak lazım.
Acil durumlarda ne olursa vermek lazım. Ama diğer durumlarda biraz bakmak lazım.
Bölgede özelleştirme varsa taraf olmak lazım. Özelleştirme kamu malının özelleştirilmesi insanların işsiz bırakılmasıdır. Çocukların anne veya babasının işsiz ve muhtaç bırakılmasına rıza göstermemek lazım.
Eşi olmayan aile reisi kadınları sosyal yardımla kandırıp eve hapsetmemek lazım. Azim gösteren, çalışan, direnen bu kadınlarımızı desteklemek lazım.
Küçük yerlerin uzun vadeli tanıtımında - yöresel yemeklerde, kumaş, halı, kilim dokumada- hep kadınlarımızın el emeği etkindir. Bunu unutmamak lazım.
Küçüğüyle büyüğüyle istihdam yaratmanın çok maliyetli olduğu inancıyla iş alanı yaratmaktan korkan yönetici kervanına katılmamak lazım.
İş geliştirmek isteyen insanlara, menfaat ilişkisine bulaşmadan ortam ve olanak sağlamak lazım. İş yapmak isteyen kadını ve erkeği dinlemek lazım. Onlara ortam ve olanak sağlamak lazım. Ve bunu düzenli olarak yapmak lazım. Sonuçları izlemek, denetlemek lazım.
Yaşlıları unutmamak lazım. Onları bakıma muhtaç zavallılar olarak görmek yerine ihtiyaçlarını karşılamada bağımsızlaşmaları ve bilgeliklerini kamu hizmetine sunma olanağı tanımak lazım. hemen huzurevi açmamak lazım. Hele bin kişilik kapasitelerden kaçınmak lazım.
Engellilerin, onurlarıyla ve bağımlı olmadan kamusal yaşama katılmaları için sokakta, caddede, trafik lambalarında, parklarda, otobüslerde değişiklik yapmak lazım.
Şimdilik bu kadar lazım.
Sonra yeniden yazmak lazım
YENİ EDEBİYAT YENİ EDEBİYATÇILAR
uma, Eylül 5, 2008
Edebiyat; içimizdeki çocuğun çoşan, taşan şarkıları değil midir? Ne başı vardır ne sonu. Ne mantıklı bir sözü vardır ne izlenebilir bir ritmi. Yine de alır götürür insanı. İşinden gücünden eder, avare eder, deli eder, divane eder. Durduk yerde yoldan çıkarıp gülümsetir, neşelendirir. İnsanı insan eder.
Edebiyat içimizdeki yaşlı ve bilge insanın anlattıkları değil midir? En derin sesimizle kendimize anlattığımız büyülü ve bir o kadar gerçek masallar. Gökyüzünden üç elma düşer, Nuh tufanı sürükler, Kabil Habil'i öldürür, Ferhat dağları deler, Spartaküs kazığa geçirilir.
Edebiyat; içimizdeki kadının doğum çığlığıdır. Hayatın doğuşudur. Yoğun ve uzun bir sancıyla ama özlemle, aşkla, umutla beklenen bir hayatın doğuşunun çığlığı.
Ve edebiyat; içimizdeki eril güçtür. Hayatı oluşturan güç. O gücün verdiği güven. O güvenin tok sesi.
Son günlerde; edebiyattaki genç adamların alttan alta, derinden derine açtıkları bir tartışmanın bir yanında da “Medium is the message” - benim gibi İngilizce bilmeyenler için anlamı;"Medyum (ortam) mesajı belirler" -tümcesinden hareketle, eserin okuyucuyla buluşma yöntemleri ve bu yöntemlerin nasıl olması gerektiği, oluşturuyor.
Tüm derdi edebiyat olan bir yayım anlayışı artık pek yok. Herkes bir parça piyasayı kollamak zorunda. Edebiyatı kollar gibi olanlar da, öyle bağımsız yapılar değil, bir sermayedar, bir gazete, bir görüşle bağlantılı. Sadece edebiyat kaygısıyla hareket edebilecek yapılar çoktan dağıldı. Meydan da medyum da burası. Deniz çoktan bitti.
Bulaşanlar açısından çok muhafazakar olmaya ve boş yere onları eleştirmeye gerek yok ama bulaşan da pişman bulaşmayan da. Medyum hayli karışık.
Peki, bu genç adamlar seslerini nasıl duyuracaklar?
Ben üründen çok eser demeyi tercih ederek, eserlerini nasıl sergileyebileceklerini merak ediyorum.
Edebiyat adına da, genç insanlar adına da merak içindeyim.
Hangi koşullarda, ortam mesajı belirler?
Çoğunlukla ortam mesajı belirliyor, doğru. Ama her zaman mı? Her zaman mı?
Bundan beş on yıl önce şiirleri, öyküleri, romanı olan bir genç insan için; ülkemizde saygın bir yayınevinden bir kitap çıkarmak ve bunu saygın gazete eklerinden duyurmak yeterliydi.
Ama altmış yıl önce, Sovyet Rusya'da Yevgeni Yevtuşenko için bir milyon insana açık havada şiir okumaktı. Belki Şehrazat için hayatını koruma amaçlı her gece bir masal uydurmaktı. Bir dengbej'in bugün bile insanlık kadar eski söylenceler unutulmasın diye köy köy dolaşıp anlatmaktır.
Son dönemin çok satan çok önemli yazarlarına bakın. Dillerine, kurgularına, konularına, işleyişlerine bakın. hangi sesi duyuyoruz? hangi çığlığı?
Belki de medyum artık; kitap, dergi, gazete ve gazete eki değildir. Başka bir şeydir. Onu görecek genç adamlar ve genç kadınları beklemektedir. Onu oluşturacak inatçı, ısrarlı, asi genç kadınlarla genç adamları beklemektedir. İçindeki şarkıları, masalları, doğum çığlığını ve gücü susturmayan aksine bağıra cağıra söyleyen gençlere gereksinimi vardır belki.
Belki medyumu belirleyecek gençlere medyumu belirleyecek mesajlara gereksinim vardır bu zamanın.
Edebiyatın ne olduğunu, hayatla derdinin ne olduğunu bir kez daha tanımlamaya gerek vardır belki. Belki mesaja dönüp bakmaya gerek vardır.
Bazen zamanı dinlemek, geldiğini görmek vardır.
Edebiyat; içimizdeki çocuğun çoşan, taşan şarkıları değil midir? Ne başı vardır ne sonu. Ne mantıklı bir sözü vardır ne izlenebilir bir ritmi. Yine de alır götürür insanı. İşinden gücünden eder, avare eder, deli eder, divane eder. Durduk yerde yoldan çıkarıp gülümsetir, neşelendirir. İnsanı insan eder.
Edebiyat içimizdeki yaşlı ve bilge insanın anlattıkları değil midir? En derin sesimizle kendimize anlattığımız büyülü ve bir o kadar gerçek masallar. Gökyüzünden üç elma düşer, Nuh tufanı sürükler, Kabil Habil'i öldürür, Ferhat dağları deler, Spartaküs kazığa geçirilir.
Edebiyat; içimizdeki kadının doğum çığlığıdır. Hayatın doğuşudur. Yoğun ve uzun bir sancıyla ama özlemle, aşkla, umutla beklenen bir hayatın doğuşunun çığlığı.
Ve edebiyat; içimizdeki eril güçtür. Hayatı oluşturan güç. O gücün verdiği güven. O güvenin tok sesi.
Son günlerde; edebiyattaki genç adamların alttan alta, derinden derine açtıkları bir tartışmanın bir yanında da “Medium is the message” - benim gibi İngilizce bilmeyenler için anlamı;"Medyum (ortam) mesajı belirler" -tümcesinden hareketle, eserin okuyucuyla buluşma yöntemleri ve bu yöntemlerin nasıl olması gerektiği, oluşturuyor.
Tüm derdi edebiyat olan bir yayım anlayışı artık pek yok. Herkes bir parça piyasayı kollamak zorunda. Edebiyatı kollar gibi olanlar da, öyle bağımsız yapılar değil, bir sermayedar, bir gazete, bir görüşle bağlantılı. Sadece edebiyat kaygısıyla hareket edebilecek yapılar çoktan dağıldı. Meydan da medyum da burası. Deniz çoktan bitti.
Bulaşanlar açısından çok muhafazakar olmaya ve boş yere onları eleştirmeye gerek yok ama bulaşan da pişman bulaşmayan da. Medyum hayli karışık.
Peki, bu genç adamlar seslerini nasıl duyuracaklar?
Ben üründen çok eser demeyi tercih ederek, eserlerini nasıl sergileyebileceklerini merak ediyorum.
Edebiyat adına da, genç insanlar adına da merak içindeyim.
Hangi koşullarda, ortam mesajı belirler?
Çoğunlukla ortam mesajı belirliyor, doğru. Ama her zaman mı? Her zaman mı?
Bundan beş on yıl önce şiirleri, öyküleri, romanı olan bir genç insan için; ülkemizde saygın bir yayınevinden bir kitap çıkarmak ve bunu saygın gazete eklerinden duyurmak yeterliydi.
Ama altmış yıl önce, Sovyet Rusya'da Yevgeni Yevtuşenko için bir milyon insana açık havada şiir okumaktı. Belki Şehrazat için hayatını koruma amaçlı her gece bir masal uydurmaktı. Bir dengbej'in bugün bile insanlık kadar eski söylenceler unutulmasın diye köy köy dolaşıp anlatmaktır.
Son dönemin çok satan çok önemli yazarlarına bakın. Dillerine, kurgularına, konularına, işleyişlerine bakın. hangi sesi duyuyoruz? hangi çığlığı?
Belki de medyum artık; kitap, dergi, gazete ve gazete eki değildir. Başka bir şeydir. Onu görecek genç adamlar ve genç kadınları beklemektedir. Onu oluşturacak inatçı, ısrarlı, asi genç kadınlarla genç adamları beklemektedir. İçindeki şarkıları, masalları, doğum çığlığını ve gücü susturmayan aksine bağıra cağıra söyleyen gençlere gereksinimi vardır belki.
Belki medyumu belirleyecek gençlere medyumu belirleyecek mesajlara gereksinim vardır bu zamanın.
Edebiyatın ne olduğunu, hayatla derdinin ne olduğunu bir kez daha tanımlamaya gerek vardır belki. Belki mesaja dönüp bakmaya gerek vardır.
Bazen zamanı dinlemek, geldiğini görmek vardır.
KEMAL ORHAN PAMUK BEYİN YENİ ROMANI
Pazar, Eylül 28, 2008 ·
"Onun sayesinde, o günlerde İstanbul'da, başı açık güzel bir kadınla gezmenin bütün zevklerini ve gerilimlerini harikulade bir eğlenceymiş gibi yaşadım. Bir hastanenin kalemine girdiğimizde, bir devlet dairesine adımımızı attığımızda, bütün başlar ona çevrilirdi..............................Avrupa filmlerinden çıkma kibar centilmen havasıyla yaklaşıp 'Bir yardımım dokunabilir mi?' diyen genç doktorlar da vardı, beni fark etmediği için şakalar, kibarlıklar yaparak Füsun'a hafifçe asılan kaşarlanmış profesörler de...Bütün bunlar, örtülü olmayan güzel bir kadınla karşılaşınca devlet dairelerinde memurlar arasında yaşanan bir anlık telaş, hatta panik duygusu yüzündendi."
Yıl 1983 yer de İstanbul.
Kemal Orhan Pamuk Bey'in son romanı, "Masumiyet Müzesi" adlı kitabın, 477 sayfasının son ve 478 sayfasının ilk paragrafı olan bir bölümden küçük bir alıntı.
Yazar; bugünlerdeki sıkıştırılmış kışkırtılmış halimizden söz etmiyor, 1930'lardan 40'lardan da söz etmiyor. 1983 yılından söz ediyor. Hiç bir şehre böyle bir yaklaşım sergilemek istemediğim için isim vermiyorum ama taşradan değil, Anadolu'nun ücra köşelerinden değil İstanbul'dan söz ediyor.
Daha çok; 1975 ile 1984 yıllarını anlatan bu romanın, başka bazı satırlarında da böyle ifadelere rastlanıyor. O yıllarda kadınların başlarının açık ya da kapalı olmasının hayatta bir anlamı yoktu ki ifadede de bir anlamı olsun. Bu nasıl bir gözlem? Bir halkın yaşadıkları bir film afişi ya da bir plak kapağı kadar önemli değil midir ki böyle yanlışlar gayet sıradanmış gibi yapılıyor? O yıllarda geleneksel ailelerde bile, yaşlılardan başka başı kapalı olan kadın pek yok.
Mısır'da bile 1975 yılından sonra kapanmanın başladığını, Nasır'ın cenazesindeki fotoğrafları örnek göstererek anlatır kadınlar.
Bu acil konudan sonra, Orhan Pamuk isminin burada, bu klavyede neden Kemal Orhan Pamuk'a dönüştürüldüğü ile ilgili bir açıklama yapmak lazım herhalde. Açıklamayı yazının sonunda yapalım.
Roman konu edindiği yıllar, Türkiye'nin, zorluk olarak, belki bugünden daha az tehlikeli, ama görünürde daha özel bir süreçten geçtiği yıllar. Sağ sol çatışması. Kemal Orhan Pamuk'un o yıllardan gördüğü bütün manzara bu, sağ sol çatışması. İnsan; ülkesinin bu çok özel dönemine bu kadar yüzeysel bakarak, nasıl Kürt soruna, Ermeni meselesi konularına içerden ve derinden bakabilir ki?
Yazar romanda gerçekten bekaret konusunu sık sık dile getirmiş. Tartışmış mı ? Hayır. Kitabın bekaretle bir ilgisi yok. Bunu konuşabilmek için bu toplumu iyi tanımak gerekiyor. Uzak akraba kızlarının sorunları olarak baktığımızda, Sibel ile Nurcihan'ı hiç bir zarara uğramadan çekip alıveriyoruz. Onlar bizim sınıfımızdan çünkü. Füsun bile öyle. Bizim sınıfımızdan biri, ona aşık oldu çünkü.
Geçmiş zaman nostaljileri.
Bat dünya bat. Öldüğünle kalıyorsun Güldünya, öl.
Aşkın romanı olsaydı keşke.
Ya da masumiyetin.
".....Masumiyetse her şeyi bilmek ve yine de iyinin cazibesine kapılmaktır" diyor Clarissa P. Estes, "Kurtlarla Koşan Kadınlar" adlı kitabının 171. sayfasında. 172 ve 173'te ise daha açıklayıcı tanımları var masumiyetin. "Yalnızca başkalarına ya da kendine zarar vermekten kaçınmaya dair bir tutum değil, kendini ( ve başkalarını ) onarma ve yeniden kurma yeteneği olarak da değerlendirilir." Buradaki masumiyette bilme, farkında olma, idrak etme var. Romanın kahramanı Kemal'de, o bilmeyi çok göremiyoruz. Aksine hayatının kontrolünü kaçırmış bir adamın sürüklenişi. Füsun ya da romanın iddia ettiği gibi büyük bir aşk olmasa da, sürüklenecek bir adammış gibi Kemal. Bir çoğu gibi kadınlardan biri evde biri garsoniyerde biri burada olsun diyen adamlardan biri. Plan bozulunca iş değişiyor.
Neyse, gelelim Kemal Orhan Pamuk meselesine. Romanda iddia edilen büyük aşkı için; 5723 müze gezen Kemal Bey, o büyük büyük aşk için roman yazmayı da öğrenirdi, yazardı da. Ama o zaman roman tümüyle Orhan Pamuk'un sırtına binerdi. Orhan Pamuk, Kemal ile kendini ayırmak istiyor sanki. Çünkü Kemal'in aşkına inanmıyor gibi. Bugünün koşullarında çaresiz kalmış bir sınıfın can sıkıntısı ve hayata umtsuzca anlam katma çabasını zavallı buluyor olabilir. Bu zavallılığı, aşk adıyla kutsayarak kurtarmak istiyor ama olamadığını da başta kendisi görüyor. hataları Kemal'e pas etmek için kendini "romancı " olarak ayırmay çok özen gösteriyor. Ama olmuyor. Bunu yapmaya çalışırken, Kafka romanlarındaki gibi giderek Kemal'e dönüşüyor. Kemal Orhan Pamuk adlı bir yazarla karşılaşıyoruz.
"Onun sayesinde, o günlerde İstanbul'da, başı açık güzel bir kadınla gezmenin bütün zevklerini ve gerilimlerini harikulade bir eğlenceymiş gibi yaşadım. Bir hastanenin kalemine girdiğimizde, bir devlet dairesine adımımızı attığımızda, bütün başlar ona çevrilirdi..............................Avrupa filmlerinden çıkma kibar centilmen havasıyla yaklaşıp 'Bir yardımım dokunabilir mi?' diyen genç doktorlar da vardı, beni fark etmediği için şakalar, kibarlıklar yaparak Füsun'a hafifçe asılan kaşarlanmış profesörler de...Bütün bunlar, örtülü olmayan güzel bir kadınla karşılaşınca devlet dairelerinde memurlar arasında yaşanan bir anlık telaş, hatta panik duygusu yüzündendi."
Yıl 1983 yer de İstanbul.
Kemal Orhan Pamuk Bey'in son romanı, "Masumiyet Müzesi" adlı kitabın, 477 sayfasının son ve 478 sayfasının ilk paragrafı olan bir bölümden küçük bir alıntı.
Yazar; bugünlerdeki sıkıştırılmış kışkırtılmış halimizden söz etmiyor, 1930'lardan 40'lardan da söz etmiyor. 1983 yılından söz ediyor. Hiç bir şehre böyle bir yaklaşım sergilemek istemediğim için isim vermiyorum ama taşradan değil, Anadolu'nun ücra köşelerinden değil İstanbul'dan söz ediyor.
Daha çok; 1975 ile 1984 yıllarını anlatan bu romanın, başka bazı satırlarında da böyle ifadelere rastlanıyor. O yıllarda kadınların başlarının açık ya da kapalı olmasının hayatta bir anlamı yoktu ki ifadede de bir anlamı olsun. Bu nasıl bir gözlem? Bir halkın yaşadıkları bir film afişi ya da bir plak kapağı kadar önemli değil midir ki böyle yanlışlar gayet sıradanmış gibi yapılıyor? O yıllarda geleneksel ailelerde bile, yaşlılardan başka başı kapalı olan kadın pek yok.
Mısır'da bile 1975 yılından sonra kapanmanın başladığını, Nasır'ın cenazesindeki fotoğrafları örnek göstererek anlatır kadınlar.
Bu acil konudan sonra, Orhan Pamuk isminin burada, bu klavyede neden Kemal Orhan Pamuk'a dönüştürüldüğü ile ilgili bir açıklama yapmak lazım herhalde. Açıklamayı yazının sonunda yapalım.
Roman konu edindiği yıllar, Türkiye'nin, zorluk olarak, belki bugünden daha az tehlikeli, ama görünürde daha özel bir süreçten geçtiği yıllar. Sağ sol çatışması. Kemal Orhan Pamuk'un o yıllardan gördüğü bütün manzara bu, sağ sol çatışması. İnsan; ülkesinin bu çok özel dönemine bu kadar yüzeysel bakarak, nasıl Kürt soruna, Ermeni meselesi konularına içerden ve derinden bakabilir ki?
Yazar romanda gerçekten bekaret konusunu sık sık dile getirmiş. Tartışmış mı ? Hayır. Kitabın bekaretle bir ilgisi yok. Bunu konuşabilmek için bu toplumu iyi tanımak gerekiyor. Uzak akraba kızlarının sorunları olarak baktığımızda, Sibel ile Nurcihan'ı hiç bir zarara uğramadan çekip alıveriyoruz. Onlar bizim sınıfımızdan çünkü. Füsun bile öyle. Bizim sınıfımızdan biri, ona aşık oldu çünkü.
Geçmiş zaman nostaljileri.
Bat dünya bat. Öldüğünle kalıyorsun Güldünya, öl.
Aşkın romanı olsaydı keşke.
Ya da masumiyetin.
".....Masumiyetse her şeyi bilmek ve yine de iyinin cazibesine kapılmaktır" diyor Clarissa P. Estes, "Kurtlarla Koşan Kadınlar" adlı kitabının 171. sayfasında. 172 ve 173'te ise daha açıklayıcı tanımları var masumiyetin. "Yalnızca başkalarına ya da kendine zarar vermekten kaçınmaya dair bir tutum değil, kendini ( ve başkalarını ) onarma ve yeniden kurma yeteneği olarak da değerlendirilir." Buradaki masumiyette bilme, farkında olma, idrak etme var. Romanın kahramanı Kemal'de, o bilmeyi çok göremiyoruz. Aksine hayatının kontrolünü kaçırmış bir adamın sürüklenişi. Füsun ya da romanın iddia ettiği gibi büyük bir aşk olmasa da, sürüklenecek bir adammış gibi Kemal. Bir çoğu gibi kadınlardan biri evde biri garsoniyerde biri burada olsun diyen adamlardan biri. Plan bozulunca iş değişiyor.
Neyse, gelelim Kemal Orhan Pamuk meselesine. Romanda iddia edilen büyük aşkı için; 5723 müze gezen Kemal Bey, o büyük büyük aşk için roman yazmayı da öğrenirdi, yazardı da. Ama o zaman roman tümüyle Orhan Pamuk'un sırtına binerdi. Orhan Pamuk, Kemal ile kendini ayırmak istiyor sanki. Çünkü Kemal'in aşkına inanmıyor gibi. Bugünün koşullarında çaresiz kalmış bir sınıfın can sıkıntısı ve hayata umtsuzca anlam katma çabasını zavallı buluyor olabilir. Bu zavallılığı, aşk adıyla kutsayarak kurtarmak istiyor ama olamadığını da başta kendisi görüyor. hataları Kemal'e pas etmek için kendini "romancı " olarak ayırmay çok özen gösteriyor. Ama olmuyor. Bunu yapmaya çalışırken, Kafka romanlarındaki gibi giderek Kemal'e dönüşüyor. Kemal Orhan Pamuk adlı bir yazarla karşılaşıyoruz.
HAYDAR ERGÜLEN - YETİMLER GAZELİ
Pazar, Temmuz 6, 2008
"aslında ne türk'üz, ne kürd'üz, ne ermeni'yiz
öyle bir 'baba'mız var ki hrant, hepimiz yetimiz"
Haydar Ergülen'in "Üzgün Kediler Gazeli" adlı kitabında yer alıyor, "Yetimler Gazeli" adlı bu şiir.
Kitap; Metin Altıok şiir ödülünü kazandı.
Şair, ödül ve şiirler ne kadar birbirine uymuş.
Uzun, çok uzun zamandır ; "hiç kimse bilmiyor içimin yanıgınını/ ah herkes mi susuyor" dizelerindeki kadar, Arkadaş Zekai Özger'in "Aşkla Sana" adlı şiirinin bu bölümündeki kadar, içim yanıyordu.
Oysa herkes bir şey demeye çabalıyordu. Diyordu da. Ama gönlüme çare olmuyordu.
Kendim de bir şey bulamıyordum. Susuyordum
Yetimler Gazeli'nde, Haydar Ergülen içimin yangınını dile getirmiş.
Belki hepimizdeki yangını dile getirmiş.
Öyle mi Hrant
Öyle mi Çece
"aslında ne türk'üz, ne kürd'üz, ne ermeni'yiz
öyle bir 'baba'mız var ki hrant, hepimiz yetimiz"
Haydar Ergülen'in "Üzgün Kediler Gazeli" adlı kitabında yer alıyor, "Yetimler Gazeli" adlı bu şiir.
Kitap; Metin Altıok şiir ödülünü kazandı.
Şair, ödül ve şiirler ne kadar birbirine uymuş.
Uzun, çok uzun zamandır ; "hiç kimse bilmiyor içimin yanıgınını/ ah herkes mi susuyor" dizelerindeki kadar, Arkadaş Zekai Özger'in "Aşkla Sana" adlı şiirinin bu bölümündeki kadar, içim yanıyordu.
Oysa herkes bir şey demeye çabalıyordu. Diyordu da. Ama gönlüme çare olmuyordu.
Kendim de bir şey bulamıyordum. Susuyordum
Yetimler Gazeli'nde, Haydar Ergülen içimin yangınını dile getirmiş.
Belki hepimizdeki yangını dile getirmiş.
Öyle mi Hrant
Öyle mi Çece
GEMİLERİ YAK
Pazartesi, Mayıs 12, 2008
Gemileri yak.
Geri dönüş yok.
Tarihe böyle geçeceksin.
Gemileri yak.
Yapacağın bir şey yok.
Tarihe kötü geçeceksin.
Tersanede ölen çocukların
Hesabını nasıl vereceksin
Gemileri yak.
Şimdi tam zamanı.
Gemileri yak.
Senin gemilerin haram.
Bu gemiler yanmadan,
Vicdan
Vicdan
Gemileri yak.
Geri dönüş yok.
Tarihe böyle geçeceksin.
Gemileri yak.
Yapacağın bir şey yok.
Tarihe kötü geçeceksin.
Tersanede ölen çocukların
Hesabını nasıl vereceksin
Gemileri yak.
Şimdi tam zamanı.
Gemileri yak.
Senin gemilerin haram.
Bu gemiler yanmadan,
Vicdan
Vicdan
(K)ADINSAL SOSYAL SORUMLULUK
Salı, Mayıs 6, 2008 ·
Bu yazı ironiden anlamayanlar için de uygun değildir.
Baba beni okula gönder.
Okula gidip okuyacağım. Büyüyüp okulum bitince de bir gazetenin web sitesinde çalışacağım.
Baba beni okula gönder.
İşe girer girmez, web sitesinin görünmez bir yerinde, en altlarda, küçücük bir yerde duran ve "Baba Beni Okula Gönder" projesini ifade eden kız çocukları figürüne her gün bakacağım.
Ben de bu sosyal sorumluluk projesi için çok çalışıp çabalayacağım.
Bu küçücük duyurunun yanına çıplak çıplak ablaların fotoğraflarını koyacağım.
Siteyi;
“bu kızların her yaptıkları olay”
“yeni model bond kızları”
“hey gidi gençlik hey”
“konuşan fotoğraflar”
“plajda bikinili rekoru”
“parçaları bul ünlüyü bil”
“en çılgın festival”
“Tüzmen’i yakan aşk listesi”
isim, içerik ve fotoğraflarla dolduracağım.
Haber ve yorum arayanlar biraz çalışsınlar. Para vermeden gazete okumak için biraz çabalasınlar değil mi?
Gazetede olduğunun aksine web sitesinde, çoğu haberi kadın bedeni fotoğrafı üzerinden vereceğim. Öyle ki bir oteldeki köpük banyosu faciasını bile eğlenen çıplak kadın fotoğrafları üzerinden vereceğim. Gazetenin web sitesini, üçüncü sayfa güzelleri ile dolduracağım. Aile kavgalarını, sağlık sorunlarını da çıplak olmayan kadınlar üzerinden vereceğim.
Baba beni okula gönder.
Futbol ve siyaset dışında tüm haberleri kadınların görüntüsü üzerinden vereceğim. Okumuşu yazmışı, köylüsü kentlisi, çıplağı kapalısı fark etmiyor hep kadın fotoğrafı kullanacağım.
Baba beni okula gönder.
Ciddi; ölüm, deprem, çatışma, kaza gibi haberlerin arasına “güzellerin perde arkası görüntüleri”ni, o da olmazsa “ünlülerin yakılacak fotoğraflarını” koyacağım. Gerçekten bunu yapacağım.
Mazeretim de, bu fotoğraflar olmazsa kimsenin siteyi tıklamaması olacak.
Baba beni okula gönder.
Senin beni okula gönderememenle, feodal ve cahil olduğunu düşünüyor olamalılar. Anlamıyor musun seni ve beni modernleştirmeye çalışıyorlar.
Mazeretim siteye reklam almak gerek olacak
Mazeretim daha çok kazanmak olacak.
Kız çocuklarının okuması
Kadına karşı şiddetin azalması
Medeni bir ülke olmak.
Kalkınmak, gelişmek, değişmek……
Anlaşılan bunlarla bunların hiç ilgisi yokmuş gibi davranacağım.
Modern kadın olarak da; ne yazık ki, okumuş yazmışları, idealleri olanları, idealleri uğruna şehir şehir dolaşan öğretmeni, hemşireyi, doktoru, mühendisi, eczacıyı, emeği ile beş çocuk okutan anneyi değil ya soyunuk kadınları ya mağdur kadınları haber yapıp onların fotoğrafını koyuyorlar.
Bunlar gazeteci ve okumuş yazmış insanlar ama nasıl oluyorsa, bu haberlerin seni ne kadar ürküttüğünü, korkuttuğunu anlamıyorlar.
Baba beni okula gönder.
Okula gitmek benim hakkım.
En temel haklarımdan biri.
Merak etme, beni o web sitesine de çalıştırmazlar artık.
Hamiş; İnsan bunca yıllık gazetesine üzülüyor.
Bu yazı ironiden anlamayanlar için de uygun değildir.
Baba beni okula gönder.
Okula gidip okuyacağım. Büyüyüp okulum bitince de bir gazetenin web sitesinde çalışacağım.
Baba beni okula gönder.
İşe girer girmez, web sitesinin görünmez bir yerinde, en altlarda, küçücük bir yerde duran ve "Baba Beni Okula Gönder" projesini ifade eden kız çocukları figürüne her gün bakacağım.
Ben de bu sosyal sorumluluk projesi için çok çalışıp çabalayacağım.
Bu küçücük duyurunun yanına çıplak çıplak ablaların fotoğraflarını koyacağım.
Siteyi;
“bu kızların her yaptıkları olay”
“yeni model bond kızları”
“hey gidi gençlik hey”
“konuşan fotoğraflar”
“plajda bikinili rekoru”
“parçaları bul ünlüyü bil”
“en çılgın festival”
“Tüzmen’i yakan aşk listesi”
isim, içerik ve fotoğraflarla dolduracağım.
Haber ve yorum arayanlar biraz çalışsınlar. Para vermeden gazete okumak için biraz çabalasınlar değil mi?
Gazetede olduğunun aksine web sitesinde, çoğu haberi kadın bedeni fotoğrafı üzerinden vereceğim. Öyle ki bir oteldeki köpük banyosu faciasını bile eğlenen çıplak kadın fotoğrafları üzerinden vereceğim. Gazetenin web sitesini, üçüncü sayfa güzelleri ile dolduracağım. Aile kavgalarını, sağlık sorunlarını da çıplak olmayan kadınlar üzerinden vereceğim.
Baba beni okula gönder.
Futbol ve siyaset dışında tüm haberleri kadınların görüntüsü üzerinden vereceğim. Okumuşu yazmışı, köylüsü kentlisi, çıplağı kapalısı fark etmiyor hep kadın fotoğrafı kullanacağım.
Baba beni okula gönder.
Ciddi; ölüm, deprem, çatışma, kaza gibi haberlerin arasına “güzellerin perde arkası görüntüleri”ni, o da olmazsa “ünlülerin yakılacak fotoğraflarını” koyacağım. Gerçekten bunu yapacağım.
Mazeretim de, bu fotoğraflar olmazsa kimsenin siteyi tıklamaması olacak.
Baba beni okula gönder.
Senin beni okula gönderememenle, feodal ve cahil olduğunu düşünüyor olamalılar. Anlamıyor musun seni ve beni modernleştirmeye çalışıyorlar.
Mazeretim siteye reklam almak gerek olacak
Mazeretim daha çok kazanmak olacak.
Kız çocuklarının okuması
Kadına karşı şiddetin azalması
Medeni bir ülke olmak.
Kalkınmak, gelişmek, değişmek……
Anlaşılan bunlarla bunların hiç ilgisi yokmuş gibi davranacağım.
Modern kadın olarak da; ne yazık ki, okumuş yazmışları, idealleri olanları, idealleri uğruna şehir şehir dolaşan öğretmeni, hemşireyi, doktoru, mühendisi, eczacıyı, emeği ile beş çocuk okutan anneyi değil ya soyunuk kadınları ya mağdur kadınları haber yapıp onların fotoğrafını koyuyorlar.
Bunlar gazeteci ve okumuş yazmış insanlar ama nasıl oluyorsa, bu haberlerin seni ne kadar ürküttüğünü, korkuttuğunu anlamıyorlar.
Baba beni okula gönder.
Okula gitmek benim hakkım.
En temel haklarımdan biri.
Merak etme, beni o web sitesine de çalıştırmazlar artık.
Hamiş; İnsan bunca yıllık gazetesine üzülüyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)